2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Mayıs 2009 Cumartesi

İnternet, Sansürden Hızlıdır!

bravo ya! hak'katen çok az kalmış internette adım atamayacağımız günlere. lan bütün gün ders çalışmaktan beynim sulanmış, bi' bakayım maçlara n'olmuş, kim kimi kaç kaç dedim ve -açık zamanlarında- sıklıkla ziyaret ettiğim livescore'a tıkladım. bir de ne göreyim! "5651 sayılı yasa uyarınca katalog suçlar kapsamında yapılan teknik inceleme ve hukuksal değerlendirme sonucunda; bu internet sitesi (livescore.com) hakkında Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'nın 26/12/2008 tarih ve 421.02.01.2008-321210 nolu kararı gereğince İDARİ TEDBİR uygulanmaktadır. (After technical analysis and legal evaluation based on the catalog crimes of the Law no 5651, Administrative measure has been taken for this website (livescore.com) according to decision no 421.02.01.2008-321210 dated 26/12/2008 of "Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı")" bir ya sabır ve okkalı bir küfürün (tabii ki livescore'a! pisb.k livescore! kim bilir yasadışı ne b.k yemişlerdir!) ardından vazgeçip futbol24'e bakayım dedim, sonuç yine hüsran.. sonra bir düşündüm "neden acaba?" diye, bulamadım.. aklıma sadece bu sitelerin bahisseverlere yardım ve yaltaklık ettiği oldu ama aynısını devlet de yapmıyo' mu zaten? bahis kötü bi' şeyse, kötülüklere içkiyle birlikte ebeveynlik yapıyo'sa iddaa niye var? 18 yaşından küçükler oynayamasın, onlar zarar görmesin diye di' mi her şey? yemezler! bir de zahmet edilip "neden" yazılsa o da güzel olur, hiç olmazsa nedenini nasılını biliriz. ama güzel olacağı için koyulmuyo'dur gerçi zaten.. dellendikten sonra gittim girdim her iki siteye de gayet güzel. türk hitini gidip verdim ecnebilere. sonra da işe yaramayacağından büyük ölçüde emin olsam da bir dilekçe de ben yazdım. yoksa livescore'u yasaklayan insanlardan dilekçeyi dikkate almasını beklemek akıl karı bi' iş mi allasen.. neyse, görüldüğü üzere bu noktada da devlet karşısında öğrenilmiş çaresizlik hisleri içinde yüzüp durmaktayım. ha, ama bunu okuyan devlet sanmasın ki sansüre karşı çaresizim. sadece sansür konması, mantıklı düzenlemelerin yapılmaması karşısında çaresizim. yoksa herhangi bir insan gibi, giremeyeceğim internet sitesi yok. yeri gelmişken bi' de suça teşvik suçu işleyeyim de, tam olsun. youtube'a proxy kullanmadan çatır çatır girmek isteyen şanslı ilk 10 kişi buradan indireceği hosts dosyasını .rar paketinden çıkarıp c:\windows\system32\drivers\etc klasöründeki hosts dosyasıyla değiştirende, yutubusuyla arasında hiçbi' engel kalmayacak! yani şimdilik, sonra bu yöntemi işe yaramaz hale getirdiklerinde bi' yenisini elbet öneririz. bir çift de bakmaya değer site; sansüre sansür internete sansür değil sürat gerek p.s. bu arada ben yazmaya başladığım sırada resmen geçerli değildi ama şimdi gönül rahatlığıyla yazabilirim; şampiyon beşiktaş! slogan değil, tezahürat değil; gerçek anlamda!

29 Mayıs 2009 Cuma

Aydan Gelen Sesler

Geçen hafta yakın arkadaşlarımdan biri bana "Aydan Gelen Sesler" (Voices from the Moon) adlı bir kitap hediye etti. Hayatım boyunca bilimkurgu, uzay mekikleri ya da astronotlarla aram hiç iyi olmadı. Çocukluğum deniz kenarında, yıldızları görülen bir gökyüzünün altında geçtiği için dünya, güneş, ve ay benim için uzaktan bakılabilecek, hayal kurmaya yardım eden heybetli ve müthiş kavramlar olarak kaldılar.Andrew Chaikin'in kitabı aya yapılan bütün yolculukları hazırlıklardan tutun dünyaya geri dönüş aşamasına kadar adım adım fotoğraflarla anlatıyor. Chaikin yaşayan bütün Apollo astronotlarını tek tek bularak saatlerce konuşmuş onlarla. Kitabı okumaya başlarken sayfaları astronotların size uzayın muhteşemliğinden bahsedeceğini düşünerek çeviriyorsunuz ama hepsi de size tam tersini söylüyor. Andrew Chaikin astronotlardan birine soruyor: Ayı görünce şaşırdınız mı? Hayır. Astronot Jim Lovell'a göre ay gri çorak arazi. Apollo astronotları uzay mekiğine binmeden aylar önce durmadan simülatörlerde eğitiliyorlar. Ayın heryerini bilir hale geliyorlar. O kadar ki artık şaşırma duyularını kaybediyorlar. Akıllarında tek olan şey aya gidecekleri, tek düşündükleri ay, tek odaklandıları nokta ay, ve sakin olmaları gerektiği. O kadar çok simülasyondan sonra artık aya gidecek olmaları sıradan gelmeye başlıyor. Ki amaç da bu yoksa heyecandan hata yaparlar mekikte. Lovell'a göre yolculuğun en ilginç tarafı bu yüzden ay değildi. Çünkü yıllardır aylardır aya varacaklarını biliyorlardı. Ona göre kimsenin ona söylemediği tek şey kömür siyahı uzayın içinde siyah beyaz gri olmayan tek şeyin, o sonsuzluğun içindeki tek rengin dünya olduğuydu. Simülatörün onu hazırlamadığı onu heyecanlandıran tek şey uzay mekiğinin penceresinden başını çevirip mavi bir göze benzettiği derinliğini görebildiği dünyaya bakmaktı. İnsana sahip olduğu rengin kutsallığını hatırlatıyor.

Türkiye'de İnternet Kullanımı

ComScore, Inc.adlı şirketin dün yayınladığı bir rapora göre Türkiye yaklaşık 17 milyon internet kullanıcısı ile Avrupa yedincisi (birinci 40 milyon ile Almanya). İnternette geçirilen ortalama süre açısından ise 32 saat ile birinci. En çok girilen ilk beş websiteleri ise sırasıyla Google, Microsoft, Façebook, DOL (yanı Ekolay ve Fanatik) ve son olarak da Milliyet. Tabii bu istatistikleri görünce aklıma hemen bir kaç soru geldi: Eğer bir Türk internet başında diğer Avrupalı vatandaşlardan daha fazla zaman geçiriyorsa, Türkiye'de internet haberciliğinin geleceği var mıdır? Sayıları durmadan artan internet haber websiteleri hızlı doğup hızlı mı ölecekler? Türkiye'de internet kullanımının artması ne demek? Daha mı demokratikleştik? (Harvard ve MIT Üniversiteleri internetin demokrasi üzerinde olumlu etkisi olabileceğine inanarak bu konuyu araştırmak için merkezler oluşturmuşlardı). Yoksa sadece daha mı sosyalleştik? Bu istatistikler bize Türkiye'de internet kullanımının daha çok eğlence (bu kategoriye bol resimli magazin haberlerini de dahil ediyorum) ve sosyalleşmek (mesaj göndermek) amaçlı olduğunu gösteriyor. Daha da önemli bir unsur Türkiye'de kaç kişinin değil de nüfusun yüzde kaçının internet kullandığı. Türkiye nüfusunun şu anda sadece yüzde 21'i internet kullanıyor. Türkiye Istatistik Kurumu'nun internet kullanımı ile ilgili verilerine de buradan ulaşabilirsiniz.

Tabloid Gazetecilik

Yok hayır, "tabloid wannabe" Hürriyet'ten, Vakit'ten falan bahsetmeyeceğim. Bu işi Batı standardında, hakkını vererek yapan bir gazete var imiş meğersem:
Bu haber de sabah sabah iyi güldürdü. Okuyun, okutun. Yazılarınızda referans olarak kullanmayın ama. Essay'inde wikipedia kullanmış öğrenciden beter olursunuz.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Kavram Kargaşası

Bu "sözde" sözüne çok pis kıl olanlardanım. Mesela Ermeni soykırımı dediğinizde "sözde" getirmek zorundasınız başına, yoksa 301'den AK-47'ye türlü belalar açılabilir başınıza. Ama "sözde" o kadar garip bir kelime ki, mesela "sözde Ermeni soykırımı iddiaları" deyince çift negasyondan birden Ermeni soykırımını olumlamış olabiliyorsunuz. Daha tarafsız bir cümle ile anlatalım derdimizi: "Sözde Hatice ile beraber olduğum iddiaları var", yani "Hatice ile birlikte olduğumun yalan olduğu iddiaları var", yani "Hatice ile sapına kadar birlikte oldum aslında".
İşte bu sözde oluşan kavram kargaşasının en acınası örneklerinden birisi bugün Milliyet'in başına gelmiş. Haber şurada, PKK'nın yan kuruluşu ile ilgili bir haber. Alıntılayacağım kısımdaki ilgimi çeken yerleri "bold" eyliyorum:
KCK sözleşmesinin sözde terör örgütünün anayasası gibi değerlendirildiği kaydedilen iddianamede, şu ifadelere yer verildi: "KCK sözleşmesi ... KCK sistemi içerisinde her çalışanın terör örgütü PKK’nın ideolojik ve ahlaki ölçülerini esas aldığı belirtilmektedir." Habere konu olan iddianamede PKK terör örgütü olarak nitelenmekte, lakin Milliyet'in haberinde, PKK'ya "sözde terör örgütü" denmekte. İddianame ile belirgin bir şekilde zıt düşen bir kısım var dolayısıyla haber metninde. Hani arkadaş "terör örgütünün anayasası olamaz, o yüzden sözde diyelim" diye mi düşündü acaba? Yoksa Milliyet koynunda bir adet yılan mı besliyor? Milliyet DTP'nin resmi yayın organı mı? Ülkücüleri göreve çağırıyorum.
Bu vesileyle sözde liboş olduğum iddialarını da reddediyorum. Laissez faire laissez passer.

