2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

23 Kasım 2010 Salı

Hani Geçmişle Hesaplaşıyorduk?

48 saat içinde nur topu gibi iki tane skandal hukuksal durumumuz oldu. Gerçi nur topu gibi demek abartı olur, zira artık kanıksadık bu durumları.

2 gün önce 8 bin 335 askerin katıldığı, 20 binin üzerinde gaz bombasının ve de yasaklı olan fosfor bombasının kullanıldığı, ve neticesinde 2 asker ve 28 hükümlünün öldüğü, 6 asker ve 237 hükümlünün yaralandığı "Hayata Dönüş Operasyonu"nun yargılama süreci başladı nihayet 10 yıl sonra. Peki yargılanan kim? 39 tane er. Er. Operasyondan sonra çıkıp "Biz aslında çok masumduk da mahkumlar saldırdı" diyen dönemin İçişleri Bakanı Tantan (ki durumun öyle olmadığı Adli Tıp raporu ile kanıtlandı) masum. Dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun daha da masum, zira kendisi şu anda Devlet Üstün Hizmet Madalyası'na sahip bir HSYK üyesi. Suçlu bu 39 er. Kendi başlarına gidip operasyonu çığırından çıkarmışlar. Cık cık cık. Yersen.

Bugün de 12 yıllık komplonun kurbanı Pınar Selek yine yeni yeniden suçlu ilan edildi. Mısır Çarşısı bombacısıymış kendisi, su götürmez bir gerçekmiş bu. Tabii olayın ilk önce gazetelerde ve polis raporlarında "tüp patlaması" diye lanse edilirken sonra birden Selek'in başına yıkıldığını, suç arkadaşı olduğu iddia edilen Abdülmecit Öztürk'ün değiştirdiği ifadeleri, olay hakkında verilen 4 "bomba değil", 2 "bomba", 2 "bomba olabilir" ve 3 "belirlenemez" (toplam 11) sonucuna varmış çelişkili Adli Tıp raporlarını göz ardı etmeniz lazım bu "şüphe götürmezlik" sonucuna ulaşmanız için.

Yüce devletimiz Ergenekon'la tam gaz savaşırken ve de anamuhalefet de Ergenekon mağdurları için yaslar tutarken, sol (ya da insan) alerjili Gladyo/Susurluk/Ergenekon zihniyeti iktidarını sürdürmekte. Neticede önemli olan devletimize zeval gelmemesi, bu yolda yapılan danışıklı dövüşler kutsaldır.

Hem zaten Pınar Selek de Grup Yorum dinliyormuş, kesin bombacıdır değil mi Yıldıray Oğur?
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hayata Dönüş Operasyonu ile ilgili Ece Temelkuran'ın yazısına buradan, Pınar Selek ile ilgili habere de buradan ulaşabilirsiniz.

Ekleme: Bu iki olayın arasında bir de bonus varmış meğerse, fark etmemişim. Başbakan'ı protesto eden gençler 15 ay hapis cezasına çarptırılmışlar. İşte özlediğimiz demokrasi bu!

18 Kasım 2010 Perşembe

Light Aliye Kavaf: Halide İncekara

Bu 3 günlük bir olaymış da radardan kaçıvermiş. Halide İncekara, Yaprak Dökümü ve Fatmagül'ün Suçu Ne? yapımlarının senaristleri için "ruh hastası" demiş, "bu diziler sapıklıkları arttırıyor" diye de not düşmüş.

Burada gene bir milletvekilinin, yani erk sahibinin lafının gideceği yeri bilememesi durumu var, tıpkı muadili Kavaf'ın benzer dizilere yaptığı eleştiriler gibi. Sokaktaki insan "bu adamlar ruh hastası" der laf arasında, ama siz bir milletvekili olarak bu insanları alenen bu şekilde itham edemezsiniz. Bu dizileri beğenmediğinizi söyleyebilirsiniz, bu dizileri izlemediğinizi beyan edip "Kızım sana söylüyorum"culuk da oynayabilirsiniz; ama bunu böyle bir dille yapamazsınız.

