2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Nisan 2009 Perşembe

Düşünmek Taraf Olmaktır

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Ergenekon soruşturması konusunda değerlendirmelerde bulunurken demiş ki:
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin medyaya yönelik akreditasyon uygulamasını koz olarak, sopa ve araç olarak kullanma düşüncesinin olmadığını, bu konuda değişiklik olabileceğini söyleyen Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un bu sırada kullandığı cümleler dikkat çekti.  Başbuğ “TSK olarak hiçbir şeyden çekincemiz yok. Her şeyi yasa ve emirler neyse ona göre yapıyoruz. Her konuda açık ve samimiyiz. Karşı taraftan da aynı açıklığı bekliyoruz’’ dedi.  Başbuğ’un bu sözleri üzerine gazeteciler “Karşı taraf kim” diye sordu. Duraksayan Başbuğ bir süre sonra gülerek “Boğazın karşı tarafı” diye yanıt vermekle yetindi.
TSK, ülkenin kamplaşmasını engellemek için elinden geleni yapacaktır.

1 Mayıs - Sürrealizmin Bayramı

Vali Muammer Güler, 1 Mayıs'taki olası kutlamalar ile ilgili yüreklere su serpen açıklamalar yapmış. Mesela demiş ki kendisi:
"İllegal kuruluşların Taksim'de polisle çatışmak, yasadışı slogan atmak, suç olan dövizler taşıyarak etkinlik yapmak istediklerini biliyoruz."
Şimdi ben şunu anlamıyorum, eğer bir kuruluş illegalse, ve bu illegal kuruluşun varlığı biliniyorsa; o kuruluşa karşı yaptırım uygulanır. Bakınız terör örgütü falan demiyor, illegal kuruluş diyor. Mesela PKK bir kuruluş değildir. Nedir illegal kuruluşlar, ve neden yargılanmıyor, kapatılmıyor vs.?
Bak bir de bu var, suç olan döviz taşımak. Ne tür bir döviz suç teşkil eder? Mesela "Faşizme karşı omuz omuza" demek suç mudur? "Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği" dövizi suç mudur? Kürtçe döviz suç mudur? "Apo'ya özgürlük" demek suç mudur? Benim aklıma suç unsuru olacak bir tek "hakaret" içerikli döviz geliyor. Mesela "Hakem ananı ...ünden ..keyim" suç olan bir döviz olabilir sadece. 
                                                                                                    Suç olmayan döviz, cici cici ne güzel.
"Taksim'de sendika yöneticilerinin 'makul sayıyla' gelmesi halinde 'anma programı' yapılabileceğini ancak mitinge izin verilmeyeceğini söyledi."
Anma programı nedir? İstiklal Marşı ve şehitler adına saygı duruşu ile başlayacak, sonra sendika başkanları teker teker günün anlam ve önemini belirten bir konuşma yapacak, 1 Mayıs'ı anlatan şiirler okunacak, şarkılar söylenecek falan? Artık işçiler de sendika bayraklarının arkasında sıraya dizilirler, bando takımı falan hazırlarlar.
                                                                                      1 Mayıs için özel tasarlanmış ideal anma programı.
Tabii bir de şu var, makul sayı nedir? Mesela yılbaşı kutlamalarına, milli maç izlemeye vs. Taksim'e çıkan insan sayısı "makul" müdür 1 Mayıs için? Yoksa makul dediğimiz şey "Her sendikadan 100 kişi gelsin yeter ulan!" mıdır?
"Bu tür anmalar için yasak değil. Kendilerini çiçekle karşılayacağız"
Ha?!
İstanbul Emniyeti'nin yeni yüzü. Çiçek taşıyacak bir Hightower gibi zenci bulmaları lazım ancak, çalışmalar devam ediyor.
"Zor kullanma meraklısı değiliz. Geçen yıl magazin olarak irdelendi. Orantılı mı orantısız mı diye." 
Muammer Güler sözlerine şöyle devam etti. "Halbuki kullandığımız güç orantılıydı. Biz Emniyet teşkilatı olarak bilimin ışığında müdahalelerimizi yapıyoruz. Matematik biliminde de 'ters orantı' diye bir şey var. Bize ters değil bu. Ayrıca Ronaldo'nun da dediği gibi 'Kontrolsüz güç güç değildir.' O yüzden polis arkadaşlarımıza "Orantılı - orantısız dert etmeyin, vurdu mu şöyle kontrollü vurun, koydu mu oturtun ağzının ortasına, ölümcül noktaları buldurun" diye talimat veriyoruz ki, boşa vakit harcanmasın, emekten tasarruf edelim. Sonuçta emeğin bayramında emeği boşa harcamak olmaz."
                                                                                                          Hani neresi orantısız bunun?
Şu teşkilata bir Jack Bauer lazım, o zaman göreceğiz günümüzü de, işte...
 

27 Nisan 2009 Pazartesi

İki Resim Arasındaki 7 Fark

Dikkat: Hafiften Lost spoiler'ı muhteva eder.
1. Sayid Jarrah'ın ismi (Sait) "saadetli, uğurlu" ya da (Seyit) "efendi, bey" anlamına gelir.
    Celalettin Cerrah'ın ismi ise "öfke, kızgınlık, hışım" demektir. 
2. Sayid Jarrah işkence yapar. Koşullar onu işkenceci olmaya itmiştir. 
    Celalettin Cerrah işkence yaptırır. İşkenceye uygun koşullar yaratır. 
3. Sayid Jarrah'ın adada mahsur kalmaktan ötürü çıkmış bir kirli sakalı vardır.
    Celalettin Cerrah'ın muntazaman traşlı ideolojik bir bıyığı vardır.
4. Sayid Jarrah adaleli ve de adaletlidir. 
    Celalettin Cerrah'ta ikisi de yoktur. 
5. Sayid Jarrah istemeye istemeye işkence yaptığı sevdiği kız için bin türlü belaya bulaşır.
    Celalettin Cerrah, kafası kesilerek öldürülmüş bir kız için "Ailesi de takip etseymiş yahu" der.
6. Sayid Jarrah tüm Lost izleyenlerin sevdiği bir karakterdir.
    Celalettin Cerrah'ı sevenler ise "lost"tur.
7. Sayid Jarrah 1977 yılına zaman yolculuğu yapmıştır.
    Celalettin Cerrah 1977'yi hiç terk etmemiştir.
Dipnot: cerrahistifa.blogspot.com
Dipdipnot: V.Ö'ye saygılar.

25 Nisan 2009 Cumartesi

23,5 Nisan

Alican'ın tartışıldığı, 23 Nisan'ın coşkuyla kutlandığı, Obama soykırım mı diyecek, felaket mi yoksa kaza mı diye meraktan çatlanılan şu günlerde, daha önce denk gelmemiş olanlara "bu günlere dair olumlu bi' şeyler de var!" diye hatırlatmak adına, aşağıdaki yazıyı paylaşmak istedim. Adından da göreceğiniz üzere Hrant Dink'in 23,5 Nisan'ı.. Bence pek güzel bi' yazı, ki bunun bi' de seslendirmesi var. Tililili Ses Enstalasyonu tarafından seslendirilmiş Hrant Dink yazılarını aşağıdaki linkten bulabilirsiniz. Ayrıca bu 23,5 Nisan yazısının Fikret Kuşkan tarafından seslendirilmiş haline de doğrudan buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Daha güzel, daha barışçıl 23,5 Nisan'lara.. --------------

Başkalarının 23 Nisan’ları ile Hrant Dink’in ‘23, 5 Nisan’ı

23,5 Nisan gibi parçalı bir sayının, ‘nesnel, bilimsel ve insansız’ bir resmi tarihe girmesi ve ölü bir güne can vermesi muhakkak ki başka bir bayram yaşatacaktır tüm acılı halkların gönlüne.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
25 Nisan 2009, Cumartesi

“Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum, ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan’ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Ne anlaması kolay ne de anlatması. 23 Nisan nasıl daha bir coşkuyla yaşanır? Ne 23 ne de 24 Nisan. 23,5 Nisan’dır belki de o an.” (Hrant Dink…)

Her yıl büyük bir coşkuyla tüm ülkede, başka ülkelerden gelen çocuklarla, ulusal bir bayram olarak kutlanan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı ben de her çocuk gibi kendi çocukluğumda kutlardım. Özellikle ilkokul çağımda, sınıf süslemek ve törende ön sıralarda yer almak için seçilen birkaç kişiden biri olma ayrıcalığına erişmek başka bir onur olarak sunulurdu bize.

Devamını okumak için tıklayın...

Sesli Hrant Dink Yazıları bianet'te; Tıklayın, Dinleyin

Tililili projesi için sanatçılar ve gazeteciler tarafından seslendirilen 19 Hrant Dink yazısı bianet'te. Dinlemek için tıklayın...

24 Nisan 2009 Cuma

Irak'ta Şiddet Artışı

Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'tan çıkış planını açıklamasının üzerinden daha henüz iki ay bile geçmedi. Bu süre zarfının içinde Barack Obama Avrupa'yı turlarken Irak liderlerine kendi ülkelerinin sorunlarını üstlenmelerini hatırlattı ve ABD dış işleri politakası odağı göze çarpan bir şekilde Afganistan'a kaydı. Peki Amerika'nın çıkış planının açıklanması beklenildiği etkiyi yarattı mı? Irak'ta sular duruldu mu? Hayır; tam tersine Irak'ta şiddet artışı başladı. Bugünkü saldırılar Şii mezhebinden olanların kutsal saydıkları bir türbenin hemen yanı başında gerçekleşti. İntihar bombacılarının saldırıları sonucu sadece iki gün içinde 144 ölü ve 125 yaralı var. Her saldırının sonunda olduğu gibi yaralılardan biri de suçluyu aramış; ABD bizim güvenliğimizi sağlamak zorunda demiş. ABD-Irak meselesi uzun bir konu; şimdilik Irak'taki şiddet artışının nedenlerine kısaca değinmek istiyorum. Her saldırının nedeninin farklı olabileceğını göz önünde bulundurmama rağmen Irak'taki şiddet artışını çok genel bir şekilde "iktidar boşluğu" teorisi ile açıklamak mümkün. Politik tarihe bakacak olursak oluşan iktidar boşluklarının hemen istekli taraflarca doldurulduğunu görürüz. Aristoteles nasıl doğa boşluktan nefret eder dediyse, doğa gibi politika da boşluklardan nefret eder. Beşinci yüzyılda Roma imparatorluğu dağılınca, oluşan boşluğu Vizigotlar, 1918'de oluşan Avusturya-Macaristan iktidar boşluğunu ise ya Rusya ya da Almanya doldurdu. Amerika'nin çekilmesiyle Irak'ta oluşacak olan boşluğu da birileri dolduracaktır. Bu saldırılar işte bu güç çekişmesinin haberci sancılarıdır.