Yabancı Dilin Önemi

İngiltere Dışişleri Bakanı'nın, hiç yabancı dil bilmediğini söylesem belki biraz şaşırırdınız. Ama sıkı durun; İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband kendi dili olan İngilizceye bile hakim değil! Türkiye gibi Batılı bir ülkede olsa skandal olarak lanse edilecek, Miliband'ın koltuğuna mal olacak bu durum şöyle ortaya çıkmış:
Erdoğan, Miliband kendisine Fenerbahçe'nin durumunu el kol işaretleri yordamıyla sorunca ona "Bath, bath" diye yanıt vermiş. Normalde "Ne, banyo mu, ahaha, Semra Özal'dan betersin ayol" demesi gereken Miliband, "Takma kafana, çift forvete geçersiniz hallolur" minvalinde ezbere bir cevap vermiş. Erdoğan toplantıyı "Lan siz Miliband diye Sanlı Sarıalioğlu'nu getirmişsiniz bana!" diye sinirlenip terk edeyazsa da, çekinmiş "van minüt" diyememiş bu kez. Ki van minüt derkenki vücut dilinden esinlenen Miliband kesin "Yok tek forvet olmaz Erdoğan'cım" derdi.
Kaynak: Hürriyet - Türkiye'nin en ağır görünümlü hafif gazetesi.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Barcelona

Futbola aşık olun, futbol oynayın, futbol izlemeyi sevin, oyuncuların yakışıklılığı için ekran karşısına geçin, piyasa yapmak için futbolla ilgilenmeyen erkek olun, cebindeki son parasını takımına yatıracak manyak olun, futbolla alakanız olmasın vs. Hiç fark etmez. Biz, hepimiz, az önce, yıllar sonra "Bir Barcelona vardı be..." deme hakkını kazandık. Önce İspanya Kupası (hiç yenilmeden), sonra İspanya Ligi (maç başına 2.81 gol ortalaması ile), şimdi de Şampiyonlar Ligi (rakiplerine üç defa 5, iki defa 4 atarak). Başlarında ilk defa A takım çalıştıran bir teknik direktörle. İlk 11'lerinde 7 adet altyapıdan yetişme adamla.
Ne demişler; mas que un club.

Ebleh Facebook Grupları Serisi - #1 MaviTube

Facebook'ta vatan kurtarmak: son zamanların en popüler eylemi ve bu popüler eyleme ilişen faşizan, popülist söylemler.. Nasıl bir ruh halidir, yapılmaya çalışılan tam olarak nedir, zerre fikrim yok, aklım dimağım almıyor. Bi' yerde bi' sorun var ama çözemiyorum.. Beni böylesine bir şaşkınlığa iten grup, MaviTube adındaki oluşumu duyurup, faşizan söylemlerle kutsayıp yayma amacındaki bir grup insanın oluşturduğu "Youtube Yoksa Mavitube Var;Yabancılara Esir Olmayalım" başlıklı grup. Bu ne demek allasen ya? Youtube nedeniyle yabancılara esir olduğumuzu neden düşünüyor bu insanlar? Slogan niyetine de "Türk'ün Türk tüpünden başka tüpü yoktur!" diyeydiniz! Şahsi kanaatimce buradaki amaç, milliyetçiliği, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını kullanarak birilerinin çıkar sağlamasıdır. Sırf bu grubu ve tüpü göz önünde bulundurarak bu söylediğime itirazı olan varsa lütfen buyursun, ben de merak ediyorum. Grubu inceleyelim iki lokma; Grubun tanımı şöyle;
"Türkiye'nin En Büyük Türkçe Youtube İçerik Video Portalı.Youtube'un günübirlik açılıp-kapanmasından sonra onlara esir olmayalım.Türk hitini yabancılara göndermeyin,Türk'lerin yapmış olduğu projeye sizde destek verip video yükleyin." Buradaki falsolara baktığım zaman şahsen benim ilk gözüme çarpan Türkçe kullanma özrü oluyor. İroniye hızlı bir dalış! "Türk'lerin" kesme işaretiyle ayrılmaz (ha, Türkler hiçbi' güç tarafından zaten ayrılamaz, orası apayrı!), dolayısıyla ilk olarak bu arkadaşların "Türk'ler"i ayırma çabasını kın kın kınıyor, nefret kusuyorum (böarğhk!). Selam Dünyalı, sizin dilinizden konuşmaya çalışıyorum.. İkinci falso tabii ki her Türkçe bilmeyen Türkçünün baş belası bağlaç olan da ve de'nin yazılışı. Türk'leri bölmeyi biliyorsunuz bakıyorum da ama sizde'yi bölmeye gelince olmuyor. İşte iç mihrak (hedef göster)! Üçüncü olarak çok emin olamasam da "Türk hitini yabancılara göndermeyin" sözü de bir garip geldi nedense? Türk'ün Türk'e vurmasını mı istiyorsunuz ulan! İşte bunların hepsi Sabetayistler tarafından yenen naneler sevgili izleyenler.. Bir kere daha işin altından Ergenekon çıktı, gördünüz mü? ¿zınısım adnıkraf nığılnabalkaŞ Tanımla ilgili başka çemkiriğim yok hakim bey. Şu ana kadar verdiğim ilk adrese erişemediğinizden beni suçladıysanız, yanılıyorsunuz. Tüpçüleri de suçlamayın lütfen.. Sizin gibi zerre vatanpervert olmayan insanlar yüzünden bu proje çöktü tamam mı! Tek sorumlusu sizsiniz! Grubun duvarına baktım, ilk mesaj grubun kurucusu H. A. tarafından yazılmış. Burada vermeyi uygun bulmadım nedense arkadaşımızın adını ama gerçekten kahramanlık damlayan bir isim. Benimki gibi Sabetayist ismi değil, her tarafından -men -man sonekleri damlamıyor. Helal olsun.. Gönderdiği mesaj şu şekilde; "- Mavitube Destek Çıkmanız İçin Yapmanız gerekenler : 1. Gruba katılın. 2. Ekranın sağındaki "Invite People to Join"'e tıklayın. 3. Bütün arkadaşlarınızı seçin 4. "Send Invitation"i tıkla" Birincisi, Türkçede ismin halleri vardır. Burada Mavitube biraz halsiz kalmış, yal(ı)nız kalmış ama ona bir -e hali güzel giderdi. İkincisi, Türkçede destek çıkmak diye bir deyim/eylem yoktur. Koltuk çıkmak vardır arzu edene veya destek olmak vardır onu beğenmeyen, daha basit olsun isteyen olursa.. Destek çıkmak demek, destek olmanın desteğini, koltuk çıkmanın çıkmasını alıp, bir arkadaşımın yakın zamanda yaşadığı şiddetli bir korkudan bahsederken ödü patlamak ve götü atmak (hoş, Türkçe böyle bir deyim de içermiyor gerçi ama) deyimlerini karıştırıp "götüm patladı!" demesine benzer (Bu hikayedeki kişi tamamen gerçektir). İkincisi, 3. madde. Ulan demek o anlamsız saçma sapan grup tekliflerini böyle böyle göndertiyorsunuz zavallılara! Ne demek kardeşim bütün arkadaşlarınızı seçin? Bari insaflı olun da "ilgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınızı seçin" falan deyin. Üçüncüsü, son maddeye kadar gayet kibar, sizli bizli gitmişken birden hiddetlenip emir kipine geçmenizi anlayamadım kuzum. Ne bu şiddet bu celal?
Dördüncü olarak da dayanamıyor ve duvara Kıbrıs'tan katılan bir arkadaşımızın bıraktığı notu yorumsuz olarak yayınlıyorum; "bi çaq kapaNıp yeNi bi çaq açıLm$.. =D arkaNdaıS maVitube.. =pp" Videolar kısmına baktığımızda garip bi' şey var, O. A. isimli şahıs 26 videosunu koymuş gruba. Bu 26 videodan bir tanesi grupla uyumlu (Prikôşın: Dinlerken/izlerken cinnet geçirirseniz mesuliyet kabul etmiyorum zira şahsın sesi hakikaten benim için fazlasıyla rahatsız edici. O uyarının ötesinde alenen altındaki yorumları da okumamanızı öneriyorum.), diğerleri zaten silme reklam. Çıkar meselesine tekrar girmiyorum. Daha da söyleyecek bir şeyim yok bu grup hakkında. Sadece Türkçeyi kullanımlarına bu kadar takmamın nedeninin açık olduğunu umuyorum. Grubun kurucuları ya da üyeleri olur da buraya denk gelirlerse, milliyetçilik, vatanı çılgınca sevme ve dil arasındaki bağlantı açısından şuradaki yazının dikkatlerini çekeceğini tahmin ederken, onunla birlikte bir yazım kılavuzunun da işlerine yarayacağını, kendisinden biraz nasipleneceklerini umuyorum ve kendilerini tutarlılığa davet ediyorum..

Tek Millet İki Devlet

Son günlerde, taze Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu'nun gündeme yeniden taşıdığı bir slogan bu. Genellikle Türkiye - Azerbaycan ilişkilerini anlatmak için kullanılmakta. Fakat, Google sağ olsun, başka kontekstlerde kullanıldığını da görebiliyoruz. Örneğin bir süpermarket kampanyası hesabı "Üç devlet tek millet" yapmış bizi (Türkmenistan'ın da katılımıyla) cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Tabii yeri geldiğinde de "Tek devlet tek millet" oluyoruz Başbakan Erdoğan'ın dediği üzere.
Benim de itirazımın başladığı nokta burası aslında tam olarak. Biz Atatürk milliyetçiliğini şiar edindik, ben Türk'üm diyen herkes Türk'tür dedik; ama bana "Olm siz Türkler var ya" diyen Türkmen arkadaşı da bizim millete kattık. Türkmenistan'dakiler kendilerini Türkten ziyade Türkmen, Rus, Tatar olarak tanımlarken biz biraz acayip bir iş peşinde koşmuş olmuyor muyuz?
Bu memlekette yaşayan "Türk" Kürtlere zorla Türkçe öğretmeye çalıştık yıllarca, Türkçe öğrettiklerimizin de aksanlarıyla dalga geçtik, ucuz mizah malzemesi yaptık. Eh, Azeriler ve Türkmenler düzgün Türkçe konuşmadığı halde "tek millet" olma ayrıcalığı nereden geliyor o zaman?
Daha geçenlerde İlker Başbuğ Atatürk'ten alıntılamış, herkes "Vay ordu ne güzel açıkladı" demişti. Alıntılanan cümleyi hatırlar mısınız? "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir." Sormazlar mı adama "Kardeş pardon ama o zaman biz nasıl Azerilerle tek millet oluyoruz?" diye? Sormazlar.
Ulusalcılık, anti-emperyalizm dersiniz, Atatürk milliyetçiliği dersiniz, sonra bir de "tek millet x devlet" dersiniz. Demekte özgürsünüz. Fakat bunların hepsini derken çeliştiğinizi fark ediniz, benim dediğim odur.

