2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

27 Kasım 2009 Cuma

Nice etyemezin faili: kurban bayramı

Çok sevdiğiniz bir arkadaşınızı gözlerinizin önünde, elleri ayakları bağlı, biçare bir haldeyken kesseler, hiçbir şey yapamasanız, üstüne üstlük oluk oluk akan kanından alnınıza sürmek suretiyle sizi de cinayete ortak etseler ne hissederdiniz?
Soldaki resimde gördüğünüz, bendeniz efendim. Tarih 5 Ağustos 1987, yaş 3, yer Ankara. Belki de bu fotoğrafın yardımıyla, kurban bayramına dair hatırladığım en eski anı; o koyunun burnunu silişim. Burnunu silmekte olduğum koyun, dakikalar sonra eli bıçaklı bir cani adamın anlamadığım garip şeyler söyleyerken bir yandan gözü ve ayakları bağlı hayvancağızın gırtlağına bıçağı sürtüp durduğu sahnede maktûl rolünde. Debeleniyor, debeleniyor, ardından dedem parmağını o kana bulayıp alnıma basıyor. O zaman ben bunu nasıl hafif atlatmışım, nasıl çıldırmamışım, sonradan düşündükçe aklım almıyor! 12-13 yaşımdan falan itibaren bakamamaya başladım hayvan kesimlerine. O zamana kadar nedense rahatlıkla seyrederdim. O yaşlardan sonra biraz daha aklım başına geldiği için diye tahmin ediyorum. Bu fotoğrafı gördükçe de bu kareyle birlikte debelenen hayvan hâlâ gözümün önüne geliyor ve içim bir tuhaf oluyor.
Şimdi işin yok ibadetti, yok kutsaldı, oralarına hiç giremeyeceğim. Zira şu dünyada ne kadar kutsal varsa hepsinin ucunda ya ölmek var ya öldürmek. Başlarım öyle kutsala lan!?
Tanıdığım bir kısım etyemez insanın sebebi kurban bayramı. Tanıdıklarımın ötesinde, 2005-2008 yılları arasında Serdar Değirmencioğlu ve Can Gezgör tarafından yapılan bir araştırmada toplanan verilere göre de bu liste aslında oldukça kalabalık. Ben şanslı olanlardanım.
Araştırma, çok umursanmayan, ama 50 yaşına gelmiş olsa dahi, travmanın etkisini hâlâ yaşayan insanlara bakıldığında önemi daha rahat görülebilen bir çalışma. Kurban bayramında çocuklar(l)a nasıl davranılması gerektiğine dair bir yazıya şuradan ve bu araştırmaya dair Bianet'te yer almış olan haberlere buradan ulaşabilirsiniz.
Bu fotoğrafta da yine beni, bacaklarım henüz bir koyunun bacaklarının kalınlığındayken görüyorsunuz. Aynı bayram, aynı yer, bütün maktûllerle birlikte
Araştırma kapsamında toplanan deneyimlerden birinin bir kısmına yer verelim;
"...Sabah bir telaş bir telaş evde. Leğenler, tencereler... Ben koyun kesilirken bakmadım. Yaklaşık 5 dk sonra bakmak için gittiğimde, koyunun bacağını oynattığını gördüm. Ölmeden derisini yüzmeye başladılar diye çok ağladım. O hareketi istemsiz olarak yaptığına hic inanmamıştım o zamanlar. Derisi yüzülürken, iç organları çıkarılırken yükselen o tuhaf koku ve çıkan dumanlar... Bu manzara yıllarca gözlerimin önünden gitmedi. Annem depolamak için etlerin bir kısmını haşladı, bir kısmını kavurdu veya fırınladı. Evin her yeri et kokmuştu. Ne kadar zorladılarsa da o etten yemedim. 40 yaşındayım ve hala et sevmem. Koyun eti almam ve evde haşlama et asla pişirmem. Kurban Bayramı deyince aklıma bayram sevincinden çok, burnuma pişen o ağır et kokusu gelir..."
Diğer deneyimlere bu adresten ulaşmanız mümkün. İçinizin kaldıracağını düşünüyorsanız, konunun aslında ne kadar ciddi olduğunu anlamak için bir göz atmanızı öneririm. Bu deneyimlerin yanında, okumaya değer bulduğum, bir başka psikoloğun kendine dair anlattığı bir anısı da şurada: Gıdık.
Özetle, araştırmanın gösterdiği oldukça önemli şeyler var. Hiçbiri de zaten hiçbirimizin bihaber olduğu şeyler değil. Biraz malumun ilamı. Çok açık bir şekilde çocukların kurban kesiminden uzak tutulmasının neden gerekli olduğunu ortaya koyuyor. Eğer ki buna rağmen ikna olmuyor, "ağaç yaşken eğilir, çocukların küçük yaşta dinimizin gereklerini öğrenmesi gerekir." diyorsanız, ya aptalsınız, ya gözünüzü din bürümüş, aptal saptal gelenekler bürümüş, ya da çocuğunuzu/çocukları/insanları sevmiyorsunuz. O zaman da size bir kutu insanol yazıyorum. Sabah akşam günde 3 kere alın (kafa karıştı di mi?):
"Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Dairesi tarafından 2005’de yayımlanan Kurban Hizmetleri Bilgilendirme Kılavuzu ya da kısa adıyla Kurban Rehberi’nde de “Kurban kesim yerlerinde çocukların bulunmaması” (s. 14) tavsiye edilmektedir. Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’nın, Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesinde Aralık 2007’de yayımladığı ek bir duyuru ile 12 yaşından küçük çocukların kurban kesiminin yapıldığı yerlerde bulunmamasına özen gösterilmesi gerektiğini vurgulamıştır."
Burada yaş 12 diyor diye, oğlan 18'i doldurunca çiftleştirmeye koştururcasına 12'yi doldurunca kurbana götürmeyin. Siz çocuğunuza 50 yaşına kadar göstermeyin hele, sonrasını o halleder.
Pek otobiyografik bu yazıya son verirken babam gelir, "iyi geceler kuzum" der. "Senin kuzuluğun mu kalmış, dana oldun artık! ekiki..." diyenin ağzını kırırım!
Görüp göreceğiniz, canlı canlı tanık olacağınız en çirkin işkembe Komünal İşkembe olsun a dostlar ("En kötü gününüz böyle olsun!"un bir hakaret değil, çok hayırlı bir temenni olduğuu algıladığımda yaş kemale ermişti bu arada.)! İşkembe'den selamlar, kansız revansız, keyifli bayramlar! ------ - Araştırmaya ilişkin Feysbuk grubu - Araştırma ekibine ulaşmak ve daha fazla bilgi edinmek için tıklayın