23 Nisan 2009 Perşembe

Atatürk Olmasaydı Kalemler, Sıralar Olmazdı!

[21 Nisan 2009] İşte bir gencecik beyine cebren ve hile ile entegre edilmiş yaklaşımın sözel ifadesi! 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı geldi de çattı kapımıza ya, çocuklarımız, bugünümüz olmayı asla beceremeyen geleceğimiz, en farklı şekillerde Atatürk'e olan sevgilerini ifade etmek zorunda bırakılacaklar yine. Militarizm saracak dört bir yanımızı, "baktığım her yerde izin duruyor" diye çığırmak, ağıtlar yakmak farz olacak. Atatürk'ü tanımayan, 'ölüm'ün ne olduğunu henüz bilmeyen, yeni nesil papağanların yetiştirilmesinde ve taklit ettiklerinin (zira asla düşünerek veya bilerek söyledikleri şeyler değil ağızlarından çıkan) pekiştirilmesinde yepyeni bir gün daha olarak geçip gidecek bu 23 Nisan da.. Bayram değil seyran değil, sokaktaki adam niye dellendi diye düşünür insan şu durumda, ki çok haklısınız.. Bu sabah, kahvaltı sırasında televizyonda konuğun Peker Açıkalın ve 2 kızı olduğu bir devlet kanalı programına maruz kalmaktaydım. Derken Peker Açıkalın'ın kızlarından biri başladı en alışkın olduğumuz Atatürk sevgilemecelerini sıralamaya, "O olmasa vatanımız olmazdı, düşmanlar işgal eder bizi öldürürdü, bizi O kurtardı, O, O, O...". Her şey çok normaldi şimdilik, dikkatimi çeken bir şey yok buraya kadar, sizin de olduğunu sanmıyorum. Bu sıralama esnasında araya çocukcağıza mazallah "neden?" diyecek olsa biri, muhtemelen kasedi başa sarıp çalmaktan başka pek bi' şey yapamayacak.. Elbette oturup siyasal analizler yapmasını, Türkiye'nin yakın siyasi tarihini irdelemesini beklemiyorum, böyle bir beklentim yok o yaştaki hiçbi' çocuktan, ama ne mutlu bana ki, yine hiçbi' çocuktan bu tarz ezberletilmiş şeyleri tekrar etmesine ilişkin bi' beklentim de yok.. Ne diyo'duk? Hah! Yavrucak saydı işte "Atatürk şöyle yaptı, böyle yaptı, O olmasa..." diye devletin resmi ideolojik Atatürk'ünü ama bi' yerden sonra sanırım kısa devre yaptı ve "din kültürü ve ahlak bilgisi" dersinin içeriğinde ezberletilenlerle "inkılâp tarihi" dersi kapsamında ezberletilenleri karıştırıp "O olmasaydı sıralar, kalemler olmazdı!" diyiverdi?! Nası' yani? Zannımca, din kültürü ve ahlak bilgisi dersindeki (vakti zamanında bizim de 'dinci'mizin yaptığı gibi) "Hiç kuşku yok ki, O olmasa, bu oturduğunuz sıralar da olmazdı, yazdığınız kalemler de! Bunların hepsi şüphesiz O'nun birer eseridir!" diye ezberletilen kelamla, tarih dersindeki "O olmasa biz biz olamazdık! Ermeni bizi keser, tohumumuza Yunan karışırdı, biz anamızdan yine çıkardık amma.." şeklinde ezberletilenler birbirine girdi. Bence her iki zorlayıcı yaklaşımın da ne kadar sapkın olduğuna dair 10 numara bir örnek oldu bu! Ya da gözü türkiye'nin topraklarında olan bütün düşmanların ölümüne ilkel olduklarına, halen avcılık ve toplayıcıkla yaşamlarını sürdürdüklerine, henüz yazıyı bulamadıklarına falan inandırmışlar ki bunun şakası bile kötü. Gerçi sanki diğerlerinin şakası iyi mi? Neyse.. Allasen yapmayın yahu! Ben, kreşten ağlayarak geldiğimi ve Atatürk olmadığı için artık her an öldürülebileceğimizi söylediğimi hatırlıyorum, hatırladıkça da beni o zaman o hale sokmuş olan(lar)a da, şimdi benzerini Elif Tosun'a, Suğra Bal'a, Asuman Saka'ya yapanlara da lanet okuyorum! Hepiniz sapıksınız, hepiniz çocukları istismar ediyo'sunuz! Ondan sonra vay efen'im Kur'an kurslarında çocukların beyinleri yıkanıyor da, aman bu dinciler şöyle de böyle.. Hadi canım? Bu ve benzeri çocuk istismarı örneklerine ilişkin yazılabilecek pek çok şey var ama şimdilik bu kadar.. Zira sırf bu yazıda adı geçen çocuklara dönük birkaç eylemin her birinin çocuk istismarı olduğuna ilişkin hiçbir şüphe yoktur ve bunlar ne yazık ki sadece gözle görülen, gözlere sokulan birkaç örnektir. Konuya ilişkin norm da ne yazık ki bu eylemlerin çok şahane, pek yararlı olduğuna dönüktür. Çocuk istismarı için Vikipedi şöyle diyor, ve çocuk hakları ile çocuk haklarına ilişkin sözleşme konusunda UNICEF'in bu sayfasından yararlanabilirsiniz.. Yazıda adı geçen çocuklarla ilgili videolara, bir önceki paragrafta çocukların adlarına tıklayarak ulaşabilirsiniz. Ayrıca Beyaz Show'da gösterilen ve insanların milli duyguları ve Atatürk sevgilerinde patlamalar yaratan videoya da buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Elif Tosun röportajının bir deşifresi ve konuyla ilgili birkaç yorum için de buradan buyrun..

22 Nisan 2009 Çarşamba

Sorosçu Köylüler

Van'ın Gevaş ilçesinin (isim de Türkçe değil lan?!) Aydınocak köyünde, Ermeni mezarlığı olarak bilinen bir bölgeye okul yapılma çalışmaları başlamış; ve buna köylüler tepki göstermiş. Radikal'ın sorduğu sorulara köylüler şu şekilde cevap vermişler:
“Mezarların taşlarının çoğu tahrip edilmiş. Kimileri de bu taşları evlerinin duvarlarında kullanmışlar. Şimdi bu bölgede okul için kazı yapılıyor. Daha derine inilirse daha çok kafatası ve kemik çıkar. Buranın bir Ermeni mezarlığı olduğunu biliyoruz. Biz üzülüyoruz. Kim olursa olsun mezhebi, dini ne olursa olsun burası tarihtir. Turizm amacıyla kullanılabilirdi. Her kepçe darbesinde kemik çıkıyor. Tabii ki mezarlık üzerine okul yapılması saygısızlıktır. Köy merası olduğu için de, köyün neye ihtiyacı varsa bu arazinin üzerine yapılıyor. Okul buraya değil eski okulun yerine yapılabilirdi.” 
Ermeni soykırımının ABD'de gündeme gelmesinin yakın olduğu şu günlerde, köylülerin yaptığı bu açıklamayı çok manidar buluyorum. Liboşluk Van'a da sıçramış; Soros'un kanlı elleri oraya da uzanmış demek ki. Yazık.

Türkiye'de Misyonerlik

Büyük çoğunluğun duyduğu anda gerildiği bir suç bu misyonerlik denilen şey. Tüm bu kamplaşmalar arasında; Kemalistinden şeriatçısına, milliyetçisinden muhafazakarına, sivilinden ordusuna çoğunluğun "tehlike" olduğuna dair uzlaşı içinde olduğu bir olgu. İsmi duyulunca akla direk "vatanın bölünmez bütünlüğü" geliyor. (Aynı kategoride "Türklüğe hakaret", "eşcinsellik", "vicdani ret" gibi temel insan hakkı kisvesi altında işlenen suçlara bakabiliriz.)
Ulusalcıya gidip "Eğer bizi tanımlayan kimliğimiz Türklük ise, neden gayrimüslim bir hareketi tehlike olarak görürüz ki?" diye sormuşlar. Dinciye de gidip "Siz yıllardır İslam'ı yaşayamadığınızdan, İslam'ın yaygın bir şekilde anlatılamadığından dem vurdunuz, Fethullah Gülen'e suçlu olarak bakılmasından şikayet ettiniz; şimdi niye aynı çabada olan birilerine ağzınızdan köpük çıkarak saldırıyorsunuz?" diye sormuşlar. Fıkra da burada bitmiş.
Ergenekon soruşturması kapsamında ÇYDD zan altında kaldığında; özellikle Zaman ve türevi gazetelerce hedef noktası olarak alınırken "Misyonerlik yaptıklarına dair belgeler" yayınlanmaya başladı. ÇYDD'yi savunanlar da "Hayır, yalan bunlar!" dedi. Bu çevrelerden kimse de çıkıp "Yahu misyonerlik niye suç ki, biz laik bir ülkeyiz, isteyen istediği dini yaymaya çalışır, anlatır." d(iy)emedi.
Verilmesi gereken en büyük sınavlardan birisi bu aslında. ekşisözlük'te zamanında "Ilımlı İslam" başlığı altına bir yazı yazmıştım. Orada anlatmaya çalıştığım da yaşadığımız bu kimlik sorunuydu. Türkiye'de ılımlı İslam, CHP'nin İslam dinini şekillendirme çabasıdır; AKP'nin yaptığı ise Müslümanlığa özgürlük sunup diğer dinlere sırt çevirmektir, ılımlı İslam zaten var, korkmayınız demiştim özetle. Tamamını buraya kopyalamayacağım, dileyen okur.
Ne mi anlatmaya çalışıyorum? Basit. Biz laik falan değiliz, kendimizi kandırmayalım.