26 Mayıs 2009 Salı

İsmin Bambaşkalık Hali

Resim: Milliyet Gazetesi'nin ilgili haberinden alınmıştır.
RİZE'de 36 yaşındaki İsmail Güngör, kullandığı minibüsle yaya üst geçidinden yolun karşısına geçti.
Şu haber üzerine aslında ne yorum yapılsa eksik kalır. Arabada 2 bin liralık hasar olmuş, ceza yenmiş falan umurunda değil. Kendisinin tabiriyle "çok istiyormuş, onu da gerçekleştirmiş" İsmail abimiz. Eyvallah.
Olayın ilginçliği bununla kalmıyor fakat, okuyucu yorumları daha da bir garip. Biri demiş ki: "Vali ile kaymakamlara çok iş düşüyor, halkı eğitsinler." - Vali ile kaymakam çıkıp valilik megafonundan anons yaptıracak yani "Sayın halkımız, üst geçite minibüsle çıkmayın" diye. Ya da eski usül, pata küte bir eğitim de denenebilir.
- Solda kaymakam, sağda vali, eğitime aktif katkıda bulunurken.
Başka bir arkadaş "189 ytl caydırıcı değil, adam bir daha verir bir daha yapar" demiş. Yani şu olayın caydırıcılığı, para cezasıyla temin edilecekmiş bu arkadaşın distopyasında. "Sana 189 ytl versek sen yapar mısın?" diye sormak istiyorum kendisine de, alacağım cevaptan korkuyorum.
Biri de yaratıcı bir çözüm önerisi getirmiş  "Üst geçit yol şeklinde yapıldıysa arabayla geçilmemesi için girişlere birer tane sağlam direk konulur olur biter" diyerek. Tabii motorsikletli arkadaşlar için kaç direk gerekir, o da ayrı bir tartışma konusu. Ama arkadaşın hakkını vermek lazım;  "üst geçitin girişine direk koyan ülke" olarak BBC'ye çıkmamız da çok güzel bir tanıtım fırsatı olur. 
Tabii bir de şu karakter var: "harikasın bravooo tebrik edrm:))" Kendisini Bağdat Caddesi'nde hız yaparken bulabilirsiniz 3-5 gün içinde.
Bu arkadaşlarla benim oyum bir olamaz. Aysun Kayacı'yı destekliyoruz. 

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Demokrasi Nedir?

"Bir demokraside, hukuk ve politika hususlarındaki önemli kamusal kararlar, doğrudan ya da dolaylı olarak, büyük çoğunluğunun eşit haklara sahip olduğu topluluk üyelerinin açıkladığı resmi görüşlere dayanır." Albert Weale, Demokrasi, s. 14 "Çankaya Belediyesi'nin amblemini nasıl Çankaya Belediyesi belirliyorsa, Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin amblemini de Büyükşehir Belediyesi seçer. Kabul etmek zorundalar. Bizim dediğimiz olur. Demokrasi budur ve hazımsızlık yapılamaz" Melih Gökçek, Ankara Benim Tapulu Malım, s. 683

20 Mayıs 2009 Çarşamba

PVSK Öldürür!

2007'de bu zamanlar kavuştuğu yeni yüzü ve bu yeni yüzündeki acımasız ifadesiyle 2. yaşını doldurmak üzere olan PVSK (Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu) halktan alıp devlete vermeye devam ediyor.. Radikal'in haberine göre, Kasım 2007'de öldürülen Baran Tursun'un davasının sonucunda ölüme sebep olan polis 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırılırken, aynı dava kapsamında delilleri gizlemek ve evrakta sahtecilikten yargılanan 10 polis beraat etmiş. Halktan bir kişinin canını alıp, canı alana ödül vermiş. Harika! Ya ne olacaktı? Elbette polis her gün çatır çatır, keyfi olarak, farklı yöntemlerle (tekmeyle, ateş ederek, yumrukla, copla) birilerini dövecek, öldürecek ki biz güvende olalım.. Mazallah Baran Tursun kaçabilseydi, kim bilir kaç cana kıyacaktı.. Esmeray polisin aklına öyle estiği için her gün geçtiği ve fakat o gün geçişin yasak olduğu yerden evine geçmek için yürüyebilseydi o yoldan, kim bilir nice yiğitlerin cinsel kimliği şaşacaktı.. Veya Feyzullah Ete o kalbine yediği tekmeyle ölmese, kim bilir ne kadar genci alkole teşvik edecekti? Festus Okey de zenci ya, kesin uyuşturucu satıyor zaten.. Şu an halen yaşamakta olan uyuşturucu müptelası olmayan ve alkolden uzak durabilen bir heteroseksül isem (ki hamdolsun öyleyim!) bunu tamamen Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ve devletin polis teşkilatına borçluyum.. Bu esnada, devlet o kadar bütüncül bir koruma sağlıyor ki, o kadar olur! Ailenin bir ferdini öldürene, diğer fertlerin çekeceği çile bedava! 301 gibi harika bir madde var malum ve tiyatro sanatının gereği, bir sahnede bir madde görünüyorsa, o madde mutlaka kullanılır! Baba Mehmet Tursun'a "yargı görevi yapanı etkileme", "yargı organlarını ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama" ve üç emniyet görevlisine dönük "ölümle tehdit" suçlarına ilişkin dava açılması istenmişti. Aynı şekilde, Baran Tursun'un kız kardeşi Şelale ve annesi Berin Tursun için de bir polise yönelik "hakaret ve ölümle tehdit", "yargı organlarını ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama" ve "yargı görevi yapanı etkileme" suçundan cezalandırılmaları istenmişti Karşıyaka Cumhuriyet Başsavcılığı'nca. Saygılı olsun, efendi olsun lan onlar da! Ne öyle devletin polisinin davasına bakan devletin hakimine "Sen hakimsin polislerin çelişkili ifadelerini düzeltme. Böyle hakimlik mi olur? Katilin ifadesini unutmuşsunuz, siz ne biçim mahkemesiniz?" falan demek? Hukuk sistemimizin nefasetini gözler önüne koyan bir alıntı yapalım hemen Radikal'in haberinden; "Yargılama sonunda mahkeme heyeti, sanıklardan Oral Emre Atar’ın öldürme eylemini silah kullanmaya ilişkin kanun hükmünü yerine getirmede kasıt olmaksızın sınır aşarak işlediği kanaatine vardı. Sanığa TCK’nın 85/1 maddesi gereğince taksirin yoğunluğuna, kullandığı silahın tehlikeliliğine göre önce 3 yıl hapis ceza verildi. Sanığın eylemini kasıt olmaksızın, sınırı aşarak işlediğine karar veren mahkeme heyeti, bu cezada 1/6 oranında indirime gitti ve cezayı 2 yıl 6 aya indirdi. Heyet, sanığın duruşmalardaki saygılı davranışı nedeniyle bu cezada da indirim uyguladı ve sanığa 2 yıl 1 ay hapis cezası verdi. Delilleri gizledikleri iddiasıyla yargılanan polis memuru sanıklar Veysel Aydın, Salih Tokucu, Aytekin Altınışık, Tayfun Kazıcı, Bahadır Aksoy, Hasan Taşan, Murat Masat, Kenan Duman, Hacı İsa Onur ve Aycan Bastur beraat etti." Şimdi, bir tek sorum var (100 puan); Bir insanı, beylik tabancayla ateş etmek suretiyle öldüren bir polisin, mahkemede süt dökmüş kedi gibi durması, aldığı cezada takriben %15'lik bir indirim yapılması hak mıdır, hukuk mudur, adalet midir? Suça teşvik desem suç işlemiş olurum sanırsam? Onun için demiyorum.. Yeni PVSK sonrası kan davası sürmekte olan ailelerde/aşiretlerde/topluluklarda polisliği meslek edinmeye yönelik eğilimde bir değişiklik olup olmadığını inceleyen bir araştırma yoksa, hemen olsun! Daha açık ifade edip eşeklerin aklına karpuz kabuğu düşürmek istemiyorum şu an ama.. Konuya ilişkin birkaç link; http://www.barantursun.com/ - 25 Eylül 2007 - Polis Şiddeti Kamerada - 25 Aralık 2007 - PVSK Değişikliğinden Sonra Polis Şiddeti Bilançosu - 27 Kasım 2007 - Polisin 'Dur İhtarı' Bilançosu: İki Yılda Sekiz Ölüm, İkisi Çocuk - 27 Kasım 2007 - "Vazife ve Salahiyet"le Gelen Polis Şiddeti

Tecavüz Edemeyebilme Hakkı

Bu da insan haklarına son katkımız. Çoğunluğa karşı nefret suçu işleme hakkı, resmi söyleme uyarak insan haklarını ihlal etme hakkı, aktif role bürününce eşcinsel ilişkiye girsen dahi eşcinsel olmama hakkı, eril dile sahip olup herşeyden yırtma hakkı (bunun diğer adı karıdır yapar diyebilme hakkıdır) gibi nadide hakların üzerine bunu da eklemişiz.
Haber burada. Devlet nerede?

Yeni Kredi Kartı Yasası

Obama kabinesinin önerdiği kredi kartı yasası bugün Amerikan Senatosu'ndan geçti. Yasa krizin etkilerinin giderek daha da somutlaştığı şu aralar tüketicilere daha geniş haklar ve mali rahatlık sağlamayı amaçlarken aynı zamanda kredi kartı şirketlerinin kredi kartı sahiplerini belden aşağı yollarla söğüşlemesine de bir dur diyecek gibi gözüküyor. New York Times'ın şu haberinden özetlersek yasanın öngördüğü başlıca uygulamalar şu şekilde: 1- Bankalar ancak ve ancak kredi kartı sahibi ödemekle yükümlü olduğu asgari tutarı 60 günden daha fazla geciktirdiği taktirde mevcut borca faiz işletebilecek. 2- Bankalar kredi kartı sahibine uyguladıkları faiz oranlarını herhangi bir sebepten değiştirmek isterlerse bunu en az 45 gün önceden duyurmak durumunda olacaklar. Ayrıca kredi kartının diğer önemli koşullarıyla ilgili yapacakları değişiklikleri de önceden duyurmaları gerekecek. 3- Son ödeme gününden en az 21 gün önce kredi kartı ekstresinin tüketicinin eline ulaşması gerekecek. 4- Kart sahipleri asgari ödeme tutarının üzerinde ödeme yaptıklarında ödenen ekstra tutar önce en yüksek faize tabi borçlardan düşülecek. 5- Kullanıcılar mevcut kredi limitlerinin üzerinde harcama yapma noktasına geldiklerinde bankanın söz konusu kullanıcıları durumdan haberdar etmesi ve uygulanacak limit aşım ücretini bildirmesi gerekecek. 6- 21 yaşın altındakilerin kredi kartı kullanabilmesi için mutlaka ebeveynlerinin veya sorumlu kişilerin asıl kart sahibi olmaları gerekecek. 7- Perakendecilerin ve diğer firmaların tüketicilere gönderdikleri hediye kartlarının üzerinde ücretlendirme bilgisi (örneğin kullanıcının gelen kartı belirli bir süre boyunca kullanmaması durumunda uygulanan bazı ücretler) okunur bir şekilde yazmak zorunda. Ayrıca hediye kartların veya hediye sertifikalarının başlangıç tarihinden itibaren en az 5 yıl geçerlilik süresi olacak. Yarın mecliste oylanması beklenen yasa tasarısı Obama'nın imzasıyla yürürlüğe girmiş olacak. Tüm bunları okurken aklıma Türkiye'deki bankaların yıllardır anamızı ağlatan düzenbazlıkları geldi. İnsanlara istemedikleri halde kart göndermek ve sonra iptal etmek istediğinizde bin dereden su getirmek, onaylarını almadan değişiklikler yapmak, iptal ettirmediğin sürece bankanın seni yavaş yavaş söğüşlemesine sebep olan "default kampanyalar" ve daha niceleri ile paranoyak tüketiciler yarattılar. Daha fazla örnek için ekşi sözlükteki şu başlığa ve benzerlerine bakmak mümkün. Benzer bir yasa ne zaman Türkiye'de de uygulamaya geçecek merak ediyorum. Gerçi ne yaparsanız yapın kapitalizmde çareler tükenmez gibime geliyor. Uzan tarzı yaratıcı yöntemlerle bankalar bizleri aptal yerine koyacak yeni mecralar bulacaklardır ya neyse. Yine de kredi kartı tuzağına çomak sokmaktan zarar gelmez.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Eurovision Best Of Albümü

