2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

25 Eylül 2012 Salı

Koray Çalışkan ile Pseudo-Bilimcilik Üzerine Diyaloglar

GDO üzerine tartışmalar, ülkede evrim üzerine tartışmaları aratmayacak düzeyde bir kutuplaşma ve bilimsellik kisvesi ile yürütülüyor. GDO sağlayan şirketlerin iş etiği açısından sorunlu dikey integrasyonları, elde ettikleri patentler, dünya üzerinde yiyeceklerin dağıtım mekanizması vs. eleştirilmeli iken durum dönüp dolaşıp iki cepheye geliyor:

1. GDO'lar açlığı önleyecek. Halbuki ne GDO'ların verimi arttırdığına dair bir konsensus var (bazı türler haricinde), ne de bu yukarıda bahsettiğim ekonomik sorunlar çözülmeden GDO'lar bir şeye derma olabilir.

2. GDO'lar sağlığa zararlı. Herhalde şu an üzerine en çok araştırma yapılan beslenme ürünü GDO'lar, ve hala daha hiçbir kesin sonuç veren ve bilim çevrelerinin üzerine uzlaştığı makale yayınlanmadı.

Şimdi bu tartışma zemininden ekseriyetle rahatsız olan ve fırsat buldukça sopayla dürtüklemeye çalışan bir insan olarak, Koray Çalışkan'ın bugünkü makalesini okuyunca kulaklarımdan duman çıkması normaldi tabii. Yazısına bilimse çerçevede getirilen bir eleştiriyi zaten kaleme aldım, bu yazı "ben sana profesör olamazsın demedim, akademisyen olamazsın dedim" tadında olacak o yüzden.

***
Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) sağlığa olumsuz etkileri uzun zamandır biliniyordu. Ancak araştırmalar yavaş ilerliyor, Monsanto gibi GDO devleri araştırmaları engelliyor, tohumlarının araştırılmasına patent hakları üzerinden izin vermiyordu. Buna rağmen özellikle Avrupa’da birçok çalışma yapılmış ve GDO’lu besinle beslenen hayvanların et ve sütlerini tüketen insanların dahi GDO’ya maruz kaldıkları kanıtlanmıştı. 

Kim biliyordu Koray? Hangi araştırmalar bunu göstermişti? Bir iki kaynak göstereydin? Hem şu dediğin Avrupa'da yapılan çalışmalar, bu AB fonlu olanı ve "25 yıla yaygın bir süreyi kapsayan 130 araştırma projesi ve 500 bağımsız araştırma grubunun çalışmalarından çıkarılacak sonuç biyoteknoloji ve özellikle GDO'nun konvansiyonel tekniklerden daha riskli olmadığıdır." sonucuna varanı da kapsıyor mu Koray? (Bak kaynak gösterince ne güzel oluyor değil mi Koray?) Ya da şu "15 yıldır GDO tüketilmesine karşın bir sağlık komplikasyonu gözlenmemiştir" diyen çalışmayı? 

GDO kanser yapıyor
Sekiz bilim insanı 2 yıl boyunca aynı gıdanın GDO’lu ve GDO’suz haliyle beslenen farelerin sağlığını inceledi. GDO’lu gıda ile beslenen dişi ve erkek farelerin farklı kanserli tümörler geliştirdikleri saptandı. “Séralini, G.-E., et al. Long term toxicity of a Roundup herbicide and a Roundup-tolerant genetically modified maize. Food Chem. Toxicol” referanslı makaleye http://dx.doi.org/10.1016/j.fct.2012.08.005 adresinden ulaşabilirsiniz.

E madem kaynak gösterebiliyorsun, yukarıdaki genellemenin genellemesinde cümlelerinde neredeydi bu referanslar Koray? Ama tabii kaynak göstermen dezavantajına oldu, çünkü daha dakika bir gol bir: Fare (mouse) ile sıçan (rat) farklı şeyler. Ama tabii sonra "farecikler" diye demagoji yapamazsın sıçan dersen değil mi? Ha bir de şunu demeyi unutmuşsun (?), bu sıçanlar zaten genetik olarak kansere yakalanma riski yüksek türden, ortalama %72'si zaten hiçbir "treatment" olmadan kansere yakalanıyor eski bir araştırmanın bulgusuna göre. Ama tabii onu yazarsan "farecikler sıfırdan kanser olmuş :((" etkisi yaratamazsın değil mi Koray? 