21 Nisan 2009 Salı

Hem İçerde, Hem Dışarda: Keman Virtüözü Leonidas Kavakos'un Tekniği

Geçtiğimiz hafta hayatımda ilk kez üst üste iki gün aynı konsere gittim. Nedeni bu hafta Ulusal Senfoni Orkestrası'na Yunanlı keman virtüöz Leonidas Kavakos'un eşlik etmesiydi. 16 Nisan Perşembe günü Mendelssohn'un Keman Konçertosu'nu, 17 Nisan Cuma akşamı ise değişiklik yaparak Çaykovski'nin Keman Konçertosu'nu sundu. Leonidas Kavakos daha onsekiz yaşındayken 1985 senesinde Helsinki’de J. Sibelius Uluslararası Yarışması'nda birincilik kazandı. O yıl yarışmaya katılan en genç kemancıydı. İki konçertoyu da yorumlarken Kavakos kendini müziğe kaptıran, tekniğini abartılı bir şekilde sergileyen keman virtüözü imajının aksine sanki kemanıyla sohbet eder gibi çalıyordu. Tekniğini tam olarak tasvir etmek gerekirse kemanıyla hem diyalog içindeydi hem de bir yandan da bu diyaloğu duyabilen, üzerine yorum yapabilen bir dinleyiciydi. Yani Leonidas hem Sokrates'in hem Platon'un şapkasını takmıştı. Sokrates'e ait olduğunu düşündüğümüz yazılarda olduğu gibi durmadan kemanını sorgulayan bir diyalog halindeydi ama bir yandan da sadece üçüncü şahıslara ait olan objektifliği, yani Platon'un Sokrates'in diyaloglarını yazıya geçirirken sahip olabileceği bir olaya dışardan bakabilme yetisini de elden bırakmıyordu. Sanki Mendelssohn'u yorumlarken bir yandan da kemanın çıkardığı sesleri sorguluyordu. Konser sonrası Kavakos dinleyici sorularını cevaplamak için konser salonunda bekledi. Kendisine tekniğini nasıl tanımladığını sordum. Müziğini icra ederken hem içerde, hem de dışarda olabilmesi bilinçli bir seçim mi? Uzun zaman kemanından korktuğunu ama aynı zamanda da ona aşık olduğunu söyledi. Küçükken keman ilk aşamada harmonik ses çıkarması zor bir alet olduğu için sinirlenir, kemanını bir köşeye bırakır ama sonra dayanamayıp geri dönermiş. Bu sonra da hep böyle devam etmiş. Yorumladığın parçaları o kadar iyi bilir hale gelip yine de yorumladığın müziğe olan beğeninden dolayı ondan korkmak. Bir zamanlar totem heykellerine tapan insanoğlunun ilişkisine benzer sanatçının yarattıgı objeye duyduğu hayranlık ve korku. Sanatçının bu iki uçurum arasında gidip gelmesini de çaylaklığa yormak yanlıştır. Konserden sonra yürürken Kavakos'un dediklerini tekrar düşündüm. Biz şairler için de ideal kendi kendimizin kritiği olmaktır. Bazen kendimizi bir fikre ve şiire öyle kaptırırız ki bir kelimesine kıyamaz, bir yerini değiştiremez hale geliriz. Ama şiir yazmak halk arasında süregelen inancın tersine sadece ilhamdan ibaret değildir. İlhamın getirdiği fikirleri daha sonra duygusal bağlılıktan arınarak düzenlemek, dizmektir. Bu da edinilmesi çok zor olan bir vasıftır. Leonidas Kavakos sağ elin keman için soluk ise, sol elin de bu soluğu kontrol etmeye çalışan adele olduğundan bahsetmişti. İyi şairler de iki elini doğru orantıda kullanabilen kemancılar gibidir. Şairin hayali sağ eliyle kapılıp yazarken, sol eliyle sağ elini tutup doğru zamanda frene basabilmektir.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Toplumsal Ay(rım)rıklık Üzerine (Bölüm 1)

İngilizce'deki "segregation" kelimesinin ne gibi Türkçe karşılıkları olduğuna baktığımda karşıma şunlar çıktı: 1) ayırım, toplumsal ayırım veya ırk ayırımı 2) tefrik (bu Osmanlıca'da hukuki bir tabir. Adli boşanmayı ifade ediyor). Bu ve bunu takip edecek birkaç yazımın ana konusu bunlardan ilki ile ilgili olacak. Toplumsal ayırım, şu ara üzerine çalıştığım konu ile alakalı olduğu için biraz ekonomi literatüründen, biraz ekonomi dışı literatürden ve biraz da kendi düşüncelerimden harmanladığım yazılar olacak bunlar. Ayırım ile ne kastediyoruz? Önce buna biraz eğilelim. Verili bir coğrafı bölgede farklı etnik, dini sınıfsal veya ırksal gruba mensup bireylerin sosyal bağlar (social segregation), yaşadıkları mahalleler (residential segregation) veya vakit geçirdikleri mekanlar açısından (activity space segregation) belirgin şekilde kendi grup üyeleri içinde kümeleşmeleri olarak açıklayabiliriz"ayırım" (veya "segregation") kavramını. Bu tabi ki çok genel bir tanım. Bir bölgede iki grubun ne kadar "ayrı" olduğunu ölçmenin bir sürü değişik yolu var. Misal olarak zencileri ve beyazları ele alalım. Belirli bir coğrafı alandaki (örneğin istatistiki metropol (MSA)) "toplumsal ayrım" iki grubun üyelerinin yaşadıkları yer olarak birbirine ortalama uzaklığı veya diğer gruba nazaran kendi grup üyelerine yakınlığı ile ölçülürse farklı bir sonuc, o coğrafı bölgenin her bir alt birimindeki (örneğin "census tract" denen bölgeler) zencilerin mevcudunun bölgedeki toplam zenci nüfusuna oranı ile beyazların mevcudunun bölgedeki toplam beyaz nüfusuna oranı arasındaki farkları toplayıp (tüm alt coğrafı birimler için) ölçersek daha farklı bir sonuç elde edebiliriz. Tahmin edilebileceği gibi altbirimlerinizi ve ana coğrafı bölgenizi nasıl tanımladığınıza göre iki grubun ne kadar "ayrik" olduğuna dair bambaşka sonuçlar almak mümkün (maalesef). Buna literatürde "Modifiable Areal Unit Problem" deniyor. Bu ve benzeri konular başlı başına bir literatür doğurmuş durumda. Toplumsal ayırım her ülkede, çeşitli coğrafı ölçeklerde, farklı gruplar arasında farklı ölçülerde de olsa mevcut. Türkiye'de Kürtler ve Kürt olmayanlar, Almanya'da Türkler ve Almanlar. Amerika'da zenciler, Hispanikler ve beyazlar. Doğal olarak ayrımın derecesi gruplara göre değişiyor. Bazı gruplar birbirlerine daha yakınken diğerlerine çok daha uzak olabiliyor. Hollanda'dayı ele alırsak Hollandalılar'in Endonezyalılara hem fiziksel anlamda hem de kültürel olarak Türkler'den daha yakın olduğunu ve bunun sıradan bir Hollandalı vatandaşın Endonezyalılara Türklere nazaran daha az önyargı ile bakmasına sebep olduğunu tartışan çalışmalar var. Toplumsal ayrımın toplumların refahına birçok olumsuz etkisi olduğunu tartışan makaleler mevcut. "Peer effects" dedikleri ve bireylerin birarada bulundukları insanların (arkadaş, akraba, komşu vs.) tercih ve dünyaya bakışlarından etkilenmeleri olarak adlandırabileceğimiz olgu bunda rol oynayan etmenlerden sadece biri. Temel argüman, belirli alanlarda (eğitim, sosyal sermaye, saglik) diğer grupların gerisinde kalmış, veya bırakılmış toplulukların (örneğin Amerika'daki zenciler) aynı konularda daha ileride olan gruplardan "segregated" olmasının, zenciler arasında "negative peer effect"i güçlendirdiği ve zencilerin"positive peer effect"ten yararlanamaması. Bu konuda son zamanlardaki ampirik çalışmalar arasında benim çok çarpıcı bulduğum bir tanesi kısaca sunu yapıyor: Amerika'nin farklı şehirlerinde, ırksal kompozisyon olarak birbirinden farklı liselerdeki zenci, Hispanik ve beyaz öğrencilere kendi okullarından en çok sevdikleri, kendilerini yakın hissettikleri bir veya birkaç arkadaşın ismini söylemeleri isteniyor. Bu şekilde her okuldaki her öğrenci için kaç kişinin kendisini iyi arkadaş olarak gördüğüne göre bir popülerlik endeksi oluşturuyorlar. Bu endeksi ayrıca öğrencinin ismini sayan insanların etnik grubuna göre ayrı ayrı hesaplıyorlar. Sonra da bu endeksin üç farklı etnik grup için ayrı ayrı nelerden etkilendiğine bakıyorlar. Sonuç gösteriyor ki özellikle Hispanik öğrencilerin ve daha az ölçüde olsa da zenci öğrencilerin kendi grupları içindeki popülerlik endeksi not ortalamaları berlirli bir seviyenin üzerine çıktıkça belirgin şekilde düşüyor. Beyazlar arasında böyle bir azalma yok. Aksine, popülerlik GPA ile doğru orantılı artıyor. Bu çalışmanın bir nedensellık iddiası yok ama çarpıcı ve açıklanması gereken bir sonucu ortaya koyuyor. Savlardan biri bu sonucu "punishment for açtıng white" denilen fenomene bağlıyor. Çok çalışmak zenci ve Hispanik öğrenciler arasında "beyaz" bir aktivite olarak "kötü" bir imaja sahipse çalışkanlar bu yüzden arkadaş gruplarından dışlanıyor olabilirler. Özellikle Amerika dünya üzerinde "residential segregation" açısından çok vahim bir tablo sergiliyor. Bunda rol oynayan başlıca etmenler iki grup (zencier ve beyazlar) arasındaki ortalama gelir farkı, iki grubun da kendi grup üyelerine yakın olmayı daha fazla tercih etmeleri, emlak piyasasında üstü kapalı olarak yapılan ayrımcılık, devletin sağladığı ilk ve orta okul sisteminin yerel finansmana ve özellikle de yerel emlak vergilerine dayanması, 1954'te başlayan ve zamanla tüm eyaletleri kapsamına alan eğitim sistemindeki zenci öğrencilere beyazların gittiği okulların kapısını açan uygulama ("school desegregation"). Şu anki tablo eminim Amerika'da yaşayan veya yaşamış olanlara yabancı değil. Fakir ve çoğunlukla zenci ve Hispanik vatandaşlara terk edilmiş bir "downtown" ve şehir merkezinin dışında beyaz dominant çok daha varlıklı yerleşim yerleri (suburbs). Peki bu tablo hakikaten kötü bir tablo mü? Meseleye etik açıdan yaklaşınca cevap muhtemelen evet. Tabi "mağdurlar"a sorulduğunda acaba bu durumdan şikayetçiler mi, veya tam olarak neden şikayetçiler araştırmak lazım. "Efficiency" veya toplam refah açısından yaklaştığımızda bazı ekonomistler belirli ölçüde toplumsal ayrım iyi olabilir, çünkü birbirleriyle iyi anlaşan, birbirine benzeyen insanların beraberliğinin üretkenliği ve toplumsal yardımlaşmayı artırdığı durumlar olabilir diyorlar. Bazılarına göre işe, eğer ayrılığa sebep olan insanların farklı bölgelerdeki demografik kompozisyonları verili alıp verdikleri bireysel kararlarının bir sonucu işe, aynı bireylerin fiyatı verili alıp talep ve arzlarını belirledikleri etkin ("efficient") bir serbest piyasa tahayyülündeki gibi, en etkin sonuç gözlemlediğimiz "toplumsal ayrım"dir. Dolayısıyla, yine aynı görüşe göre bu işleyişe müdahele etmek, bir şeyleri düzeltmeye çalışmak yersizdir. Peki ya piyasa işlemesi gerektiği gibi işlemiyorsa? Ya ortada "market failüre" olarak adlandırabileceğimiz bir çarpıklık varsa? Bu ve bunun gibi sorular bizi ikinci yazının konusuna getiriyor. Birçok sosyal bilimci toplumsal ayrımın sebeplerini, bu sürecin dinamiklerinin nasıl işlediğini araştiriyor. Bir sonraki yazıda Schelling'in 1971'de Journal of Mathematical Sociology'de yayımlanan çalışmasından ve toplumsal ayrılığın dinamiklerine dair diğer bazı konulardan bahsetmek istiyorum. Not:"Racial segregation" üzerine Wikipedia'dan bilgi almak mümkün.