Gene komşular komşulara oy verdi (sanki biz Amerika'yla Çin'e oy verdik) hezeyanları ile bir Eurovision'un daha sonuna geldiydik geçenlerde. Hadise dans etmeye harcayacağı enerjiyi şarkısını söylemeye harcasaydı belki bir ikincilik ya da üçüncülük de gelebilirdi; keza kendisi Cumartesi akşamının, İspanya ve Almanya ile birlikte en subpar vokal performansına imza attı. Buna rağmen 4. olmamız yarışmanın standartlarını gösterir zaten.
Konudan sapmadan sadede geleyim. Eurovision'un yarısı amaca yönelik şarkılar olsa da, bu sene hakikaten kaliteli ürünler de sergilendi, hatta uzun zamandır ilk defa bu kadar iyi ürünleri bir arada gördük diyebiliriz sanki. Aşağıdaki benim rafine Top 10 listemdir, dinleyin, dinletin:
1. Fransa (Patricia Kaas - Et S'il Fallait Le Faire)
2. Estonya (Urban Symphony - Randajad)
3. İsrail (Noa & Mira Awad - There Must Be Another Way)
4. Moldova (Nelly Ciobanu - Hora din Moldova)
5. Portekiz (Flor-de-lis - Todas As Roas Do Amor)
6. İzlanda (Yohanna - Is It True?)
7. Birleşik Krallık (Jade Ewen - It's My Time) [Şarkı vasat ama yorum çok güzel]
8. Hırvatistan (Igor Cukrov feat. Andrea - Lijepa Tena)
9. Bosna Hersek (Regina - Bistra Voda)
10. Almanya (Alex Swings Oscar Sings! - Miss Kiss Kiss Bang) [Birleşik Krallık'ın tam tersi]
Şu ikisinden de uzak durun: Yunanistan ve Finlandiya. Kafanız iyiyse de Türkiye ve Romanya'yı dinleyin. 

Yine Bir Sınav Sorusu

Gün geçmiyor ki Türkiye öğrencileri dandik bir soruyla karşılaşmasın. Radikal'de yayınlanan habere göre Açık Lise sınavındaki TC Devrim tarihi ve Atatürkçülük dersinde şöyle bir soru yer almış: "Aşağıdakilerden hangisi Atatürk'ün kişisel özelliklerinden biridir? a) Hayalperest oluşu b) Maceracı oluşu c) Mantıklı oluşu d) Mandacı oluşu " Eğitim-İş Genel Başkanı Yasin Adıbelli bu soru hakkında, Atatürk'e hakaret içerdiği gerekçesiyle, suç duyurusunda bulunmuş. "Bu sıfatların Atatürk'ün adıyla birlikte bir soruda seçenek olarak verilmesi onun aziz hatırasına ihanet, Türk ulusuna hakarettir". Öncelikle böyle bir sorunun sorulması başlı başına bu soruyu cevaplamak zorunda kalan insanlara hakaret olarak görülmeli. Eğer birisi açıktan lise diploması almak istiyorsa çeşitli sebeplerden dolayı liseyi okumamış, ama bu diplomanın hayatında açacağı kapıların farkına varmış demektir. Hedefi ya da hayali için hiçbir analitik içeriği bulunmayan bu soruyu cevaplamak zorunda kalmak öğrencilere yapılan büyük bir saygısızlıktır. Kararsız kalanlara söyleyeyim: Doğru cevap C şıkkı, yani mantıklı oluşu Atatürk'ün kişisel özelliklerindendir. Muhalefetin aksinde ısrar etmesine rağmen Atatürk'ün aksiyomatik olarak doğru/iyi kabul edildiği bu sistemde bu soru "Aşağıdakilerden hangisi en olumlu olarak kabul edilebilir?" diye bir soru yöneltilebilirdi. Bu soruyu cevaplayınca aslında geçmişte bunun gibi başka soruları da cevapladığımı hatırladım, ne kadar ideolojik beslendiğimizi farkettim. Atatürkçülük'ten bahsederken nedense Atatürk'ün kişisel özelliklerinden bahsetmek zorunda kaldığımızı fakat Atatürk'ün kişiseline indiğimiz zaman (bakınız Mustafa belgeseli) yer yerinden oynadığını düşündüm. d.n: zeus aşkına, mandacı olmak nasıl bir kişisel özelliktir...

17 Mayıs 2009 Pazar

Fatih Altaylı'yı Nasıl Bilirsiniz?

Biz hiç iyi bilmeyiz. Kendisinden, Yılmaz Özdil'den hoşlanmadığımın misliyle hoşlanmam. Özdil arada bozuk saatlik yapar, doğru gösterir çünkü -muhtemelen istemsizce de olsa-. Ama Fatih Altaylı başkadır. Yıllarca köşesinde "Ne zaman adam oluruz?" tarzı karneyle nasihatler dağıtmış, fakat orada yazdıklarını da er ya da geç kendi yalanlamıştır.
Bu sefer de kendini yalanlaması çok sürmedi.
Bakınız, şu haber Habertürk'ün sitesinde yayınlandı, bu blog'a bu haberi ahmetkızılay taşıdı. Haber "eşcinsel hakem düdüğünü istiyor" gibi, gayet acayip bir Freudian tonda sunuldu. Haberin konuluş tarihi 13 Mayıs 2009, saat 11.27.
15 Mayıs 2009, saat 07.47. Fatih Altaylı şu yazıyı kaleme aldı. Yazının başlığı "Eşcinsel değilim diyene eşcinsel denir mi?" Bu haber medyaya düşer düşmez Habertürk araştırmış, H.İ.D. ile konuşmuş, o da demiş ki ben eşcinsel değilim, haber yalanmış falan. Bakınız aynen alıntılıyorum:
"HT Spor yayın yönetmeni Halil Özer de aynı görüşte olunca bu haberi çöpe attık."
Yahu bu haberi 2 gün önce ben mi yayınladım? Nasıl bir çöpe atmadır bu? Tekzip mi yayınladınız? (Ki sitelerinde dolaştım, yok öyle birşey) Arşivi taratıyorsun yazı orada, haber orada. Eee? Kimi yiyorsunuz Fatih Altaylı?
Hayır o yetmezmiş gibi aynı gün, iki saat içinde (pardon iki saat beş dakika) şu haber yayınlandı gene HT Spor'un, yani Habertürk'ün sitesinde. Haberde eşcinsel hakemlerin yaşadığı zorluktan bahsedilirken şu ifade kullanılıyor:
"Eşcinsel olduğu için görev yapması engellenen 32 yaşındaki hakemin, yeşil sahalara yeniden dönmesinin imkánsız olduğu bildirildi. 12 yıldır hakemlik yapan ancak eşcinsel olduğunu anlaşılınca maç alamayan bu kişi, hukuk mücadelesini kazanması halinde bile görevine dönemeyecek."
Hakeme 2 saat önce eşcinsel değil de, haberi çöpe attık de, sonra da bu haber yayınlansın?
Hayır Habertürk sadece kendini yalanlasa, kendiyle çelişse gene iyi. Mevzubahis eşcinsel hakem Telegol programına çıkmış, derdini anlatmış. Ve özetle demiş ki "Suratımı mozaiklemeyin, ismimin baş harflerini kısaltmayın, ben eşcinselim." Fatih Altaylı'nın yazısındaki her detay yalan yani.
Şimdi ben kendisine sorayım o zaman. Ne zaman adam oluruz Fatih Altaylı? Siz biLİRsiniz. SİZ bilirsiniz.
Bu arada Komünal İşkembe Yazı İşleri Müdürü olarak şunu belirtmem lazım. Geçenlerde ünlü gazetecilerden F.A. hakkında, eşcinsel olduğuna dair bir duyum aldık. Kendisiyle konuştuk, "ben eşcinsel değilim" dedi. Biz de bu haberi yapmanın, bu kişiden bu şekilde bahsetmenin bile kişilik haklarına aykırı olduğunu düşündük.
Not: Mozaik kalmamış, yüz kızartma tekniği ile idare ediverin.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