(...)GDO destekçileri bu konuda ‘büyük tartışmalar olduğunu’, ‘bilime karşı insanların ergen heyecanıyla GDO’ya karşı çıktığını’, “Zamanında cep telefonu da kanser yapıyordu, hani bak, yok bir şey” diyerek meseleyi bir parça sulandırmaya çalışıyor. 
Meseleyi kim sulandırıyor Koraycım pardon?

Yok bizde GDO çalışmaları yasakmış, GDO çalışmalarını serbest bırakırsak biz de gelişirmişiz... GDO zaten doğal bir şeymiş, ıslahla aynıymış...
Koraycım bunun GDO'nun kanser yapmasıyla ilgisi ne? Madem bir şey salladım, ona dayanarak hepsini geçireyim mi dedin n'aptın?

Önce bir-iki cehaleti giderelim.
Onu giderdik zaten yukarıda da, buyur tabii çok istiyorsan.

Türkiye’de GDO hakkında araştırma yapmak yasak değildir. Bu yazıyı yazmadan önce üç genbilimci bilim insanı arkadaşımla hem yeni makaleyi tartıştım hem de son çalışmalarından konuştum.
Eğer bu arkadaşlarında konuşmana karşın bu yazıyı yazabildiysen üç ihtimal var Koray: Senin arkadaşların seni yiyor, hiçbiriniz İngilizce bilmiyorsunuz ve Google kullanmıyorsunuz, ya da senin de ima ettiğin gibi arkadaşların "üçgenbilimci", o yüzden çok ilginç bir şeyler yapıyorsunuz.

Türkiye’de yasak olan GDO’lu ticari tohum ekmek ve satmaktır. GDO sıradan bir ıslah mıdır diye soramadım; ayıplarlar diye... 
Halbuki ayıplanma konusunda bir çekincen yokmuş Koray, iki saattir onu anlatmıyor musun?

 (...)

Kanser kanıtı
Her bilimsel bulgu tartışılır.
Bu cümlenin bir öncesinde "kanıt" demişsin, bütün yazı tırıvırı yapmışsın, insan bunu yazmaya utanır yahu.

Son çıkan makale de tartışılacak. Bilim böyle ilerler. Ancak henüz GDO’nun kansere neden olmadığına dair bir kanıt yok elimizde.

Sevgili Koray,
Bilimin nasıl ilerlediği hakkında konuşup, sonra "negatif bir durumun kanıtı yok" diyebilmen, senin su katılmamış bir köşeyazarı olduğunu gösteriyor. Yukarıda iki saat attın "şöyle kanıt var, böyle bulgu var" diye, bir tane kaynak vermeden, bak abartma bence...

GDO-kanser ilişkisi hakkında ise birçok kanıt var.
Ne dedim la az önce ben?

Türkiye’nin de taraf olduğu ve biyogüvenlik konusunda en etkin uluslararası protokol Cartagena’ya göre ‘ihtiyat prensibi’ bilimsel zararı olmadığı kanıtlanmamış GDO’lar konusunda gayet açık. Son bulgulardan sonra GDO’ların dalgalar halinde gıda sektöründen çekileceği kesin. 
Monsanto'yla konuştum, "Koray bizi mahvetti, bütün fabrikaları kapattık" diye ağlıyor.

Bu noktada Türkiye, ABD gibi holding tarımı yapan GDO’cu ülkelerin ilerisinde. Türkiye’de GDO’lu gıdalar soframıza henüz giremiyor. Ancak maalesef hâlâ hayvan yemi olarak ithal ediliyor.
GDO'cu ülkelerin kime göre ilerisi, neye göre ilerisi Koray?

En kısa zamanda bu araştırmadaki fareciklere dönmemek için laboratuvarlarımızı genbilime sonuna kadar açarak GDO’ya ülkemizin kapılarını kapamalıyız.
Bir, farecikler öpsün seni. Sıçan onlar. İki, laboratuvarlarını genbilime açmanın (bir dakika, genbilim ne lan?) GDO'ya kapıyı kapatmayla ne alakası var Koray? Nasıl bir mantık bu Koray? 