Gençler bu sahneleri görüp emo oluyorlar sonra azizim...

Sadece bu kadar da değil. Sonrasında İncekara şunları da demiş:

"Dizi yapımcıları ve reklamverenlerin, muhafazakâr kadınlar ve erkekler olduğunu söyleyen İncekara, dizilerin teşvik ettiği sapıklıkların insanları olumsuz etkilediğini belirterek, “Tabii kendi çocuklarını 5-6 korumayla gezdiriyorlar. Onlar için sorun değil” yorumunu yaptı."

Reklamcıların neden muhafazakâr? Hadi öyle oldular, çocukları var mı? Hadi var diyelim, cidden 5-6 korumayla mı geziyor hepsi? Bu nasıl bir akıl yürütme?

İncekara, tıpkı Başbakan'ının "Bu gazeteleri almayın" tavsiyesine uyarak "Bu dizileri izlemeyin ki yayından kaldırılsınlar" diyerek de sözlerini sonlandırıyor.

Ben şu noktada lafı Mehmet Barlas'tan alıntıladığım bir anekdota bırakıyorum:

Özal "2'nci Değişim Programı"nın ana hedefinin her alandaki özgürlükleri yerleşik hale getirmek olduğunu vurgulayan bir konuşma yaptı.
Sonra salondan gelen sorulara cevap vermeye başladı.
Başında bere olan sakallı bir dinleyici Özal'ı, özel televizyonlara yol vererek milletin ahlakını bozmakla suçladı.
- Bu televizyon kanallarında sabaha kadar porno var. Ahlak elden gidiyor, benzeri şeyler söyledi. 

Akıl ve kumanda aleti 
Özal şöyle bir baktı kendisini suçlayan bu kişiye.
Sonra cevap verdi:
- Allah sana akıl diye bir şey vermiş. Kul da uzaktan kumanda aletini yapmış. Beğenmediğin programı izlemek yerine uzaktan kumandayı kullanarak başka kanala geçebilirsin. Ama belli ki bu programlardan ayrılamıyorsun. Gözlerinin altı mosmor. Belli ki sabaha kadar bu programları izlemekten uykunu ihmal etmişsin. Özal'ın bu cevabı hem salondakileri güldürdü, hem de yoğun bir alkışla bu cevaba destek geldi dinleyicilerden.

Yazının tamamı da güzel, "yandaş gazetede AKP eleştirisi çıkmış!" diye de okuyabilirsiniz eğer kamplaşma psikolojisiyle hareket etmeyi sevengillerdenseniz.

Madalyonun Öteki Yüzü: Holivud Filmleri

Böyle sanki 2000 kelimelik essaymiş gibi başlığı var yazının ama, benim burada dikkat çekmek istediğim şey algı yamulması denen olgu. (Aslında o olgunun adı tam o değil ama idare ediverin.)

Sağda solda hep duyduğumuzu laflardan birisi şudur: "Holivud filmlerinde hep alttan alta Amerikan propagandası var, hepsinde mutlaka bir kilise görüntüsü vardır kesin, böyle beyin yıkıyorlar işte" falan şeklinde. Ben ilk olarak ortaokuldaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi hocamdan duymuştum bunu. Bu ilk duyuşum son duyuşum olmadı tabii. (Bu cümleyle sanki Ümit Besen tadı yakaladım biraz: Bu ilk duyuşuuuuğuğuğuğum, son duyuşuğuğuumdu...)

Kilise resmi haricinde de çocukların beynini yıkama yöntemleri mevcut tabii.

Algı yamulması şu: Holivud sektörü Amerika'nın gizli silahı, kültür emperyalizmini dünyaya yaymak için kurulmuş şeytani bir imparatorluk.