eurovision 2009 canli takip

Internetin yavasligi sonucu Eurovision 2009 finalini live-blog olarak takip etmeye biraz gecirkmeli olsa da baslamis bulunuyoruz 5 numara Craotia ile takip etmeye basladim. Yavas bir sarki ve gitar esintileriyle suslu bir olmus. Ve her zamanki kiliseleri barindirmis. siyah giyinen birkac sarisin bayin ellerini seyircilere dogru acip geri vokaller yapiyorlar. Kazanamazlar... 6 numara portekiz: time of your life akorlariyla seker bir parca yapmaya calismislar. Bohem muzisylenleriyle ve cicekli temalariyla tatli bir hava yakalamislar. Vokalin sesi guzel fakat kilolari smslerin onune gecebilir :( 7 izlanda: mavi tonlarinda bir performans ama sikici ogeler yogunlukta. Cello calan adam, senktronize hareket eden 3 bayan vokal, transpozisyon... 8 yunanistan: this is our night. Hugh jackman kivaminda beyazlar icindeki abicim this is out night diye dans etti sarki soyledi. En klas tarafi tabii ki sahnenin ortasina konan harektli yukseltinin uzerinde kaymasi tabi ki. 9 ermenistan: aslida guzel olmus. sanirim ermenistan da turkiye gibi ozkultur ve batililasma dilemmasini yasayan ulkelerden. Etnik kareografi ve muzikal altyapiyla yola cikilmis. Fakat ingilizce sozler kullanilmis ve araya ermenice sozler serpistirilmis. Elektronik bas sesler sarkiya guzel oturmus. Sonra yoresel davullar istenilen kulturel mesaji vermis. 10 rusya: dev ekrandan uzgun bir kadin suratini seyrediyoruz. ama guzel akor degisimleri duyuyoruz, ve nakarat elektrik gitarla destekleniyor. Sonralara dogru wahli elektro gitar solosu dinliyoruz. Rusya tabi cok alkis aldi. uzgun kadin sanirim agladi... 11 azerbaycan: cirkin erkek guzel kadin dueti. dans ritim. ve tabi ki kulturel element erkek yoresel bir esntruman caliyor. Always on my mind, always all the time... 12 bosna hersek: sakin bir baslangic oldu, ve sonra mars ritmi ve melodisiyle devam ediyor. Bosnakca sozler kullanilmis. haha super bir kareografi ruzgara bakan victorioud bir poz vererek sarkiya devam ediyorlar. hatta birisi kirmizi bir ortu cikardi tam bir ozgurluk heykjeli oldu.. ama guzel bir sarki, valla...
(shelbyl) Thom Yorke'un balkan ve emo haliymis bu yahu. ---bir ara oldu, yurdum rus halkina sarki soyletiyorlar... 13 moldova: agit yakar gibi basliyor ama kadin guluyor. he tamam goran bregovicin hareketli parcalarina donustu. Nakarattan once gitar ritimlerini duyabiliriz ve davul ritimleri guzel olmus. Sonra tabi trompetlerle dans havasi basliyor.. Dusunun ki bir paralel evrende beirut mutlu muzik yapiyor. onun gibi duyuluyor yani...
(shelbyl) - Bu sarki dogrudan Goran Bregovic bestesiydi derim ben. 14 malta: off kilolu vokalist. fail. firtina oncesi klavyeli, slow baslangic. diptis diptisin baslamasini bekliyorum.. gururlu senkop savas davullarini duyorum, korktugum disko gelmedi, iyi oldu.. off transpoze.. mikrofon standini firlatti atti... 15 estonya: urban symphony: keman calinacak!! bir saniye bir tane bebek yuzlu cocuk keman caliyor snaiyordum.. bir de bu var galliba.. analisiyor ki bir yayli quartetin ikinci kemani olarak vokalistligi ustleniyormus abla, hence symphony. elektronik ritim ve arada kisik sesle glitch, enter urban. guzel bir sarki olmus...
----------------oyuncu degisikligi, shelbyl ana kumandaya gecti.--------------------
16 danimarka: buna yorum yapmak byte'lara yazik etmektir.
17 almanya: dita von teese hayal kirikligi yaratti ekran basindaki bir cok gence. sarki guzel, bana gecen seneki birlesik krallik performansini hatirlatti biraz. genelde televoting ile puan alamayan 4 buyuklerin bu sene sansi daha fazla oldugundan bu sarkiya da ilk 10 yolu taninabilir.
18 turkiye: yari finaldeki performansin aynisi. hadise vokal olarak bekleneni veremedi, ama geri vokalleri kismalari iyilestirme olmus.
19 arnavutluk: bu formul geceli cok oldu yahu. tamam guzel bir bagyan arkadasimiz ama, arkadaki blue man group - daft punk cakmasi olusum olmamis. hah sonlara dogru transpoze de yaptilar tam oldu. az gelismislik kiskacinda arnavutluk..
20 norvec: herkesin ayilip bayildigi ve benim isinamadigim sarki cikti. kemanla calinan melodi beni deli etmekte. nakarattaki vokaller de zorlama duruyor. ama kendisi bebek yuzlu, arkada guzel bir dans gosterisi var, ritim etnik diptis. favori olmasina sasirmamali. canli performans acisindan degerlendirirsek bekleneni verdi.
21 ukrayna: bunlar ruslana zamaninda kalmislar, muzik daha kotuye gitmis ama. femdom esintileriyle izledik yalniz sonlara dogru. agresyon dorukta. hedef kitlesine oldukca basarili hitap ettiler.
22 romanya: standart sarki. hadise'nin rakibesi olsaydi bir adet bu sarki olurdu. bizimkinden biraz daha batiya donuk olmasi da derken halay cektiler. haydaaa. iyi ki elena paparizou halay cekti yahu, her sene biri halay cekmese olmaz. dogu avrupa = seksapel denklemine de tav olmaya basladik artik.
(ahmetkizilay) balkan kizlariyla 90lara donus! halay cekmeden olmaz tabi!
23 birlesik krallik: jade ile bakalim yeniden var olacaklar mi? gerek fransa, gerek birlesik krallik bu sene kaliteli urunler ortaya koydular. jurnin geri gelmesi ile varlik gosterebilirler. sarki gittikce "my heart will go on"a kayiyor yalniz. obama baskan olduysa jade de ilk 10'a girebilir.
(ahmetkizilay) Ablam kemanciyla carpisti, iyi ki playback yapiliyor.
24 finlandiya: cok kotu. cok cok kotu. gonullerin sonuncusu. lordi'yi getirseler daha iyiydi..
(ahmetkizilay) lordiden sonra bir de rapci cikardilar. helal olsun. pyrotechnics falan yine bir surpriz yapip iyi oy alacaklar mi acaba? ayrica sert elektro gitar duyuyorum, lordi hortlamasin oradan? korkuyorum.
25 ispanya: standart sarki. anaa kadin kayboldu la? david copperfield da gordu ya eurovision, helal olsun..
(ahmetkizilay) - david copperfield!!!!!!!!
Puanlama geyigine kadar banal espriler gorecegiz derken, o ne lan uzay mekigi cikti?? (ahmet) bir de rimi rimi ley vardi. dum tek tek aklima onu getiriyor. sonu benzemesin... (ahmet) sulu gosteriyi severek izliyorum. Ozellikle panelin seyircilerin elleriyle dokunabilecek kadar yakina gelmesi cok guzeldi. (ahmet) ilk 12 puanimizi aldik. Iyi bir baslangic oldu. Ote yandan belarusa mi tasinsak. ama gorunuse bakilirsa turklere oy vermiyorlarmis.. (ahmet) sweden teyze bu yayindan bir kaset sozlesmesi mi cikarmaya calisiyor acaba norvec'e bu ilgi niye? bildigin cocuk bagirarak sarki soyluyor! (ahmet) adam lafonten coveri yapmis, oylari topluyor... (ahmet) ingiltere'den 12 puan?! (ahmet) 24 ulke oylari sonucu genel durum soyle: norvec: 235 izlanda: 115 turkiye: 115 norvec arayi acti gidiyor. buyuk ihtimalle turkiye ikincili kapar ve turk aksaniyla turkiye geliyor: 12 azerbaycan 10 arnavutluk 8 bosna 7 kimdi?? 6 ermenistan 5 romanya 4 rusya 3 norvec 2 izlanda ve arnavutluk'un 10 puaniyla turkiye ikincilige oturdu. hmm kibristan 12 puan yunanistan'a gitti. boo sesleri duyuldu, turkiye masasi calisiyor... amanin yazi yazarken bir baktim turkiye 4unculuge dustu... azerbaycan atak yapti.. norvecli cocuga herkes asik oldu.. too bad it's a fairy tale... slovenya bir dakikalik saygi durusunda bulundu. cok sakaci... ermenistandan 4 puan aldik. 2 ulke kaldi ve sonuclar soyle: norvec 379 izlanda 206 azerbaycan 197 turkiye besinci sirada ve puani: 158 azerbaycanli hanim cok neseliydi, sonuclardan memnun gozukuyor. ve 12 puan opucuklerle Turkiyeye geldi. Norvec oy veren son ulke, ne kadar manidar(ehi) ve norvecten 7 puan alarak 4unculugu garantiledik. izlandanin 12 puani almasiyla azerbaycani geride birakip ikinciligi kapti. bizim subyan kemanini, cicekleri ve opucuklerini alip sahneye cikiyor odulu almasi icin cocugun ebeveynlerini sahneye cagirdilar. yuh Turkiye (istedigimden daha) iyi bir sonucla yarismayi tamamladi. Artik iki hafta Hadiseyi konusalim, sonra da seneye Tarkan aday olsun diyelim ama olmasin...

15 Mayıs 2009 Cuma

"Töre Cinayeti Bir Kürt Sorunudur"

Aylardır ilk defa açıp da bir gazete okuyayım dedim. Ismet Berkan'ın Radikal'deki köşe yazısına denk geldim. Meğerse günlerdir süren bir polemik varmış Ertuğrul Özkök, Hadi Uluengin ve Ruşen Çakır arasında. Ilk ikisi töre cinayetlerinin neredeyse sadece Kürtler tarafından işlendiğini söylemiş, diğeri de suçu bir ırka atfetmenin ırkçılık olduğunu dile getirmiş. Burada bir parantez açıp ülkemizde nefret söyleminde bulunmanın hala suç olmayi bırak, ayıp olarak bile görülmemesinin rahatsız ediciliğine değinmek lazım. Herhangi bir mecrada hala "Yanlış anlamayin benim de Kürt arkadaşlarım var ama, Kürtlerin çoğu da suça meyilli" "Çingenelerin de hepsi demeyeyim de çoğu hırsız" "bana Ermeni dedi, hakaret etti" "Bu Rum dölleri defolsunlar gitsinler" türünde beyanlarda bulunmanın sosyal açıdan kabul edilebilir oluşu bence utanç verici. Nerede kalmıs koskoca iki köşe yazarının bunları köşesinde dile getirmesi. Diğer rahatsızlık verici noktaysa, göze çarpan bilgisizlikle birleşen, konu hakkında genelleme yapma aşkı. Açıp kendi köşeleri hariç bir şeyler okurlarsa görecekler ki, ülke baştan aşağı belki öldürülen değil ama, evlendirilmek istendigi adamla aynı eve kapatılıp ailesinin onayıyla tecavüz edilen, ailesi izin vermediği için ev hapsinde olan, dayak yiyen, işkence gören kız çocuklarıyla dolu. Avrupa'da göçmenler icin faaliyet gosteren kadın sığınma evi Orient Express'e bir sorsunlar bakalim Yozgatlı, Sivaslı, Kürt olmayan aileler kızlarına neler yapıyorlar, o kızlar 14 yaşında kuzenleriyle evlenmeye karşı çıkınca. Berkan'ın yazısına dönersek, bunun bir ekonomik gerikalmışlık degil, bir kadın sorunu olduğunu öne sürüyor Berkan. Bana kalırsa kadın sorununu ekonomik gerikalmışlıktan bağımsız olarak ele almak safdillik olur. Kadının ekonomik olarak erkege bağımlı olduğu herhangi bir düzenlemede kadın hakları kağıt üzerinde kalmaya mahkum çünkü. Yetişkin bir birey olan kadın, babasının karşı çıktığı kararları hayatta kalmak icin babasının parasına muhtaçken mi alacak, kocasından dayak yiyen kadın kocasını gelip karakola şikayet ettikten sonra ömür boyu karakolda mı saklanacak, ya da bir sığınma evinde kocasına değil ama yine baska ücüncü şahıslara muhtaç olarak mı özgür olacak? Bağımsız bir kadın mücadelesinin haklılığına ve gerekliliğine kesinlikle inanıyorum. Yasal düzenlemelerimiz kadınlara gereken hakları ve korumayı vermekten çok uzak. Ama bunun tek basına yeterli olduğunu düşünmüyorüm. Çünkü bence kadına uygulanan baskı ve şiddet, kanıksadığımız toplumsal baskı ve şiddetin de bir tezahürü. Toplum tarafından marjinalize edilen, iş bulamayan, iş bulunca emeğinin karşılığını alamayan, dini dili ırkı siyasi görüşü yüzünden şu ya da bu şekilde sürekli ayrımcılığa ugrayan madun kesim, elbette ki bunun acısını -farkında olmadan- başka bir yerden , gücünün yettiğinden, karısından kızından çıkaracak. Bize bambaşka bir sosyal düzen lazım.