Neyse Koray, sen yeme GDO. Zıkkımın kökü GDO'suz oluyormuş Koray. Afiyet olsun.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Muhalefet Sıkıntısı II

Senenin başında bu yazının ilk kısmını yazmıştım, devamı olacağını da hiç düşünmemiştim zira orada derdimi yeterince anlattığım kanaatindeydim. Fakat muhalefetin geldiği nokta değişmekten ziyade, devam eden KCK tutuklamaları sürecinde ve Balyoz davası kararlarının sonucunda daha da kötü bir yere geldiği için düşüncemi derli toplu anlatma ihtiyacı duydum.

Şu an ÖYM'lerde süren davalar özelinde baktığımızda muhalefetin iki sıkıntısı var: 1. Enerjisini anlamsız yere tahliye sürecine odaklaması. 2. Bütün muhalefetin davalarda sembolik isimler üzerinden yapılması. İkisini de açıklayacağım.

Kısım I: Tahliye Odaklılık

Artık hukuk bilmemekten mi, istatistikleri önemsememekten mi, post-12 Eylül devletinin keyfekeder işleyişinin içselleştirilmesinden mi bilmiyorum, günümüzde tutuklamaların ve tahliyelerin neden olduğuna kafa yorulmuyor. Bu uğurda mücadele etmenin -belki tutuklu yakınları haricinde- büyük resimde hiçbir anlam ifade etmeyeceği ve kitlesel enerjinin buraya harcanmasının boşa olduğu da bu yüzden göz ardı ediliyor.

ÖYM sürecinin en kıdemli örneği olması dolayısıyla bakmak istediğim Ergenekon davası. 1. iddianameyle yargılanan sanık sayısı esasen 86, fakat bunların ikisi vefat ettiği için 84 diyelim. Bu sanıkların 35'i ya çok kısa bir süre tutuklu kalıyor, ya da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. Bunun haricinde tutuklanıp datahliye olmuş sanık sayısı 34. Bunların 1 yıl içinde tahliye olanları 12, 1-2 yıl arasında tahliye olanlarının sayısı 14, daha uzun sürede tahliye olanlarının sayısı ise 8. Halen tutuklu bulunan 15 sanık var, ve bu sanıkların ortak bir kaç özelliği var: Ya "yönetici" olmakla suçlanıyorlar, ya silah sağlamak ile, ya da yargılandıkları suç sayısı 4'ten fazla. Bu isimler zaten en medyatik, geçmişi en faaliyet dolu isimler. (Küçük, Tekin, Perinçek vs.)

Buradan varacağımız bir sonuç şu: Eğer bir tutuklu sadece "silahlı terör örgütü üyesi olmak" suçundan yargılanıyorsa, er ya da geç tahliye ediliyor, çünkü teamül bunu gerektiriyor. Fakat tahliye hiçbir anlama gelmiyor, bunu da çok yakın zamanda gene isim üzerinden hareket edilen bir mücadelede gördük: Cihan Kırmızıgül ve poşu davası. Kırmızıgül, savcının isteğine karşın tahliye edilmezken bir kamuoyu yaratılmış, ve de kendisinin tahliyesiyle ciddi bir sivil toplum zaferi kazanılmış sanmıştık. Gelgelelim kendisi 11 yıl hapse mahkum edildi, ve karar temyizden dönmezse ne yazık ki kendisi hapse girecek.

Yani hem tahliyeler kısa vadeli bir mutluluk haricinde hiçbir anlama gelmiyor, hem de zaten isnat edilen suçun niteliğine göre er ya da geç gerçekleşecek bir şey için ziyadesiyle enerji harcanıyor. Şu durumda şu iki sorunun sorulması elzem:

- Madem muhalefetin bu mücadele enerjisi vardı, neden tutukluluk süresini maksimum 10 yıl olarak düzenleyen CMK 102. madde hakkında hiçbir şey yapılmadı, hem de bu 2011 yılının başında hazır gündemdeyken?

