2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

19 Eylül 2013 Perşembe

Fed'in açıklaması, kur ve büyüme üzerine

Dün doların 2.00 seviyesinin altına hızlı bir şekilde inişini anlamlandırmak çok zor değil: Fed Haziran ayında bono alım programını (quantitative easing ya da QE) bir noktada gitgide azaltacağını (ki bu elbet olacak) yarım ağızla söylemiş ve piyasalar haddinden fazla tepki vermişti buna. Dün 3 aydır yeniden inşa etmeye çalıştıkları güveni, Bernanke'nin "valla yok hocam öyle bir şey" (mealen) diyerek altını çizmesi üzerine en sonunda enjekte edince piyasalar Haziran'da verdikleri tepkinin aksini verdiler.

Gelişmeler ışığında bu yazıda üç şeyi, mümkün olduğunca teknik dilden uzak durarak, yapmak istiyorum:

1. Geçmişe dönük bazı söylemlerin ipe sapa gelmezliğini tekrar incelemek (hello, faiz lobisi)
2. Bu QE programının geleceğini incelemek.
3. Başçı'nın geçenlerde yaptığı blöfün/ultimatomun hakkını vererek, Babacan'ın dünkü açıklamaları ve ikinci maddedeki analiz doğrultusunda gene de ileride Türkiye'yi bekleyebilecek tehlikeye değinmek.

Faiz lobisine retrospektif bir bakış

Gene bu blogda daha önce hükûmetin yürüttüğü faiz lobisi argümanının ekonomik olarak neden geçerli olamayacağını uzun uzadıya açıklamaya çalışmıştım. Zaman geçtikçe bu "faiz" söyleminin anti-Semitik bir hâl alacağı endişem de gerçek olmaya başlayınca, faiz lobisi herhangi bir beğenilmeyen ekonomik gelişmeyi açıklayan deus ex machina olarak piyasaya sürülmeye başladı. Gezi zamanında bu soru kendisine yöneltildiğinde ahval ve şerait gereği "yok öyle bir şey, saçmalamayın" diyemeyen Babacan "onlar kendilerini biliyorlar"  gibi bir söylemde bulmuştu çareyi. Nitekim gene geçenlerde Babacan sine-i akl-ı selime dönecek ve "Gezi olayları olmasa da ekonomi dalgalanacaktı" açıklamasını yapacaktı.

Dünkü gelişmeler ışığında olaylara bir daha bakalım: Gezi sürecinin artçı şoklarını yer yer devam ediyor, Suriye konusunda hükûmetin yalnız kaldığı muhabbeti dönüyor, daha Ahmet Atakan'ın ölümünden sonra komplo teorileri sıcak sıcak piyasaya sürülürken, aaa, dolar düştü? Fed'in açıklaması ile hiçbir dış mihrak kalmadı nedense piyasada?

Umarım ki bu üç aylık süreçe geri dönüp bakıldığında olaylara arada Occam'ın usturası ile bakmanın ne kadar mantıklı olacağı anlaşılmıştır. Tüm dünyada tahvil faizleri yükseliş trendine girmişken Gezi olayları ile doğal bir tepki oluştu; Başbakan ve kabinenin garip açıklamaları bu güvensizliği arttırdı, üzerine Fed'in açıklamasına tepki geldi ve gelişmekte olan ülkelerden para çıkışı iyice hızlandı. Piyasalara güven verecek açıklamalar yapılmaya başlandı, Fed açıklamasını tersine çevirdi, gene gelişmekte olan ülkelerin para birimleri değer kazandı.

Hasıl-ı kelâm, dünya Türkiye'nin etrafında dönmüyor.

Fed neden dünkü açıklamayı yaptı? İleride ne olur?

Her şeyden önce, Fed'in Haziran'daki açıklamasına tepki zaten abartı idi. Bernanke'nin sözlerinden sadece QE'nin giderek azalacak olması kısmına odaklanılması, zaten sıkışan piyasaları paniğe sürüklemişti. Fed'in dünkü açıklaması, bir yerde geçmişe dönük yaşanan bu iletişimsizliğin telafisi.

Fed'in açıklamasını daha iyi anlamak için ABD datalarına bakmak lazım. Birincisi, her ne kadar enflasyon datasını tahmin etmek kolay iş olmasa da, enflasyon Fed'in tahminlerinin oldukça aşağısında en pesimist senaryoda dahi. İkincisi, işsizlik datasına dair gelecek tahminleri de çok tatmin edici seviyede değil. Fed faizleri işsizlik oranı %6.5'a gerileyene kadar arttırmayı düşünmüyor, ve de bu orana 2014'ün sonunda ulaşılması bekleniyor. Üçüncüsü, ABD'de en hafif tabirle şaklabanlık olarak nitelenecek bir "borç tavanı" sunî krizi var (cidden bizim 367 krizinden hallicedir) ve de Ekim'e kadar bu kriz çözülmezse ekonomiye malî politikalar bir darbe daha vuracak. Dördüncüsü, Fed'in "elbet giderek azalacak bu QE" muhabbeti dahi piyasaları tedirgin etmişken, daha doğrudan bir mesaja ihtiyaç vardı.

Bunun gibi daha başka açıklamalar da yapılabilir, fakat özetle ekonomik dataların Fed'in istediği seviyede olmaması ve geleceğe dair endişeler dünkü genişleme yanlısı açıklamaya sebep oldu ve piyasalar mutluluk ile doldu. Lâkin Ekim ayında Kongre'nin "borç tavanı" krizini ardında bırakması, QE politikasının doğal sınırlarına ulaşması* ve Aralık ayına kadar ABD ekonomisine dair gelebilecek olumlu datalar, Fed'in üç ay sonra başka bir ağızla konuşması anlamına da gelebilir. Zira QE elbet bitecek, ve piyasalar bunun farkında değilmiş gibi davranmaya devam ediyor.

Türkiye'yi ne bekliyor?

Öncelikle Türkiye'nin zaman kazandığı malûm. Türkiye piyasalarını faizlerden ve cari açıktan daha çok psikolojik gerginliğe sürükleyen bir fenomen "liranın değer kaybı" her ne kadar bunu homo economicus net olarak açıklayamasa da.

Burada Başçı'ya da bir parantez açmak lazım. Eğer Fed'in bu açıklaması ve piyasaların böyle tepki vereceğini öngörerek bu çok cüretkâr lafları ettiyse, kendisine büyük saygı duydum. Motivasyonu politik miydi, ne kadar bilgiye sahipti hiç bilemeyeceğiz belki de, ama şimdilik işe yarayacak gibi duruyor. Doları 1.92 seviyesine "rezerv eritmeden" indirmek mümkün olmayabilir, fakat MB'nin istediği seviyede stabilize etme şansı bu gelişmelerle çok daha fazla arttı. Tabii takvimin kesinliği Aralık ayında bir manipülasyon ihtimalini gene de orada tutuyor, bu riski de unutmamalı.

Fakat buna rağmen Türkiye'nin önünde ciddi yapısal sıkıntılar duruyor. Öncelikle, Türkiye'nin büyümesi bir süredir iki buçuk kaleme kilitlenmiş durumda: finansal kurumların faaliyetleri ve bunlarla alâkalı olarak artan özel tüketim ve kamu -ağırlıkla inşaat- harcamaları. Özel sektörün büyümede katkısı düşerken, gelen yatırımın niteliği de uzun vadeden gittikçe kısa vadeye dönüşüyor. Cari açık problemi "enerji yea" diye hafifsenecek bir boyutta değil. Neyse ki, hükûmetten bu temel endişeleri kapsayan ve ayakları yere basan bir açıklama geldi uzun bir süre sonra Ali Babacan aracılığı ile. Umarım kendisi kabinede yalnız değildir ve de Yiğit Bulut zıpırlığı ekonomi yönetiminin temel taşlarından biri olmaz.