Çoğul Delirmeler Diyarinda Televizyon ve Çocuk Hakları

Son zamanlarda Facebook'ta dolaşan bir videoya gözüm takıldı dün gece. Videonun alındığı programın ismi ByKus Show, ShowTV'de uzun zamandır yayınlanmaktaymış, merak edenlere: ByKuş Yol Hikayeleri - Kuş Avcıları-1 Doğulu yahut kırsal kökenlilerin aksanı, giyimi, yaşam tarzı vs. ile şehirli şehirli dalga geçmek nicedir mizah olarak satılıyor zaten, hadi buna artık şaşırmadık diyelim (tiksinmekle şaşırmak arasındaki çizgi de gitgide inceliyor gerçi). Konserve kahkahalarla izleyiciye nerede gülmesi gerektiğini hatırlatmayı, böylece hepimizi aptal yerine koymayı da Türk televizyonculuğunun Amerika'dan kaptığı bir sinir bozuculuk olarak sineye çekelim şimdilik. Zira derdim bunlar değil. Türk televizyonculuğunu kurtarmak filan hiç değil, ütopyanın anlamını bilecek yaştayız cümleten. Burada söz konusu olan bariz bir çocuk istismarı ve bunun bize şaka diye yutturulmaya çalışılması. Kuşları korumak adı altında, baykuş beyinlilerin verdiği hüküm çok açık: "Sayın izleyici, siz yeter ki gülün, düşünmeden önünüze gelene gülün, sizin eğlenmeniz için 1-2 çocuğun psikolojisiyle, adalet algısıyla, otorite figürüne yaklaşımıyla oynamak bizim için bir zevktir. Zaten çocuklara hayvan sevgisi aşılamak misyonuyla yola çıktık, sopayla eğitim hizmeti veriyoruz. Kuşlar çocuklardan daha değerlidir, pedagoji ise Tanzanya'da bir şehir adı. Ama bunu misal İstanbul'da kedi tekmeleyen çocuklara yapamayız, çünkü aileleri dava açıp iç çamaşırımıza kadar alabilir, nemize lazım... Yoksa çoluk-çocuk dinlemez yapardık, yanlış anlamayın duyarlı filan değiliz." İşin daha sinir bozucu kısmıysa bunun Facebook, Youtube gibi sitelerde neşeli bir şekilde paylaşılan, altına bol gülücüklü şirin-şeker yorumlar yazılan bir video olması. Çocukların saflığını gösteriyormuş bu video. Kuşları korumaya yönelikmiş, kuş vuran çocuklar hak ediyormuş böyle davranılmayı. Ne varmış ki, herkesin başına gelebilirmiş. Bundan sonraki programlar için benim de önerilerim var: körlerin elinden bastonlarını alıp onları otobana salmak, engellilerin tekerlekli sandalyelerinin altına muz kabuğu koymak, yaşlıların poşetlerini taşıma bahanesiyle yanlarına yaklaşıp şakacıktan cüzdanlarını çalmak, otobüslerin frenlerini patlatıp kaçmak harika kamera sakalarına yelken açmamızı sağlayabilir. Kazayla gülmeyen olursa, tepki göstermeye filan kalkarlarsa diye de saniye başına daya konserve kahkahayı, kimsenin gülmekten kızmaya vakti kalmasın. Nasılsa çoğul delirmeler ülkesinde yaşayıp gidiyoruz.

Baş Dönmesi

Bana ölülerden on kişiyi akşam yemeğine çağırma şansı verilseydi, kesinlikle birisi W. G. Sebald olurdu. İlk Sebald kitabımı, Saturn'ün Halkaları'nı, 2006 yılının ilkbaharında Nisan ayının sonlarına doğru kaldığım üniversite yatakhanesinin bahçesinde okumuştum. Yarısını sağ taraftaki demir sandalyenin üzerinde, diğer yarısını da en sol taraftaki uzun ağacın altında . Beni o kadar etkilemişti ki kitabı bitirdikten sonra kapağını tekrar açmaya korkar oldum, ikinci kere okursam belki ilk kez okurken aldığım haz ortadan kaybolur diye. Bir sonraki sene Göçmenler'i okudum. Şu anda da Sebald'ın yazdığı ilk kitap olan "Baş Dönmesi" (Vertigo) ni okuyorum. Baş Dönmesi insan hafızasını, unutmayı ve hatırlamayı ele alıyor. Bilmeyenler için Sebald fotoğraf ile romanı dahice birleştiren belki de tek başarılı yazardır. Yazı fotoğrafı betimler nitelikte değil, tamamlar niteliktedir. Yani fotoğrağı sözcüklerle anlatmayı beceremedikleri için değil, romanlarında başka bir gerçeklik boyutu, hatta bazen ironi yaratmak için kullanır. Hayatı boyunca boynunda 35 mm fotoğraf makinası ile dolaştı. Bütün romanları sanki yürüyerek yazılmıştır. Resimlerin ve akıcı yazış stili sayesinde kendinizi hep onunla yürüyormuş, gördüklerini görüyor, duyduklarını işitiyormuş gibi hissedersiniz. Öldükten sonra geriye bavullarca resim kaldı. Hatta bir anektoda göre bir gün yolda yürürken bir erkek çocuğuna rastlar--yüzü o kadar çok hoşuna gider ki resmini çekmek ister ve de dayanamaz çeker. Sonra çocuğun evinin kapısını çalar. Annesine babasına adresinizi verin de size bir kopyasını göndereyim der. Tabii çocuğun annesi babası Sebald'ı kötü niyetli çocuk avcısı zannedip kovalarlar. Baş Dönmesi'nin ilk 20 sayfası Sebald'ın ilk kitabı olduğunu belli eden gereksiz detaylar ve betimlemelerle dolu olması beni biraz şaşırttı. Çünkü Sebald'ın sonraki kitaplarında en ufak detay bile kasıtlıdır. Sebald detayları ilahlaştırır. Ama yirminci sayfadan sonra Sebald yine Sebald idi. Kitabı daha bitirmedim ama Baş Dönmesi'ni okumanızı şimdiden tavsiye ederim. Kitabın durmadan sevdiğim Dante'ye göndermeler yapması da benim için ikramiye oldu. İlahi Komedya'nın üç bölümü de yıldızlar kelimesi ile sona erer. Baş Dönmesi'nin ikinci bölümünde hapishaneden gizlice kaçan Casanova gökyüzünü tekrar görünce, Dante'nin Araf'a geçmeden hemen önce söylediği bir satırı, yani Cehennemin'in en son satırını sayıklar: E quindi uscimmo a riveder le stelle. İşte dışarı çıktık, tekrar görmek için yıldızları.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Yeter Ama..

Şu hayatta yaptığım en iyi şeylerden biri hicivdir. Hoş, o da genellikle bir halta yaramaz ama, olsun. Bir hicivci olarak Türkiyeli olmaktan ve de Türkiye gündemine hakim olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissederim. İsveçli olsam kötü olurdu mesela, "nefret suçu" ve "intihar oranı" haricinde dalga geçecek birşey bulamazdım. Ya da Zimbabveli olsam, dalga geçecek mecalim olmazdı. Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye (Stefanos Yerasimos ve Tonguç Yumruk'a selamlar) bulunmaz bir cennettir o yüzden.
Ertuğrul Günay saçmaladı, dalgamızı geçtik. Sonra eşcinsel hakem olayı çıktı, biraz gerildik. Eh ama bu bir hafta içinde 3. be kardeşim, bir durun soluklanın hele. 
Zaman yazarı Ali Bulaç, önce "Bülent Ersoy'un annesi erkekmiş" diye birşey attı ortaya, tutmadı. Bizzat Ersoy ağzının payını verdi. Ama kendisi hızını alamamış, "Irak ve Afganistan'da sivillere yönelik katliamları eşcinsel askerler gerçekleştiriyor" diye buyurmuş aynı programda
Ekşisözlük'te de birkaç gündür eşcinselleri aşağılayıcı başlıklar açılıyor. Yani bu kadar tesadüfe de pes doğrusu. 
Kemalist-muhafazakar atışmasının bir yerde sıkıcı olacağı belliydi zaten. Türkiye'de her zaman ezilmiş olanlara da gider yapmak lazım arada. 2009'a ateistlerle girdik, Ermeni mevsimi geçince sıra eşcinsellere geldi. Malum yaz geliyor, kimilerinin hormonları azıyor, dimağları aşağılara kayıyor.
Birader, susun da adam sanalım yahu. Hakikaten.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Türkiyede Eşcinselliğe Bakış - Bir Örnek

Türkiye'de eşcinselliğe bakışın acınası komik hali HaberTürk'te yayınlanan şu haber ile tekrar gözler önüne seriliyor. Habere göre, eşcinsel bir bireyin hakemlik başvurusu yürütmelikteki "Sağlık sorunları nedenliyle askerlikten muaf tutulanlar hakemlik yapamaz" kuralı sebebiyle reddedilmiş. TSK'nın eşsiz uygulaması sonucu eşcinsel gerekçesiyle çürük raporu almış bu kişi şu an hakkını aramak için olayı yargıya taşımış. Ayıkla pirincin taşını... Bununla birlikte haberin başlığı "Eşcinsel hakem düdüğünü istiyor" tam Daily Show'a yakışır bir başlık olmuş. Tabi HaberTürk'teki (ya da haber ajansındaki) cin fikirli çalışan/editör bu başlıkla kafamdaki homofobi çanlarını çaldırdı. Son olarak haberin resmindeki FIFA kokartlı hakemin yüzünün kapatılması da ayrı bir komedi. Acaba resimdeki şahış tarafından "Ben eşcinsel değilim, bu bana hakarettir" diyerek dava açılmasından mı korkmuşlar... bir de ne habersin ne türksün diye bir şey vardı...