Halbuki Occam'ın usturasını kullanırsak şu sonuca da varabiliriz:

Holivud bir endüstri. Endüstri ürününü satmak ister. Satmak için de öncelikli hedef kitlesine hitap eden filmler yapmak zorundadır. Holivud bir Amerikan endüstrisi olduğu için, Amerikan halkını okşayan filmler yapmalıdır. Böylece daha çok para kazanacak ve daha çok böyle film yapacaktır. Bu yaptığı filmleri daha da çok para kazanmak için uluslararası piyasaya da sürecektir ekonomik sebeplerden dolayı.

Şimdi bir Türk dizilerini ve filmlerini Ortadoğu'ya postalıyoruz ya, acaba orada da "Türk filmlerinde hep propaganda var, filmlerle kendi kültürlerini empoze ediyorlar" deniyor mudur?
Türkler gibi çakma kristal bardaktan çakma şarap içelim mi biz de anne?

Şimdi bir şeyi açıklığa kavuşturayım eleştiri gelmeden: Holivud gayet propagandist filmler yapmıştır, Amerikan mesajını böğrüne böğrüne vuran, gözüne gözüne sokan filmleri vardır. İlk aklıma gelenler Rocky, Rambo, Independence Day vs. Ama her sahnede bit yeniği arayıp, bunu böyle büyük bir komplonun ayağı olarak görmekten ziyade öncelikle ekonomik sebeplere bağlarsak sanki kafamız daha rahat eder gibi geliyor bana.

Bu da böyle "dam üstünde saksağan" tarzı bir yazı oldu biraz sanki, ama işte ben de propaganda yapıyorum esasında çaktırmadan. 

17 Kasım 2010 Çarşamba

Meme Gazeteciliğinde Son Nokta

Bu blogda, özellikle sokaktaki adam gazetelerin "meme koy da reyting artsın" olayını eleştirdik sıklıkla. Ama hiç aklıma bir gazetenin "En Güzel Japon Porno Yıldızları" diye bir fotogaleri açıp, o galerinin etiketlerini Japonya - güzel - porno diye koyacağı aklıma gelmemişti.

İnanamadınız değil mi? Screenshot'ımızı da koyalım o halde:


Link de verelim de, Google'dan anahtar sözcük araması sonucu bu post'a gelecek olan arkadaşlardan küfür yemeyelim.

Milliyet bugün kendini aştı. Bakalım kim görüp arttıracak, çok merak ediyorum.

12 Kasım 2010 Cuma

Köşelerde Bugün - 12 Kasım 2010

Her gün ya sevdiğim, ya hiç sevmediğim, ya da nötr olup sırf meraktan takip ettiğim onlarca yazarın on küsür köşe yazısını okumaya çalışıyorum. Madem bunu hali hazırda yapıyorum, kim ne yazmış raporunu da verelim, özet geçmiş olunsun, vakit oldukça yaparız:

Ahmet Hakan: Karikatür krizi konusunda söyledikleri yüzeyde çok mantıklı, lakin kendisinin biraz daha derinden yüzmesini beklerdim ki özgürlük kavramını "ona varsa buna da var" boyutundan çıkarıp "ona da, buna da olmalı" boyutuna getirsin. Köşesini doldurmak için "süper demode tutumlar" falan diyerek ekşisözlük lingosu satmasına gerek yok.

Yılmaz Özdil: Diyanet İşleri Başkanları'nın soluğu siyasette almasını eleştirmiş. İyi güzel, lakin sonra da "Ali Bardakoğlu'nun başını yediler" tadına geçmiş. Ali Bardakoğlu ileride bir partiye katılırsa bu yazıyı dan diye suratına çarpmak esastır.

Engin Ardıç: Ardıç, dediklerinde her zaman doğruluk payı bulunan; ve de hiç ne tamamen haklı, ne tamamen haksız olmayan bir yazar. Bugün de doğru şeyler söylemiş de, yazının en baş ve en sonundaki gereksiz "kıssadan hisse" taraflarını geçeceksiniz.