Sonuç

Son gelişmeler finansman açısından bir rahatlama sağlasa da, Türkiye ekonomisinin kendini dev aynasında görmeyi bırakması gerekliliği sürüyor. İnşaat sektörünün ve kredilerin şişirdiği balona hava bulunamamaya başlandığı anda, Babacan'ın da belirttiği gibi ciddi bir kısır döngünün içinde bulabilir Türkiye kendini. QE bitene kadarki süreci büyümeyi şişrmek yerine yapısal bazı reformları yapmakta kullanmalıyız. Yoksa sadece rezerve/uluslararası dinamiklere güvenerek ekonomi/para politikası yürütmek pek sağlıklı değil.

*Link için @teslaon'a teşekkürler.

20 Ağustos 2013 Salı

Ergenekon kararları üzerine

Önsöz

Herhalde uzun zamandır yazmakta en çok zorlandığım yazı bu oldu. Ergenekon sürecinin 5 yıllık süre içinde kutuplaşma ile başlayıp daha çok kutuplaşma ile sonuçlanması, davanın kapsamı sebebiyle iki kutbun da tezini destekleyecek bulguların olması hakkâniyetli olmak isteyen biri için konuyu çetrefilli bir hâle getiriyor. Bunun yanısıra, bu husustaki bir yazının orijinal olma iddiası da zor zira o kadar çok şey söylendi ki, hatta denebilir ki orijinal bir yazı bu çok söylenenler arasından seçicilik ile mümkün mertebe minimal ama tutarlı bir tez anlatabilendir.

Kararlar açıklanınca şöyle bir analoji kullanmıştım: "Gökdelen yapma iddiasıyla işe başlandı ama ikinci katı inşa ederken o kadar çok balkon yapıldı ki 'tamam ya yeter oldu bu' sonucuna varıldı." Bu benzetmeyi kusursuzluğundan değil, benim davaya dair algıladığımı net anlatmasından ötürü tekrar ediyorum.

Bu yazıda, Ergenekon'dan yola  çıkarak "derin devlet" denen olgunun ne olduğuna ve nasıl işlediğine, dava süreci değerlendirirken yapılan anakronik hatalara, davadaki usulsüzlüklere ve de haklılıklara vs. değineceğim. Başta da dediğim gibi, yazının kapsamı -umarım ki- bir mantık örgüsü oturtup o örgü ile sürece başka renk bir ışık tutabilmesi ile teşkil olacak.

*     *     *
Tarihî bağlamı oturtmak

"Derin devlet" kavramıyla tanışma konusunda her neslin bir miladı var: Yeni nesil Ergenekon'u duydu, ondan öncekiler için Susurluk idi (ve öncesinde özellikle bugün yarısı hükümlü olan Aydınlık ekibinin yaptığı JİTEM haberleri), daha kıdemliler Ecevit'in kontrgerilla tabiri ile şaşırdı, daha öncesinde kurulmuş Özel Harp Dairesi (ÖHD) tanıştı, tabii hiçbiri yokken Teşkilat-ı Mahsûsa (TM) ve Karakol Cemiyeti vardı... Bunları saymamın iki sebebi var:

*Türkiye'de "derin devlet" denince akla gelen "devlete rağmen, devlete karşı kötü işler yapan birkaç çürük elma" intibasının eksikliğini vurgulamak.
*Türkiye'de daha devlet-i aliyye geleneği, "halk devlet için vardır ve devlet görevlilerinin birinci vazifesi devleti idame ettirmektir" zihniyeti ve bu doğrultuda işlenmiş geçmiş suçlar ile esaslı bir hesaplaşma yaşanmadığı için devlet pratiğinin önemli bir kısmının (gizli cemiyetler, vatandaşların fişlenmesi vs.) hafife alınıyor olunuşunu eleştirmek.

Daha geçenlerde, devletin neredeyse 100 yıldır tüm gayrimüslim vatandaşları kodladığı ortaya çıktı mesela. Bahsettiğimiz gelenek, böyle saman altından şelaleler akıtabilen bir gelenek. Örneğin TM'nin yapılanması hususunda gerek Meclis-i Mebusan'da yapılan tartışmalar, gerekse 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan Divan-ı Harb-i Örfî zabıtları gösteriyor ki Ermeni Kırımı esnasında iki farklı TM oluşturulmuş, emirler ekseriyetle şifahen verilmiş, Talat Paşa kendi evine de telgraf hattı çektirip aynı husus hakkında hem resmî, hem de gayrıresmî emirler vermiş...1 Örneğin Ecevit, ÖHD'nin varlığını örtülü ödenek adına neden yüklü bir miktar para istendiğini sorguladığında kazara öğrenmişti. Bunu kamuya açıkladıktan 3 yıl sonra kendisine yapılan suikast girişimi de, tıpkı Özal'ınki gibi aydınlatılamayacaktı. Örneğin Susurluk kazası olmasa, o zamana kadar alternatif kaynaklarda dile getirilen, yer yer çıtlatılan İçişleri-Emniyet-mafya-milletvekili-kumarhane-uyuşturucu-JİTEM vs. bağlantıları bu kadar açıklanamayacaktı ki zaten konu hakkında yazılan raporun bile belirli sayfaları kamuya açıklanmadı.

Son olarak, devlete dair bu yapılanmanın kapsamının abartılıp abartılmadığına dair bir izlenim oluşturması için, Ecevit'in ÖHD'nin sırrına erdiği sırada kurumun başında olan Kemal Yamak'ın şu sözlerini alıntılayayım:

"Sayın Ecevit’in inandırıcılığına dayanarak alevlenen ve Sayın Ecevit’in zaman zaman medyanın ilgisi için bizzat öne çıkarak söyledikleriyle devam eden bu iftira kampanyası sürdürülürken, bu teşkilatın içinde o zaman kendi partisinden ne kadar personelin, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde birbirini hiç tanımayan kaç milletvekilinin bulunduğunu ve bunun sadece kendi partisine ait bir durum olmadığını, birisi söyleyiverseydi ne olurdu? (...) Aslında onlar milletvekilliği dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için yapılacak mücadelede önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor muydu?"2

Bir sonraki kısma geçmeden şunun altını çizeyim: Burada tümevarım yapmaktan imtina ediyorum. Yani bu tür örgütlerin geçmişte kapsamlı bir şekilde var oldukları, bugün de var olmaları gerektiği anlamına gelmez. Fakat işaret ettiğim şey, Türkiye devletinin başlangıcından ve hatta öncesinden beri var olmuş, Ermeni Kırımı, başka gayrimüslim katliamları, 6-7 Eylül Olayları, 70'lerdeki politik cinayetler/katliamlar, suikast girişimleri, 90'lardaki özellikle Güneydoğu'daki operasyonlar vs. her şeyde parmağına bir şekilde rastlanmış bir devlet yapısı ile hiçbir şekilde hesaplaşılmadığı. Buradan "kim, neden, nasıl" sorularına kesin cevaplar olmaksızın bir takım mantıkî çıkarımlar yapmak güç değil. Bu yapılanmanın kendini belli ederek, her yere iz bırakarak çalışmadığı, organizasyonel yapısının gizlilik esasına dayalı olduğu da değerlendirmeler esnasında unutulmamalı.

Ergenekon davası başladığındaki ortam

Dava çok uzun sürdüğü için, alınan kararları güncele bakıp değerlendirmek ve 2007 yılındaki ortamı unutmak doğal bir refleks oluyor. O yıllarda rastladığımız ve fakat bugün olmayan bazı önemli gelişmeler vardı: Ergenekon davası kapsamında da değerlendirilen Danıştay baskını, Cumhuriyet gazetesine atılan bomba, Kuva-yı Milliye'nin yemin töreni, Şemdinli'de askerlerin kitapçıyı bombalaması, Zirve Yayınevi cinayeti... Bir türlü örgüt kapsamına giremeyen ve içinde polis muhbirlerinden jandarmaya, MİT'e elemanların bulunduğu Hrant Dink cinayetini de unutmamalı.