Komünizmin Çöküşü

Berlin Duvarı yıkılsa da, koskoca Sovyetler Birliği dağılsa da, Soğuk Savaş bitse de, komünizm dendiğinde akan sular durur, komünizm sözcüğü bile kimi yüreklere korku salmaya yeter. İdeolojik tiplemeler içinde en karizması komünist amcalardır. Ne ülkücü bıyığı, ne Nazi bıyığı, ne de dinci bıyığı Marx'ın, Lenin'in karizmasını geçemez.
Kıyas kabul eder mi?
Her neyse, işte komünizm ölse de yüreğimizde yaşayacak bir ideolojiydi. Tam 8 saat öncesine kadar...
Arkada Kızılordu, o haşmetli, heybetli, akla düşmesiyle tansiyonun düşmesinin eşzamanlı olduğu o ordunun korosu, Eurovision Şarkı Yarışması'nda gösteri yapıyor. Önlerinde zibidi formalı, zıp zıp zıplayıp hesapta dans eden bebeler, önlerinde de iki adet lezbiyen protest şarkıcı. (T.A.T.U.'nun Yulia'sı büyümüş, serpilmiş, maşa'allah.) 
Sözlerime bir şiirle son vermek istiyorum:
Kızılordu kızılordu
Sesi titretirdi yurdu
Ey korkunun tek adresi
Söyle sana neler oldu?
Acımız büyük.

10 Mayıs 2009 Pazar

Fazıl Say

Hani ünlü bir Shakespeare anekdotu vardır. Bir şemsiye tamircisi William'a şiir denemelerini gönderir, William da der ki:
"Dostum, siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın."
Bugün Fazıl Say'ın Radikal'de yayınlanan yazısını okuyunca aklıma düştü bu anekdot. "Leyla Gencer yaşasaydı Ergenekon'dan içeri alınırdı" gibi harika bir analoji desem değil, sembolik anlatım desem değil, öyle kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir yazı yazmış kendisi. "Bir dahaki dalgada gidersem 'Ben demiştim size' diyeceğim bir yazım olsun istedim" diye de bitirebilirmiş gerçi cümlelerini. Şiirsel anlatım da yakalamış kendisi bu yazıda, cümleleri oradan buradan fütursuzca bölüp yazıyı yüzlerce satıra yayarak.
Hayır bu bir değil iki değil. Kendisinin Deniz Baykal'a yazdığı bir mektup da vardı geçenlerde, okumayan varsa hatırlatalım onu da.
Dostum Fazıl, siz müzik yapın, hep müzik yapın, sadece müzik yapın. Daniel Faraday bilim aşkına piyano çalmayı bırakmış, siz de kafanızı bu tür toplumsal sorunlarla meşgul etmeyin.

8 Mayıs 2009 Cuma

Kültür Bakanı

Ertuğrul Günay. İslami sol kavramının modern zamanlardaki mucidi Günay, AKP hükümetinde Kültür Bakanlığı yapmakta bilindiği üzere. Kendisi bu sıfatı dolayısıyla 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali'ni açmış. Açarken de 12 Eylül'e ve darbeye giydirmiş.
Buraya kadar harika. Yalnız şu lafı etmiş kendisi:
"Nice yalanlar gördük. Ben bir yıl hatırlıyorum, Zeki Müren Türkiye'nin en büyük erkek sanatçısı, Bülent Ersoy en büyük kadın sanatçısı seçilmişti, böyle bir absürt, dramatik, toplumun aklının karıştırılmaya çalışıldığı dönemlerden geçtik"
Tabii kendisi Kültür Bakanı olarak Türk kültürünü, örf ve adetlerini korumakla yükümlü. Siz Kültür Bakanlığı'nı ne sandınız?
Ha işin komiği, kendisi sözlerine şöyle devam etmiş:
"Bu ülkede insanlar demokrasiden, insan haklarından, halk oyunun her şeyin üstünde olduğundan hiçbir zaman ödün vermezse, Türkiye kültürle, sanatla, bilimle Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyine ancak yürüyebilir."
Dayı hangi insan hakları, hangi demokrasi? 2 dakika olmadı Zeki Müren ve Bülent Ersoy'u "3. cins" olarak tanımlayalı? (Bu 3. cins lafını ilk Dengir Mir Mehmet Fırat'tan duymuştuk Harvard'da verdiği bir konuşmada, çok orijinaldi, aklımdan çıkmıyor o yüzden hiç..)
İslam, sol, insan hakkı, darbe, eşcinsel falan derken Ertuğrul Günay balataları yakmış anlaşılan. Kendisine kültürü biraz bırakıp, turizme odaklanmasını tavsiye ediyorum, iyi gelir.

Bilinçli Kapitalistler

Geçenlerde New York Times'in opinion bölümünden bir söylesi okudum. Söylesi "innovative charter schools" adı verilen okulları kuran Michael Strong ile yapılmış. Konu Michael Strong (yanda gördüğünüz şahıs) ve Whole Foods C.E.O.'su John Mackey'in ortak olarak kurduğu Flow Inc. adlı organizasyonun yürüttüğü "bilinçli (veya duyarlı) kapitalizm" propagandası. İkili, özgürlükçü düşünceleri ile biliniyor ve savundukları temel fikir dünyanın sorunlarını devletin değil ancak "bilinçli kapitalistlerin" çözebileceği. Bilinçli kapitalizm, Strong'un tanımına göre, şirketlerin kar ençoklamasından daha öte, daha derin bir amaça hizmet ettiği (örneğin eğitime destek, "fair trade", Afrika'daki açlık ve yoksullukla mücadele, ekolojik sürdürülebilirlik vs.) bir sistem. Sihirli anahtar kelime ikilinin "değer yaratımı" adını verdiği kavram: Hem tüketiciler, çalışanlar, tedarikçiler ve yatırımcıların çıkarlarının bir arada gözetildiği (birbirine uyumlu hale getirildiği diyelim) hem de doğanın ve ekolojik dengenin korunmasına katkıda bulunan bir "iş yapma" veya yönetim anlayışı. Flow'un kurucuları Milton Friedman'in basını çektiği bu serbest piyasanın yeterince serbest bırakıldığında insanlığın sorunlarına en iyi çareleri bulacağı fikrini o kadar benimsemişler ki dünyadaki yoksulluktan tutun çevre kirliliği ve küresel ısınmaya kadar birçok konunun çözümünün kar fırsatlarını koklamakta becerikli serbest girişimcilerden geleceğini iddia ediyorlar. Peki nereden biliyoruz bunun doğru olduğunu? Friedman'a sorarsak cevabı açık: “The great advances of civilization, whether in architecture or painting, in science or literature, in industry or agriculture, have never come from centralized government”. Friedman bu lafi ettiğinde Internet ortaya çıkmış miydi bilmiyorum ama ABD Savunma Bakanlığının başlattığı ARPANET (Advanced Research Projects Agency Network) projesinin Internet'in çekirdeği olduğunu biliyoruz. NASA 1958'de ABD hükümeti tarafından kuruldu. Daha temel örnekler vermek gerekirse sulama sistemleri, kanalizasyon, birçok bilimsel ve tıbbi araştırma, merkezi bir yönetimin (centralized government) mevcut kaynakları bu alanlara yoğunlaştırabilme gücü ve yetkisi sayesinde hayata geçti. Milton Friedman aptal bir insan olmadığına göre geriye sadece bir tek seçenek kalıyor: İdeolojik duruşunun bilimsel tarafsızlığının çok önüne geçmiş olması. Friedman'in düsturunu benimsemiş insanların "devletin tek görevi serbest piyasanın işleyişinin önündeki engelleri kaldıracak yasaları ve düzenlemeleri yapmak ve kollamak gerisini Adam Smith'in görünmez eline bırakmak olmalı" söyleminin ne kadar çarpık olduğunu bilmem tartışmaya gerek var mi? Şimdi söyleşiye geri dönelim ve Michael Strong'un bazı açıklamalarına bir göz atalim. "As we enter an age in which more and more customers, employees, and investors choose to integrate meaning into their purchasing, employment decisions, and investment decisions, opportunities will open up for those conscious businesses that are most effective at integrating a deeper purpose into the D.N.A. of all of their operations. They will have more loyal customers willing to pay a premium price; a more loyal workforce willing to bring passion, energy, and creativity to work; and, as conscious financial markets develop more fully, investors who are more willing to focus on the long term" Eğitimli ve alım gücü belirli bir seviyenin üzerindeki insanlar Strong'un tanımına göre bilinçli tüketiciler olabilir. Eğer tüm üretim ve pazarlama stratejileri bu tüketicilerin taleplerine göre şekillenseydi ve kar etmenin tek yolu "environmentally conscious" veya "fair trade" ürünleri sunmak olsaydı Strong'a hak vermek daha kolay olurdu. Peki günümüzde talebin çok daha büyük kesimini oluşturan orta ve alt sınıflar? Tüketim davranışlarının çevreye özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerdeki çalışma koşullarına etkilerini, olumsuz dışsallıklarını umursamayan veya umursayacak lüksü olmayan bu sınıflar bir anda buharlaştılar mi? Strong ve Mackey'in dünyası Whole Foods'tan alışveriş yapan insanlarla mı sınırlı acaba? Yoksa aslında tek ilgilendikleri kendileri gibi insanların açtıkları ve "conscious business" stratejileri gerektiren niş bir piyasanın daha da karlı hale gelmesi için mücadele vermek mi? Peki Starbucks'in isteyene fair trade isteyene "unfair trade" kahve satmasını kim engelleyecek? "Education, exhortation, and other forms of creating pro-environment value systems help by means of creating a green consumer base that, through purchasing green, drives more green innovations for the future than would otherwise be the case. That said, in order to solve more substantial environmental problems, we need to change the legal environment within which entrepreneurs start and grow companies so that they can solve more problems." "Green consumer base" gökten zembille inmediğine göre sanırım önce dünyadaki yoksulluğa ve eğitim sorununa eğilmek lazım. Ama bu sorunların da tek geçerli çözümü az gelişmiş ülkelere dışarıdan gelecek mali yardımdan değil mülkiyet hakkını güvenceye almak, girişimcinin önündeki bürokratik engelleri, kırmızı kurdelaları kaldırmak diye buyuruyor Strong. Bunlar tabi ki yeni fikirler değil. Kalkınma iktisatçıları arasında yıllardan beri süregelen tartışmalar hepsi. Strong, gelişmiş ülkelerin mali yardımının dünyadaki yoksulluğun azaltıması için gerekli olduğunu savunan bu konudaki başlıca ekonomistlerden Jeffrey Sachs'a yükleniyor söyleşide. Hatta Sachs'a benim oldukça abzurd bulduğum bir şekilde hodri meydan diyor. İddia su: Bundan 20 yıl sonra acaba şu aşağıdaki üç grup ülkeden hangisi kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) olarak diğerlerini geride bırakmış olacak?

Sachs 1: The 20 nations that have received the most government-to-government foreign aid as a percentage of per capita G.D.P.

Sachs 2: The 20 nations that have experienced the greatest percentage growth in government (in honor of Sachs’s claim that large government does not inhibit growth).