Fatih Altaylı: Louis Vuitton'un Çin'e açılmasında Atatürk'ün dolaylı etkisini anlatıp (Çin lideri Atatürk'ü örnek alacakmış, bunu duyan Louis Vuittoncular hemen orada mağaza açmışlarmış), bunu "Hani bir grup “serseri” var ya, “Biz 10 Kasım’da herkes dururken yürümeye devam ettik” diye yazıyorlar sağda solda, iyi halt yemişler gibi. Kimi hazmedemediklerini görsünler diye." şeklinde bağlayabilmiş, tebrik ediyorum kendisini.

Mehmet Ali Birand: Liderlerin profillerine değindiği bir yazıda, BDP Genel Başkanı Demirbaş hakkında şöyle bir tabir kullanmış: "Kabul etmek gerekir ki, Türkçesi gayet iyi anlaşılıyor." Neden ilk etapta anlaşılmadığını varsaymamız gerekir, ben bunu anlamadım, anlayan anlatsın.

Kendisi bir de Denktaş'a yapılan ayıptan bahsetmiş. Ayıp şu: Denktaş'ın 7 bin lira olan emekli maaşı 5 bine düşürülünce, Denktaş o parayla geçinememeye başlıyor, çünkü çok borcu varmış. Garip bir durum.

11 Kasım 2010 Perşembe

Ama Siz Yanlış Gelmişsiniz?

Kavram çok çetrefilli bir olgu. Eğer sen onu kavrayamazsan, o seni alır kavrar, karman çorman olursun. Erdoğan ile Gül'ün başına da bu gelmiş dün.

Önce Erdoğan. Bildiğiniz gibi, Mehmet Ali Ağca adlı bir suçlu, devlet televizyonuna konuk oldu. Olabilir, normal. Ama bu konukluk süresince, "sağduyu" gereği, kendisine işlediği suçlar hakkında soru sorulmalı, ve de kendisi pişmanlık emareleri göstermeli. Peki Ağca ne yaptı? Elini kolunu sallaya sallaya kendini övdü, kitabını pazarladı, ve de hiçbir sıkıntı çekmedi, günah çıkarma gereği bile duymadı. Biz buna Türkçe'de "ayıp" diyoruz.

Erdoğan'a bu soru sorulduğunda ise kendisi ne cevap vermiş?

"Bunu özel kanal - devlet kanalı diye niye ayırıyorsunuz? Devletçilik geride kaldı, özgürlükler öne çıktı!"


Özgürlük demişken, buradan da Gül'ün kavram karmaşasına geçelim. BBC'de katıldığı Hard Talk programında kendisine, İsmailağa Cemaati ile ilgili yaptığı haberlerden dolayı yargılanan ve hakkında 97 yıl hapis cezası istenen İsmail Saymaz hakkında bir soru soruluyor. Gül ise buna "bu ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez, burada gizli belge ifşasından kaynaklanan bir sorun var" cevabı veriyor.

Şimdi soralım:

1. Madem devletçilik bitti, neden hala devletin televizyonu var?
2. Madem devletçilik bitti özgürlükler başladı, neden İsmail Saymaz'ın devlet ile ilgili yayınladığı belge sorunlu?
3. Madem gizli belge ifşası ifade özgürlüğü kapsamına girmiyor, Balyoz Darbe Planı vs.'yi yayınlayanlar neden yargılanmıyor?
4. İfade özgürlüğü, tam olarak gazetecinin belgesinin kaynağını açıklamama özgürlüğünü de beraberinde getirmiyor mu? Bu, Batı'da da hararetle uygulanan ve ayrıntıları tartışılan bir prensip değil mi tam da?
5. Devletin tezini destekleyici nitelikte haberler yargı sürecini etkilemez iken, bir tek devletin tezine aykırı haberler mi yargı sürecini etkiler?

Sevgili öğrenciler,

Siz siz olun, devletçilik ve de özgürlük kavramları üzerine düşünürken Başbakan ve Cumhurbaşkanınızı dinlemeyin, kafanız karışmasın.