2007 yılındaki e-muhtıraya kadar gündeme darbe vuran bu ve benzeri olaylar (özellikle Hıristiyanlara yönelik saldırılar dikkat çekici) Ergenekon tutuklamaları başladıktan sonra kesildi. Bunun salt bir tesadüften ibaret olmadığı da dava sürecinde hazırlanan iddianameler ve sanık itiraflarına bakıldığında anlaşılabilir.

Bu fenomene dair farklı açıklamalar getirilebilir:

*Ergenekon tutuklamaları, bu olayları organize eden grubu hedef aldığı için durdurmada etkili oldu.
*Ergenekon süreci, her ne kadar bu olayla ilişkili insanları tutuklamasa da, organizatör kişilere bir mesaj verdiğinden durdurmada etkili oldu.
*Bu tür cinayetler Ergenekon tutuklamalarına ortam hazırlamak için yapılmış "sahte bayrak" operasyonları idi.

Sürece baktığımızda, makul cevabın birinci ile ikinci seçenek arasında bir yerde olduğunu görüyoruz. Danıştay saldırısı faili Alparslan Aslan'ın Veli Küçük ve Muzaffer Tekin gibi isimlerle bağlantısı net. Gayrimüslim cinayetlerine yönelik Ergenekon'la bağlantı kurmak da zor değil.

Buraya kadarı özetle, Ergenekon süreci, bir kısım insanın inanmak istediği gibi bir "oyun"dan ibaret değil, zira somut kazanımlar ve olgular var. Gene bu tür yapılanmalarda bağlantılar resmî formatta olmayacağı için, şüphelerden yola çıkılarak sonuçlara varılması, şifahî işleyiş göz önünde bulunarak özellikle ifadeler ile kanaate varılması da yadırganacak bir yöntem değil.

Fakat bütün bunlar, Ergenekon davasının çok temel iki sıkıntısını gözardı etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor.

"Derin devlet"le ne kadar hesaplaşıldı?

Davaya dair total bir inkâr içinde olmayan çoğunluğun rahatsızlığının başladığı yer burası, ve bu rahatsızlığın yadsınamayacak temelleri var. Bir önceki kısımda belirttiğim gibi, gayrımüslim cinayetleri konusunda polis ve Emniyet'in rolünün es geçilmesi bu sıkıntının bir yönü. Davanın "Fırat'ın doğusu"na geçmek için uzun süre beklemesi ve daha sonra da Cemal Temizöz ve Cizre davası, Musa Anter davası gibi butik davalar ile başlayıp büyük ölçekli ve kurumsal bir girişimde henüz bulunulmaması, üstüne üstlük Arif Doğan'ın evinden çıkan bir çuval belgenin açıklanmaması ve de Veli Küçük'ün delil klasörlerinde deşifre edilmeyen 19 adet ses kaydı gibi ayrıntılar3, beklenen hesaplaşmanın seçicilikle gerçekleştiğine dair şüpheler yaratıyor. Yıldıray Oğur'un, benim yapmaktan imtina ettiğimin aksine tümevarıma gittiği yazısının sonunda sorduğu soru da, bu açıdan manidar aslında:

"Ama esas eleştiriyi yüksek sesle henüz dillendirmedik. Bu davalar altı yılda karşımızdaki karanlığı ne kadar aydınlatabildi?

Devletin karanlık resmi tarihine giriş kitabı olan iddianameleri merak edip okumayanların, sadece iki yıl ceza alacak kadar bu işlere karışmış bir akapunkturcu doktorun hikayesinden ortalığa dökülen cerahate bakıp esas bu soru üzerinde düşünmesi gerekir. Hemen ardından gelecek soru da şu olmalı: Acaba karşımızdaki bu karanlık ağı aydınlatmak gerçekten mümkün müydü?" 

"Bu hesaplaşma niye gerçekleşmedi?" sorusuna komploist cevaplar vermek mümkün ve gani gani var zaten. Özne kimi zaman Ak Parti, kimi zaman cemaat, kimi zaman dış mihraklar oluyor bu cevaplarda. Fakat bu tür spekülatif yaklaşımlardan kaçınarak da bu soruya cevap vermek mümkün aslında.

Altyapısal yetersizlik ve davanın algoritması

Ergenekon davasının hukukî altyapı itibarıyla en temel sıkıntısı, bu yapılanmanın "terör örgütü" olarak yargılanması idi. Bu suçlama, Ergenekon örgütünü hem belli bir çerçeveye alıp dışsallaştırdığı, hem de hukukî olarak devletin karşısında konumladığı için, devlet mekanizmasının suçlarının yargılanması mümkün olamazdı bir yerde. En başta da değindiğim "derin devlet" intibasının eksikliği, Ergenekon davasını baştan engebeli bir araziye sürüyordu zaten.

Buna dair bir açık gösterge, Ergenekon örgütüne yönelik 1. iddianamedeki suçlamalardaki ifadeler olabilir: Ergenekon örgütünün faaliyetleri arasında "TSK içine sızarak örgütlenme" ve "devlet içine sızarak örgütlenme" yer almakta. Ergenekon'u bu şekilde tanımlarken, örneğin JİTEM'e dair bir yargılama yapmak da mümkün olamıyor doğal olarak.

Savcılar, önlerindeki yasaya bakarak yargılama yapmak zorunda oldukları için, davayı da belirli bir algoritmaya oturtmak zorundalardı. Mesela 1. iddianameye temel belgelerden birisi "Lobi" dokümanı, ve bu dokümana göre Ergenekon örgütü sivil toplum kuruluşlarının (STK) içine sızmaya çalışacak. Terörle Mücadele Kanunu'nun verdiği "gevşek ilişkilendirme" imkânından yararlanarak, herhangi bir Ergenekon zanlısı ile irtibat halinde bulunan bir şahıs, bir STK'ye, siyaset kurumuna vs. girmeye çalışırsa bu faaliyet "Ergenekon adına yapılmış" diye etiketlenebiliyor.4

Sadece Ergenekon değil, diğer davalarda da -Devrimci Karargâh, KCK gibi- kullanılan bu algoritma, davalara dair en büyük itiraz kalemlerinden birisini oluşturuyor. Eğer bir zanlı ile tanışıyorsanız, o zanlı ile iletişiminizden "terör örgütü adına talimat alma" çıkabiliyor. Özellikle 1. iddianameden sonra sıklıkla görülen bu durum -ki OdaTV iddianamesi ağırlıkla bu ithamlardan oluşuyor, siyasî amaçla dezenformasyon dahi örgüt suçu haline gelebiliyordu- davayı zayıflatan etkenlerden birisi.

Onbinlerce sayfanın, yüzlerce duruşmanın ayrıntılarına bu yazıda girmek zor, lâkin bu temel sıkıntının üstüne Özel Yetkili Mahkeme yargılaması prosedüründe görülen avukatların dosyalara erişiminin kısıtlanması, gizli tanık ifadelerinin şaibesi (ya da mesela dava sanıklarından Osman Yıldırım ve Ümit Sayın'ın daha sonra gizli tanık olduğunun ortaya çıkması), mahkemeye getirilen tanıkların dinlenmemesi gibi usûlen soru işareti yaratan durumlar da davaya dair diğer sıkıntıların ana kalemleri olarak sayılabilir.

İstihbarat savaşları ve tasfiye?

Bu bölüm, diğer kısımların aksine, Ergenekon iddianamesinin kurduğu türden ilişkilerin varlığına vurgu yapıp konunun spekülatif boyutunu gösterirken, bir yandan da bu iddiaların neden sonuçsuz kalacağını gösteren bir meta bölüm olacak.

Başlamadan önce, daha önce yazdığım bir yazıya link vermeliyim. Türkiye'de istihbarat kurumları arasındaki rekabetin bir dışavurumunun anahtarı o yazıda var, ve de içinde geçen isimlerin bugün Ergenekon tutuklamasında aldığı/almadığı roller de ziyadesiyle ilginç.