- Madem muhalefet TMK ile suçlanan bireylerin yargılanmasında bu kadar mücadele enerjisine sahip, neden Bülent Arınç "TMK'da ne değişsin istiyorsunuz, söyleyin" diye açık çek verdiğinde bir sivil toplum kuruluşu bile bu konuda çalışma yapmadı? Neden köşe yazarları bu konuyu gündemde tutmak için ısrarcı olmuyor?

Muhalefetin amacı sadece Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu, Ahmet Şık vs. gibi isimler ortalama 15-20 ayda tahliye olacaklarken bunu 7 aya mı çekmek? Türkiye'de sivil toplumun kazandığı zafer sadece teamüllerin uygulanmasını birkaç ay kısaltmak mı? Bu konuda yaşanan hayalkırıklıkları hiç mi ders olmayacak?

Kısım II: Politik Mağduriyet vs. Sistem Mağduriyeti

Yazının başında, ikinci rahatsızlığımı "bütün muhalefetin davalarda sembolik isimler üzerinden yapılması" diye açıklamıştım. Zaten ilk kısmın sonunda buna değindim (ve daha önce de yazmıştım), fakat bu hareketin Balyoz konusunda ön plana çıkan ikinci bir dezavantajını da gördük: Sistemden dolayı mağdur olan bireylerin mücadelesinin ötelenmesi.


Balyoz konusunda konuşmalar ya Dani Rodrik'in kayınbabası Çetin Doğan, yahut MHP milletvekili Engin Alan üzerinden dönüyor. En çok resmi kullanılan, en çok satırbaşı işgal eden isimler bunlar. Özellikle Doğan üzerinden Rodrik ve Emre Uslu iki cephe oluşturmuş, delillerin sahihliğini tartışıyor ve fakat bunu bir isim üzerinden bütün davaya yansıttıkları için tartışma politik bir kimlik kazanıyor. Bu durumda haklılık ve haksızlıklar da şekillenirken garip bir hal alıyor.

Halbuki bu davadaki aksaklıklar hem ÖYM'nin (eski DGM) bütün davalarda var olan "gizli tanık-gizli delil" sistemi yüzünden oluşuyor, hem de astlardan su götürmeyecek bir şekilde mağdur olmuşlar var. Mesela şurada anlatıldığı gibi, Faruk Yarman isimli Havelsan Genel Müdürü, tek bir sahte olduğu ispatlanmış ve öyle olmasa bile yetersiz nitelikte delille 16 yıl cezaya mahkum ediliyor.

Eğer ki tartışma sadece generaller üzerinden yapılacaksa, onların gerçekten seminerde Genelkurmay'ın da bilirkişi raporuyla belirttiği üzere darbe planladığı ve yetki aştığı gerçeği ile delillerin yetersiz olduğu gerçeği çatışıyor. Halbuki bu davanın "toplu yargılama" niteliğinin yanlışlığı ve sahteliği bir yana konsa bile yetersiz delillerle nasıl ceza verilebileceğinin tartışması yapılsa, varılacak sonucun daha somut olması işten değil. Tanık ve deliller hususunda her zaman sergilenen usulsüzlüklerin, bunun ne ilk ne de son olduğunun vurgulanması sisteme daha derli toplu bir eleştiri olacakken, tartışma zemini öğle gongunda meydana çıkmış iki kovboyun düellosuna dönünce kayıp olunuyor.

Sonuç

İki yazıdır aynı şeyleri dediğim için lafı fazla uzatmayacağım. Sivil toplum hareketleri ve muhalefet, artık kişi ve dava bazlı düşünmek yerien hukuk sistemine kapsamlı eleştiriler getirmek, enerjisini daha odaklı kullanmak mecburiyetinde. Hele ki tahakküm mekanizması güçbirliği etmişken bu elzem. İnsana "acaba devlet ile sivil toplum önderleri arasında 'bizim eş-dosta dokunma da, gerisinde takıl sen' gibi bir yazılı olmayan anlaşma mı var?" diye komploist bir şekilde soru sordurtacak bu yaklaşımı geride bırakmalıyız.


İktidarın yargı reformu yapmak için yargının kendisine dokunulacağını hissetmesini beklemek lüksüne sahip değiliz ne yazık ki. Korkum odur ki her olayla "amaaan, birkaç isim salarız, nasıl olsa susuyorlar" diye düşünmeye sevk ediyoruz muktedirleri.