26 Kasım 2009 Perşembe

Firefox bir adım daha önde: Ubiquity

İşkembe'yi takip edenler zaten artık biliyordur, kısayolların ustasıyım, Firefox'un hastasıyım! Aslında kullandığım ve bildiğim kadarıyla 1-2 noktada Chrome daha pratik, ama Firefox için kullandığım eklentilerle tembelliğime tembellik ekleyebiliyorum (bkz. mouse gestures) ve buna bayılıyorum!
Ubiquity (İngilizce okunuşu yoo-bik-wi-tee, biz Türkiyeliler ise kendisine halk arasında kısaca yubikuiti diyoruz) ise, kelime anlamı olarak "her an her yerde bulunma" demek. Yani bunun muhtemelen bir Arapça sıfatı da vardır tanrı için ama bilemedim şimdi. Örneğin Ubiquity kullanıyorsanız ve fakat kelimenin anlamını bilmiyor, merak ediyorsanız, başka bir siteye girmeden, oraları buraları kurcalamadan, bulunduğunuz pencerede kelimeyi tarayıp, bir kısayolla Ubiquity'yi açıp, "dict" yazmanız yeterli. Hemen ayağınıza getiriversin İngilizce tanımları! Hakikaten de kullanmaya başladığımdan beri şaşkınlıklar içinde "vay be!"leyip duruyorum, bir her şeye kadir olma hissi yaşıyorum adeta.Yeterince merak ettiniz mi? Öyleyse buyrun, videomuzu izleyelim;
Videoda oldukça güzel anlatıyor, ancak ben biraz daha açıklayayım, kendi deneyimlerimi paylaşayım;
Öncelikle, bilgisayar terminolojisinden ancak benim kadar anlayanlar için belirteyim; hani programlar henüz tam oturmadan, bütün sorunları çözülmeden sürülen beta versiyonlar oluyor ya, Ubiquity henüz beta bile değil, alpha 0.1 prototip aşamasında. Daha doğrusu yukarıdaki videoda öyle diyordu, oldukça hızlı ilerlediği ve video da güncelliğini yitirdiği için yanıltmış biraz. Eski bir bilgi o, ben şimdi kontrol ettim, 0.5.4 kullanıyormuşum mesela şu an. Bilmiyorum doğru ifade edebiliyor muyum ama,edemiyorsam Ahmet veya Egiboy düzeltebilir. Ayrıca Ubiquity bana konuya dair şu linki getirdi, merak eden bakabilir (İngilizce). Bu haliyle bile, gördüğüm en yaratıcı, en akıllı ve akılcı fikirlerden biri. Bilgisayar dünyası bunları çoktan aşmış, bilgisayarlarına takla attırabiliyor olabilir belki, ama benim için öyle.
Sonralıkla da, Ubiquity'yi kullanmak için Firefox (veya Chrome sanırım, ben Firefox tercih ediyorum) kullanıyor olmanız da gerekiyor. Firefox'un üzerine kurduktan sonra, Ctrl+Space kombinasyonu, karşınıza bir pencere açıyor. Yukarıdaki videoda ha bire açılan füme renkli pencere, Ubiquity penceresi işte. Açılan bu pencereden yapabileceğiniz, sonsuz şey var. Herkes kendi kodunu yazabilir pek âlâ. Yani bir fikriniz varsa, bunu bir kodla Ubiquity'nin veritabanına ekleyebilirsiniz. İşine yarayacağını düşünen birileri de "abone" olur (halk arasındaki tabirle "subscribe eyler" de, ne diyeceğimi bilemedim tam) ve kullanmaya başlar.
Adres çubuğuna "about:ubiquity" yazdığınızda veya Ubiquity penceresini açıp help yazdığınızda, Ubiquity yardım penceresi açılır bir internet sayfası gibi. Oradan işinize yarayacak kodlar arayabilir, kullanmak istediğiniz yeni kodları ekleyebilir, işlevini yitirenleri kaldırabilirsiniz. Ben mesela bir "Türk Dil Kurumu" kodu kullanıyordum, Ubiquity'yi açıp "tdk sokak" yazdığımda (tırnak işaretleri olmadan tabii ki), bana sokak kelimesinin tanımını getiriveriyordu. Ancak TDK yine sitesinin ayarlarını kurcalamış, hem kullandığım bütün kısayolları düzeltmem gerekti, hem de bu kod işlevini yitirdi. Yazan (veya bir başkası?) düzeltene kadar iptal. Bu arada yeri gelmişken de söyleyeyim, pek çok noktada yaşadığımız gibi, Ubiquity'nin TDK eklentisinde de bir Türkçe karakter sorunu yaşıyor idik. Diğer özelliklerinde henüz denk gelmedim ama. Haritalamada örneğin, Şanlıurfa'yı bulabildiğine göre, şu dünyada bulamayacağı nokta, tanıyamayacağı karakter olmasa gerek? Harita özelliği demişken, ufaktan, bir kısmı videoda da geçen, kimi de Ubiquity'nin dahili (built-in) özelliği olan şahsen kullandığım özelliklere gelelim. Daha kullanışlı olacağı için madde madde gitmeyi tercih edeceğim burada:
* Birkaç ön hatırlatma; 1- Bu bölümde kullanacağım komutların başı ve sonundaki tırnak işaretleri sadece komutun sınırlarını belirtmek için, normalde kullanılmıyor. 2 - Özelliklerin pek çoğu gmail ve google tabanlı, şaşırmayın. 3 - Ubiquity İngilizce temelli bir yapı olduğu için, temel düzeyde İngilizce biliyor olmanız çok işlevsel olabilir. Bilmeseniz de kullanabilirsiniz elbet, ama videoda da gördüğünüz üzere dili oldukça yalın, günlük haliyle kullanımdan yola çıkarak hazırlanmış pek çok özellik ve komutlar.
-----
- Goto: En sık kullandığım özellik, sanırım Ubiquity ile standart olarak gelen "goto" özelliği. Rapidshare'den bir şey mi indireceksiniz, veya gitmek istediğiniz sitenin adresi bir bağlantı olarak verilmemiş, sadece metin olarak mı duruyor? O vakit hemen ilgili adresi kopyalıyorsunuz, Ctrl+Space ile Ubiquity'yi açıyorsunuz ve "goto" yazıp basıyorsunuz entıra! Anında istediğiniz adres yeni bir sekmede açılıyor. Hatta burada tembelliği bir aşama ileri götürüp, Ubiquity'yi açtıktan sonra yalnızca "g" harfini yazdıktan sonra da entıra basabilirsiniz, böylece 3 harf tasarruf etmiş olursunuz. Bende "g" harfinden ilk gelen özellik bu "goto" özelliği olduğu için, genelde öyle yapıyorum.
- Google: Severek kullandığım bir diğer standart özellik. (Yoruldum artık, izninizle buradan sonra Ubiquity için U yazacağım sadece) U penceresini açtığınızda, "google" yazıp bir boşluktan sonra Google'da yapacağınız herhangi bir aramayı yazdığınızda, aramanızın Google'da getireceği ilk 3 sonucun bir özetini karşınızda görebilirsiniz. Bu çıkan pencereye ve sonuçlara ilişkin bir örneği buradan görebilirsiniz. Bu çıkan penceredeki 3 sonuçtan birine gitmek istiyor ve touchpad veya mouse kullanmak istemiyorsanız da yine tembelliğin sınırlarını zorlayarak Ctrl+Alt+"istediğiniz seçenek" şeklinde bir kombinasyonla, ilgili sonucu yeni bir sekmede açabilirsiniz. Yine aynı pencerede, aramak istediklerinizin aslında görsel olduğuna karar verip, bir aşağıdaki seçeneğe gelerek, aynı aramanın görsel sonuçlarını görebilirsiniz. Yani şöyle.
- Google-image: Bu şekilde de Google görsellerde yapacağınız bir aramayı yapabilirsiniz.
- Scholar: Bu özellik de yine ne yazık Türkçe karakter sıkıntısı yaşadığımız bir özellik. Ama yabancı literatürden yana tarama için pek pratik, pek hoş.
- Shotit: İlginç bir özellik. Gezmekte olduğunuz sayfanın bir görüntüsünü (screenshot) alıyor, kaydediyor ve bir link olarak hazırlıyor hemen. Misal... İnternet sayfalarında gezerken gördüğünüz bir şeyi değişme ihtimaline karşı pratik olarak resim olarak almak, saklamak, eşe dosta göndermek için ideal.
- Notepad: Notepad'i çok sıklıkla kullanan bir insan olarak, sevdiğim bir özellik. Hızlı başlat menümde de zaten var, ama touchpadmiş, mousemuş, uğraşmadan, hop, bir Ctrl+Space, bir notepad yazdım, açıldı.
- Bold/Italicize/Underline: Oha! Bunu da şimdi keşfettim sevgili işkembeseverler! Metni düzenleyebildiğiniz ve bir şekilde kalınlaştırabildiğiniz, eğik hale getirebildiğiniz veya altını çizebildiğiniz bir ortamda yine U penceresini açıp, yukarıdaki üç kelimeyi kullanarak bunu gerçekleştirebilirsiniz. Yani muhtemelen mevzubahis ortamda bir kısayol daha vardır bunun için, mesela ben bu yazıyı yazarken Ctrl+b/i/u kullanabiliyorum, ama yine de olsun, bence çok şahane. Küçük şeylerle mutlu olabiliyorum, evet...
- Bookmark: Bu da, tahmin edeceğiniz üzere, sayfayı sık kullanılanlara eklemek için bir komut. Normalde yine bir metinle uğraşmazken, ctrl+b ile yapılabilen bir şey, ama bu da pratik. (Bir önceki madde ve bu maddede yazdığım çok temel şeyler, ama dünyanın bütün kısayollarıyla ayrı ayrı uğraşmak istemeyenler için böyle bir özellik konması bence iyi olmuş).
- Calculate: Kabaca bir hesap makinesi, ama ona sadece bir hesap makinesi demek gerçekten kabalık olur. TL olmayan herhangi bir birimle hesap yapmaya çalışırken, "lan € ne kadardı?" diye kafanıza takıldığında, ağırlık birimi olan pound'un kaç grama tekabül ettiğini merak ettiğinizde, veya ışık hızını hatırlayamadığınızda hemen yardımınıza koşan Google Calculator temelli bir özellik! Şuradaki resimden, kopyala yapıştır yöntemiyle bir araya getirilmiş 3 aramayı görebilirsiniz.
- Map: Bu özellik, videoda vurgulananlardan ve en azından benim en başta "lan bunu ne kullanıcam?" dediğim bir özellik idi. Ta ki geçen gün gitmem gereken bir yerin maille adresini gördüğüm anda kafamda ampul yanana dek! Hem de bir gerçek hayat denemesi yapmış olurum diye adresi taradım (highlight için Türkçe karşılık bu kullanılıyor sanırım?), U açıp map yazdım ve iştee! Karşıma getirdi adresi mis gibi, baktım, gittiğim gibi de buldum. Her zaman süper sonuçlar vermeyebilir ama kesinlikle çok işlevsel.
- Weather: Siz Ankara'dasınız, narin yerleriniz üşüyor ve havanın kaç derece olduğunu merak ediyorsunuz. Masaüstü widgetlara, meteoroloji.gov.tr'ye falan girip çıkmakla uğraşmadan, açıyorsunuz U penceresini, "weather" yazıyorsunuz, size Ankara civarında havanın kaç derece olduğunu, nem oranını falan söylüyor. Sonra kendi kendinize "ben burada böyle üşüyorsam Elazığ'daki sevdiceğim ne yapıyordur?" diye düşünüyorsunuz. Ama yukarıdaki cümleyi tırnak içine aldım diye hemen U komutu olarak girmeyin. Onun yerine "weather near Elazığ" yazın, Ankara'yla arada sadece 1 derece fark olduğunu görün ve ister sevinin, ister Ankara'ya sövün.
- Arama Motorları (IMDB/Yaho/Amazon/Wiki/Ask/Answers/...): Doğrudan U üzerinden arama yapılabiliyor pek çok motorda. Wiki yazıp arama yaparsanız Wikipedia, Answers yazıp ararsanız Answers.com vs.Gayet basit. Sayfalarına girmeden, bulunduğunuz sayfa üzerinden kendisi yeni sayfa açarak arama yapmanızı sağlıyor.
- Twitter: Yine videode geçen ve sonradan eklenebilen özelliklerden biri. An itibariyle mesela "twitter ubiquity tanıtıcı yazı 3 vakte kadar komünal işkembe'de! as sokaktaki adam" yazmak suretiyle twitter şeysimi güncelledim. Sevmiyorum twitter'ı ama sevenlere...
- Torrent: Torrent aramalarınız için de yine kullanabilirsiniz. Pencereyi açın, torrent yazıp aradığınız torrenti yazın, sonuçları getirsin.
- Youtube: Yutubusundan sıklıkla bir şeyler arayan bir insan olarak, yine oldukça sık kullandığım ve işlevsel bulduğum bir özellik. Youtube'da arama yapmanızı sağlıyor ve yine ilk 3 sonucun önizlemesiyle birlikte toplam kaç sonuç bulunduğunu gösteriyor.
- Unread: Bu komutla da, gmail hesabınızı açmadan, sadece U penceresini açarak, siz görmeyeli yeni mail gelip gelmediğini görebilirsiniz. Ben baktım, hiç yoktu, pencereyi kapatıp 1 mail göndererek komutu sizler için denedim. Şöyle oluyor.
- Count-words: Bu da bir pencerede, örneğin bir mailde, birine göndermeye çalıştığınız bir yazıda yazdığınız metnin kaç kelimeden oluştuğunu kolayca öğrenmek için. 100 kelimeyi geçmeyen bir tanıtım mı yazmanız lazım? Yazarken bakın durun, 100'e yaklaşınca durun. Ne güzel işte?
- Translate: Google tabanlı bir başka özellik. Sayfadaki metni seçin, U açıp "translate" yazın ve dil belirtmezseniz sizin internet tarayıcınızı kullandığınız dile ya da istediğiniz dile çeviri yapsın. Öyle yapınca böyle oluyor.
- Sözlük (Dict/TheFreeDictionary/Sesli Sözlük/...): İngilizce/İngilizce, İngilizce/Türkçe, Türkçe/İngilizce her nevi sözlüksel arama için bu üçü gayet işinizi görür. Her ne kadar hırsız olduğu için Sesli Sözlüğü tercih etmesem de, benim kullandığım Tureng'den henüz böyle bir özellik gelmedi.
- Whats-my-ip: Yalnızca "What" yazarak da o anki IP adresinizi öğrenebilirsiniz.
- Quote: Bu da, yazdığınız yazının sonuna wikiquotes'tan bir veciz söz eklemek isterseniz diye. Türkçesi işlevsiz, İngilizce için de süper olduğunu söyleyemem.
-----
Biraz da linkelim;
- Ubiquity komutları sayfası. Türkçe/Türkiye için özel olanlar da mevcut.
- Videoyu arakladığımız Ubiquity tanıtım sayfası

24 Kasım 2009 Salı

Aman Rektör Canım Rektör

Abdullah Gül, Anadolu Üniversitesi rektörü olarak 334 oy alan Fevzi Sürmeli yerine 96 oy alan Davut Aydın'ı atamış. Ben aşağıya bu isimlerin resimlerini koyacağım, hangisi atanan, hangisi atanmayan siz bulun:
Fotofinişi badem bıyık farkıyla önde gören rektör seçilmiş tabii ki.
Benim derdim ise bu olayın tartışılma biçimi. Kemalistler diyor ki: "Hani siz demokratiktiniz?" Haklı bir eleştiri. Fakat bu eleştiriyi getirirken, Ahmet Necdet Sezer'in yanlış yaptığını vurgulamak yerine, uygulamanın tamamen yanlış olduğuna değinmek yerine, sadece olaya "fırsatçılık" penceresinden bakıyorlar. Karşı tarafın savunması ise daha da komik: "Sezer 1 oy alanı rektör atamıştı, ikisini karşılaştıramazsınız bile."
Minareyi çalan kılıfını hazırlayadursun, Cumhurbaşkanı en hafif tabirle saçma yetkisini kötüye kullanmaya, keyfi atamalara devam ediyor. Millet de "senin cumhurbaşkanın daha çok saçmalamıştı, hayır seninki daha az demokratikti" diye sidik yarıştırıyor.
Olan üniversitelere oluyor. Gerçi üniversiteler kimin umurunda, maksat kimin daha demokrat olduğunu kanıtlamak. Nasıl olsa güzel ülkemde "hiçbiri" ya da "hepsi" seçenekleri tedavülden kalktı, ya "biri"sin ya "öteki" artık.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Eylemsel bir haftasonu