Türkiye'de istihbarat kurumları arasındaki rekabet yeni bir olgu değil, basında da karşımıza çıkmakta. Reyhanlı'dan sonra da Cüneyt Özdemir bu bağlamda bir yazı kaleme almıştı mesela. Ya da Haziran ayında, Taraf gazetesinde çıkan haberler üzerine yazılan şu haberde de ilginç anahtarlar var. Ya da şu tasfiye temalı habere de bakabilirsiniz eğer kafanızı daha da bulandırmak istiyorsanız.

Başka bir çağrışım oyunu oynayalım ve bu süreçte aldığı cezanın şaşırtıcılığı hakkında en çok konsensus olan isim Hanefi Avcı'ya bakalım: Kendisi Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede JİTEM'in varlığını kabul etmiş; Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Korkut Eken, Veli Küçük gibi isimleri suçlamıştı. Avcı, gene 28 Şubat sürecinde darbe çalışmaları yapan Batı Çalışma Grubu'nun belgelerini Emniyet İstihbarat'a sızdırdığı için kızağa çekilmiş, daha sonra da MİT aleyhine açıklamaları sebebiyle açığa alınmıştı ve yargılanmıştı. Avcı'yı tutuklama kararı veren Tanju Güvendiren5 de Ergenekon'dan yargılandı. Avcı ise daha sonra beraat etmiş ve hizmete geri dönmüştü ki son davada tekrar hapse mahkûm edildi.

Gene 90'lara geri dönersek, o yıllarda daha Susurluk skandalı patlak vermeden Perinçek ve Aydınlık ekibi sürekli Mehmet Ağar aleyhine yayınlar yapmakta, Öcalan ile arası bozulana kadar Güneydoğu'daki JİTEM cinayetlerini yazmakta, daha sonra gene Hizbullah cinayetlerine eğilmekte. Susurluk kazasından hemen sonra "Çiller-Ağar iddianamesi" başlıklı bir rapor hazırlayıp bu "derin devlet" örgütünü deşifre eden de gene Perinçek ve Aydınlık ekibi. Doğu Perinçek'in geçmişi hakkında şöyle bir özet de geçmek mümkündür ve bu doğrultuda onun da hikâyeyi eksik anlattığını söylemek fazla uçarı bir yargı değildir.

Son bir karaktere değinmek istiyorum şimdi de: Türk Solu dergisinin başyazarı, 1994 yılında daha 19 yaşındayken Perinçek'in İşçi Partisi'nin Merkez Komitesi'nde görev alabilen yetkinlikte bir isim. Şu anda Ulusal Parti'nin başkanı. Kendisinin yayın organında "Ordu Göreve" manşeti atılmış, "Biz Kaç Kişiyiz?" eylemlerinde aynı şekilde bir pankart açılmış, fakat Ergenekon iddianamesinde de yer alan bu duruma dair cezaî bir takibat yapılmamıştı.

Hasıl-ı kelam eyleyeyim: Ergenekon davasında yargılanan kimi isimlerin geçmiş suçları ve bağlantıları malûm olduğu kadar, yargılanmayan, tanık olarak dahi dinlenmeyen kimi isimlerin bağlantıları da ilgi çekici. Zaten davanın yetersizliğinin en büyük sebeplerinden birisi de bu: İstihbaratın bütün kalelerine girilmedi, ÖHD gibi yapılanmalar, ortaya çıkan belgeler tam olarak açıklanmadı, belli bir yerden sonra, o meşhur tabirle, "tuğla çekilemedi." Bu ağda devlete rağmen iş yapmaya çalışan bir klik tasfiye edildi, orası kesin, fakat yoğun şüpheler var ki onun yapılmasıyla kalındı.

Sonuç

Şurası net: Ergenekon sürecinin tamamen bir kurmaca olduğunu iddia etmek, ya da davanın ilk gününde ne deniyorsa karar gününde de aynısını söylemek (olumlu olumsuz fark etmez) geçersiz bir duruş.6 Dava sürecinde ortaya saçılan bilgiler az değil. Bu yüzden, bütün duruşma kayıtlarına da hakim olan kimse olmadığı için, davanın gerekçeli kararını görmeden böyle total nitelikli yargılarda bulunmak sağlıklı değil.

Gene de, şu hâlde dahi bilinen gerçekler var: Yargılama esnasında usulsüzlükler yapıldı, cezalarda adaletsizlikler var (özellikle de daha düşük cezalar alanlar ayrıntılı incelenmeli), altyapı yeterli olmadığı ve dava doğru formüle edilmediği için beklentiler karşılanamadı. Köklü bir devlet yapısıyla hesaplaşma, devletin orijinal günahlarına soğukkanlı ve cüretkâr bir şekilde bakmadan da gerçekleşmeyecek muhtemelen. Fakat davanın aldığı en son hâl uyarınca dahi darbeye kalkışmanın, bu yönde hazırlıklar yapmanın ne kadar ciddi bir suç olduğuna dair emsal bir dava var elimizde, ve Türkiye için ne kadar çarpık da olsa bu bir kazanım.

Bundan sonra yapılması gereken önce gerekçeli kararı beklemek, sonra da temyiz sürecine bakmak. Unutulmamalı ki, Tuncay Özkan'ın AİHM'ye yaptığı başvuru sonrası AİHM haklı olarak "adil yargılama ve deliller konusunda bir şey demek için henüz erken" demişti, zira suçlamalar ciddi idi. Bu esnada, bu davanın ne olursa olsun açtığı yola bakıp bir "başarmışlık" hissi yerine, daha çok hesaplaşma, daha çok gerçeklik talep etmek gerekiyor. Ona da Fırat'ın doğusuna güç bela geçebilmiş davalara destek olarak başlanabilir, hukukî altyapıdaki bariz sorunlarla ilgili düzenlemeler istenebilir, TMK gibi "doldur çuvala" algoritmasını teşvik eden mevzuata dair tepki gösterilebilir. Her davada olduğu gibi bu davanın da mağdurlarının sesini yükseltmek ve de bundan sonrası için, daha hesaplaşılmamış isimler için adil (her anlamda) bir yargılama istemek ile mesulüz.

-------------------------------------------------
1 Bu konuda Taner Akçam'ın Tehcir ve Taktil: Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları ve İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu kitaplarındaki belgelere başvurulabilir.
2 Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler kitabından.
3 Bu bilgiler Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu'nun Kontrgerilla ve Ergenekon'u Anlama Kılavuzu kitabının ilk cildinin 110-113. sayfalarında mevcuttur.
4 Bu durumdaki hükümlülerden birisi Utku Gümrükçü, iddianamede kendisine atfedilen suçun afakî niteliği şu linkin e maddesinden anlaşılabilir.
5Tanju Güvendiren'in Melih Gökçek ile yakın dost olması, firarî Turhan Çömez'in bilgisayarından Tayyip Erdoğan'ın önünün kesilmesi için Gökçek'in desteklenebileceğine dair notlar çıkması da iddianamenin ilginç kısımlarından.
6 Bu tanımlama Twitter'dan @hicisleri'ne ait.

25 Haziran 2013 Salı

“Argüman yok argüman”: İmtiyaz, öz-imaj ve öfke üzerine birkaç düşünce

Dün gece Twitter üzerinde Mor ve Ötesi solisti Harun Tekin ile bir tartışmaya girdim. Kendisi bana göre pek yerinde olmayan ve kırıcı sayılabilecek İngilizce bir tweet attı. Ben de ona cevap verdim. “Konuşmamız” aşağıda göründüğü gibi gelişti. (İki farklı screenshot var çünkü bazı tweetler sadece bir grup tweet’e cevap olarak görünüyor.)

      

Görebildiğiniz gibi, beş dakika içinde okuma yazma bilmeyen bir hükümet yanlısı oldum, üstelik de “seks ve cinsiyet” konularında bir şekilde tahmin edebildiğini sandığı görüşlerim değersiz kılındı. (Bir bilse, özellikle seks konusundaki fikirlerim bence zevk almayı seven herkes için faydalı olur, ama o ayrı.)