Turkan Saylan ve cocuklar

Turkan Saylan'in basina gelenlere kizanlarin, hukuka olan guvenlerinin bu olayla yikildigini iddia edenlerin samimiyetlerine inanmakta gucluk cekiyorum. Gecen gun bunlari dusunurken aklima tutuklanip yillarca hapis cezasina mahkum edilmek istenen onlarca cocuk gelmisti. Yildirim Turker benim aklima gelenleri de icine alan cok guzel bir yazi yazmis. Paylasmak isterim.

Türkan Saylan'ı seviyor musunuz?

Türkan Saylan’ın evindeki arama Ergenekon davasının orta yerine tahrip gücü benzersiz bir bomba olarak düştü. Türkan Saylan, bu memleketin kıymetlilerindendir. İlhan Selçuk gibi yanlış yatırımlarla geçen hayatının sağlamasını üzerimizde yapmaya kalkan sözde duayenlere benzemez. Kimileriyle fikirdaşlığı vardır. Saylan da hayatı açıklarken laiklik konusundaki kaygılarını odak alır. Ama Ergenekon taifesinden çok ama çok önemli bir farkı vardır. Türkan Saylan, inandıkları konusunda içtendir. Her şeyden önce, şunca yıldır tanık olduğumuz serüveniyle bir insan, bir vatandaş olarak, aklının-ruhunun tartısı iyice sapıtmışlar dışında herkesin hayranlığını kazanmıştır. Onun mesleğine ve insan sevgisine adanmışlığı, yoruma gelecek şey değildir. Açık ve malumdur. Öte yandan Türk Emniyeti’nin hoyratlığı, yüce Türk Hukuku’nun siyasetle iç içeliği de bu memlekette yaşayanlar için açık ve malumdur. Saylan’a reva görülen, milyonlarca insanı inciten muamele, söz konusu kurumların fevkalâde hassas ve kibar hallerini yansıtıyordu. Bunu da, iyimserlik gözlerimi kör etmemişse, biliyoruz inancındayım. Bu memlekette kendisi, yakınları ya da tanıdıkları bu muamelenin kat kat be kat ağırına maruz kalmamış, işkenceden, keyfi gözaltından geçmemiş, hakarete uğramamış kimse yoktur. Dolayısıyla hayatlarının ilk siyasileşme frsatını Türkan Saylan’a yöneltilen kuşkuyla, onun polisle yüzleşmesiyle yakalamış olanların güvenlik kuvvetleri-hukuk uygulamalarına yönelik itirazlarının içtenliğine inanmak bana gerçekten imkânsız geliyor. Devamını okumak için tıklayınız...

16 Nisan 2009 Perşembe

Ergenekon - Yeni Dalga

Burak'in postuna bir ekleme olacak bu. Öncelikle teşekkürler Burak, benim de söylemek istediklerimin çoğunu ifade etmişsin. Zan altındaki kişilerin sahip oldukları kamusal imajdan yola çıkarak ve tamamen dava ile ilgili varolan (olumlu ya da olumsuz) önyargılara dayalı olarak yapılan yorumlar çok sinir bozucu. Özellikle bu son tutuklama dalgası hakkında normal şartlarda fikren anlaşabileceğim insanların anlaşılmaz tepkiler verildiğini gördüm. Bir insanın yaşlı ve kanser hastası olması, küçük kızları okula göndermesi neden suçsuzluk garantisi olarak gözümüze sokulmak isteniyor ki? Su an itibariyle ben ortada Ergenekon'un ne olup ne olmadigi konusunda kesin kanaata varacak kadar bilgi oldugunu dusunmuyoyum. Yalniz kesin inandigim birsey var: Turkiye'de kendini gercekten vatansever olarak goren, Turk toplumunun devlet eliyle modernlestirilmesi projesinin yarim kaldigini ve devaminin su anki politik ve sosyal degisimler yuzunden tehlike altinda oldugunu dusunen, ve toplumun bir adim ilerisinde olan "aydin"lar olarak bu degisimi geri cevirmek icin gorevin kendilerine dustugune inanan onemli sayida kuvvet sahibi insan var. Bunlardan kaci ve hangileri bu gorevi yerine getirmek icin siddet kulllanan bir orgute basvurmayi makul kabul eder, bunu tabii ki bilemem. Ama kendi devrim tarihimize bakarsak, ve soz konusu gruptan pek cok kisinin ayni zamanda hala o caga ait pek cok fikre kayitsiz bagli kaldigini goz onunde bulundurusak, umdugumuzdan cok daha fazla insanin bu gruba dahil oldugunundan korkmaliyiz diye dusunuyorum. Butun bu gelismeler arasinda Turkiye icin en aci ve en kalici zarara sebep olan nokta tum ulke olarak (bu dava sureci dahil) yargi sistemine olan guvenimizi tamamen kaybetmis olmamiz. Boyutlari ve kapsadigi insanlari tartisabiliriz ama ideal sartlarda bu tip bir davanin Turkiye'nin karanlik gecmisine dair belli seyleri ortaya cikaracagi konusunda sanirim cogumuz anlasiriz. Bu ulke icin inanilmaz bir donum noktasi ama yargi sisteminin tamamen politize oldugu kanisi o kadar yaygin ki, bu karanlik gecmisi aralarken gelecekte hesaplasmak zorunda kalacagamiz daha buyuk bir sakatlik yaratiyoruz. (Bence bu sakatligin olusmasindaki donum noktasi da -tekrar ayni konulari donmek istemesem de- Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararidir.) Sonuc ne olursa olsun, Ergenekon davasinin ne "taraf"inda olursak olalim, sevinmek icin sebep az.

TSK'dan Türkiye Halkı Vurgusu

İlker Başbuğ'un Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı ‘Yıllık Değerlendirme Konuşması’ndan bazı alıntılar oldukça ilginç. Konuşmada Başbuğ demokrasi savunuculuğu kisvesi altında TSK'yı yıpratmaya çalışan çevrelerin varlığından, bu çevrelerin orduyu din karşıtı olarak göstermeye çalışmasından yakınıyor, Türk ordusu "halktır, halktandır, halk içindir" söylemini vurguluyor. Bütün bunlar pek de sürpriz sayılmaz. Bence dana önemlisi Başbuğ'un Türkiye halkı vurgusu idi. Türk kelimesinin sıfat değil isim olarak algılanmasi gerektiğinin altını çiziyor Genel Kurmay Başkanı. Milliyet gazetesinden doğrudan alıntı yaparsak: [Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ ] Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir devrim, devrimin amacının ise bir ulus devletin yaratılması olduğunu kaydetti. Bu düşünceden hareket ederek Atatürk’ün, Türk milletini "Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir" şeklinde tanımladığını anımsatan Orgeneral Başbuğ, "Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdir? Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada - ki burası Türkiye’dir - yaşayan halkın bütününü, yani hiçbir dini ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir. Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete ise Türk milleti denileceği, Atatürk’ün ’Türk milleti’ tanımında açıkça yer almaktadır" diye konuştu. Peki bu açıklamaları nasıl okumak lazım? Türk halkı ifadesinin 'etnik bir tahayyül olarak Türk milletini değil, aynı coğrafyayı paylaşan ve ortak bir ülkü etrafında toplanmış bireyler bütününü vurguladığını, zaten ordunun bunu önceden beri bu şekilde gördüğünü duyuruyor Başbuğ. Açıklamanın tonundaki "Bu söylediklerim zaten hepinizin malumu" tarzı bir doğallaştırma çabasını pek inandırıcı bulmadım açıkçası. Gerek ordunun gerekse siyasi erkin Türklük kavramına ezelden beridir (hatta halen bile) böyle bakmadığını, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze izlenen politikaların yukarıda ifade edilen anlayışla zaman zaman çeliştiğini biliyoruz. 'Türk etnik kimliğinin' geçmişte topluma dayatılmadığını ima etmek, geçmişi inkar etmek olmuyor mu? Bu görünürdeki inkar şaşırtıcı değil. Tabi ki gerek ordu gerek siyasi partiler bir açılım yapacaklari zaman bunun fikirsel ve ideolojik bir değişim veya dönüşüm olduğu izlenimini veremezler, vermek de istemezler. Açıklamanın TSK'nın üst düzey mercileri tarafından gerçekten bu şekilde görülüp görülmediğini, veya ne kadarının bu görüşe katıldığını tartışabiliriz. Fakat bu o kadar da önemli değil. Önemli olan nokta benim bildiğim kadarıyla Türk milleti yerine Türkiye halkı vurgusunun TSK tarafından ilk defa yapılıyor olması. Zamanlama tesadüfi olmadığına göre sorulacak soru şu: Bu Taha Akyol'un iddia ettigi gibi TSK'da Org. Özkök'le başlayan ve Org. Başbuğ ile devam eden bir zihniyet değişimine mi işaret ediyor yoksa TSK etnik ve dini eksenli kutuplaşmanın aldığı boyuttan duyduğu endişe ile bu adımı zorunlu mu gördü?