Bu haftasonu, İstanbul ve Ankara'yı bir dizi eylem bekliyor. Epeydir bu kadar yoğun bir takvim denk gelmemişti sanırım, bildiğim kadarıyla 3 "yasal" eylem var haftasonu. Belki katılmak, destek vermek isteyenler veya medyadan takip etmek isteyenler, olup biteni merak edenler olur diye kısaca bilgilendireyim istedim. Şöyle ki;
(İstanbul) Eylem maratonu yarın, yani aslında bu yazı yayınlandığında artık bugün olacak, 21 Kasım cumartesi günü saat 11.00'de İstanbul'da Tünel Meydanı'nda Yeşiller Partisi öncülüğünde düzenlenen, "Bir göz de sen ol!" sloganıyla, Güneydoğu'da 1988'den 2009'a kadar "Öldürülen 342 Çocuk İçin 21 Kasım Eylemi" ile başlıyor. Eylem günü olarak 21 Kasım'ın seçilmesi, Uğur Kaymaz'ın bundan tam olarak 5 sene önce bugün hunharca öldürülmüş olmasından kaynaklanıyor sanırım. Güneydoğu'da süregelen savaşa ve bu savaşta öldürülen çocukların, Uğur Kaymaz'ın, Ceylan Önkol'un hesabını sormayı ve bu ölümlerin sonlanmasını amaçlayan bir eylem. İHD tarafından son güncellenen listeye göre, bu sayının 372 olduğu belirtiliyor. Mevzubahis listeye buradan ulaşabilirsiniz. Yeşiller'in internet yayını Yeşil Gazete'nin internet sitesinden bir alıntı yaparsak;
"Sanatçılarımızın yakacağı ağıtlar eşliğinde, aramızdan 342 kişi her biri bir çocuğun adını taşıyan beyaz önlükler giyecek, kalanımız barış ve adalet gerçekleşene kadar taşıyacağımız kırmızı bileklikler takacak. Her önlük, her kırmızı bileklik vicdanlara bakan birer göz olacak… “Katilimiz nerede” diye bakan gözlerle Taksim Meydanı’na kadar sessiz, sözsüz, pankartsız yürüyeceğiz. Taksim’de saat 12.30′da bir basın açıklaması okuyacağız. Seni de bekliyoruz. Bir göz de sen ol!"
---------
(Ankara) Kronolojik olarak ikinci eylem, "Krize, Açlığa, Yoksullaştırmaya, İşsizliğe, Zamlara Hayır Mitingi". Sendikalar, sivil toplum örgütleri, aralarında TKP, EMEP, ÖDP ve DTP'nin bulunduğu sol partiler ve ülke sağını temsilen CHP'nin birlikte düzenlediği miting, AKP hükûmetinin zamlarına, işçi/yoksul halk karşıtı politikalarına, her türlü "paranın yanında, parasızın karşısında" haltına karşı düzenleniyor. Miting saat 15.00'da Kolej'de olacak, 13.00'da Gençlik Parkı'nda toplanılıp, Kolej'e doğru yürüyüşe geçilecek. Mitinge ilişkin daha ayrıntılı bilgiye şuradan ulaşmak mümkün.
---------
(Ankara) Bilgim dahilindeki son eylem, 22 Kasım pazar günü Ankara Sıhhiye'de gerçekleştirilecek olan "Psikologlar Meslek Yasası İçin Yürüyor!" eylemi. Türk Psikologlar Derneği (TPD) ve Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu (TPÖÇG) tarafından düzenlenen, bir alt grup olarak Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği Girişimi'nin de destek verdiği eyleme Facebook grubundan görüldüğü kadarıyla 700'e yakın psikolog, psikoloji öğrencisi ve destekçi katılıyor. Eylemin amacını kısaca Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği' Girişimi'nden alalım;
"Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği Girişimi olarak bu eylemin ana talebi olan meslek yasası oluşturulması sürecini destekliyoruz. Bu meslek yasasının; alanda çalışan psikologların, işsiz psikologların, psikoloji alanında eğitim gören üniversite öğrencilerinin, akademide çalışan psikologların talepleri temel alınarak; içinde onların, sağlık ve eğitim emekçileri sendikaları temsilcilerinin de bulunduğu bir kurul tarafından tabandan ve demokratik bir şekilde düzenlenmesini talep ediyoruz."
Saat 14.00'da Toros Sokak Basın Park'ta buluşacak olan grup, Abdi İpekçi Parkı'na yürüyecek, basın açıklaması ve konuşmaların ardından eylem sona erecek. Bu eylemle ilgili bilgi de Türk Psikologlar Derneği'nin internet sayfasından edinilebilir. Ayrıca TPD Genel Başkanı Gonca Soygüt'le konuya dair yapılan görüşmeye de şuradan ulaşmak mümkün.

19 Kasım 2009 Perşembe

Gençler, Kandırılıyorsunuz!

Ey Türk -lisede saç uzatmaya meraklı erkek- gençliği!
Yanağınızda ve çenenizde azıcık bir sakal görünce sevinip müdürden köşe bucak kaçmakla, berbere yollanmamak için kafanıza 1 kutu jöle sürmekle geçirmiş olduğunuz bu yıllarda, size her zaman söylenecek bir laf var: "Üniversiteye gidince ne halt yersen ye!" İşte bu lafa kanan siz gençler, "Hele bir üniversiteye gideyim, oh süper özgürlük..." hayalleriyle yatıyorsunuz geceleri. Lise diplomanızı elinize alır almaz saçı sakalı salacak, hatta imajı bütünlesin diye duş almayı da bırakacaksınız.
İşte bu ahval ve şerait çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir! Keza üniversitede dahi, saçınız sakalınız uzun diye kapıdan çevrilebilir, ve hatta sınava sokulmayabilirsiniz! Bu da yetmezmiş gibi, sizin bu durumunuzu haber yapan gazeteler "paçavra" olmakla nitelenebilir, başınızdakiler "yüzsüzlük" kelimesini yeniden tanımlayabilirler!
Muhtaç olduğunuz kudret zibidi olmamaktır! Boşverin, saç uzatmayın. Biz uzattık da ne oldu? Özgürlük falan da çok size. Fazla gezinmeyin, olaylara karışmayın, dersinize çalışın. Haydi bakalım.
(İlgili haberin linki burada.)

18 Kasım 2009 Çarşamba

Salak Amerika

Bu Amerika'nın, Soros'un falan Türkiye'de neler yaptığını biliyorsunuz. AKP'yi kurdurdu, şimdi ülkeyi bölecek, Kürtleri kışkırtıyor, emperyalizmin kalesi, vatan sevgisini zayıflatıyor falan. Her b.kun altında bu Amerika var.
Peki Türkiye'nin bağımsızlığını, bölünmezliğini koruyan, tüm bu oyunlara karşı gelen kim? Ordu. TSK.
Kabul mü? O zaman şu soruya cevap verin:
Amerika salak mı ki, kendi planlarına engel olan Türkiye'deki yegane kuruma sürekli uçak, silah, lojistik desteği falan sağlıyor?
Bu herifler bu kadar salaksa, biz bunları niye al aşağı etmiyoruz ki? Buradan bir çıktık mı, 81 Düzce, 82 Miami (kızları güzel), 83 Texas.

Saygı ve Anlayış

Deniz Baykal'ın yeni açılımı bu herhalde. Radikal'in haberine göre:
Baykal, protestolarla ilgili olarak “Alevi ve Kürt vatandaşların tepkilerini saygıyla karşılıyorum” dedi. Baykal, “Onur Öymen gereğini yapsın” diyen Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu için ise “Açıklamasını anlayışla karşılıyoruz” diye konuştu.
Bir de Alevi ve Kürt değil de, sadece Kürt olan vatandaşların isteklerini "önyargısız" karşılasan sayın Baykal? O zaman her şey çok güzel olmaz mı?

17 Kasım 2009 Salı

Katliam Nedir?

O taptığınız Yılmaz Özdil gibi yazayım, belki anlarsınız:
Amerikalılar Kızılderililere ne yaptı? Katliam, soykırım, vahşet.
Avustralyalılar yerlilere ne yaptı? Katliam, soykırım, vahşet.
Cezayir'de Fransızlar ne yaptı? Katliam, soykırım, vahşet.
Kamboçya'da, Vietnam'da, Rusya'da, Irak'ta, Afganistan'da, Lübnan'da ne oldu? Katliam, soykırım, vahşet.
Peki Dersim'de ne oldu? ...
"O zamanın koşulları öyleydi ama." "Milletin bekası." "Gereken yapıldı."
************************************************************************************
Karar verin. Sivas'ta İslamcılar katlediyorsa, Maraş'ta derin devlet katlediyorsa, Dersim'de de bildiğin devlet, bildiğin katlediyordur.
Katliamın ırkı, dini, rengi olmaz arkadaşım. Katliam katliamdır. İsyan falan deyip küçümsemeyin şunu, ayıptır yazıktır günahtır.
Şimdi kafanızı geri sokun kuma, pis Sorosçu adi şerefsiz vatan hainleri geliyor, haydi bakalım.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Teşekkürler Onur Öymen!

Evet, tüm samimiyetimle teşekkür ediyorum size. Siz ki, safi ırkçı, safi şahinsel bir söyleme imza attınız Atamızın ölüm yıldönümünde, Atamızın partisinin Genel Başkan Yardımcısı olarak. Dediniz ki özetle, "Analar ağlamasın diyorsunuz. Analar Kurtuluş Savaşı'nda da ağladı, Dersim'de de, n'olacak gene ağlasınlar!" İşte iyi ki dediniz bunu.
1. Bir sol partinin ne kadar şahinleşebileceğini, ne kadar savaş yanlısı olabileceğini gösterdiniz.
2. Sizi akil sanan mecburi CHP'lilere akilliğinizi sorgulattırdınız.
3. Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla yaptığınız bu konuşmada, bütün CHP'nin sizin gibi düşündüğünü gösterdiniz. (Alkışlamak takdir etmek demektir zira.)
4. Bu sözün üzerine "Öymen gereğini yapsın"dan ziyade hiçbir eleştiri gelmemesiyle, hatta destek gelmesiyle, CHP'nin sizin gibi düşündüğünü inkar edecek basireti olmadığını teyit ettiniz.
5. Dersim Katliamından bahsederek, konunun tekrar gündeme taşınmasını, olaydan bihaber gençlerin olay hakkında bir şeyler okumasını sağladınız.
6. Ufuk Uras'a -belki de- Seyit Rıza'dan alıntı yapması için ilham verdiniz, ki meclis tarihinin en güzel ayarlarından birine tanık olduk böylece.
7. Kürt açılımı sürecinin, en azından bazı gözlerde, olumlanmasına katkıda bulundunuz.
İşte bu yüzden, kalbimin ta derinliklerinden, teşekkürler Onur Öymen!