Strong: The 20 nations that have experienced the greatest increases in economic freedom as measured by the Fraser Economic Freedom Index. Strong iktisatçı olsaydı (ki aslında bunu anlamak için iktisatçı olması gerekmez) sanırım yukarıda tanımladığı bu üç grup ülkenin büyüme performansını diğer faktörleri hesaba katmadan karşılaştırmanın elma, armut ve muzu karşılaştırmak gibi bir şey olduğunu anlardı. Birinci grubtaki ülkelerin bu kadar yabancı ülke yardımı almasının muhtemel sebepleriyle ilerideki ekonomik performansının yakından ilişkili olacağını, ikinci gruptaki ülkelerin büyümesinin devletin büyümesinden başka sebeplerden de kaynaklanabileceğini, üçüncü gruptaki ülkelerdeki ekonomik serbestliğin tek başına (örneğin devletin altyapısal yatırımları olmadan) bu ülkeleri ekonomik kalkınma yoluna sokmasının zor olabileceğini, ekonomik serbestliğin başka değişkenlere içkin olabileceğini göz ardı eden çocukça bir iddia bence. Her ne kadar bu grupların içerdiği ülkeler kısmen örtüşeceklerse de ekonomik büyümenin söz konusu ülkenin gelişme eğrisinde hangi noktada bulunduğu ile yani bir diğer deyişle modern büyüme rejimine (tabı eğer girdiyse) ne zaman girdiği ile alakalı olduğunu da hatırlatmak lazım. Tabi bu arada ekonomik büyümenin, Strong'ün önerdiği şekilde ölçüldüğü taktirde, "ekonomik kalkınma"yi ne kadar temsil ettiğini de tartışmak gerekir. Örneğin GSYİH artışı artan çevre kirliliği ve gelir dağılımı adaletsizliği ile beraber geliyorsa (bkz. Çin Halk Cumhuriyeti) çevrenin ve yoksulun dostu Michael Strong'un Sachs'a önerdiği iddiada bunu da dikkate alması gerekmez mi? Son olarak söylesinin kapanış cümlesini (incisini) ele alalım: "The solution to market failure is often more markets; in addition to privatizing rather than nationalizing, I’d like to see legalized prediction markets, so that more information on price trends is available to more people early on, thus reducing the scale and cost of the speculative bubbles." İktisatçılar için temel tanımlardan biri olsa da meseleden bi haber bazı girişimciler için birinci senesindeki doktora öğrencilerinin başucu tuğlası Mas-Colell'den geliyor: Market failures describe "situations in which some of the assumptions of the welfare theorems do not hold and in which, as a consequence, market equilibria cannot be relied on to yield Pareto optimal outcomes". Pareto optimal neticeler ile ne kast ediyoruz? Ekonomideki kaynaklarin ureticiler (ki onlar bir yandan da tuketiciler) arasinda etkin bir sekilde dagildigi bir durumdan bahsediyoruz, oyle ki mevcut durumdan daha farkli bir paylasima ("allocation") gecerek herkesin verili kaynaklarla daha fazla uretmesini veya tuketmesini saglamak mumkun olmuyor. Tanim diyor ki "Welfare" teoremlerinin standart varsayimlari yerine gelmezse tamamen rekabetci bir serbest piyasa ekonomisin dengeleri etkin olmayabilir. Nedir bu varsayimlar? Birincisi ekonomideki bireyler diger bireylerin davranislarindan olumlu veya olumsuz olarak etkilenmeyecek. Yani verili kaynaklarla ne kadar uretip tuketebildigimiz sadece ve sadece piyasada olusan fiyatlar, kendi uretim teknolojimiz ve tercihlerimizin bir sonucu olacak (kisaca, boyle bir dunyada dissalliklara yer yok). Ikincisi piyasa aktorleri arasinda bilgi asimetrisi olmayacak, yani bir diger deyisle piyasaya sunulan, alinan satilan urunler herkes tarafindan esit derecede gozlemlenebilir olacak. Ucuncu olarak hic bir aktor veya bir grup aktor piyasadaki fiyatlari tek basina etkileme gucune (market power) sahip olmayacak. Strong bu koşulların hepsinden haberdar olmasa gerek ki piyasa ekonomisinin aciz kalışını sadece bazı ürünlerin, kavramların ve bilgilerin alınıp satıldığı piyasaların halen var olmamasına (incomplete markets) bağlıyor. Yasal tahmin piyasalarının kurulmasını rica ediyor. Bunu kimden rica ediyor orası meçhul. Olası finansal krizleri en aza indirgemek için piyasa aktörlerine mı sesleniyor yoksa başka bir merciye mi? Ayrıca bu piyasalar kendi kendine oluşsa bile bilgisel dışsallıkların bu piyasaların sunacağı yararlı bilgi miktarını etkilemeyeceğini düşünmek safdillik olmuyor mu?

6 Mayıs 2009 Çarşamba

2009 Webby Ödülleri Açıklandı

İnternetteki en iyi siteleri ödüllendiren, ilki 1996'da verilen Webby ödülleri dün sahiplerini buldu. Her categoride iki ödül veriliyor. Birisi International Academy of Digital Arts and Sciences (IADAS) üyeleri tarafından, diğeri ise halkın verdiği oylar tarafından belirleniyor. İnternet siteleri bu sene 70 değişik categoride yarıştılar. Webby ödülleri en prestijli internet ödülleri olarak kabul ediliyor. Gazete categorisinde ödülleri New York Times ve Guardian alırken, haber categorisinde bütün ödülleri BBC'nin haber sitesi aldı. Listenin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Domuz Gribi Salgını

Son on gündür Meksika ve Amerika başta olmak üzere her ülke domuz gribi ile çalkalanıyor. İşyerinde durmadan "domuz gribinden yakalandığınızı nasıl anlarsınız," "işyerinde hijyen" başlıklı iletiler geliyor. Türkiye'de kesinleşmiş bir vaka olmamasına karşın İstanbul'da yaşayan ailem bile bana telefonda sokağa çıkarken çok dikkatli olmam gerektiğini, haberleri takip ettiklerini söyledi. Domuz gribine medya gribi desek daha doğru olacak sanırım. Acil durum çağrısı yapan durmadan sayısı artan gazete makalelerini, elektronik posta iletilerini ve televizyon haberlerini okuyup gördükçe geçen hafta ben de korktum ilk önce. Domuz gribinin teşhisinin yapıldığı ilk gün hafif de ateşim olunca açıkçası panikledim. İş yerinden çıkarken karşılaştığım bir iş arkadaşıma hafif ateşim var, acaba domuz gribine yakalanmış olmayayım dediğimde güldü: iş yerinde bir çok kişinin aynı gün içinde kendini pek iyi hissetmediğini söyledi. Medyanın ateşi bizlerde büyük iktimalle psikolojik ateş yarattı... Telaşımız boş idi. Vaka sayısı şu anda 1400 civarlarında. Geçen senenin istatistiklerine göre dünya nüfusunun 6,706,993,152 olduğunu kabul edersek, bu da demektir ki dünya nüfusunun sadece yüzde 0.000021'si bu hastalığa yakalanmış. Kaldı ki bu istatistik sadece domuz gribine yakalananları temsil ediyor; bu hastalığa yakalanıp ölenleri değil. Ölenlerin sayısı daha da az, tüm dünyada sadece 30 kişi. Bir yılda AIDS'den ölenlerin sayısı ise yaklaşık 2 milyon. Domuz gribi biraz fazla panik yarattı. "Tamam, olsun, ama paniğin bir yan etkisi yok" demeyin. Paniğin önemli bir yan etkisi harcanan boşa giden paralar. Önlem almak iyidir ama abartılınca da bütçeye zarar verebilir. Devletler yaygın hastalık tehlikesi olduğu zamanlarda önlem amacıyla hemen ilaç alırlar. Örneğin, 2006 senesinde ABD kuş gribi (Vietnam tipi) salgını için 250 milyon dolar harcayıp, 8 milyon doz satın almış. Aynı tür kuş gribinden ise 3 sene içinde 174 kişi ölmüş; ilaçlarında çoğu kullanılmamış. Domuz gribi salgınının insandan insana, ülkeden ülkeye bulaşması seyahat etmenin kolay olduğu yüzyılımızda şüphesiz daha kolay. Tıpkı paniğe ve para kaybına sebep olan medya gribi gibi. 2009 domuz gribi salgını özellikle internetin küreselleşmeyi ve haber alımını hızlandırdığı günümüzde medyanın rolünü, gücünü ve güçsüzlüğünü tekrar gündeme getirdi.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Bir Sınav Sorusu Daha

Bu seferki daha net, daha nokta atışı. Samanyolu TV'nin "Ramazan ayı belgeseli senarist seçme sınavı"nda sorulan soru şöyle:
"Evrendeki düzen hiçbir şeyin rastlantı sonucu ortaya çıkmadığını göstermektedir. Evrendeki varlıkların kendi kendilerini var etme güçleri yoktur."Bu bilgilerin ikisini de iyi değerlendiren kimse aşağıdakilerden hangisine ulaşır?
A) Varlıklardaki düzen onların kendilerini var ettiklerini gösterir. B) Evrenin varlığının bir başlangıcı yoktur. C) Evrendeki varlıklar rastlantı sonucu ortaya çıkmıştır. D) Evren bir yaratıcı tarafından planlı bir biçimde yaratılmıştır.
Aslında bu bilgilerin ikisini de iyi değerlendiren kimse karşı tarafın iflah olmaz bir yobaz olduğu sonucuna ulaşır ama; soru "Devlet Parasız Yatılılık ve Bursluluk Sınavı"nda sorulunca iş öyle yürümüyor tabii.Aslında devletimiz de haklı; yaşıtlarını zehirleyecek, dinsiz imansız insanların devletin yatakhanesinde, devletin okulunda işi ne? Laik, sosyal bir hukuk devletine bu tür bir uygulama yakışmaz.
**********************************************************************************
Benim de aklıma bir soru geldi. Bu linkte, Bursa'daki DTP binasına yapılan bir saldırının görüntüleri bulunmaktadır. Görüntüleri iyi değerlendiren bir kimse aşağıdakilerden hangi sonuca ulaşır?
A) Bursa polisi şeftali, kestane şekeri falan yediğiden mütevellit tatlı yer, tatlı konuşur.
B) Bursa polisi, yeterli envantere sahip değildir.
C) Bursa'nın ufak tefek taşları polisi etkilemeyeceğinden, tahakkümat endişesine gerek yoktur.
D) Kürt'e saldırmak mübahtır; işçi, Beşiktaşlı, Cumartesi annesi, eşcinsel, sosyalist olmak tehlikeli ve yasaktır.

Komünizm gelecekse...

... onu da biz getiririz demişti birisi vakt-i zamanında. Devir değişti, şimdi de Hak-İş "Taksim'e çıkmak sadece ve sadece bizim başarımızdır" diyor. Bu memlekette bir tabu yıkılacaksa, sola özgürlük gelecekse; dinibütün sendikalar yapar onu da.
Tabii bu açıklamanın hemen ardından eski Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in "çok başarılı bir bakanlık geçirdiği"ni söylemişler kendileri. Eee, tersane işçileri, kot taşlama işçileri ölecekse; onları da bizim önlem almamamız öldürür. 
Muktedir olmak güzel şey. Yardakçılarınız bol olsun efendim.