15 Nisan 2009 Çarşamba

Yanlış Savunma

Ergenekon soruşturması kapsamında en dikkat çekici, en vicdan ezici tutuklamalar-ev aramaları yapıldı geçenlerde. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin üst düzey yöneticileri, "Baba Beni Okula Gönder" kampanyasının sorumluları göz altına alındı. Gerçi kampanyanın yetkilisine göre, finansman ve dernek faaliyetlerinin bilinmeyeleri konusunda birkaç soru sorduktan sonra serbest bırakmışlar; tüm açıklamaları bu adreste.
Bu son dalga eleştirilirken, en çok şu lafı duydum ben: "Türkan Saylan gibi bir eğitimcinin, burs sağlayıcının göz altına alınması, Baba Beni Okula Gönder gibi eğitim gönüllüsü bir kampanyanın zan altında kalması bu olayın aslında ne olduğunun göstergesidir."
Ters çeviriyorum. Fethullah Gülen gibi bir eğitimcinin, burs sağlayıcının göz altına alınması, yurtdışında açtığı bir çok okulla Türkiye'yi tanıtan bir eğitim gönüllüsünün sürgün edilmesi, bu olayın aslında ne olduğunun göstergesidir. 
Ne değişmiş peki?
Ergenekon konusunda yapılan en büyük hata bu. Her göz altı dalgasına verilen fevri tepkiler. Ben daha önce de belirtmiştim gene bu blog'da, yargı süreci başladığından beri yayınlanan itirafları, soruşturmalarda ortaya çıkanları okudunuz mu, takip ettiniz mi? Ergenekon davası hakkında ne biliyorsunuz? Yoksa Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin şartlandırmasıyla, bu davada hiç aşama kaydedilmediğini, bütün tutuklamaların yalan olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Ergenekon oluşumu hakkında soru işareti oluşturmak hepimizin hakkı, çünkü nereden baksan travmatik bir olay. Fakat davayı kayıtsız şartsız baltalamak da, davaya kayıtsız şartsız destek vermek de saçmalık. Yukarıda verdiğim örnek bir Fethullah Gülen güzellemesi değil, kendisini tamamen dinsel sebeplerden dolayı sevmem zaten; sadece partizanlığın insanı nerelere götürebileceğini anlatmaya çalışıyorum.
Körleme-bodoslama olaya atlamanın kimseye faydası yok. Eleştiri yapılacaksa da, fevri değil soğukkanlı, tartarak, kanıt yoluyla. Yoksa "Benim karım Brezilya'ya gitmemiştir, bu ne biçim bir iftira!" deyip bahsi geçen pasajdaki ana noktayı kaçıran Uğur Dündar gibi oluruz.  

Ahiret Soruları

Radikal'de çıkan habere göre bir kimya sınavında sorulan soru dini öğeler içeriyormuş. Heman alıntı yapalım: “X şahsı hayatı boyunca 3.10 üzeri 22 tane iyilik ve 4.10 üzeri -2 mol kötülük yapıyor. Hesap günü mizanda iyilik ve kötülükleri tartılıyor. İyilikleri ağır gelirse cennete, kötülükleri ağır gelirse cehenneme, tam nötrleşme olursa Araf’a (hayvanların ve delilerin barınacağı yere) gidecek. Bu şahsın hesabı görülünce durumu ne olacak. İşlem yaparak sonucu bulunuz (N: 6.10 üzeri 23).” Benim anlamadığım konu şu: Bir mol iyilik ve bir mol kötülüğün kütleleri ne kadar? Soruda veri eksikliği var öğretmenim! (off metafor...)

13 Nisan 2009 Pazartesi

Şiddetle Taraf Tutmak

Yukarıdaki başlıktan 3 anlam çıkıyor, 3'ü de aşağıda anlatmak istediklerimi karşılar.
Derbi maçında çıkan kavgayı biliyorsunuz. O konuda şurada ve şurada değerlendirmelerimi yaptım kısaca. Olaydan bir gün sonra köşe yazarlarının, televizyon yorumcularının dedikleriyle durumun vehameti daha da ortaya çıkıyor. Şiddetin bu kadar meşrulaştırılması rahatsız edici. 
******************************
Satır arası. Geçen hafta daha burada Türk polisinin taraftara uyguladığı gereksiz şiddeti eleştirdik. Bugün başka bir haber okuduk polisin Kürtçe pas isteyen çocukları dövdüğüne dair. Zaten Nevruz ile 1 Mayıs arası polis ciddi bir eğitim sürecinden geçer, ama bu sene olay biraz abartıldı sanki. Neyse, grand finale'e 2 hafta kaldı, o zaman göreceğiz neler olacak.
******************************
Benim aklıma takılan konu biraz daha farklı. Sağda solda maçta çıkan olaylar ile ilgili yapılan yorumlara bakıyorum; sağduyulu birkaç kişi haricinde şu eksende gidip geliniyor:
1. Önce onlar başlattı, o vurdu, delikanlıydı vs. Yani tuttuğu tarafı haklı çıkarmak için bahane aramak.
2. Hakem oyunun tansiyonunu arttırdı, federasyon tezgah kurdu. Yani 3. tarafa suçu atmak.
3. Beşiktaş taraftarı şikeci, şerefsiz, küçük, hazımsız vs. Kendi tarafının başarısızlığını başkasının başarısını küçük görerek hafifletmek.
Şu olayın "Ermeni tehciri tartışmaları" ile paralelliği harika. Ha "önce Lugano vurdu" demişsin, ha "Ermeni çetelerine tepki gösterdik". Ha hakeme suç atmışsın, ha "Batı'nın oyunu, Fransızlar abarttı, Büyük Ermeni Devleti kurulacak işte Hans Goeteller'in haritası" demişsin. Ha Beşiktaş taraftarına saldırmaya başlamışsın, ha her sene ABD'nin soykırımı tanıma girişimini "Ermeni lobisi şöyle böyle" diye küçümsemişsin. 
Ciddi bir toplumsal travmadan muzdaripiz. Bu paranoyadan nasıl kurtulunur bilmiyorum, ama kendi tuttuğu tarafın müdahili olduğu bir eylemi haksız görüp yermenin kendi tarafını küçük düşürüp karşı tarafa hak tanıma olduğunu düşünüyoruz. Sonra gelsin "şerefsiz"ler, gitsin "hain"ler. 
At gözlüğü takanların gözlükleri atması elzem. O inanmadığımız evrim bizi gelir bulur belki bir gün, ne diyeyim.

8 Nisan 2009 Çarşamba

İsmin Şaşırmış Hali (-ne, -nea)

Obama'ya bir öğrenci (ismi Defne Gönenç), çok iyi İngilizce bildiği halde Türkçe soru sormuş. Milliyet'te bunu ana sayfasına haber yapmış.
Ben bunda övünç, kıvanç vs. duyulacak birşey göremiyorum; bırak haber niteliğini. Onu geçtim, babası da şöyle tepki vermiş:
"Kızının Obama'ya soru sormasını İzmir'de televizyondan izleyen İzmir eski defterdarı, DSP Çeşme Belediye Başkan adayı Mete Gönenç, sevinçten kendini yerlere attığını belirterek, “Kızım politika yapmaz. ABD'de okurken oradaki arkadaşlarına ‘Siz hangi lisanları biliyorsunuz’ diye sormuş. Onlar da ‘Bizim lisan bilmemize gerek yok, biz Amerikalı'yız’ demişler. Defne, Türkiye'ye karşı uygulanan bu çifte standarda üzülmüş. Dil bir simgedir. Türkçe soru sorarak muhteşem bir davranışta bulundu. Onunla gurur duyuyorum. Ağlayabilsem ağlardım ama o an koptum ve kendimi yere attım. O anki duygum o kadar yüksekti ki tarif edemem. Sorusunun ardından cep telefonunun çekmeyeceğini bildiğim için sadece ‘Muhteşemsin’ diyerek mesaj attım” diye konuştu."
Obama'ya birşey mi kanıtladık? ABD'lilere "Bakın Türkler dillerine sahip çıkıyor mesajı mı verdik? Nedir bu ulusal gurur tafraları? Bu ne yani?
Lost izlerken bu kadar kafam karışmıyor yahu benim.

İsmin İronik Hali (-ha, -hö)

Moldova'da komünistlerin seçimlere hile karıştırdığı ve haksız şekilde iktidara geldiğini düşünen anti-komünistler isyan çıkardı. Türk polisini göreve davet ediyorum.