Radyo Eksen yeni yayın döneminde!

Gün itibariyle, takip ettiğim birkaç yerli radyodan biri olan Radyo Eksen yeni yayın dönemine başlıyor!
İki yazıdır "sokaktaki adam ne okuyor, ne dinliyor?" yazısı oldu ama bence Roll gibi, Radyo Eksen de oldukça nitelikli ve takip edilmesi gereken bir medya organı, dolayısıyla Roll'u kaybetmiş olsak da elimizde halen böyle güzel bir şans olduğundan fikri olmayanları haberdar edeyim, bilenlere hatırlatayım istedim.
Henüz internet yayını pek yokken ve olduğu zaman da doğru düzgün çalışmıyorken, sevgili bir dizi arkadaşımla görüşmek için İstanbul'a gittiğim zamanlarda heyecanla dinlerdim Radyo Eksen'i. Ankara'da pek çok güzel şey gibi, ne yazık ki benzer bir radyo yayını da olmadığı için helecanlandırırdı beni Eksen.
Rock FM gibi ana akım rockın dibine de vurmuyordu -ana akım gruplara/şarkıcılara sık sık yer verse bile, en azından bizi mevzubahis grup/şarkıcıların milyarlarca kez dinlediğimiz en popüler şarkılarının ötesine de geçiriyor-, Radyo ODTÜ gibi de popa fazla kaymıyordu, kısacası tam olarak ihtiyacım olan şeydi. "Yeni yayın dönemi başladı" mesajını alıp da bu yazıyı başlayalı bir adet The Beatles "And I Love Her"ü, bir adet de adını hatırlayamadığım PJ Harvey şarkısı çaldı, şu an da The Cure'ün A Letter to Elise'iyle devam ediyor yayını. Bu söylediklerimi Radyo ODTÜ ve Rock FM'i kötülemek için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Rock FM'in de gayet hastasıyım, Shelbyl'in The Cranberries konserine giderek yaşadığı nostaljik hisleri muntazaman kendisiyle yaşıyorum. Ama Radyo Eksen, klasikleşmenin ötesinde -en azından tarafımdan- artık ezberlenmiş, yer yer bıkılmış şarkıları aşıyor ve benim için fazlasıyla ufuk açıcı oluyor. Them Crooked Vultures'ın New Fang'i çalıyor şu anda da mesela, kendisini diğer radyolarda duymuşluğum pek yok desem hiç yalan olmaz. Albümlerinin yarın piyasaya çıkacağı da hiçbir şekilde bahane değil. Yani Radyo Eksen için bahane değilken diğerleri için neden olsun ki?
Dinlemek isteyenler için Radyo Eksen İstanbul'da 96.2 frekansından yayın yapıyor. İstanbul'dan uzak olanlara da tercihe göre AAC+ veya WMA formatında dinleyebileceğiniz internet yayınını öneririm. AAC+ formatında dinlemek isterseniz .pls dosyasını Winamp'te çalıştırabilirsiniz. WMV tercih ederseniz sanırım Firefox, Chrome veya kullandığınız internet gezdiricisiniz her neyse onun üzerinden dinlemeniz gerekecek. Merak edenler için, şarkı adları ne yazık ki her iki formatta da görülemiyor ancak Radyo Eksen'in sitesinden her an görmeniz mümkün, "Radyo Eksen'de şu anda:" yazan bant sağ olsun bizi merakta komuyor.
Bu esnada, radyoyu dinlemek için 4. bir alternatif de Sipru. IPhone'a yüklenen programla Sipru aracılığıyla dinlemek ve yayın akışını vs. görüntülemek mümkünmüş ama her ikisi de bana uzak şeyler olduğu için bilemiyorum. Yamulmuyorsam Sipru aynı zamanda bilgisayara da kurulup -hatta esas olarak bilgisayar için, IPhone işi sonradan çıkmış olsa gerek- Radyo Eksen dinlemek, NTV izlemek için kullanılabilen bir uygulama. Bir bilen bildirirse ne güzel olur?
Özetle, Radyo Eksen, ana akım rock dışında daha bağımsız, "indie" yapımlara, kıyıda köşede kalmış, her gün duyamayacağınız şarkılara da sıklıkla yer veriyor ve bugün de bence oldukça güzel bir açılışla karşımızda. Yeni çıkan albümlerden, -ana akım olmasa da ağırlıklı olarak rock- müzik dünyasındaki yeniliklerden de haberdar ediyor pek güzel. Programlarında diğer radyolara göre olağanüstü bir çeşitlilik/üstünlük olduğunu düşünmesem de, belli tarzlara özel türlü türlü güzel programı da mevcut.
Aslında yeni yayın dönemini bir süre takip edip biraz daha derli toplu bir şeyler yazmak vardı ama mesajı görünce dayanamadım. Olmadı tekrar yazarız canım n'olacak? Ya da takip eden birileri yazar gönderirse seve seve yayınlarız tabii ki!
Biraz da linkelim; - Radyo Eksen internet sitesi - Radyo Eksen - AAC+ .pls dosyası - Radyo Eksen - WMV internet adresi - Sipru'dan canlı dinle! başlıklı link. Gitmedim, görmedim, işinize yarayabilir. - Radyo Eksen @Twitter - Radyo Eksen @Facebook - Radyo Eksen @Mynet

15 Kasım 2009 Pazar

Hürriyet pornosu

Aşağıda, 2 farklı yayından 2 farklı ekran görüntüsü göreceksiniz. Biri, ne yazık ki, yazarken bile utanıyorum, Türkiye'nin en yüksek tirajlı gazetelerinden birinin internet sitesinden; diğeri de amacı "İngiltere'nin en süper kızları"nı falan göstermek olan bir dergiden. Şuraya sağlı sollu koymayı deneyeyim bir bakalım;
Yayınlardan birinin Türkçe, öbürünün İngilizce olması itibariyle bu boyutta bakarken az zorlanıyor olabilirsiniz. Hem zaten aşina gözler, Hürriyet'in sayfa düzenini de kolaylıkla seçebilecektir. Ama her ikisini de Rebelce yazsak mesela, hangisinin hangisi olduğunu anlamak oldukça zor olacak gibi.
Resimlerin arasındaki farkı bi' kere daha vurgulayalım. Biri Türkiye'nin yarım milyona yakın satan, ilk 3'teki gazetelerinden birisi, öbürü de İngiltere'nin, hedef kitlesi erkekler olan bir g.t meme dergisi.
FHM'nin ana sayfa görüntüsünde "ateşli bir Noel için ipuçları" haberinden haber veren 1 sevişen çift; biri elinde çilek olmak üzere 2 sütyenli kadın; 2.5 çift popo yanağı; 1 adet "gelecek  sayının seksi kapak kızı" mevcut.
Hürriyet'in ana sayfa görüntüsündeyse "Nicole Kidman'dan yatak odası itirafı" başlıklı ve "Eyes Wide Shut" filminden bir kareli bir manşet; "Erkekleri perişan etti", "Ferhunde Şevket'i öptü", "9 yaşında tacize uğradı" (çocuk pornosu), "Grup seks ABD'yi karıştırdı" (orgy) ve "Hamileyken kocasını aldattı" başlıklı 5 haber (bu 5 haberin bulunduğu kısımda 6 haber var zaten toplam) ve bu haberlere eşlik eden 1 süper mini etekli kadın, 1 öpüşen çift, 1 transparan giysili 2 memeli kadın, 1 ağlaşıyor mu öpüşüyor mu anlaşılmayan çift (ya da grup?) ve 1 de sıradan bir kadın fotoğrafı var. Bütün başlıklar Erşan Kuneri'nin elinden çıkmış gibi maşallah!
Şu koşullar altında Hürriyet'in siyah poşet içinde satılması, muzır neşriyat kapsamına dahil edilmesi, internet sitesine 18 yaş sınırı koyulması lazım değil mi lan?
-- Dipnot 1 - İtalik kısımlar alt metin olarak haberlerde yer alıyor olsa da alıntı değildir, ben koymuşumdur.
Dipnot 2 - Bu ekolün takipçilerine dair bir yazı için: İnternette tıklatma yöntemleri

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kimlik Krizi

Orhan Pamuk kendisini Google’da aramaya kalksa, acaba kaç tane kimliğe sahip olduğunu öğrenir? Şu anda hem New York Times websayfasında hem de NTVMSNBC websayfasında Pamuk ile ilgili yazı bulmak mümkün: burada ve burada. Beklendiği gibi, ne biri ne diğeri büyük bir haber paylaşıyor bizimle; büyük bir bölümü yıldızlarla ilgili haber gibi, “bakın, bu insan ne kadar (harika/lüks/üzücü/kıskandıracak) bir hayat geçiriyor” diye anlatıyor. Süpriz yok. Ama bu iki örnekle başka bir şey de görmemiz mümkün. İkisi de tamamen yerel stereotiplere göre yazılmış ve böylece Orhan Pamuk’dan çok medyanın farklı bakışları ortaya çıkıyor. NTVMSNBC yazısında Pamuk dünyaca ünlü, Amerika’nin en güzel tatil yerlerinden birinde bulunan, yabancıların ilgisini çeken bir insan olarak gösteriliyor. Bak, bu Türk yazar gerçekten başarılı demeye çalışıyorlar, Miami’deki konuşmasında boş bir koltuk bile yoktu (ve tabii Miami olduğu için, bu koltukların sarışın mankenlerle dolu olduğunu hayal edebiliriz). Fakat New York Times’da Orhan Pamuk'u Amerikalılaşmış, Türkiye’yi aşmış bir insan olarak göstermek gündemde değildir kesinlikle. Hayır, bu yazı için Pamuk’la İstanbul’da röportaj yapıldı. (Ki bunu çok komik buldum – New York’ta profesör olarak çalışan Pamuk tatil için İstanbul’a dönüyormuş ve New York Times’dan bir muhabir peşinden geliyormuş…) Diğer yazıda Pamuk sahnede bulundu, hayranlarının arasında; burada ise adam apartmanında tek bulunuyor - yalnız, romantik ve aynı zamanda trajik bir insanmış. Yazının diğer detaylarıyla onun yabancı, egzotik, sanatsal,ve biraz tuhaf olduğunu öğreniyoruz. Peki, kimmiş bu Orhan Pamuk?