10 Kasım 2010 Çarşamba

10 Kasım Sorusu

Bugün Atatürk'ün ölüm yıldönümü olduğundan, sosyal medyada laf atma ya da "Atam sen kalk da ben yatam" hezeyanına bulaşma trendi tavan yapacak, normal. Özellikle değişen toplum yapısında, bunlar faydalı dinamikler.

Lakin Kemalistlerin kullandığı bir dil var ki, benim çok garibime gidiyor. Birisi Atatürk'e laf atan bir şey dediğinde "Atatürk olmasaydı sen bugün bu havayı soluyabilir miydin? Atatürk olmasaydı baban belli olur muydu?" tarzı fundamental sorularla tepesine tepesine biniyorlar insanın. Bu münferit bir tepki değil, oldukça kitlesel bir fenomen.

Ben ABD'de birisi kurucu babaları (Founding Fathers) eleştirdiğinde "Onlar olmasa senin baban İngiliz olurdu dingil!" dediğini duymadım. Ya da sanmıyorum ki Hindistan'da biri Mahatma Gandhi'ye ters bir şey dediğinde ona "O olmasa bugün hava alır mıydın sen?" falan desinler.

Bakın, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bu tepki normal. 88 yıl olmuş yahu Kurtuluş Savaşı biteli, daha ne ana - baba edebiyatı? 88 yılda benim bugün hava almamam, ya da babamın farklı olması için Atatürk'ten gayrı 88 tane sebep hasıl olmuştur. Atatürk'ten bağımsız olarak babam kaç defa değişti bilinmez.

Bu dilin sebebi insanların aldığı ilkokul eğitimi diyeceğim de, ilkokuldan sonra hiç mi eğitim almıyorlar yahu?

Çok acayip.

Bu vesileyle Atatürk'ü de anmış olalım.

2 Kasım 2010 Salı

Ataerkil Fanatiğin Hakaret Hezeyanı

Şu yazıya başlık bulmak çok zor iş hakikaten, çünkü bir çok saçmalık benzer iki olay sayesinde 48 saatlik zaman süresine sığınca böyle "Kontesi Kim Şey Etti" tadında bir başlık ancak kotarıyor durumu. Dilim döndüğünce yavaş yavaş anlatmaya çalışacağım, artık ne çıkarsa.

Öncelikle "ataerkil" konusunu "hakaret" ile bağlantılı olarak açıklayalım. Türkiye toplumu sapına kadar ataerkil olduğundan toplumdaki söylemler de bilinçaltında ya da üstünde o yönde gelişiyor. Penisyen (Freudyen gibi düşününüz) düşünce tarzında, sinirlenilince o yüzden analar satılıyor, kadın cinsel organına koyuluyor, eril karşı taraf "pembe kazak giymekle" itham ediliyor vs. Bu düşünce ile değerlendirilen iki eylem gerçekleşti bahsettiğim zaman zarfında, ve her zamanki kamplaşma kültürü bu iki olayın faillerini karşılaştırmaya başladı. "Bunlar analarını da satarlar" Oktay Ekşi vs. "Dansöz (şeklinde çizilmiş) Kemal Kılıçdaroğlu" Salih Memecan. İki olay, gerçekleştikleri medya uyarınca farklı aslında, ama algı kapıları ters şekilde açıldığı için tepkiler benzer oluyor.

Öncelikle Oktay Ekşi:

1. Yargı: Bu yazarın yazısında yazdığı ifade kesinlikle, en hafif tabirle, dingilce. Yani bir gazetenin başyazarı, bir şeyi değil yazmadan, konuşmadan önce dahi iki defa düşünmeli basın etiği vs. gereği. Yazdığı yazı bir mizah konseptinde olsa tamam, ama ciddi -olması gereken- bir yazıyı bu şekilde sonuçlandırmak saçmalık.