Yan odada ev arkadaşım bunları okuyup sinir krizi geçirirken, ben en başta sadece şaşırıp kaldım. Kızmadım yani. Kızamadım. Çünkü aklım hemen alamadı böyle gereksiz bir agresifliği, böyle bir kibri, böyle hiç sorgulamaya açık olmayan bir egoyu. Tamam, adam rock yıldızı diyebilirsiniz, beklemeliydin böyle şeyleri diyebilirsiniz, ve belki de haklısınız. Ama yine de böyle bir tepkiyi beklemiyordum.

Öncelikle bunu belirteyim: ben herhangi birine kalkıp “bu şekilde konuşamazsın” diyecek bir insan değilim. İfade özgürlüğüne derin bir şekilde inanıyorum ve bunun üzerine çok fazla çalışma, haber, yazı vs. yapmış bir insanım. Harun Tekin bu şekilde konuşmak ve duyulmak istiyorsa hakkı vardır, ve o hakkını savunurum.

Bu yüzden de en başta yazdığım tweet’in içindeki kelimeleri dikkatli seçtim: “Senin kullanmak istediğin fiil o değil.” Benim gözümde neden değil? Çünkü Harun Tekin sadece müzisyen olarak bilinmeye çalışmıyor; aynı zamanda sosyal aktivist, insan hakları savuncusu, eşitliğe inanan ve adalet için savaşan biri olarak kendi imajını sunuyor. Bu çerçevede de ben inanıyorum ki nasıl duyulduğunu gerçekten anlasa İngilizce konuşurken “rape” (tecavüz etmek) sözünü tecavüz ile ilgisi olmayan durumlarda kullanmamayı tercih eder.

Rape kelimesini neden metafor olarak kullanmak problematik olduğunu bilmiyorsanız ve biraz daha anlamak istiyorsanız eğer, sizi bu iki sayfaya yönlendireceğim. Birincisi çok kısa ve basit. İkincisi ise çok uzun ve kişisel ama aslında Harun’un davranışlarına daha yakın olaylardan bahsediyor.

Eğer okumaya üşeniyorsanız ve sadece günlük hayattan birkaç örnek ile idare etmeyi tercih ederseniz, şu şekilde anlatabilirim. Birinci örnek: Amerika’nın bir çok eyaletinde yaşamış bir insanım, çok sayıda farklı kültür ve sınıftan gelen Amerikalılar ile tanıştım hayatımda. Öyleyse de henüz üniversite birinci sınıftayken eski bir lise arkadaşımı amerikan futbolu ve alkol “kültürü” ile bilinen Florida State Universitesi’nde ziyaret etmeye gittiğimde rape kelimesini tecavüz ile alakasız durumlarda defalarca işittim. Yani bu kelimeyi hayatımda 100 kez duymuşsam (ki aslında ondan çok daha fazla), onların 70’i 18 yaşında ama hala ergenliğe ulaşamamış bu arkadaşımın yurt arkadaşlarının ağzından çıkmıştır. Bunun basit anlatımı: böyle konuşurken “frat boy” gibi duyuluyorsun, başka bir şey değil.

İkinci örnek: “using the word rape out of context” gibi aramaları Google üzerinde yaparsanız, en çok lise öğrencileri ve özellikle de bilgisayar oyunları hayranları için forumlar ve yazılar karşınıza çıkıyor. Anlaşılan şu ki bu gerçeği daha anlayamamış olan kitle 30’lu yaşlarına gelmiş sosyal aktivistlerden oluşmuyor.

Dün bana gelen şikayetlere göre galiba bunu da anlatmam gerekiyor: neden bir erkeğin rape kelimesini kullanmasını bir kadınkinden farklı görüyorum? Hepimiz aynı dili konuşmuyor muyuz? Hepimiz aynı değil miyiz?

Buna cevabım: Hayır. Aynı değiliz. Hem kadınlar hem de erkekler tecavüze uğrayabilir, uğruyor. Ama araştırmalara göre neredeyse tüm tecavüzcüler erkektir; tecavüze uğramış kadınların %99’u ve erkeklerin %85’i bir erkek tarafından tecavüz edilidi. Aynı zamanda sıradan bir erkek sıradan bir kadın ile aynı risk altında değildir; tecavüz mağduru insanların onda dokuzu kadın veya kız çocuğudur. Bunlar tartışılacak söylentiler değil; bunlar gerçeklerdir. İnanmayan varsa istatistiklere bakması lazım, o kadar. Hala da inanmıyorsa, çaresi yok.

(Şimdiden bunları hepimiz anlıyoruz diye inanarak devam edeceğim çünkü buradaki asıl meselem o değil.)

Şunu da belirtmek isterim: Harun Tekin’in bunun farkında olmasını beklemek yanlış olur, çünkü İngilizce anadili değil. İngilizce dünyasında bu kelimenin tüm ima ve yankılarını bilmemesini tamamen doğal buluyorum ve hatta empati kurabiliyorum. Türkiye’ye yerleşmiş bir yabancı olarak, ben de hiç tanımadığım ve en başta bana şaşırtıcı gelen kültürel gerçeklerle baş başa kaldım. Burada yaşadığım dörtten fazla senede, öğreneceğim çok sey vardı, hala da var.

Ama bu noktada galiba ben Harun’dan ciddi şekilde ayrılıyorum. Hakim olmadığım bir dile, bir halka, bir kültüre kendimi asla hakim olarak görmem. Yanılabileceğimi bilirim, biliyorum. Üstelik bu “kendi kültürüm” (o neyse artık) için de geçerli. Bir insan bana yaklaşıp davranışlarım, dediklerim hakkında eleştiride bulunursa, ben dinlerim. Tabii ki bu katılırım, direk kabul ederim anlamına gelmez. Ama hep dinlerim. Ve bunu kibarlık olarak görmüyorum bile; bence kendimi geliştirmek istiyorsam, mümkün olduğu kadar farklı politik görüşe, hayat tarzına, felsefi düşünceye, inanca tanık olmayı önemsemek bir sorumluluktur.

Bu sadece küçücük bir örnek, ama bence manidar: bir insan bana anadilinde “bu sözü kullanırsan böyle kaçar” dese, ciddiye alırım.

Bunları gördükten sonra bir soru hala ortada. Neden bu kadar öfkeli bu adam? Neden kendisinde tamamen hafif bir yanlışlığı görmek istemez ve görmemeye karar verir? Bence sorunun iki cevabı var; biri imtiyaz, diğeri öz-imaj.

Bana kalırsa bu tartışma kişisel olmaz, ama Harun öyle gördüğü için önce ben imtiyaz çerçevesinde kendimi biraz tanıtayım. Ben bir kadınım. Queer’im. Ailem Yahudi’dir, kendimce ateistim. Çok kısa boyluyum. (Gülersiniz belki ama bu hayatımı ciddi bir şekilde etkiliyor.) Hem siyasal olarak hem de fiziksel olarak ezilmeyi bilirim. Fakat aynı zamanda para sıkıntısı olmayan (ama zengin de olmayan) bir aileden geliyorum. Büyürken tüm ihtiyaçlarım karşılandı. Dünyadaki en iyi okullardan birinde okudum (ikisinde, eğer Boğaziçi’nde geçirdiğim seneyi de sayarsak). Cildim beyaz ve Amerikan pasaportuna sahibim. Bunların tümü hayatımı etkiliyor, düşünce şeklimi etkiliyor, ve mümkün olduğu kadar gözümün önünde bulundurmaya çalışarak davranıyorum. Hem kendimi hem de başkalarını anlamaya çalışırken bunların hakkında bilinçli olmak gerektiğine inanıyorum.

Harun’a gelince, bence onun bu tartışmadaki gösterdiği sorun şu: kendi imtiyazını göremiyor, görmek de istemiyor. Daha fazlası, bu hak etmediği ayrıcalığın hayat görüşünü, davranma tarzını ve kendisini bir yere/dile/dünyaya hakim olarak görmesini nasıl etkilediğini göremiyor, görmek de istemiyor.

Ne istiyor? Argüman. Kendisi bile söyledi.

“Heteroseksüel, zengin, beyaz bir adamın tecavüz kelimesini metafor olarak kullanması imtiyazlı ve görgüsüz kaçar” diye bir tweet attım.