Bir güzelliğin daha sonuna geldik: Roll'dan veda

Yıllardır severek, yer yer hayranlıkla takip ettiğim yayınlardan birinin daha topu dikmiş olduğunu öğrenmiş bulunmaktayım. Gerçi 6 Kasım'da, Roll'un Feysbuk grubundan gönderilen mesajla öğrenmiştim zaten, az önce gördüğüm yazıyla içim bir kez daha burkuldu, gözlerim bir kez daha doldu, bir kez daha hatırladım, ertelediğim iki satırı yazayım istedim.
13 yıl önce, ben henüz ortaokuldayken başlamıştı yayın hayatına ve ilk tanışıklığım -Post Express'le, yani şimdinin Express'iyle paralel olarak- lise yıllarına denk gelir. İlk görüşte aşktı biraz, biraz Blue Jean'den sonra öyle kuşe kağıtlı, %90 resimli çocuk kitaplarından artık yetişkinlerin okuduğu kitaplara; poptan, 'kendisi gibi kolay tüketilmeyen her türlü alternatifi'ne geçiş hissi yaşatan bir olgunlaşma göstergesiydi. Tamamı ile de yeni bir müzik kültürü dergisi aynı zamanda... Ayrıca sırf rock müzik, hatta sırf müzik kültürü de değil, içerdiği siyasi, anti-militarist, ayrımcılık ve savaş karşıtı yazılar ve perspektiflerle çok daha fazlasıydı. Bugüne kadar da benim için hep öyle oldu. Hem yazarları tarafından yazılan, hem yabancı yayınlardan çevrilen yazılarıyla; gerek Kısa Dalga'sı, gerek Ansiklopedi'siyle hep fazlasıyla yaratıcı, farklı ve çok da keyifliydi. Bugüne kadar verdiğim her kuruş, okurken geçirdiğim her saniye helal olsun!
İşte o tanıştığım lise yıllarından bugüne kadar bazen zaman zaman, çokça muntazaman takip ettim kendisini. Son zamanlarda pek çok şeye olduğu gibi ona da çok ilgi göster(e)mez oldum, birkaç aydır ihmal ettim Roll'u. Yukarıda kapağını gördüğünüz mevzubahis son sayıyı dahi  edin(e)medim henüz. Şu an yaşadığım ise biten bir ilişkinin ardından sorumluluk/suçluluk duyma hissi. Ben ilgimi eksik etmeseymişim, iş güç deyip boşlamasaymışım, dergi aslında kapanmayacakmış gibi geliyor, üzülüyorum. Ama artık yapacak bir şey yok tabii ki...
Roll'un en keyif aldığım bölümü, "halka ilişkiler" idi. Sokaktaki insanlarla yapılan, genelde dinledikleri müzik ve yer yer güncel konular üzerine kısacık kısacık sokak röportajlarının olduğu bölüm. Her ne kadar adıma layık olamasam da, bugün "sokaktaki adam"sam, bu yüzdendir! Hep bu tarz bi' şeyler yapmak istemiştim, ki hala da istiyorum, sadece bunun için totodan yana biraz iriceyim, hepsi o... Bakarsınız Roll'un bıraktığı yerden ben devam ederim? Kim bilir? Hem giderken bıraktıkları, 6 Kasım'da mesaj kutumda bulduğum veda notu da onu demiyor mu zaten? Belki de ben bulurum o taşlardan birini:
"TENK YU ŞEYTAN Müsaadenizle bir veda sigarası yakalım, bir veda “kalem”i yuvarlayalım. Diyarbakır meyhanelerinde “kalem” deniyor “yolluk”a... İlk yudum Turgut Uyar’ın ruhuna: “Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişenizin zevkiyle çalışacaksınız.” İkincisi de Uyar’a: “Nedir sonsuzdan bir önceki sayının adı diyelim sonsuz eksi bir hayatın adıdır bu.” Üçüncüsü Latin aşkına: “Sonuncu yoktur, sondan bir önceki vardır!” Dördüncüsü, 144. Roll’a, sonsuzdan bir önceki sayıya. Veda sayısına. 13 yıl önce bu mevsimde şeytana uyduk. Uyunca da, baktık olmazsa olmayacak, zaten olmuş olmayacak olan, “olan oldu bir defa, bari hepimize yarasın” deyip yola çıktık. 13 yıl önceki kasım ayının ilk günlerinden bu yana 144 defa buluştuk –altı da “özel”i, toplam 150. Yaradı valla. Hepimize yaradı. Ya şeytana uymasaydık? George Harrison, “Beatles olmasaydı dünya sıkıntıdan patlardı” demiş. Doğru. fiu da doğru: Roll olmasaydı sen-ben-o sıkıntıdan patlardık. Vedalaşırken gözlerinden öpelim Léo Ferré’yi: Tenk yu şeytan! Bize Roll’u verdiğin için."
Kurban dağıldığında da benzer hisler yaşamıştım, yeniden bir araya geldiğinde yaşadığım hissiyse tarif edemem bile! Darısı başına Roll, senin reenkarnasyonuna da inanıyorum, yapabilirsin!

13 Kasım 2009 Cuma

Olması gerekenlere açılım demek, utanmadan da itiraz etmek!

Resmen acınası bir haldeyiz, bugün bunu bir daha görmüş olduk. Türkiye Cumhuriyeti aslında zaten "demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti" idi, ilkokuldan beri böyle görmüştük. Dolayısıyla açılıma falan da gerek yoktu, yeterince açıktık zaten. Resmi tarih başka da hiçbir şey vermedi hiçbirimize. Shelbyl, natura horror vacui ve Cengiz Çandar'ın da değindiği üzere, Onur Öymen de maşallah hâlâ lise tarih kitaplarından ilerleyebilmiş değil. Ya da belki daha doğru bir ifadeyle, lise tarih kitaplarının gösterdiği yönde haddinden fazla ilerlemiş!
Neyse, ne diyorduk? Bu akşam haberlerde şöyle bir ifadeye tanık oldum; "Açılım paketinin içinde kısa ve uzun vadeli planlar var. Kısa vadeli olanlar harekete geçti bile. Örneğin devlet binalarına ve güvenlik güçlerine taş atan 18 yaş altındaki çocuklar, çocuk mahkemelerinde yargılanacak." Ki bu, İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın yaptığı açıklamadan bir alıntı imiş, Bianet'te diğer söylediklerine de ulaşılabilir. Demek o çocuklar da çocuk sayılıp çocuk mahkemesinde yargılanacak he mi? Vay be!
Zaten olması gerekenlerin insanlara lütuf olarak sunulması, üstüne üstlük bir kesim tarafından da bunun engellenmeye çalışılması trajiktir. Altına imza atılan sözleşmelere rağmen uygulanmayan, keyfi olarak kimilerine hak görülüp kimilerine görülmeyen insan, çocuk ve -'82 anayasasına rağmen az da olsa var olabilen- vatandaşlık haklarının yalnızca "daha az" ihlal edilmesine dair bir programı dahi CHP ve MHP istemiyor, bunu da utanmadan haykırıyor. Anadilinizi kullanamayın, adınızı değiştirsinler, kolluk kuvvetleri kafanızı kırsın da takip edeniniz olmasın e mi!
--
"TMK mağduru Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları" tarafından 19 Haziran 2009'da yayınlanan basın bültenine buradan ulaşabilir, konunun ciddiyeti ve önemi hakkında biraz daha detaylı fikir edinebilirsiniz.

Doğru Pankarta Ne Denir?

Fotoğraf Radikal'in websitesinden alınmıştır.

Çırpınırdı Karadeniz

10 Kasım'da Onur Öymen mecliste konuştu. Daha doğrusu ağzını açarak kimilerine göre anlamlı sesler çıkardı.
"Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehit vardı, hepsinin anası ağladı. Kimse çıkıp ‘bu savaşı bitirelim’ demedi. Kurtuluş Savaşı’nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok."
Öymen'in başkanı bugün ne dedi peki?
"Meclisin kapısına gelen şehit ailelerine bayrakları bırakmaları söylendi. Hani anaların gözyaşları dinecekti. "
Karar ver CHP, analar ağlasın mı ağlamasın mı?
Not: Okuduğunu anlamayacaklar için söyleyelim. Öymen'in dediği ne demektir? Bu, dış güçlere karşı verilen bir savaş ile halkın kendisiyle çatışmayı aynı kefeye koymak demektir. Bu, Kurtuluş Savaşı'nı Dersim İsyanı'na eş görmek demektir. Bu, yabancılaştırma demektir. Bu, Kürt sorununu açılımla değil, kanla çözmenin daha geçerli, daha haklı olduğuna inanmak demektir.
Öymen yalnız değil tabii, eski bir albay Erdal Sarızeybek buyurdu ki:
"Ben inanıyorum ki bizim ordumuz Kuzey Irak’a girsin 1 milyon 2 milyon 3 milyon vatan evladı şehit olmaya hazırdır."
Bugünkü kur değeri nedir peki Sn. Sarızeybek? Kuzey Irak 3 milyon şehit eder mi yani? Kurban Bayramı geldi diye cümlenizin tümlecini mi şaşırdınız yoksa?
Çırpının bakalım, nereye kadar.