Yorumlar Üzerine Önemli Not: Bu yazıda eleştiri getirilen kesim anaakım medyada muhalefet titriyle bulunanlar veyahut kitlesel örgütlenme gücü olmasına karşın TMK ve ÖYM karşısında ses çıkarmayanlardır. Bu yazıda bu konuda kısıtlı erişim gücüyle mücadele veren hiçbir STÖ eleştirilmemektedir, onların çabaları haikr görülmemektedir.

Ayrıca, tahliye odaklılık kısmında insanların bireylerin tahliyesi için çalışması, onların hayatlarından birkaç ay daha kurtarmak için çaba göstermesi de eleştirilmemektedir, o şerh düşülmüştür. Bu tabii ki herkesin yapacağı bir şeydir, en doğal tepkidir. Gene o kısımda eleştirilen, sadece tahliye odaklı çabaların anaakımda medyatikleşmesidir. 4 no'lu yorumda da açıklandığı gibi, görülen birçok terör davasında tahliyeler veyahut tutuksuz yargılamalar gerçekleşmektedir, fakat bir büyük sorun da sistemin atıl kalması/yavaş işlemesi, bazı suçlar için "tahliye" vermenin yargının işine gelmemesi ya da elinde olmamasıdır.

Arz ederim.

20 Eylül 2012 Perşembe

İki Yazı Birden: Semavi Dinler / İslamofobi ve Antisemitizm (Çeviri)

Aynı coğrafyada doğmuş üç din var. Bunların ilk sırada geleni, tarih boyunca gittikleri yerlerden ikinci ve üçüncü sırada gelenlerce kovuluyor. İkinci sırada geleninin önderi, ilk sırada gelenler tarafından öldürülüyor. Üçüncü sırada geleni, ilk ikisinin bozulmuş olduğunu düşünüyor ve onlarla savaşıyor.

Ve bugün, bu dinlerin her bir mensubu, kendi dinlerinin aslında sevgi içerdiğini, kendi dinlerinin aslında diğer dinlere saygı duyduğunu, kendilerininkinin pak, diğerlerinin kirli olduğunu savunuyor.

Bu mümkün mü? Bu, tarih boyunca birbirlerine savaşmış ve rakip olmuş üç dinin temelinde diğerlerine sevgi yatması gerçeklikle bağdaşır mı?

Eski Ahit'te 1. Samuel kitabına bakalım: "Her Şeye Egemen RAB diyor ki, ‘İsrailliler’e yaptıkları kötülükten ötürü Amalekliler’i cezalandıracağım. Çünkü Mısır’dan çıkan İsrailliler’e karşı koydular. 3Şimdi git, Amalekliler’e saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür."

Yeni Ahit'te Luka kitabına bakalım: "Ben dünyaya ateş yağdırmaya geldim. Keşke bu ateş daha şimdiden alevlenmiş olsaydı! Katlanmam gereken bir vaftiz var. Bu vaftiz gerçekleşinceye dek nasıl da sıkıntı çekiyorum! Yeryüzüne barış getirmeye mi geldiğimi sanıyorsunuz? Size hayır diyorum, ayrılık getirmeye geldim."

Tevbe Suresi'nin 5. ayetine bakalım: "Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin."

Tabii ki Eski Ahit'te de, Yeni Ahit'te de, Kuran'da da hoşgörü vs. içeren ayetler de var. Bunlar konjonktürel şeyler zira, tarih böyle bir şey. Ama bu dinlerin mensuplarının "Hayır, bizim dinimiz vahşi değil, sizinki vahşi" diye birbirini ikna etmeye çalışması saçmalık değil de nedir?

Mesele şu: Artık 21. yy'da yaşıyoruz. Günümüzde farklı kimlikler, farklı sınırlar, bunların getirdiği farklı çıkarlar var. Toplumsal mirasta farklı düşünceler birikmiş. Bu yüzden, günümüzde bu dinin mensupları farklı yaklaşımlar, ideolojiler benimseyebilir, farklı yorumlar getirebilirler. Dinlerindeki barış yanlısı ögeleri ön plana çıkarıp, bir "birlikte yaşama" yoluna girebilirler. Akıl bunu gerektirir.