Onun cevabı: “Sen ne kadar yanılıyorsun, ama bunu görmen zaman alacaktır.”

“Argüman yok argüman” deyip kızıyor. Onun mantığına göre bir argüman gönderdim sonunda, o bir cevap yazdı, ve ben onun cevabına cevap yazmaya kalkmışken* okuryazar olmadığımı öğrendim. Ben de orada durdum. Dengesiz davranan bir insana başka bir şey söylemeyecektim. Biraz sonra yenildiğimi tanımadığım Twitter kullanıcılarından öğrendim. O da ilginç bir tecrübeydi.

İmtiyaza dönünce, bence herkes bu listeye bakıp bir şeyler öğrenebilir, ama özellikle bugün Harun’un ihtiyacı vardır diye düşünüyorum. Listede Wellesley Centers for Women’ın müdür yardımcısı Peggy McIntosh, beyaz bir kadın olarak sırf cildinin renginin sayesinde neredeyse her gün bekleyebildiği 50 tane kolaylık var. Bu listedeki çoğu kolaylık, kelimeleri biraz değiştirerek adamların sırf cinsiyetlerinin sayesinde bekleyebildiği, bir kadının bekleyemediği bir kolaylıktır aynı zamanda. Kelimeleri yine biraz değiştirirseniz, zenginlerin bekleyebildiği, diğer herkesin bekleyemediği kolaylıkları görebilirsiniz. (Tabii ki bu liste Amerikan kültürü ve dinamiklerine göre hazırlandı, fakat bahsedilen birçok gerçeği Türkiye’de zengin, beyaz, Sunni kökenli, heteroseksüel, ünlü bir adam için de geçerli sayabiliriz.)

Öfke sorusunun cevabının yarısı görmek istemediği imtiyazsa, diğer yarısı da Harun Tekin’in ona bağlı öz-imajıdir. Gördüğüm kadarıyla, dün Twitter üzerinde konuştuğum insan o listedeki kolaylıkları kendi adına tam tanımıyor, kendi hayatı için ne anlama geldiğini görmüyor. Belki de hayatındaki her iyi şeyi çok çalıştığı için hak ettiğini düşünüyor. Çok çalışmış olduğu da doğru. Üstelik sadece müzik alanında çalışmadı bu insan. Dediğim gibi, öz-imajı aynı zamanda aktivizme bağlı. Anladığım kadarıyla kendisi Gölcük Depremi’nden sonra uzun süre deprem iletişim merkezinde gönüllü olarak çalışmış. Daha yakın bir zamanda başbakan hemen Reyhanlı'ya gitmediği için eleştiri alırken, Harun Tekin bir takım sanatçı ile beraber oraya gitmiş ve halk ile konuşmuş. Sürekli insan hakları, eşitlik ve benzer konularda konuşuyor, yazıyor, şarkı da söylüyor.

Böyle bilinçli, özverili ve çalışkan biri olarak görüyor kendisini ve yanılmıyor da. Öyle bir insan. Fakat öyle bir insan bile hata yapar. Bilinçli bir insan da bilinçsiz davranabilir. İyi bir insan yanlış kelimeyi kullanabilir. Bu o kadar büyük bir suç değil. Böyle konularda eleştirilince dün gece kızdığı ve alındığı kadar kızmamalıdır, alınmamalıdır. Eleştiri alınca, “Yok, ben öyle biri değilim” deyip geçiyor, çünkü öz-imajıyla çatışıyor. Aynen bu şekilde ırkçı davranışlarda bulunmuş iyi niyetli insanlar bunu görmek istemez, çünkü öz-imajlarına göre ırkçı değillerdir, ondan bu konuda hata yapmış olamazlar. Diğerleri yanlış anlamışlar sadece. (Ayrıca, tam bu konuda çok iyi bir TEDx konuşması var. Aslında bu videodaki bahsedilen yöntemleri kullanmaya çalıştım tartışmada, ama olmadı.)

Kızıyor, çünkü bir davranışı, bir sözü eleştirilince, kendisi için kurduğu imajın, kendisi için kurduğu kimliğin çökmesinden korkuyor. Ama aslında korkmamalı. Durum hiç de öyle değil. Bence Harun seksist olmamaya çalışıyor, ve tecavüze uğramış bir insana kötü davranmak istemiyor. Hatta kendi gözünde kötü davranamaz çünkü kendisi zaten iyi bir insan, bunu çoktan ıspatladı ve diyecek başka bir şey yok. Ama iyi insanlara da diyecek şeyler var ve daha da iyi olmak isteyen insanlar kulak verir. Yoksa insan özeleştiride bulunamaz ve yaptığı hatalardan vazgeçemez.

Genç yaşta hatırı sayılır bir üne kavuşan bir insandan bahsediyoruz. Destek ve alkışlara alışmış bir insan. Hatta bu yaşadığıma göre o kadar alışmış ki bir dakika bile kendisini alkışlamayan bir insanı cahil olarak görüyor. Ve asıl sorun orada, tecavüz kelimesini kullanmasında değil. Sana katılmayan herkesi cahil sanmak dünyadaki en ciddi cehalettir.



*Hasankeyf ve cinayetten bahsetmeye gerek yok diye düşünüyorum, ama hala ona bir cevabı bekleyen varsa kısaca şöyle söyleyebilirim. Birincisi, “çevre cinayeti” de saçma bir söz gibi geliyor bana, ve bence “çevre tahribatı” gibi bir söz daha yerinde olur. İkincisi, İngilizce bildiğine göre önce “rape culture” diye Google’da aratmasını, sonra ona benzer bir şey cinayet için de var mı diye kendisine sormasını öneririm. Onun ardından da belki neden cinayet daha az rahatsız edici olabildiğine dair biraz fikir edinir. Hemen edinmesini umuyorum ama dürüst olmak gerekirse bence asıl zaman gerektirecek şey bu.

16 Haziran 2013 Pazar

Gazi'den Gezi'ye değişmeyen söylem

Bir haftayı aşkın zamandır, şimdiye kadar ulusalcı komploları ile dalga geçmekte buluştuğumuz insanların -ki bunların kimisinin resmî sıfatı "âkıl"- nasıl her taşın altında komplo arar hale geldiğini görüp şaşırmakla meşgûlüm. Bunu birbirinden fena iki ihtimalle açıklamak mümkün: Ya bütün bu komplo arayışları, tıpkı eskiden olduğu gibi, insanları milliyetçilik ve paranoya etrafında toplamak için bilinçli yapılıyor -ki zaten malzeme gayet uygun-, ya da bu insanlar gerçekten aklı fikri kenara koyup bunlara inanmaya başladı. Amaç ne olursa olsun, sonuç olumlu olmayacak.

İlk ihtimalin geçerli olduğu varsayımı ile, geçmişte bu tür söylemlerin nasıl işletildiğini ve de gerçeğin hangi yönde çıktığını hatırlatma amacıyla Gazi olaylarını ve sonrasında devletin ve siyasilerin söylemlerini irdelemek istedim. Hem 20 yıl geçmesine karşın bazı reflekslerin hala ne kadar diri olduğunu görebilmenin iyi bir yolu olacak bu, hem de Gazi ve Gezi olaylarının gelişimi, polis şiddetinin rolü itibariyle benzerlikler göstermekte.

I: Gazi'de ne olmuştu?

90'ların en sembol isimlerinden Tansu Çiller başbakan, Hayri Kozakçıoğlu İstanbul valisi, Mehmet Ağar Emniyet Genel Müdürü iken, 12 Mart 1995 günü Gazi Mahallesi'nde üç kahvehane ve bir işyeri taranmış, bir kişi ölmüştü. Bu olayın Gazi gibi polis gözetimi altında olan bir yerde gerçekleşmesi, o dönemlerin sıradan pratiği "karakolda kaybolma" ile birleşince mahallede polise karşı bir tepki doğmuş, lakin karakola yürüyüşe geçen kitleye açılan ateş sonucu bir kişi daha hayatını kaybetmişti. Bu olay tepkiyi daha da arttırmış, bir sonraki gün binlerce kişi karakola doğru yürüyüşe geçmiş, kitlenin üstüne gene ateş açılması sonucu 15 kişi hayatını kaybetmişti. Olaylar Ankara Kızılay Meydanı ve Ümraniye'ye de sıçramış, 5 ölüm ve onlarca yaralı ile sonuçlanmıştı. İki günlük sıkıyönetimden sonra olaylar durulmuştu. 