12 Kasım 2009 Perşembe

Hak Mücadeleleri İçin Medya Kılavuzu

Halkevleri İletişim Hakkı Atölyesi tarafından yaklaşık iki yıllık bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkan Hak Mücadeleleri İçin Medya Kılavuzu internet üzerinden yayınlanmış. Öncelikle emeği geçenlerin ellerine sağlık! Mevzubahis kılavuza şu adresten (olur da oradan kalktıysa yedeğine buradan) ulaşabilirsiniz. Ben ulaştım, gittim, gördüm, sevdim. Bence gayet güzel olmuş. Kapak ve kaynakça dahil (İşkembe takip eden pek çok öğrenci olduğunu bildiğim için, boyutunu daha iyi kestirebilmeleri için bu formatta söylüyorum, zira benim çok ödevim 8 sayfa ama kapak ve kaynakça dahil çift aralık 15 sayfa olur) toplam 54 sayfalık bir pdf dosyası. Kemiksiz 46 sayfa dolusu, oldukça açık ve net bir rehber. Biraz da ilgimden olsa gerek, gayet keyifle okudum. Haber ve habercilik için gerekli her nevi bilgiyi içerisinde bulabilirsiniz. Bölümlere kısaca bakarsak; - 1. bölümde medyaya dair kuramsal bir kısa altyapı veriliyor. - 2. bölümde, haber ve haber türleri tanımlanarak örneklerle açıklanıyor. Ben özellikle bu bölümü keyifli buldum. Aslında bildiğiniz, okuyarak öğrenmiş olduğunuz şeylerin adını öğreniyorsunuz bir nevi. "Hmm... Bu, buymuş demek ki?" diyorsunuz. - 3. bölüm, haberin destekleyici unsurları olan görsel öğelerden, fotoğraf ve video kayıtlarından bahsediliyor. - 4. bölüm sayfa düzeninin, yani mizanpajın nasıl olmasının daha hayırlı olacağını anlatıyor. Her an karşınıza çıkabileceğimiz "pdf Komünal İşkembe" formatı için bizim de işimizi görebilir misal. - 5. bölümü, yani "basınla ilişkiler"i okurken biraz sıkıldım, biraz atlayarak geçtim açıkçası. Yani evet, bir haberci değilim, ama hem buraya kadar okuduğum şeyler, sırf "habercilere dönük" değildi, bu biraz daha öyle geldi; hem de bugüne kadar yaygın medyada herhangi bir sebeple iletişim kurmaya çalıştığım hiçkimseden/hiçbir makamdan zaten yanıt alabilmiş değilim. Geçen bir arkadaşımız Yılmaz Özdil'den "buna üzüldüm" yanıtı aldığını söylüyordu yanılmıyorsam? Yine ne varsa onda var be! Aslan parçası! - 6. ve son bölüm ise, bizim de sıklıkla başvurduğumuz, Türk Dil Kurumu'nun yazım kılavuzunun bir özeti gibi. Özellikle bu bölümü yazan/yazmayı seven herkese öneriyorum. Zira aldığım nice kitabı/dergiyi, başladığım nice yazıyı, yazım hataları yüzünden okuyamayıp bırakmışlığım mevcut. Rehber muhtemelen kaynakçadakilerin ve hazırlayanların deneyimlerinin bir özeti zaten, ama "rehber beni kesmedi!" diyen olursa da, 52. sayfada 17 farklı kaynak mevcut. Okurken zaten dikkatinizi çekecektir, "sol" bir perspektifle yazılmış, 'paranın kölesi olmayan haberler yapma kılavuzu' daha çok. Haberin tarafsız olduğu en baştan reddediliyor ve kılavuzu hazırlayanların tarafları açıkça belirtiliyor. Hemen bir alıntı yapalım; "Günümüzde özellikle heyecan verici ve olağanüstü olaylara haber değeri atfedilir olmuştur. Bu görüşe göre haber bir köpeğin bir insanı ısırması değil, bir insanın bir köpeği ısırmasıdır. Bu görüş halkın somut yaşam gerçekliğinden kopuk bir haber anlayışının yansımasıdır. Bize göreyse halkı n tüm sorunları, halkın yaşamını etkileyen tüm gelişmeler ve halkın tüm hak mücadeleleri haber niteliği taşır! Diğer bir ifadeyle yaygın medyanın haber anlayışı ‘olay odaklı’, bizim haberciliğimizinse ‘sorun odaklıdır’. Yani biz, kentsel dönüşüm projelerinin yarattığı barınma sorununu haberleştirmek için evlerinin polis eşliğinde yoksulların başına yıkılmasını beklememeliyiz, ya da bir sanayi sahasında iş güvenliğiyle ilgili problemleri haberleştirmek için bu alanda bir işçinin hayatını kaybetmesini..."
Bir alıntıyla daha yazıyı sonlandıralım. Bu bölümü şahsen üzerime alındım. Bir Şebnem Ferah misali kısa cümleler kuramayan, derdini kısa ve öz olarak anlatamayan bir insan olarak, bu yönde öğreneceğim bir şeyler var gayet. Mevzubahis ilerici-aydın kamuoyuyla hiçbir şekilde bağlantım yoktur, bu sorun tamamen benim kişisel beceriksizliğimdir, lütfen böyle ithamlarda bulunmayın.
"Haber kısa ve öz olmalıdır. Maharet uzun cümleler değil kısa cümleler kurmaktır. Tekrardan ve manasız süslerden kaçınmak gerekir. Yabancı kelimelerin eğer varsa Türkçe karşılıkları kullanılmalıdır. İlerici-aydın kamuoyunda uzun yazmanın alışkanlık olduğunu biliyoruz. Bu tutuma karşı Alman felsefeci Thedor W. Adorno’nun yalnızca haber değil genel olarak yazmakla ilgili şu sözlerini hatırlatırız: “Metni kısaltmaktan kaçınmamak, atılan cümlelere hiç acımamak gerekir. Yapıtın uzunluğu önemsizdir. Kâğıda dökülenlerin miktarının yetersiz olduğu kaygısı da çocukça. Hiçbir şey sırf var olduğu için, sırf yazılmış olduğu için değerli olamaz. Aynı düşüncelerin çeşitlemeleri gibi duran cümleler, çoğu zaman, yazarın henüz hakim olamadığı bir şeyi kavramaya yönelik farklı çabaların anlatımıdır. O zaman en iyi formülü seçmek ve daha da geliştirmek gerekir. Kurgunun gerektiği durumlarda düşünceleri, hatta doğurgan olanları bile bir yana atmak yazı tekniğinin önemli bir yönüdür.”"

10 Kasım 2009 Salı

Rethinking Marxism 2009: Konferans Notları

American Political Science Association çatısı altında bu yıl 7.si düzenlenen "Rethinking Marxism 2009: New Marxian Times" konferansı haftasonu Amherst'te yapıldı. Meltem'in misafirperverliği ve lojistik katkılarıyla gittik gördük. Şahsım adına Amerika'da marksistler neye benzer, proleter dediğin ne biçim bir kuştur sorularının cevabını aradim, buldum ve sizler için itinayla genelledim, buyurun: -Bu konferansa girerken, hakim görüşü benimseyen (mainstream) sosyal bilim yapma tarzıyla ilgili bütün bildiklerinizi unutmanız gerekiyor. Hayır illa ki sosyal bilimciyim diyorsanız, en fazla Avrupa tipi takılacaksınız. Tipik Amerikan tarzı, sonuç odaklı ("what is this a case of"), regresyonlu-modelli makaleler arayanlara göre bir yer değil. -Makalelerin kalitesine gelince, açıkçası beklentilerimin biraz altında kaldı. Genelde marksist ve neo-marksist ekolden yazarların teorilerini pratik vakalara uygulamış konuşmacılar. Eğer yazarlara ve fikirlere aşına değilseniz bir noktada kulağa Çince gibi gelmeye başlıyor. Bu bağlamda bir eleştirim, "rethinking marxism" isimli bir konferansta çok fazla yeni fikrin çıkmaması. "Her şey kitapta var, üstad söylemiş açın okuyun" tadındaki argümanlar, bir süre sonra "her şey Kuran'da var" demekten çok da farklı değil. -Diğer bilimsel toplantılardan farklı olarak, bir sürü aktivist de vardı konuşmacılar arasında. Bunların bir kısmı aynı zamanda akademisyen. "Nesnellikten çık, Praxis'e koş, bilim boş, eğlen coş" havasındakiler olduğu gibi, daha ciddiyetle bugünkü mücadele koşullarını inceleyenler de mevcuttu. -Amerikan marksistleri arasında bizimkiler kadar derin fikir ayrılıkları yok sanki. Yahut varsa da belli etmiyorlar. Yaş ortalamasının bize oranla daha yüksek olmasının da bunda payı olabilir tabi, hafif huzurevi görüntüsü vardı ortamda. -Kendine marksist dememek için "Marksçı analiz" (Marxian analysis) lafını kullanan akademisyenler varmıs. (Binbir türlü kuluna kurban yarebbim, yarattın bari takip et…) Neyse, bunlarla hafiften alaya alınıyor, yapmamak lazım. - Konferansın birkaç ana teması olmakla beraber, en çok ilgi çeken konu ekonomik krizdi. Krizle ilgili çözümlemeleri başarılı bulduğumu belirteyim: aşırı sermaye birikimi, buna müteakip gerekli talebin yaratılamaması, savaş ekonomisinin de yeterli olmamasıyla geliyorum diyen kriz ve bunun pekçok kişi tarafından tahmin edilmesi temel tartışma konularıydı. En baba kapitalistlerin Marx'i krizden sonra keşfetmesiyle, Times'a kapak olmasıyla filan inceden dalga geçildi güzel güzel. Eğlendik beraberce. -Milliyetçilik ve marksizm teması altında konuk konuşmacılardan biri de Halil Berktay'dı. Maalesef konuşmasına katılamadım, ama konuşmadan önceki saatlerde kendisini kapıda kıstırdığımız kadarıyla sıkı bir eleştiri (özellikle Lenin'e yönelik) yapacağı duyumunu aldık. Konuşma metnine bir yerlerden ulaşırsak göreceğiz bakalım neler demiş... Sloganlarımıza gelince: -Dünya solundaki Latin Amerika fetişi, azalarak bit! -Ezilen halkların milliyetçiliği kavramı, azalmadan bit! -Bu yazı, aniden bitttttt! (İçerikle ilgili fazla detaya giremediğimin farkındayım, belki başka bir yazıda olur, belki üşenirim hiç olmaz...)

8 Kasım 2009 Pazar

Yozdil, Özgür Kız ve pop kültür feminizmi

Yozdil'in son yazısı blogda epey tartışma yarattı, madem öyle bu vesileyle cinsiyetçilikten ve feminizmden konuşalım biraz. Cinsiyetçiliğin kadınlar arasında en az erkekler arasındaki kadar yaygın olduğunu gösteren okuyucu yorumları da aldık hazır (malumun ilanı kabilinden), artık çuvaldızı kendimize batırmak farz oldu. Yıllardır feminizm deyince Duygu Asena'dan başka yazar sayabilen olmaması bir yana, "bırak yaaa, hep çirkin kompleksli karılar feminist oluyor zaten" yahut "hani eşitlik vardı, feminizm kadının üstünlüğünü savunuyor ama" gibi (muazzam derinlikte) argümanlar hariç fikir üretene de pek rastlamıyoruz. Bu konuda cidden kafa yoran, okuyup yazan bir avuç kadını tenzih ederek ve affınıza sığınarak kurtlarımı dökeyim o zaman... Feminizmin bugün Türk popüler kültüründe indirgendiği ve algılandığı noktayı en iyi temsil eden kişilerden birinin Nil Karaibrahimgil olduğunu düşünüyorum. Zira kızımız (şahane) şarkı sözlerinde belirttiği üzere "çocuk da kariyer de" yapmayı temel hedefi olarak görürken, bir yandan da "istemiyor pilav yapmak". "Tek taşını da kendi alıyor" ayrıca. Bu tarz şarkı sözleri furyasına Pamela Spence, Özlem Tekin gibi isimleri de eklemek isterim aslında, ama Nil bir kraliçe, bir idol. Her eseri modern, kariyerli genç kadınların ve ablalarına/annelerine özenen genç kızların dilinde. Eee, peki Yozdil bunun neresinde? Şurasında; bence Yozdil ile "Özgür Kız" Nil Karaibrahimgil bu feminizm işinde (çürük) bir elmanın iki yarısı gibiler. Birinin kadını savunurken diğerinin aşağıladığını söylerseniz eğer, ben de size buyrun durumun sınıfsal bir analiz denemesi derim: En başta, Nil'in hararetle pilav yapmama gerekliğini savunduğu, Yozdil'in ise yana yakıla salça yapamamasını eleştirdiği kadın, orta yahut orta-üst sınıf mensubudur. Yani, popüler tabirle “beyaz Türk”tür. Yoksa zaten "çocuk da yaparım kariyer de" lafı Türk kadınının önemli bir kısmı için özgürlükçü bir slogandan ziyade hayatın normal akışına denk geliyor. "Eve ekmek getirme" işine katkıda bulunmak zorunda olan kadınların konfeksiyon atölyesindeki emeğine "kariyer" demediğimizden ortalık bulanıyor olabilir. Yoksa onlar da hem (3-5) çocuk hem "kariyer" yapıyor uzun zamandır. Yine aynı kadınların salça yahut tarhana yapmayı bilmemesi mümkün mü? Peki zeytinyağlı enginar? (Enginar pahalı bir sebzedir bu arada sayın Yozdil, her evde pişmez.) Peki çocuğuna her gün mısır gevreği yedirmesi? Hayır diyorsanız, demek ki Yozdil'in hedef kitlesi bunları yapmayı bilmediği varsayılan beyaz Türk kadınları. Neymiş, hem seksizmimiz sınıfsalmış (Yozdil) hem de feminizmimiz (Nilgil). Gelelim çocuk ve pilav yapmama özgürlüğüne... Ne cinsel, ne sınıfsal mücadeleyi "beyaz" Türk kadınları olarak henüz doğru düzgün vermemiş olduğumuzdan, feminizm anlayışımızın pilavdan öteye gidememesi normal. Eğer çocuklarımıza bakan annemiz (karşılıksız emek) ve eve gündeliğe gelen Sabahat Hanım (düşük ücretli emek sömürüsü) olmasa, çok övündüğümüz kariyerimizde (başka kadınların sırtına binmeden) yükselebilecek miyiz acaba? Sanmam, çünkü iş yerinde kreş, doğru düzgün doğum izni, ayrımcılık karşıtı yasalar gibi talepler yerine tek taşımızı kendimiz alma derdindeyiz. Böylece ne Sabahat Hanım özgür oluyor ne de biz. Tabii bazılarımız "daha eşit" olduğundan, günün birinde kadın-erkek eşitliğinin de gerçekleşeceği (pilavı gündelikçi kadının yaptığı) güzel günlerin hayalini kurabiliyoruz. İşte bu noktada “modern” kadın maalesef Yozdil'le muhatap olmayı göze alacak. Hayatının temel amacının yemek yapmak olmadığını kimseye anlatamaz, çünkü kendisi olmasa da toplumun büyük çoğunluğunda kadınlar hala cinsiyet rollerinin onlara dayattığı pilav-çocuk-ev işi üçgenine sıkışmıştır. Toplumun algısı ise çoğunluğun durumu üzerinden şekillenmektedir. (Kendi beyaz yakalı, afili plaza köleliklerini aşağı tabaka mavi yakalılarla bağdaştıramayanların, cinsiyetten kaynaklı sorunlarını da özel zannetmeleri normal tabi.) Eh tabii sonrası, sevgili hemcinsim, kuyruğunu ısırmaya çalışan köpek misali: tekrardan kadına ayrımcılık var diye bas bas bağır, çözüm olarak tek taşını kendin tak, eve gündelikçi kadın al, cinsiyet rollerini perçinle, sonra Yozdiller çıksın yapamadığın tarhanalar hakkında yorum yapsin, sinirlen, pilav ve tarhana yapmamaya yemin et filan.... Offf, ben sıkıldım bak yazarken. Şimdi, burada Yozdil gibilerin arkaik düşünüşünü savunduğum da zannedilmesin. Kadınların işgücüne katılımı arttıkça evde sarfettikleri ücretsiz emek miktarının düşeceği açık. Ama zaten "hem anne hem iş kadıni" olmanın iki kat yükümlülük getirmesi, "hem baba hem iş adamı" olmanın hiçbir ekstra yükü olmamasından kaynaklanıyor. Kısacası, Özgür Kız pilav yapmak istemiyor. Yozdil ise enginarsız kalmak istemiyor. Ama aynı şeyin (eee, kazağın) laciverdi gibiler sanki. Bense huzurlarınızdan çekilirken, şu Türk tipi feminizm işinden fena halde sıkılmış gibiyim. (Gibi gibiyim, gibiyim gibi gibiyim, gibi gibiyim gibiyiiiimm...- Music fades out)