Ama lütfen artık "onlar bize hakaret ediyor, bizim dinimiz öyle mi, onlarınki şöyle bizdeki böyle, ama bizim hakaretimiz farklı" gibi saçma argümanları bırakalım.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bunun orijinali bu blogda yayınlanmış, tercüme etmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Günümüzde tanınmış Robert Spencer adlı bir yazarın İslamofobik söylemleri ile 1945'e kadar Antisemitist propaganda yapmış Der Struder gazetesinin yazarı Julius Streicher'in söylemindeki 10 benzerliği gösteriyor. Buyurun:

1. Müslümanların/Yahudilerin dini görevi dünyayı ele geçirmektir.

RS: “İslam cebren Allah'ın kurallarını dünyaya yaymayı dünyevi görev olarak görür."

JS: “Bilmiyor musunuz ki Eski Ahit'in ilahı Yahudilere dünya insanlarını sömürmeyi ve köleleştirmeyi emrediyor?"

2. Sol (ç.n. ABD bağlamında Liberaller) Müslümanlara/Yahudilere salahiyet veriyor.

RS: “Solun ana organları İslami üstünlükçülere sürekli sıcak ve davetkâr davranıyor”

JS: “Komünistler onun (Yahudi) yolunu döşüyor.”

3. Hükümetler Müslümanları/Yahudileri durdurmak için hiçbir şey yapmıyor.

RS: “FDI*, küresel cihat ve İslami üstünlükçülüğe kapitulasyonlar vererek ulusal, eyaletsel ve yerel düzeyde ihanet suçu işleyen görevlilere karşı hareket eder.”

(Freedom Defense Initiative, Robert Spencer/Pamela Geller organizasyonu).

JS: “Hükümet Yahudilerin istedikleri gibi davranmalarına izin veriyor. Halk ise bir eylem bekliyor.”

4. Müslümanlara/Yahudilere güven olmaz.

RS: “Kuran'da öğretilen: Birisi baskı altındaysa, dini korumak için yalan söyleyebilir.”

JS: “Yahudi olmayanlara yalan söyleyebilir ve onları aldatabiliriz. Talmud'da diyor ki: Yahudilerin Yahudi olmayanları aldatması caizdir."

Streicher'ın Zehirli Mantar isimli çocuk kitabından.

5. Müslümanların/Yahudilerin özlerini idrak zor olabilir.

RS: “Amerikan yetkililerin barışçı Müslümanlar ile cihatçı ya da potansiyel cihatçıları birbirinden ayırmaları mümkün değil.”

JS: "Nasıl ki zehirli bir mantarı yenebilir bir mantardan ayırmak zor ise, aynen Yahudinin düzenbazını ve suçlusunu da ayırmak zordur."

Aynı kitaptan.

6. Müslüman/Yahudi karşıtı deliller kendi kutsal kitaplarında var.

RS: "Kuran'dan ayetler alıntılayıp, bunları Müslümanları şiddete teşvik için kullanan imamları ve bu ayetlerle motive olmuş Müslümanların şiddet eylemlerini göstermenin nesi "nefret suçu"?"

JS: "Der Stuermer gazetesinde yayınlanan, ne benim ne meslektaşlarımın yazdığı hiçbir yazıda eski Yahudi tarihinden, Eski Ahit'ten ya da yakın Yahudi tarihinden bir örnek bulunmaması gibi bir durum yok."

7. İslami/Musevi metinler inanmayanlara karşı şiddeti teşvik ediyor.

RS: “Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. (Bakara 191)"

Spencer'ın sitesinden alıntı.

JS: “Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde, onları bozguna uğrattığınızda, tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız, onlara acımayacaksınız. (Yasa'nın Tekrarı 7:2)”

Streicher'ın gazetesinden alıntı.

8. Hristiyanlık barışçıl, İslam/Yahudilik ise şiddet yanlısıdır.

RS: “'Düşmanlarını sev, seni yargılayanlar için dua et' ya da 'Senin sağ yanağına vurana öbür yanağını çevir' gibi sözlerin Müslüman muadili yok."

JS: “Yahudiler bizim gibi 'Komşunu kendini sevdiğin gibi sev.' ya da 'Senin sol yanağına vurana sağ yanağını çevir.' gibi şeyler öğrenmiyor."