7 Nisan 2009 Salı

İsmin Koyun Hali (-i)

Bilindiği üzere haftasonu bir Beşiktaş Çarşı grubu organizasyonu hiç hoş olmayan şekilde sonuçlandı. Organizasyon basitti aslında; takım otobüsü stada gelirken meşalelerle karşılanacak, ardından da stada yollanacaktı. Bir şekilde arbede çıktı.
Eğer siz olayları Hıncal Uluç, Gürcan Bilgiç, Erman Toroğlu gibi renk sempatileri at gözlüğü 
formuna dönüşmüş insanlardan, ya da 1 Mayıs'ta dahi "Ama polis de haklı" diyen post-1980 travmasını atlatamamış popüler basından takip ettiyseniz Beşiktaşlı taraftarlara haklı olarak küfretmiş olabilirsiniz. Ama eğer sağduyulu olup, olay anında orada bulunan insanlarla konuştuysanız, görüntüleri izleyip fotoğraflara baktıysanız, azıcık da saksıyı çalıştırdıysanız olayların iç yüzünü anlarsınız.
Cüssesi gereğince ancak 6 polis tarafından orantılı bir şekilde zapt edilen bir taraftar. Ortadaki polisin "Sus geçiririm dipçiği ifadesi ise "priceless".
Öncelikle popüler basında var olan iddialara göz atalım.
1. Çarşı trafiği kapattı: Takım otobüsünün gelmesi beklenirken Beşiktaş taraftarı manyak mı da trafiği kapatsın? Otobüs gelene kadar trafiğin kapatılması diye bir durum söz konusu olabilir mi? "Trafiği kapatalım da futbolcularla Kazan'da rakı sofrası kuralım" mı diyordu bu insanlar?
-Trafiğin 15-20 kişi tarafından aksatıldığı resimle trafiğin açık olduğu resim arasındaki tek fark nedir? 
-Birinde polis var, diğerinde yok.
Otobüs geçtikten sonra olanı irdeleyelim. Eğer bir Beşiktaş maçı zamanı Beşiktaş Dolmabahçe taraflarında bulunmuşsanız ritüeli zaten bilirsiniz. Bilmeyen için anlatalım. Millet Beşiktaş Çarşı'da buluşur, yer, içer; takım otobüsünün geçeceği zamana yakın kaldırıma dizilir, sonra da marşlar eşliğinde stada yürür. Kalabalık bir grup stada yürürken arada yola taşar, hatta yolu kapattığı bile olur; orada görevli polisler de bu kalabalığı kaldırıma yönlendirir. Bu o kadar rutin bir olay ki. Bakınız, doğru ya da yanlış demiyorum; rutin diyorum. İstanbul Emniyeti'nin bu duruma hazırlıklı olduğundan bahsediyorum. Bunun hep yaşanan bir olay olduğundan bahsediyorum. Sanki o güne has bir olaymış gibi lanse edilmesindeki yanlışlığa dikkat çekiyorum.
2. İzinsiz gösteri yapılmış: Yahu insaf! Bu gösteri Beşiktaş forumlarında planlanmış, yönetim aracılığıyla Valilikten izin alınmış. Popüler gazete okuyan insanlar bile bu gösteriden haberdar! Bu ne mi demek? Bakınız Milliyet Gazetesi'nde geçen Çarşamba yayınlanan haber. Olay bu kadar masum bir organizasyon. Anarşist oluşum muamelesi yapanlara aldırmayın siz.
3. Taraftar polise saldırdı: Nasıl bu kadar emin olup da söylüyorsunuz bunu? Orada mıydınız? Olayların nasıl cereyan ettiği konusunda bir fikriniz var mı? Tarihimizde gösteriye karışan provokatör örnekleri doluyken, 4 polisin nasıl yaralandığı belli değilken, binlerce sivil biber gazı, tazyikli su, cop yemişken; "4 polis yaralanmış, taraftar haksız" demeye vicdanınız nasıl el veriyor? Biber gazından ağlayan çocukları, yaşlı insanları görmediniz mi medyada? Nedendir tüm yorumlarda taraftara yüklenip polisi yüceltmek?
Polise saldıran bir taraftar ve son derece orantılı uçan tekmeyle aldığı yanıt.
Şu noktada olay yerinde bulunan bazı arkadaşların yazdıklarından alıntılar yapmak istiyorum:
"Yalan diyorum çünkü ortada Barbaros Bulvarında Beşiktaş taraftarları yüzünden trafiğin tıkanması diye bir şey yok. Yolun iki tarafına sıralanmış Beşiktaş taraftarları kaldırımda ve orta refüjdeyken trafik zaten tıkalıydı. Polisten önce yola giren taraftarları kaldırımdakiler uyarıyordu bizzat ben şahidim. Başından sonuna kadar barbaros bulvarında bulundum kimse bana çıkıpta trafiği Beşiktaşlı taraftarlar kapattı martavalını uydurmasın. Yola çıkılan tek yer Kazan'ın önüydü, orada da takım otobüsü geçtikten sonra yolu açmak adam gibi bir polis teşkilatı olsa çocuk oyuncağı olmalıydı. Polisle olan olaylara tanık olduğum yer olan Dolmabahçe'deki ağaçlı yol civarlarında ise ilk ne olduda ortalık karıştı göremedim. İlk gördüğüm ben kaldırımdan yürürken önümdekilerin geriye dönüp üzerimize doğru koşmasıydı. Sonrası kıyamet. Bakın tekrar söylüyorum yolu kapatmak, izinsiz gösteri yürüyüşü yapmak falan demiyorum, kaldırımda stadyuma giderken üzerimize polis saldırdı diyorum. Organizasyon daha iyi olurdu olmazdı başka bir mesele, hatalar vardı yoktu başka mesele. Ama kimse çıkıpta bana polisin davranışını meşru göstermeye çalışmasın. Ayıptır. 1 metreden insanların üzerine panzerle su sıkıldı, heryere rastgele biber gazı atıldı, jop kesmedi biber gazı tabancasının dipçiğiyle insanlara vuruldu. Ağızlarından salyalar akıta akıta tekmelerle saldırdılar. "
Her yıl bahar aylarında Taksim - Beşiktaş taraflarında görülen bir doğa fenomeni. Gazus biberus.
"Ne çarşısı? Barbaros bulvarında önümde 40lı yaşlarında bir kadın yanında 10 yaşında kızı bana meşaleleri nerden aldınız biz bulamadık diye soruyordu. Kucağında çocuğu olan adamlar jop yiyordu hangi çarşı? Polisin yaptığı yanlış ama Beşiktaş taraftarında da hata var diyorsunuz ya işte o zaman kimse polisin hatasını iplemiyor farkındasınız değil mi? Çünkü kabul edilmiş herşey, insanlar polisten sopa yemeyi kanıksamışlar, bununla yaşamaya alışmışlar, ortada sakince halledilebilecek bir şey varken bile iş çığırından çıkınca "e polis ne yapsın, sizde öyle yapmasaydınız" diyorlar. "
"saat 17.30 da stad tarafından beşiktaş tarafına taksiyle geçtim. o saatte stad ile kazan'ın önü arasında ne bir tarafta ne bir polis vardı. kazan'ın önünde indik. insanlar yola çıkmışlardı. saat 17.45 te kazan'ın önünde 1 adet polis yoktu. yola çıkmış 50 kişiyi kaldırıma yönlendirmek 10 dakikalık iş olurdu. 
görüntülerde dikkat ederseniz, su sıkılan panzerlerle saldırılan yer stadın orası. stadın orada yol açma çalışması olmaz. kazan'ın orada olsa anlarım. zaten stada gelmiş insanları orada açmaya çalışmak kadar abzürt bir şey yok. 
polis'in orada yaptığı şey, tamamen sokak kavgası mantığıyla sen bana yaptın ben de sana yaparım mantığıyla yapılan şeydir. yolda yürürken 1-2 polisin dövülmüş olduklarını gördük. yani tahmin ettik. bunun acısı çıkartıldı."
Haddi bildirilen bir ufak anarşist. Yılanın başı küçükken ezilmeli.
"takım otobüsüyle beraber binlerce kişi stada akın etmeye başladı. (oysa otobüs erken gelseydi, kimse geç kalmamak için koştura koştura o stada akın etmeyecekti) polis önce akaratler önünde taraftarı durdurdu ve geri gitmelerini istedi. bunun üzerine ıhlamurdere'ye dönerek arkadan stada gitmek isteyen taraftar, dolmabahçe'nin önünde polis tarafından tekrar engellendi. dolmabahçe'ye kadar gelen ve tek yapmak istediği maça gitmek olan taraftarlar, o noktadan sonra geri gitmek istemediler doğal olarak oysa polis anlamsız şekilde bir anda orantısız güç kullanmaya başladı, önce göz yaşartıcı attılar, hemen ardından panzer geldi ve insan gibi stada girmek isteyen insanların üzerine basınçlı su sıkmaya başladı. bu arada ön kısımdaki taraftarlar geriye gelmeye başladılar, işte bu anda sosyal patlama meydana geldi. ön kısımdan gelen ve dayak yemiş, gözleri kan çanağına dönmüş insanları gören iyi durumdaki taraftarlar çıldırdı! önce millet birbirine "kaçmayın, kaçmayın" diye bağırmaya başladı, sonra sol yumruklar havaya kalktı, "gündoğdu" marşını söylerek taraftarlar ilerlemeye başladılar. bu arada polise de güç kullanılmaya başlandı, millet elinde avucunda ne varsa, atmaya başladı polisin üzerine. swissotel'in önünden itibaren nefes almak ve gözleri açık tutmak olduça zordu, buna rağmen taraftarlar ilerlemeye devam edince çevik kuvvet yönünden eksik olan polis stadın güney kısmına çekildi. polis geriye çekilince, ortalık yatıştı, ancak atılan gaz yüzünden bir çok kişi dolmabahçe'den ileri gidemedi bir süre. gidenler de* ancak atkımızı ağzımıza burnumuza iyice dayayarak ve az nefes alarak durumu atlatabildik."
Hangi açıklamaya (resmi, popüler basın, birebir şahit) inanacağınız size kalmış. 
Benim şahsi görüşüm şudur: 
a) Polisin geçen 1 Mayıs'ta erittiği biber gazı stoklarından sonra, yeni ısmarladıkları ürünleri test etme dürtüsü, 
b) Türk polisinin bir yerde toplanmış insanlar görünce otomatikman "Bunlar anarşist, yasadışı gösteri bu, saldırın" diye koşullanmış olması, 
c) Beşiktaş taraftarının politik kimliği sebebiyle zaten Emniyet tarafından sevilmemesi, 
d) Böyle bir olaydan sonra basın desteğini bulacaklarını bilmeleri,
e) En baştan yeterli önlem alınmaması, önlem almamanın sonucunda polisin sorgulanmayacağını bilme rahatlığı (Kanlı 1 Mayıs bile kaç yıl sonra sorgulandı, Beyazıt olaylarını daha sorgulayan yok..)
Bu olayların bu aşamaya gelmesini sağlamıştır. Bu tür toplu gösterilerden sonra insanlar "Aman onlar da yapmasalarmış canım" dedikçe, polisin yeterince önlem almaması, erken müdahale etmemesi, lojistik hataları sorgulanmadıkça, polis koşulsuz meşru bulunmaya devam edildikçe bu olayların sonu gelmeyecektir. Çocuk-yaşlı demeden insanlara işkence etmeyi haklı gören, her müdaheleye "orantılı güç" kılıfı uyduran bir polis, benim polisim değildir. 