II. Olay nasıl lanse edildi?

Tansu Çiller, olayların yayılmasından sonra yaptığı açıklamada aynen şu cümleleri sarf edecekti: "Çok yönlü ve dış mihraklı büyük bir tahrikle milletimiz karşı karşıyadır. bu aklımıza gelebilecek her türlü uç, radikal örgütlenmenin içerilmeye çalışıldığı, dıştan beslenen, aşırı sağdan aşırı sola her türlü örgütün içinde bulunduğu bir tahriktir. (...) Sakın ola ki, dış kaynaklı bu örgütlenmiş provokasyona ve tahriğe kapılmayın." 

Aşağıdaki videoda da görebileceğiniz üzere, Mehmet Ağar'ın olaya dair açıklamalarında iki refleks var: 1. olayların yaşandığı yerin geçmişini yok sayıp hemen polis karakoluna yürünmesinde çapanoğlu arama, 2. göstericilerin "yakıp yıktığından" dem vurma. O zaman hükümette dahi olmayan Ecevit ise olayları "Türkiye'de demokrasinin yeşermesini istemeyen, laikliği, ulusal birliği bozmak isteyen daha çok yurtdışı kaynaklı güçlere" bağlıyor. "Bütün bu olumsuzluklar karşısında, polisin halka saldırmasını olumlu karşılıyor musunuz?" sorusuna Yıldırım Aktuna'nın verdiği cevap "saldırı yok, bireysel yanlışlıklar her zaman olabilir" oluyor. (08:44) Gene Aktuna, havalanmak üzere olan bir uçağa benzettiği Türkiye'yi kaldırmamak için uğraşan güçlerden de bahsediyor. (18:00) Kendisi bu "hain oyuna" manşetten dikkat çeken Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerine de teşekkür etmeyi ihmal etmiyor. (38:00) Ekrandaki görüntüler şiddeti dayanılmaz şekilde gösterince "iyi polisler de var," ABD'de oldu böyle şeyler" bahaneleri de dizilmeye başlanıyor. Nahit Menteşe de mecliste yaptığı konuşmada olayın "provokasyon" ve "prova" niteliğine dikkat çekmekte. (32:50) Alparslan Türkeş, polisin tutumuna getirilen eleştirilere "Havaya ateş edilmiştir. Kalabalığın üstüne ateş edilse zayiat çok büyük olurdu" savunmasını getiriyor ve güvenlik güçlerine teşekkür edilmesi gerektiğini vurguluyor. (34:00)



Gene güvenlik güçlerine sahip çıkılması gerektiğini düşünen Çiller, polislerden hatalı olanlarla ilgili gerekli işlemleri de yapacağını belirtiyor Milliyet'in haberine göre.

III. Sonrasında neler oldu? Gerçek açığa çıktı mı?

Otopsi sonucunda ölen 17 kişinin 7'sinin polis mermisiyle öldüğü ortaya çıkınca, 20 polis hakkında müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek iddiasıyla dava açılıyor. 18 polis beraat ederken, ikisi toplam 11 yıl 5 ay hapis cezası alıyor. Kararın Yargıtayca bozulması ve tekrar yargılanma süreçleri sonunda, iki polisin cezası 6 yıl 8 aya iniyor.

2005 yılında AİHM başvurusu sonucunda Türkiye toplam 510 bin Euro tazminat ödemeye mahkûm ediliyor. Gazi olayları hakkında DTP'nin 2008 yılında verdiği araştırma önergesi ise reddediliyor.

Bugüne kadar olayların aydınlanmasına dair sadece çeşitli zamanlarda verilmiş tanıklıklar var. Eski Özel Harekât polisi Ayhan Çarkın'ın olaylara karışıp karışmadığı meçhul. Ergenekon iddianamesinde de olayların tertibinde Veli Küçük ve Osman Gürbüz'ün olduğu söyleniyor, fakat bunun davada bir dipnot olmaktan öte gitmeyeceği ihtimali kuvvetli.

IV. Sonuç

Özetle;

- Olaylar sonrasında siyasilerin ısrarla yaptığı vurgular, Gezi olaylarından sonra piyasaya sürülenlere oldukça benziyor: Dış mihraklar, yani Türkiye'nin kalkınmasını istemeyen güçler. Demokrasiye, laikliğe karşılar ve ülkeyi bölmek istiyorlar.
- Olaylar sonrasında polisin tutumuna yaklaşım da oldukça geleneksel: Bir takım münferit işler olmuş olabilir, ama güvenlik güçlerine sahip çıkılmalı, onlara teşekkür edilmeli. Haklarında işlem yapılacağı sözü verilen polislerin yargılaması ise bir katakulli deryasına dönüşüyor.
- Olaylardan sonra üç büyük gazetenin de aynı manşet ile çıkması, Aktuna'nın bu yüzden bu gazetelere teşekkür etmesi, Star program sunucusunun "biz de öyle verdik!" diye teşekkür beklercesine itiraz etmesi acı acı gülümsetiyor.

90'lar karanlık bir dönem ve de bugüne kıyasla çok daha felaket cinayetler, bilhassa içeride istihbarat savaşları, darbe gerilimi, 3 ayda bir değişen cepheler, kurulu ilginç bir ekonomik düzen vs. var. Bu gerçeklik yadsınamaz. Yani burada 90'lardaki koşullar ile günümüzdeki koşulları karşılaştırmıyorum, altını çizeyim.

Burada çok bariz ve bilhassa önemli başka bir gerçeklik de var: Devlet, işlediği cinayetin üstünü örterken ilk çare olarak "dış güçler" argümanına sarılıyor ve de ne olursa olsun güvenlik güçlerini yedirmiyor. Aradan 20 yıl, çok sayıda hükûmet, bir darbe ve birkaç darbe teşebbüsü geçse de, devletin ve aydınlarının refleksleri kitleselleşen olaylar hususunda hâlâ daha aynı yerde.

Bir ülkede kitlesel bir hareket olduğunda, değişik grupların çıkarlarını analiz etmesi ve ona göre tutum alması normaldir. Anormal olan, kitlesel hareketleri "üç beş kişinin ateşlemesi"ne bağlamak, o kitlelerin rahatsızlıklarını/nefretlerini/tepkilerini/hak arayışlarını önemsizleştirecek söylemlere sığınmaktır. Türkiye devletinin ve ona angaje aydın sınıfının yıllardır pratik ederek ustası haline geldiği de bu anormal taktiği kullanmaktır.

15 Haziran 2013 Cumartesi

Gezi Parki Eylemlerinde Uzaylı Iddiası!

Güvenliğinden endişe duyulduğu için kimliğini açıklayamayacağımız çok gizli muhabirimiz tarafından Gezi olaylarının arkasında galaksilerarası terörist olarak bilinen Vogonlar'ın olduğu ortaya çıkarıldı.

Tüm dünyada çok üst güvenlik kurumlarınca bilinen ve yakından takip edilen Vogonlar, bundan yıllar önce yine dünyayı yok etme denemesinde bulunmuş, ancak başarısız olmuşlardı. En azından 30 yıldır hazırlanan bu planın odak noktasının Türkiye olmasına, dünyanın başbakanı Erdoğan'ın ortaya çıkmasıyla ve son 11 yılda gücünün hızla artmasıyla karar verildi.

Gizli muhabirimizin dün gece, yine açıklayamayacağımız bir mekanda Vogon medya sorumlusuyla yaptığı görüşmeden alıntıları ilk defa buradan yayınlıyoruz.