2. Algı: Lakin köşe yazarları önemli figürlere her gün bundan daha beter ithamlarda bulunurken, Ekşi'nin yazısının bu kadar tepki uyandırmasının baskın sebebi "anayı karıştırması". Ekşi yazıyı "bunlar babalarını da satarlar" diye bitirse bu kadar tepki uyanır mıydı mesela?

3. Karşı Algı: Ekşi'yi savunanlar ise öncelikle "Başbakan da ananı da al git demişti" silahına sarıldılar. Tamamen farklı kontekstlerde söylenmiş bu iki söz (Başbakan "anamız ağlıyor" lafına karşılık diyalog gelişimine uygun -ama hayli uygunsuz- bir yanıt verirken, Ekşi şapkadan tavşan çıkarıyor), sadece ortak eleman olan "ana" etrafında argüman - karşı argüman formatına giriyor.

Sonuç: Ekşi ile beraber, köşelerinden sırf asılsız itham ve etiksiz üslup saçan bir çok kalem kınanmalıyken, Ekşi anayı karıştırdığı için günah keçisi oluyor. Ekşi özür dilemeli ve hatta istifa etmeli, ama anayı karıştırmasından değil, titrine yakışmayan bir iş yapmasından ve etiğe aykırı davranmasından dolayı.

Bu olay üzerine Salih Memecan'ın fiili geldi: Kılıçdaroğlu'nu "dansöz, ağzı bozuk ve boykotçu" olarak nitelemek, ama ön plana çıkan "dansöz" çizimi oldu:

Aynı formülle inceleyelim:

1. Yargı: Salih Memecan'ın yaptığı bir karikatür, ve de mizahçının sınırları sıradan insandan biraz daha geniştir.  Dansöz argoda "lafının arkasında durmayan" anlamında da kullanılır, ki Kılıçdaroğlu bunun örneklerini az zamanda fazlasıyla verdi. O yüzden burada Memecan'ın yaptığı yanlış bir şey yok, ama kalitesizlik diz boyu. Mizahçı dediğin kişi, bu tür işleri yaparken biraz ince ayar sahibi olmalı, biraz nüktedarlık, zeka pırıltısı falan katmalı işin içine. Bu bildiğin ilkokul esprisi yani. Yakın zamanda CHP Gençlik Kolları'nın bir sergisi oldu, iki olay işgüzarlık açısından aynı kulvarda koşmakta.

2. Algı: Kılıçdaroğlu'nun, ataerkil toplum değerlerine aykırı bir şekilde resmedilmesi, kullanılan dansöz kelimesinin de önüne geçti, Milliyet Gazetesi haberi "skandal" yorumuyla verdi. Burada Ekşi'nin intikamını alma gibi bir hissiyat da var içten içe. Sırf bu sebepten, bu karikatürün değerlendirileceği boyut sapıttı.

3. Karşı Algı: Gene kamplaşma kültürü uyarınca, Memecan'ın savunucuları da "Penguen de Erdoğan'a hakaret etmişti" şeklinde kontraya kalktılar, yani "o hakaretse bu da hakaret" savunması gündeme geldi. Bu da en sakat algıyı doğurur, karikatürde "hakaret" çıtası düştükçe düşer.

Sonuç: Memecan saçmalamıştır, ama bu saçmalama kabul edilemez sınırlarda değildir. Sıklıkla söylem değiştiren bir insanı dansöz olarak resmetmek normaldir. Lakin Memecan'ın savunmasını yapacak insanların boynunda Erdoğan'ın önüne gelen karikatüre dava açması asılı olunca olay sarpa sarmakta, insanların "ifade özgürlüğü" savunmak yerine ifadeyi kısasa kısas metoduyla kısıtlamaya çalışması gündeme gelmektedir.

Bu dağınık yazıyı nasıl sonlandırmak icap eder bilemedim, başlığa geri dönmek en uygunu herhalde. Neticede bizde hakaret/eleştiri/mizah/önyargı falan fian karman çorman işte, nereden tutabilirsek oradan çözmeye çalışıyoruz denk geldikçe.