6 Nisan 2009 Pazartesi

Obama'nın TBMM'ye Yaptığı Konuşmanın Ham Metni Yayınlandı

Amerika Birleşik Devletleri başkanı Barack Obama'nın Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne hitaben yaptığı konuşmanın ham tutanak metni TBMM sitesinde yayınlandı. Obama konuşmasına Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olduğunu vurgulayarak başladı: "Sayın Başkan, Sayın Başkan Yardımcısı, sayın üyeler; bugün bu Mecliste konuştuğum için onur duyuyorum ve ülkelerimiz arasındaki dostluğu ve müttefikliği devam ettirmeyi amaçlıyorum.

Bu, Amerika Birleşik Devletleri Devlet Başkanı sıfatıyla yaptığım ilk ülke ziyareti. Daha önce G20 zirvesine Londra'ya, NATO zirvesine Strazburg'a, Kehl'e ve Prag'taki Avrupa Birliği zirvesine gittim. Bana, ziyaretimi Ankara'ya ve İstanbul'a devam ettirmeyi bir mesaj vermek için yapıp yapmadığımı soranlar oldu. Buna cevabım çok kolay: "Evet." (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Türkiye, Amerika Birleşik Devletlerinin önemli bir müttefikidir. Türkiye, Avrupa'nın önemli bir parçasıdır ve Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri birlikte çalışmalı, birlikte çalışarak zamanımızın güçlüklerini çözümlemelidirler"

Konuşma metninin devamına buradan ulaşabilirsiniz.

5 Nisan 2009 Pazar

Kuzey Kore Neden Menzilli Füze Fırlattı?

Bu sabah hepimiz "Kuzey Kore uzun menzilli füze fırlattı" haberiyle uyandık. Kuzey Kore saatiyle 5 Nisan Pazar günü sabah 11:20 civarlarında, Kuzey Kore Kwangmyongsong-2 adlı menzilli füzesini fırlattı. Hem de bir çok uyarıya rağmen. Birleşmiş Millet'lerin Kuzey Kore'yi uyaran, nükleer programlarını ve silahlarını terk etmesini isteyen bir çok kararını ve de bir çok devletin uyarılarını görmezden gelerek. Bir kaç gün önce G-20 zirvesinde bir araya gelen Barack Obama ve Güney Kore devlet başkanı Lee de eğer alınan kararları Kuzey Kore ihlal ederse karşılığının ağır olacağını belirtmişlerdi. Peki bütün bu uyarılara rağmen neden Kuzey Kore bildiğini okuyarak, menzilli füze fırlattı? Bu soruya cevap vermeden önce, konunun evveliyatını bilmeyen, "Bu ne tip bir füzedir; bu füze denize düştü, kimseye zarar vermedi" diyenler için Kwangmyongsong-2 menzilli füzesinin ateşlenmesinin neden bu kadar tepkiye yol açtığını kısaca açıklayalım. Kuzey Kore'nin fırlattığı füzenin tipi Taepodong-2 olarak biliniyor. Taepodong-2 tipli balistik füzelerin ateşlenmesi üç aşamadan oluşur ve tam olarak geliştirilmesi için denemeler ve testler gereklidir. Kuzey Kore tarafından 1980'li yılların sonlarına doğru geliştirilen füze hakkında çok bilgiye sahip değiliz ama Taepodong-2 hem telekomünikasyon amaçlı uydu hem de nükleer savaş başlığı taşıyabilecek kapasiteye sahip. Bu son füzenin 4,500 kilometreye kadar da ulaşabildiği konuşuluyor. Bu da demektir ki Kuzey Kore uzaya uydu gönderiyorum deyip, Amerika'yı vurabilir. (Gerçi böyle bir durumda ABD füzeyi havada imha edebilecek ve geri cevap verebilecek teknolojiye sahip).
Kuzey Kore resmi haber ajansı Kore Merkezi Haber Ajansı tarafından yayınlanan 2009 tarihli fotoğraf
Hatırlarsanız bir önceki Taepodong-2 ateşlemesi erken saatlerde 5 Temmuz 2006'da yapılmıştı; yani 4 Temmuz Amerika Bağımsızlık günü kutlamalarından saatler sonra. Başarısızlıkla sonuçlandı ve bir kaç ülkenin (mesela Japonya) ticaret politikasında değişiklikler yaparak ekonomik açıdan zengin olmayan Kuzey Kore'yi cezalandırmaya çalışmasına neden olmuştu. İşte bütün bu sebeplerden dolayı Kuzey Kore'nin menzilli füze fırlatması uluslararası tepkilere yol açtı. Peki Kuzey Kore neden bu kadar risk aldı? "Testimi de yaparım, füzemi de fırlatırım," doğalı davranışının nedenleri nedir? Sonrasında sebep olacağı olaylar nedir? Kuzey Kore'nin Yeni ABD Hükümetine Göz Dağı Vermek İstemesi Hatırlarsanız Bush hükümeti zamanlarında Amerika Birleşik Devletleri'nin Kuzey Kore'ye karşı tutumu çok sertti. Kuzey Kore bu tutumu çoğu kez "saldırgan" olarak niteledi. 29 Ocak 2002 tarihinde, Bush Ulusa Sesleniş Konuşması'nda Kuzey Kore'nin "Şer Ekseni"ne dahil olduğunu söylemişti. 2008 senesinde Kuzey Kore'ye karşı uygulanan sert politikalar biraz hafifletilse de iki ülke arasındaki ilişkiler çok ekşimişti. Bir yandan da Kuzey Kore, ABD ile yüzyüze konuşmak istiyordu. Çin, Japonya, Rusya, ABD, Güney ve Kuzey Kore'yi kapsayan altılı görüşmeler yerine. Altılı görüşmelerin amacı Kuzey Kore'yi nükleer silah emellerinden vazgeçirip karşılığında ödül olarak para yardımı yapmaktı. Ama bu arada Bush koltuğundan indi ve yerine yumuşak başlı ve barışçıl olarak değerlendirilen Obama geldi. Bu füzenin fırlatılması da işte Obama'yı sınamanın bir yoludur. Kwangmyongsong-2 aslında politik bir deneydir. Son zamanlarda Afganistan sorunlarına odaklanmış olan ve Bush politakalarından uzaklaşmak isteyen ABD hükümetine "Biz de burdayız" demenin bir yoludur. Peki bu sabah Çek Cumhuriyeti'nde alkışlarla kocaman bir kalabalık tarafından karşılanan ve Kuzey Kore'nin artık cezalandırılmayı hak ettiğini söyleyen "barışçıl" Obama ne yapacak? Yumuşak güçle halledebilecek mi bu sorunu? Kuzey Kore işte böylece yeni hükümet ile ne kadar ileri gidebileceğini görmüş olacak. Kuzey Kore'nin Ocak ayında iki Amerikan gazetecisini tutsak olarak tutmasına rağmen, Obama görüşmelere devam edeceğini söylemişti. Peki şimdi ne yapacak? Kısacası Kuzey Kore, ABD hükümetine göz dağı vermek istedi. Kuzey Kore'nin Ekonomik Yardıma Muhtaç Olması Füzenin ateşlenmesi 2006 senesindeki gibi tamamen başarısızlıkla sonuçlanmadı; Taepodong-2 suya düşse de uçuş yörüngesinin ilk iki aşaması başarılıydı. Kuzey Kore, "Bakın biz başardık, siz ne derseniz deyin" der gibi. Bu da demektir ki Kuzey Kore konuşmalar için bu sefer masaya oturduğunda elinde daha fazla koz olacak. Amerikan medyasına göre 2000 senesinde Kuzey Kore lideri Kim Güney Kore ile bir zirveye katılması karşılığında 100 milyon dolar para elde etti. Kuzey Kore'nin ekonomik sıkıntı çektiğini ve yıllardır başka ülkelerin yardımıyla ayakta durduğunu da işin içine katarsak, alınan bu risk Kuzey Kore'ye anlaşmalarda daha fazla güç vererek, daha fazla para yardımı olarak geri dönebilir. Ya da geliştirdiği füzeyi satın alacak müşteriler bile yaratabilir. Kuzey Kore Lideri Kim'in Tekrar Otorite Sağlamak İstesi Hazırlarsanız Kuzey Kore lideri Kim Jong-il 1994'de ölen babasının yerine geçmişti. Kendisine "sevgili lider" olarak hitap ediliyor ve şu anda dünyanın en büyük ordularından birinin başında. Fakat Kim Ağustos ayında birdenbire ortadan yok oldu. Kuzey Kore'nin 60. kuruluş yıl dönümü kutlamalarına bile katılmadı. Bunun üzerine tabi bir çok teori ortaya atıldı. Japon medyası tek tük basında resimleri çıkan ve medyadan kaçan Kim'in aslında öldüğünü yerine O'nun gibi görünen başka birinin yerine geçip ara sıra ortada boy gösterdiğini iddia etti. CIA ajanları, Kim hasta ve ölmek üzere dedi. Daha sonra kalp krizi geçirdiği haberleri yayıldı ve Kuzey Kore tarafından yayınlanan raporlar "iyileşti bile" dedi. Daha sonra Francois-Xavier Roux adlı Fransız bir doktor Kim üzerinde beyin ameliyatı gerçekleştirdiğini açıkladı.
Kore Merkezi Haber Ajansı tarafından yayınlanan Kim'i orduyu selamlarken gösteren fotoğraf
Şu ana kadar Kim'in elimizde geçtiğimiz aylarda çekilmiş orduyu selamlayan üç fotoğrafı var ama BBC bu fotoğrafların sahte olduğunu söylüyor. Kısacası Kim ortada yok. Kimse nerede olduğunu bilmiyor. 23 Ocak 2009'da Pyongyang'da Çin Hükümeti ile olan görüşmeleri Ağustos'dan beri bir ilkti. İlk kez gözlere göründü. Peki liderlerini göremeyen, sürekli Kim hasta dedikodularını duyan bir ülke neler hisseder? Panik. Liderlerinin kan kaybettiğini ülkeyi artık yönetemeyeceğini düşünür. Bu da Kim'in otorite ve güç kaybetmesine yol açar. Zaten Kuzey Kore halkı Kim'in oğullarını ülkeyi yönetebilecek kapasitede görmüyordu. Yani halkın hissettiği bu panik ailenin hükümdarlığının da tehlikeye girmesine neden oluyordu. Bu füze Kim'in tekrar otoritesini kurmaya çalışmasının, halkı tekrar kontrol altına almasının bir yoludur. "Ben Burdayım" demesidir. Peki Şimdi Ne Olacak? Eğer Kuzey Kore cezalandırılmazsa ya da 2006'daki gibi sert olmayan ticari cezalandırmalar uygulanırsa ya da Kuzey Kore yapacağı görüşmeler için yüklü miktarda para elde ederse, bu İran için de bir davet olabilir. İki kardeşden biri yaramazlık yapar da cezalandırılmazsa, hepinizin bildiği gibi diğer kardeş de aynı yaramazlığı yapmaya meyilli hale gelir. Buradaki psikoloji "Peki o yapıyor, ben neden yapmayayımdır." Kuzey Kore'ye gelen tepkiler çok sert olmazsa, İran da nükleer programına devam edecek cesareti bulabilir.