9. Bir tek Müslümanlar/Yahudiler şiddet yanlısı.

RS: "(İslam) dünyada inanmayanlara karşı bir savaş doktrini ve geleneği geliştirmiş tek din."

JS: "Dünyada başka kimsenin böyle kehanetleri yok. Kimse başka insanları katletmenin ve mallarını yakıp yıkmanın bir emir olduğunu söylemeye cüret edemez."

10. Müslümanları/Yahudileri eleştirmek onlara karşı şiddete kışkırtma anlamına gelmez. 

RS: “Yazdığım hiçbir şeyde başkalarına şiddete teşvik olarak temellice nitelendirilebilecek bir şey yok."

JS: “Ayrıca şunu eklemeliyim ki Der Stuermer'in içeriğinde hiç öyle bir teşvik olmadı. Bu 20 yıl boyunca  hiç bu bağlamda "Yahudi evlerini yakın; onları öldüresiye dövün." yazmadım. Der Stuermer'de bir kere bile böyle bir kışkırtma yayınlanmadı."

12 Eylül 2012 Çarşamba

5 Yıl Öncesine Yolculuk

"1) DTP'nin TBMM'ye girmesi, Türkiye demokrasisi için bir talihsizliktir. PKK'yı kardeş ve hatta 'kendileri' ilan eden, terörist başının yaşam koşullarını TBMM'ye taşıyacaklarını açıklayan bu kişilerin; geçmişten ders almadıkları, amaçlarının kendilerinden öncekiler gibi demokratik bir platformda görüşlerini dile getirmek değil devletle kavga etmek olduğu daha ilk günden anlaşılmıştır.

(...)

(9) DTP ve yandaşlarının yaşadığı sıkıntıların istismar edilmesi ve AB'den gelecek desteğin önünün kesilmesi için;

(a) DTP'nin, kendi ifadeleri ve davranışları nedeni ile TSK tarafından terörist olarak görüldüğünü ve herhangi bir şekilde muhatap kabul edilmeyeceğini üst düzey bir açıklama ile ilan etmek.

(b) Terörü bu şekilde destekledikleri müddetçe demokratik olarak herhangi bir ilerleme sağlayamayacaklarını ve bu suretle esas olarak temsil ettiklerini iddia ettikleri kişilere zarar verecekleri mesajını yaymak.

(c) Bu suretle "bugüne kadar ki kazanımlardan taviz vermeyin, yumuşamayın" diyen Kandil ile "terörden bir fayda gelmez, teröristleri desteklemeyin vazgeçin" diyen başta AB olmak üzere Kandil karşıtı çevrelerin arasında sıkışıp kalmalarına yol açmak,

(ç) Irak'ın kuzeyindeki desteği kesmek için bölge halkını terörle mücadele bağlamında 'rahatsız etmek', bu suretle de PKK'ya yardım ettikleri ve destek sağladıkları müddetçe bu rahatsızlığın devam edeceği mesajını vermek,

(d) PKK'nın eylemlerinin, işadamlarının bölgede yatırım yapmamalarına yol açması, iş makinelerini, yolları, köprüleri tahrip ederek bölgeye hizmet götürülmesine mani olması gibi sonuçları ile bölge halkına daha da zarar verdiği gibi söylemlerin yaygınlaştırılarak bölge halkının teröristlere sağladığı desteğin azaltılmasına çalışılabileceği düşünülmektedir."

Yukarıdaki satırlar, 4-5 ay önce 27 Nisan Muhtırasını kaleme almış bulunan zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın emriyle Korgeneral Nusret Taşdemir tarafından Eylül 2007 tarihinde kaleme alınmıştı. Belgenin tamamının adı "Bilgi Destek Planı" idi, ve de "İrtica ile Mücadele Destek Planı" ile aynı anda gündeme gelmişti. Gene aynı belgede AK Parti karşıtı ciddi ifadeler de bulunmakta idi.

Bugün acaba Genelkurmay'dan önce bu bildiriyi kaleme alacaklar olur mu? Bu ifadeleri köşelerde dillendirenler yok mu? 1. maddedeki tanımlama ve eylem olarak önerilenler size tanıdık geliyor mu?

Bir sorayım dedim. Elçiye zeval olmaz.