7 Kasım 2009 Cumartesi

Yozdil'e gönderdiğim e-posta

Yozdil'in şu yazısının ardından dönen tartışmalar üzerine kendisine gönderdiğim e-postanın metni aşağıdadır. Bu e-posta shelbyl ve ahmetkizilay'ın facebook'daki yorumlarıyla benimkiler harmanlanarak oluşturulmuştur. İzinsiz kullandığım için kendilerinden özür diliyorum ancak sıcağı sıcağına, yazının üstünden çok vakit geçmeden Yozdil'e ulaştırmak istedim. ------------------------------------------------------------------------------------- Yılmaz Bey, Dünkü (06.11.2009 tarihli) yazınızla kanımca artık iyice dibe vurdunuz. Bir köşe yazarının sokaktan geçen adamdan farklı bir şey söylemesini beklerim ben her zaman. Maalesef bugüne dek kahve ağzıyla yazılan yazılarınızdan başka hiçbir şey göremedim. Dünkü yazınızla da artık bu konuda tavan yaptığınızı düşünüyorum. Yazınız baştan ayağa, buram buram cinsiyetçilik kokuyor. Genetik mühendisi misiniz, veteriner misiniz, ziraatçı mısınız, diyetisyen misiniz, biyolog musunuz, gıda mühendisi misiniz? Neye göre yorum yapıyorsunuz? Laboratuarda deneyleri siz mi yürüttünüz? GDO meselesinde yandaş veya karşıt olmak ayrı mevzu, GDO'nun ne olduğunu bilmeden çıkış sebebiyle ilgili ahkam kesmek apayrı bir konu. GDO'nun çıkış sebebi hazır gıda tüketmemiz değildir. Bu kadar çarpık bir bağlantı kurulamaz. GDO, ucuz maliyet, kısıtlı kaynakların değerlendirilmesi gibi sebeplerden türetilmiş bir projedir. Sizin mantığınızla oldu olacak hepimiz tarım toplumuna geri dönelim, buğday ekip ekmek yiyelim, süper oldu, değil mi? Kapitalizm insanı tüketmeye ‘özendirdiği’ kadar da, insanın tüm zamanını ve enerjisini elinden alarak insanı tüketmeye ‘zorluyor’. Bir kadın/erkek çalışmak zorunda olduğundan dolayı hazır yemek yemek zorunda kalıyorsa bu bireylerin suçu değildir. En azından bu tartışmada değildir. O açıdan yazınızı bir kapitalizm eleştirisi olarak görmem imkansız. Hele hele ezelden beri takındığınız statükocu tavrınızı göz önüne alınca… Yazının GDO ile ilişkili mantığı çökünce geriye bir tek tavsiyesi kalıyor: "Türk kadını! Salça yapmayı unutma! O senin en kıymetli hazinendir!" Bu da saçmalığın daniskası. Evet, belki gerçekten geleneksel olarak bu ülkede mutfak işleriyle daha çok ilgilenen kadınlar. Ancak geleneklerin sadece kadınlara değil, erkeklere de, ya da ne bileyim enişteye, yengeye, halaya, amcaya biçtiği roller de doğru mudur? Ya da şöyle soralım, doğru olmak zorunda mıdır? Hele hele bu biçtiği rolü doğru kabul edip, daha sonra da hakkında bilgi sahibi olmadan, GDO gibi bir konuda Türk mutfak geleneği üzerinden kadınlara pay çıkarmak doğru mudur? Ben Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarlarından birinin bunu yapması yerine, geleneklerin kadınlara biçtiği rolü tartışmasını tercih ederim. Bu role taraf olsun veya karşı çıksın demiyorum, en azından tartışsın. Ben de hayatımda bir kerecik ama bir kerecik olsun, “Yılmaz Özdil benim ufkumu açtı, bana bir fikir verdi” diyebileyim. Ama yok, siz kolayı yapıp, ve evet, inatla, sonuna kadar SEKSİST bir tarzla, sıklıkla kadınların üstlendiği bir sorumluluğu baz alarak tamamen alakasız bir konuda yazı yazıyorsunuz. Üstelik de bunu yazı boyunca kadını aşağılayarak yapıyorsunuz. "Zahmet edip", "size zor geliyor" gibi kalıplar kullanarak kadını güçsüz, iradesiz, tembel gösteriyorsunuz. Son olarak, yazıyı defalarca okuyup bazı yerlerin sadece kadınları değil, her iki cinsi de hedef alarak yazıldığını düşünmeye çalıştım fakat mümkün değil. Bir yerde sonradan düşünülmüş gibi duran "kocanız da size akıl verecek" diyor ve erkeklere laf ediyorsunuz. Ama bu cümle de yazı boyunca hakim olan seksizmi ve nefreti azaltmıyor, ki bence körüklüyor bile. Hem erkek, hem kadına seslenseniz, Türk insanini topyekûn eleştirseniz anlarım bir noktaya kadar. Ama seslendiğiniz kitle sadece Türk kadını. Böyle bir şey olabilir mi yahu? Öfkeliyim, tepkiliyim, ataerkilliğin buram buram damarlarımıza işlemiş olması beni rahatsız ediyor. Adamın teki koskoca bir köşe yazısı boyunca kadınlara seslenip “vatana millete yararlı kız evlat yetiştirin” salık veriyorsa, erkeklere de aktara gidip baharat almayı öğütlüyorsa, kusura bakmayın ama bu cinsiyetçiliktir. Hatta ecnebilerin deyimiyle “textbook sexism”dir. Maalesef dünkü yazınızla birlikte bir gün mantıklı bir yazı yazacağınız umudumu da yitirdim. “Bana Türkiye’nin en çok okunan yazarı olmak yetiyor” diyorsanız aynı sığlıkta yazılar yazmaya devam edin lütfen. Zira en kolayı ortalamadan şaşmayıp tribünlere oynamaktır. Ama en azından bunu yaparken bünyelerimize hastalıklı düşünceler enjekte etmeye çalışmayın. Saygılarımla, Ad Soyad

5 Kasım 2009 Perşembe

Kürt "Açılın!"ı

Evet bu beklediğimizden biraz farklı bir yaklaşım. DTP milletvekili Hasip Kaplan "Türkiye'de 20 milyon Kürt yaşıyor, TÜİK sayım yapsın da kesin rakamı bilelim." dediğinde AKP sıralarından tepkiler yükselmiş. Hatta bir AKP milletvekili, bir MHP milletvekiline "Sustursana şunu!" deyince MHP milletvekili AKP'liye tepki göstermiş falan.
Yukarıdaki olayı Türkiye'de değil, paralel evrendeki Türkiye'de görmeyi beklerim ben. Açılımcı AKP tepki versin, MHP ona karşı çıksın falan. İlginç hareketler. Ama gerçek. Milliyet'in haberi burada.
Buradan belirli sorular çıkıyor:
1. Kürt açılımı AKP tabanına ne kadar benimsetilmiştir?
2. AKP'li milletvekillerinin bu tepkisini, süreç yönetmede DTP'ye çatmalarına mı, yoksa AKP'nin tabanındaki çatlaklıklara mı bağlayabiliriz?
3. Ülkedeki Kürt asıllı vatandaşları saymak neden "Kürt devleti" olmayı gerektirir? Hem 15-20 milyon diyenle dalga geçmek, hem de buna karşın sayıma da itiraz etmek nasıl bir zihniyetin sonucudur?
4. Bir milletvekili, diğer bir milletvekilini susturma ve susturtma hakkına sahip midir? Şu özgeçmişe sahip bir milletvekili bunun gibi bir laf edebiliyorsa, bizim halimiz nicedir?
Açılım çok güzel bir sözcük, üzerine seksen tane laf oyunu yapılır. Bu noktadan sonrasını sizin tahayyül melekenize havale ediyorum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Güler Zere serbest kalıyor

NTV'nin haberine göre, Güler Zere'nin serbest bırakılmasına çok yaklaşılmış. Öldürmek için elinden geleni ardına koymayan hükûmet, ölümünün, kendi üzerine kalmaması için sonunda lütfetmiş. Yakalandığı kanser, Türk Tabipler Birliği'nin de açıkladığı üzere, artık geri dönülmez bir noktada. Ancak yasalara göre, devletin çoktan harekete geçmiş ve tedavi için gerekli kolaylığı sağlamış, tedavinin de ötesinde, hastalık bu noktaya gelmeden salıvermiş olması gerekliydi. Suçu ne olursa olsun, "hukukun üstünlüğü" ve "kanun önünde eşitlik" denen nanelerden yararlanmış olması gerekiyordu ama... Sonra da "bana sağcılar insan öldürüyor dedirtemezsiniz.". S.ktir ordan! http://www.gulerzere.net http://twitter.com/gulerzere