3 Nisan 2009 Cuma

Türkiye'nin Orta Doğu'daki Rolü

Barack Obama'nın Türkiye ziyaretine ramak kala Türkiye'nin Orta Doğu'da oynayabileceği roller tekrar gündem konusu oldu. Konuyla ilgili ilginç bir kaç makale aşağıda. "The Evolving Turkish Role in Mideast Peace Diplomacy," Steven A. Cook As President Obama arrives in Ankara, he will find a Turkish government eager to play an influential role in the Middle East. While Turkey has made important contributions to the region in recent years, its activism has been controversial in Washington. When Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan stormed out of a contentious panel on the Gaza crisis at the World Economic Forum in Davos in January, he injected additional controversy into Turkey's diplomatic foray in the Middle East. devamı burada... "Erdogan Auditions as Obama Broker With Mideast Ties," Ben Holland Turkish Prime Minister Recep Tayyıp Erdogan says his Middle East ties make him useful to President Barack Obama in his quest to connect with the region. Erdogan’s quarrels with the West may be his best asset. devamı burada..

2 Nisan 2009 Perşembe

İsmin Paranoyak Hali (-e, -a)

Bir aralar acayip modaydı, kafamız Türkiye'de ne kadar çok plütonyum olduğundan, bunu bir satsak tüm borçlarımızı karşılayıp dünya lideri olacağımızdan falan bahseden forward e-mail'lar ile şişmişti. Millet de düşünüp "yahu madem bunu satsak dünya lideri oluruz, ve bunu bize sattırmıyorlar; e zaten bu döngüde değerlendiremeyiz ki, burada bir mantıksal çelişki var" demiyordu. Ki zaten plütonyum dediğin elementle ancak atom bombası yaparsın. Kalp pillerinde kullanılırdı eskiden, şimdi Lityum piller çıkınca mertlik bozuldu. Üçüncü dünya ülkelerine kalp pili satarak da borç kapanmaz zaten.
Ama forward e-maillar güzeldi, severdik.
e-mail forward'layıp Microsoft'tan yüklü bir çek alan Margaret Teyzem.
****************** Bu e-mail'ı yeni gördüm de, anılarım depreşti. Here it goes:
obama'nın türkiyeye gelme sebebi belli oldu sonunda etibank satiliyor!.. asil degeri 9 (dokuz) trilyon dolar dikkat!!! 9 milyon veya 9 milyar degil 9 trilyon dolar... abd sadece 40 kirk milyon dolara kapatacak! yaziklar olsun .... kaptirana, verene ve susup seyredene.... alti ustu bir mail gondermekle bu iş olmaz diye düşünmeyin lütfen. vatanini seven herkese gönderelim hepinizin bildiği gibi etibank özellestirilecek.. (alicisi amerika) ve bor işletmeleri etibank bünyesinde. konulan fiyat 40 milyon $. lütfen bir daha okuyun ve lütfen herkese iletin... yasadiğin dünyayi sorgulayamiyorsan, bari ülkeni sorgula..... önemli....! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! .. borla çalışan araba üretildi,maliyeti 200 tl olan 1 kg bor ile 19 000 km yol yapabiliyor(1100kg. oto sabit 100 km süratle giderse) bu demek oluyorki petrole son. tam tersine batılı ülkeler bor işletmeciliğinin kansere yol açtığını iddia ederek bor madenininden soğutma çabası içindeler. oysa bu mucize maden kanser tedavisinde de kullanılmaktadır. türkiye kiskacta! arabayi bor madeniyle calistiracak patentli 600 proje oldugu ortaya cikti. türkiye, dünyada bor rezervinin yüzde 73`üne sahip ve türkiye geleceğin dubaisidir uluslararasi teroristler türkiye uyanmadan bu kaynagi ele gecirmeyi planliyor. bu maili çoklu yollayarak en azindan bir toplum bilinci oluşmasina yardim edebiliriz ya da direkt silin... tmmob çevre mühendisleri odasi istanbul şubesi !!!!! hızlı bir şekilde forward edelim !!!!!
Obama'nin ismi Barack değil Borack'mış aslında, yaa yaa..
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası açıklama yapmış "Vallahi bizim ilgimiz yok" diye. Haklı adamlar, karizmaları çizilir şu e-mail gerçek sanılsa.
Peki ben bu e-maila niye vakit harcıyorum? Çünkü karşımıza zırt pırt çıkan ve de çeşitli argümanlarda kullanılan bazı kalıplar var; onlara değinmek lazım.
1. Asıl değer: Yok böyle birşey. Bir şirketin asıl değeri diye birşey yoktur, aktiflerine pasiflerine bakılır, ona göre değerlendirme yapılır. Satışa çıkarılmış mal asıl değerini korumaz, piyasada kaç paraya alıcı buluyorsa o paraya satılır, tek değeri de odur. "Bizim Tofaş Şahin aslında 15 milyar eder de, piyasada 1 milyar verdiler, ama aslında çok daha değerli" diyebilir misin? Tabii bizim "aslında"cı kültürümüze uygun bir paranoya bu; hiçbir zaman gerçek değerimiz bilinmez. Peh.
2. Ülke ile şirket farkı: "Etibank'ın alıcısı Amerika!" demiş arkadaş. Ya da mesela İsrail'e, Arabistan'a vs. satıyoruz şirketlerimizi; oradan Yahudi - Arap - Amerika paranoyaları başlıyor.
Bir kere Amerikan hükümeti bu kriz ortamında bir Türk bankasını bünyesine katarsa onu tefe koyarlar, sabaha kadar da çalarlar. Adamlar daha kendi bankalarını devletleştirince ülkenin yarısı tepki gösteriyor; bir de gelip Etibank'ı kapatacaklar ha!
Bir de şu açıdan bak: Ülker gidip Godiva'yı aldığında Belçikalılar "Türk hükümeti ülkemize AB'den önce girdi, Osmanlılar geri mi dönüyor, Müslümanlar Godiva'nın sembolünü değiştirip üzerine fesli herif koyacaklar!" diye paranoya yaptı mı? Yapsalar mıydı?
Lady Godiva'ya uzanan eller kırılsın.
Şirketler ülkelerinden bağımsız değerlendirilmelidir, onu diyorum.
3. Borla çalışan araba: Ben bu konuda bir adet New Scientist makalesi bulabildim sadece. Orada da bu arabaların deneme aşamasında olduğundan, ve de 40 litre benzinin işlevini 45 litre su ve 18 kg bor'un gördüğünden bahsediliyor. Arkadaşın hesabına göre 3600 tl'lik bor kullanarak 40 litre benzinle gidilen yeri gideceğiz yani. Matematiğini siz yapın bu işin.
Borun potansiyel işlevleri heyecan verici, fakat üzerinde hala daha araştırma yapılmakta. Günümüzde borun ana kullanım alanı hala daha cam, deterjan, sabun vs. Jet yakıtı olarak kullanılıyor bir de ortaokul coğrafya derslerinde ezberlediğimiz üzere.
4. Sayı kullanımı: Bu en güzel oturma organından argüman üretme yöntemi. "Bilmem ne yapan 600 lisanslı proje olduğu ortaya çıktı." Kim çıkardı? "1 kg bor ile 19 000 km yol yapılıyor (1100 kg. oto 100 km. süratle giderse". Peh, o kadar rakam vermiş ki, gerçekliğinden şüphe edemeyeceğiz yazılanların yani. Koçum benim.
İlk defa gördüğüm ve hayran kaldığım argümanlara da "special credit" vereceğim müsaadenizle.
a. Batıdaki borun kansere yol açtığı propagandası: Ne duydum ne gördüm ben bunu. Google'da arama yaptım; ilk 10 sonuç borun akciğer ve prostat kanseri riskini düşürdüğü yönündeki bilimsel çalışmalardı. 476,000 sonuç var; arkadaş "Bor kanseri önlüyor esasında" diyerek devlet sırrı ifşa etmiş havasında bir de. Maşa'allah.
b. Uluslararası teröristler: Hani ABD alıyordu bu boru? Ki dünyada uluslararası terörizme karşı ABD'den daha fazla, daha dişe diş, daha sivil hayatını önemsemeden mücadele veren devlet var mı? Bırakalım alsınlar, dünyayı terörizm tehlikesinden korusunlar! Çuvallamış burada arkadaş.
Özet: Ne zamandır paranoyak e-mail okumadıydım, girişime 10 puan veriyorum ama plütonyum kadar başarılı değil.