TÜYAP'tan Notlar

"Tayvan'dan selamlar" gibi bir başlık oldu sanki neyse... Sevgili Komünal İşkembe okurları, siz Komünal İşkembe'yi okuyorsanız kitap da okursunuz gibi bir çıkarsamada bulundum ve 5. günündeki TÜYAP kitap fuarını incelemeye aldım. - Fuar çok kötü geçiyor. Öyle böyle değil. Haftaiçinde neredeyse fuara hiç okur gelmedi diyebiliriz. Gelen de kitap almıyor, katılımcılar olarak (yayınevleri) kahve içip, birbirimize çok ucuza kitap satıp, dalga geçiyoruz. - Fuar o kadar kötü ki 9 eleman çalıştıran (ve normalde 9'unun da bir dakika boş duramadığı) Tübitak standının önünde 5 kişi vardı. - Şimdi bu Tübitak mevzusu çok önemli. Hatırlarsanız bu senenin başlarında bir Bilim Teknik dergisi krizi çıkmıştı, Darwin olayıyla ilgili. Bu krizin sebepleri çok daha derinlerde. Tübitak'ın yayın organları kökünden kurutulmaya çalışılıyor. 2009 senesinde yeni kitap basmayan Tübitak yayınları bunun yanısıra çok satan 75 adet kitabının baskısını da durdurmuş. - 2010-2011 yıllarına geldiğimizde birileri kalkıp "Tübitak yayınları hiç satmıyor, o yüzden dergi yayınevi ne varsa kapatıyoruz" diyecek. Ben de "Allah şimdiden belanızı versin biseksüel 'Lucky Pierre'ler" diyorum. - İslami yayınevleri atakta. Şimdi bunun olduğunu zaten biliyordunuz ama atakları öyle bilindik ataklar değil. Eskiden reklamla, parayla atak yapan islami sermaye güdümündeki yayınevleri hepten "kalite atağı"na geçmiş. Bakıyorum, Ursula Le Guin de basmışlar, şaşırıyorum. Hayır sadece o değil, Türkiye'de ne kadar entelektüel var, sağcısı solcusu bu yayınevlerine geçmiş. Kapakları da ayrı güzelleşmiş, modernleşmiş. Editörlerine baktım hepsi de saygın ve güçlü isimler. İnsan bir şey diyemiyor. - Elbette islami sermayenin deli gibi para gücü de var. Solcu yayıncılara kızmış bir TÜYAP yetkilisiyle gerçekleştirdiğim muhabbete göre "İzin versek bilmemne yayınları koca salonun yarısını kiralar, parasını da trak diye nakit öder"miş. - Ben askerden sonra islami sermayeye ait bir yayınevi bulmaya bakarım arkadaş. Ohhh, misler gibi. Sonuç: Solcu yayınevleri adam olun! Çağı yakalayın. Olup bitene gözlerinizi kaparsanız, yerinizi anında kaparlar. Sağcı yayınevleri sizi tebrik ediyorum. Hakikaten maşallah. İhya-i Ulumuddin'den Ursula Le Guin'e geldiniz ya, Nazan Bekiroğlu'yla birlikte Kemal Karpat'ı, İlber Ortaylı'yı bastınız ya, helal olsun. (Bir de Nazan Bekiroğlu'nu basmasanız çok daha sevicem sizi ama naapalım)

3 Kasım 2009 Salı

Koyunluğa Övgü

(Bu yazı aynı zamanda, daha usturuplu bir şeklide, Bianet'te yayınlanmıştır.)
Yurtdışında ikamet etmekte olduğum için, Türk televizyonlarıyla fazla haşır neşir olamıyorum. Tabii bunu bir yakınma, bir şikayet olarak algılamayın, zira ben bu durumu bana sunulmuş bir nimet olarak değerlendiriyorum. Zaten sansasyonel olaylar, muhabirlerin ünlüleri tacizleri ya da diğer bir deyişle postmatüre Televolecilik, kalitesi gittikçe düşen kadın programları, seviye olarak kıraathanelerden bile daha aşağıdaki spor programları vs. bir şekilde paylaşım ortamlarına, video sitelerine ya da haber organlarına düşmekte, oradan da yeterince takip edebilmekteyim.

Tabiri caizse oltaya son takılan görüntü, yüce devletimizin yüce televizyonu[1] TRT’de yayınlanan bir şaka programından. Ben konudan, Milliyet’in haberi vasıtasıyla haberdar oldum. Bu “Bir Zahmet” adlı, Ekşi Sözlük’e bakılırsa belli bir popülaritesi olan şaka programında, şakayı yapan oyuncumuz, şakaya maruz kalan kurbanımızdan 4 şey yapmasını istiyor. Eğer bu isteklere uyulursa, yarışmacı/kurban para kazanıyor. Mevzubahis meblağ 5000 YTL.[2]

Konuya geri dönelim. Benim haberde okuduğum eleştiri kabaca şu şekilde: “Şakanın dozu aşıldı, kurbana psikolojik şiddet uygulandı.” Bu bakış açısı doğrudur, yanlıştır tartışılır. Sonuçta şaka denilen olgu, özellikle de bu tür televizyon programlarında, zaten kurbanını şoke etmek, çığlık attırmak, fazlasıyla korkutmak üzerine kuruludur. İnternette ufak bir aramayla, “psikolojik şiddet” eleştirisinin fazlasıyla geçerli olacağı bir çok şaka bulabilirsiniz. Bu noktada nesnel bir kriterden söz edemeyiz dolayısıyla, ve de bu yüzden “doz aşımı”nı tayin etmek bize düşmez, kanalın kendi inisiyatifidir.

Benim eleştirim ise çok farklı olacak. Eğer olaya sadece “Ay yazık çocuğa” gözüyle bakarsanız, küçük resmi görmüş olursunuz. Bu konuyu “şakanın dozu kaçtı” deyip de geçiştirmek de, bazı önemli noktaları atlamak demektir. Öncelikle burada bir ticari eylem söz konusu. Bu sadece bir şaka değil, aynı zamanda bir yarışma. Kurban, maruz kaldığı eylemler sonunda para kazanmakta. Para kazandığına göre, neye maruz kaldığından yüzde yüz haberdar. Haberdar olduğuna göre de, bu görüntülerin yayınlanmasında bir sakınca görmemiş kendisi. Yani bu tür bir muameleye maruz kalmasını televizyonda yayınlatacak kadar özgüven sahibi. Kendisine istendiği kadar şiddet uygulanmış olsun, burada bir “alan razı satan razı” durumu söz konusu.

Devlet Eliyle, Vatandaşın Cebiyle Şiddet

İşte beni rahatsız eden nokta da burada başlıyor. Programdaki skeçte oynanan şey, günlük hayatta gerçekten maruz kalabileceğiniz, “mahallenin abisi” titrinde bir adamın gelip size sataşması.[3] Bu skeci “şaka” yapan, kurbanların emirlere uymasını sağlayan etken, olayın “gerçek” olabilirliği. Yoksa çok inanılmaz bir şey olsa, hiç başa gelmeyecek bir durum falan gibi görülse, insanlar bu kadar rahat verilen emirlere uymazlar. Kurbanımız biliyor ki, gerçekten başı belaya girmiş, biri gerçekten kendisine bulaşmış olabilir, o yüzden de korkuyor. Korktuğu için, tamamen insan haklarına aykırı bir kimlik muayenesine, bir gaspa vs. boyun eğiyor. Hak tecavüzünü “Başa gelen çekilir” mağdurluğuyla kabulleniyor. Ve sonrasında da, bu olayın yayınlanmasına rıza gösteriyor –belki de karşılığında para kazandığı için-, ve de bu olayı muhtemelen arkadaşlarına bir “şaka” olarak anlatıyor. Maruz kaldığı muameleyi normalleştiriyor. Neticede bir insanın, bu tür bir olayı “sıradan” olarak görmesi beni rahatsız ediyor.

Daha da rahatsızlık vereni ise, bu programın devlet televizyonunda yer alması. Özel televizyon gibi, kurucusunun elde ettiği gelirlerle dönen bir programda yapılsa bu şaka, “isteyen izler isteyen izlemez” der, sadece şakanın seviyesizliğini eleştirme hakkına sahip oluruz. Ama bu programın yapımı, sizin benim ödediğimiz vergiler sayesinde gerçekleşiyor. Devlet, benden para alıp, vatandaşına böyle bir muamele gösteriyor, ve de bu muameleyi vatandaşına karşılığında para vererek normalleştiriyor.

Ben, ödediğim paranın, benim istek ve arzum dışında, bir vatandaşa bu muamelenin gösterilip o vatandaşa ödül olarak verilmesine karşıyım. Devletin, vatandaşının sokakta kabadayılarca kendisinden istenileni yapmasını ödüllendirmesini, vatandaşın tam bir koyun gibi davranması karşılığında ona 2500 YTL vermesini kabul etmiyorum. Bu düpedüz koyunluğa övgüdür. Devlet eliyle, sokak şiddetini, popüler tabirle “mahalle baskısı”nı meşrulaştırmadır.

Biraz daha büyük resme geçelim. Zaten ideal bir devletin televizyonu da olmaz. Vatandaşa para karşılığı devlet/hükümet propagandası satmak, her iktidar partisinin isteği doğrultusunda yönlendirilebilecek bir medya kuruluşunu vergiler ile gelirlendirmek bence adil olmayan bir uygulama. TRT, bağımsız yapımcılara, çeşitli ulusal kimlikte organizasyonlara yardım eden, Fransız Canal + gibi çekilen on filmin dokuzuna finansal yardımda bulunan bir kurum olabilir, ona, en azından bu kadar, itirazım olmaz. Fakat TRT, bu tür şaka programları ile, vergisini aldığı vatandaşını aşağılamayı meşru gösterecekse, onun karşısında durmak lazımdır.

Bu şakayı eleştirirken dozuna takılmak yerine, bir Türkiyeli insanın bu ezikliği kabul etmesini, maruz kaldığı şiddeti para kazandığı için meşru görmesini, ve de bunun devlet televizyonunda yayınlanması eleştirelim. Yoksa yarın öbür gün biri gelir yolda size sataşır, siz de “Ucunda 5000 YTL var” diye her istenileni yapar, gaspa uğrarsınız, ben de size gülerim. Hem para da vermem üstüne, harika bir eğlence.


[#1]Bu tamlamayı, y harfini gerekli gördüğünüz yerde c harfiyle değiştirerek okumanızı tavsiye ederim. 301 kere hem de.

[#2]Kurbanlar için, yaklaşan Kurban Bayramı öncesi çok önemli bir kazanç olabilir bu.

[#3]Maruz kalabileceğiniz dememin bir sebebi var sevgili okuyucu. 12 yaşındayken, evimin karşısındaki okulun bahçesinde basketbol oynamak en büyük hobilerimdendi. Bu hobimi ifa ederken tanıştım Hüseyin Abiyle. Elinde tespihiyle çıktı, topumuzu istedi, verdik. Bir iki atış yaptı, girmedi, sinirlendi. Sonra hepimize sıraya geçmemizi emretti. Koyun gibi dizildik. Aramızdan en ufağımızı karşısına çağırdı, hassas bölgesine elindeki basketbol topunu fırlattı. Çocuk ağlamaya başladı, biz de titremeye. Sonra bize baktı, baktı ve “Bundan sonra siz benim himayem altındasınız. Bir şey olursa, biri bir şey derse Hüseyin Abinize geleceksiniz” dedi, ve gitti.