Vogon sözcüsü şöyle konuştu: "Daha önceki başarısızlıklarımızdan bahsetmektense, şu anda gurur duyduğumuz güncel olayları açıklamayı tercih ediyorum. Zira dün dündür, bugün bugündür. Bizim galaksi sahnesinden silindiğimizi iddia eden bazı güçlere en güzel cevabımız Gezi Parkı'nda başlayıp tüm Türkiye'ye, ve oradan da tüm dünyaya yayılan direniştir.  Yeni bir eylem planı arayışımız 30 yıl önce başladı ancak sosyal medyanın yaygınlaşması ve daha sonra Erdoğan'ın dünyanın en güçlü en karizmatik lideri olarak ortaya çıkmasıyla Türkiye'de odak buldu. "

Gizli sözcü ayrıca ekledi: "Biz AKP hükümetinin bunun bir halk direnişi olduğuna inanmasını ve ona göre tepki vermesini bekliyorduk. Ancak keskin zekalı hükümet bu planımızı anladı ve bu tuzağa düşmedi."

Yiğit Bulut'un telekinezi iddiaları da doğrulandı. Post-relativite kuramının da gösterdiği üzere, telekinezinin oldukça güçlü bir etki yaratabileceği ve hatta bugün gerçekleştirilen AKP mitinginin asıl amacının Vogon güçlerini geri püskürtmeye yönelik büyük bir telekinezi hareketi olduğu da açıklandı.

Vogon sözcüsü sözlerine şöyle son verdi: "Uzun yıllardır didinip başlattığımız bu hareketi şimdi Sırplara bırakmayız. Bunun arkasında galaksilere ün salmış Vogonlar vardır!"

10 Haziran 2013 Pazartesi

"Faiz lobisi" üzerine

O kadar çok safsata gördüm ve duydum ki, bu yazıya nasıl başlayacağımı bile bilmiyorum. "Tahvil nasıl fiyatlanır?" diye sorsan muhtemelen boş boş suratına bakacak insanlar birden piyasaların piri oldu. Gezi parkı olayları, "faiz lobisi"ne bağlandı; ama bir kişi de çıkıp hangi mekanizma ile bunun çalıştığını anlat(a)mıyor. Şimdiye kadar bir tek Deniz Gökçe'nin açıklamalarına denk geldim, onda da çok güzel yuvarlamalar ve hatalar vardı zaten. En iyisi onunla başlayayım.

I. Gökçe'nin açıklamaları ve ne yaptığını bilmeyen faiz lobisi

Gökçe, muhtemelen saygınlığını kısa vade çıkarlarından önde tuttuğu için şöyle bir açıklama yapıyor: "Fakat ülkeye finans yatırımına gelen her kuruluşa faiz lobisi diyemeyiz. İster istemez bu kuruluşlar kolay para peşinde. Fakat ülkenin geleceğini düşünmeyen kötü niyetli kuruluşlarına bu benzetmeyi yapabiliriz." Böylece piyasaların nasıl çalıştığını kabul ederken, faiz lobisi denen olguyu niyet seviyesine indirgiyoruz, yıkıyoruz, çıkıyoruz.

Peki Gökçe'nin açıklamalarındaki gariplik nerede? Mekanizmayı açıklamasında: "Dış ülkelerden Türkiye’ye gelen yabancı yatırımcılar sıklıkla yerel faizi artırmamız için bazen nasihatlar verirler. Çünkü faiz yükselirse Türk Lirası’nın dövize karşı değeri yükselir. Bu da dış yatırımcının işine yarar. Çünkü ülkemize yüksek getiriyi izleyerek gelen dış yatırımcı, ülkemizin parası değer kaybettikçe yüksek getiriden kazandığını, TL’nin dövize karşı değer kaybetmesi nedeniyle kaybetmek durumunda kalır. İşte getirisi kur değişmesine kurban gitmesin diye parazit yapan dış yatırımcıya ‘faiz lobisi’ diyebiliriz."

Şimdi çok temel bir soruyu sormamız lazım: Bir ülkenin siyasî/toplumsal istikrarsızlığa sürüklenmesindeki kısa vadeli yatırımcı tepkisi ne olur? Günlerdir ne tecrübe ediyoruz? Başbakan'ın her gerilimi arttıran konuşmasından sonra borsa endeksi düşüş gösterirken TL dövize karşı değer kaybediyor ve Merkez Bankası piyasaya dolar enjekte etmek zorunda kalıyor. Yani Gökçe'nin "faiz lobisi kazancı" diye öngördüğü mekanizmanın tam tersi işliyor. Ben bu yüzden, hala daha bu "faiz lobisi"nin ne yaptığını anlayabilmiş değilim. Sırf bu sebepten değil, şimdi anlatacağım diğer temel ekonomik prensiplerden ötürü de.

II. Tahvil nasıl fiyatlanır? Neden faizi artar?

Faizlere dair duyduğum ikinci komplo teorisi şuydu: "%5'in altına inmiş gösterge tahvil faizi, olaylar başladığından beri %7 seviyesine çıktı!" (data) Bu argümanı ileri sürebilen biri, hem dünya piyasalarından bihaberdir, hem de tahviller piyasalarda nasıl gelir amaçlı kullanılır farkında değildir.

Öncelikle şu gerçeğin altını çizeyim: Dünya piyasalarında son bir aydır tahvillere yöneliş var. Financial Times'in sitesinden, uzun vadeli tahvillerdeki 1 aylık getiri oranlarındaki değişime bakabilirsiniz. Yeşil çizgi 1 ay önceki oranlar, kırmızı en son. Fark ortada. Peki neden böyle bir yönelim var? Çünkü hem Japonya'dan gelen kötü haberlerin, hem Avrupa'daki kadim belirsizliğin, hem de Amerikan Merkez Bankası'nın standartdışı para politikası olan QE(quantitative easing)'yi bitireceğini açıklamasının global piyasalarda yarattığı bir pesimizm var. Amerika'dan güzel işsizlik haberleri geldi, ABD'nin kredi notu tekrar yükseldi de ABD borsaları biraz toparlandı bir haftadır. Yoksa Mayıs ayı, tüm dünyada borsa çakılması ile geçti. (Boyutu merak ediyorsanız, şu siteye gidin, sağ üstte bütün piyasa endekslerine ulaşacğınız minik bir applet var, oradan 1 month'i seçip sırayla US, Europe, Asia tıklayın)

Şimdi gelelim tahvil faizi muhabbetine. Öncelikle çok basit bir husus var: Tahvilin faizi arttıkça, ikincil piyasadaki fiyatı düşer. Arz-talep meselesi: %5 getirisi olan tahvili satın aldığında, piyasada aynı yapıda %7 getiri veren tahviller varsa, elindekini düşük fiyattan satman lazım ki o aradaki fark karşılansın. Peki bu ne demek? Eğer şu anda elinde tahvil tutan kişi ve kurumlar varsa, faizlerin artması onların zarar edeceği anlamına gelir.

III. Bankaların hâli: Mevduat faizi, kredi faizi, diğer yatırımlar

Şimdiye kadar iki şeyi gördük: 1. Faiz artışı, tahvilleri elinde tutan yatırımcılara zarar. 2. Faiz artışı, borsada oynayan yatırımcılara zarar. Peki faiz deyince akla ilk gelen kurum bankaların durumu nasıl?

Öncelikle şöyle bir makroekonomik gerçeklik var: Yükselen faiz, bankalara zarar ettirir. Neden? Çünkü tahvil faizi yükseldikçe, bankalar da kendilerini bu alternatif tasarrufa karşı cazip kılmak için kendi mevduat faizlerini yükseltirler. Fakat mevduatların olgunluğa ulaşması, kredilerden ortalama olarak daha kısa zamanlı olduğu için, oluşan mevduat faizi-kredi faizi farkı bankalara zarar olarak geri döner.

İkincisi, borsanın şu güne kadar zirveye oynamasındaki en önemli kuruluşlar bankalar. Eğer bankaların böyle bir rahatsızlığı olsa idi, kârdan gözleri kamaşmazdı herhalde. 5 Mayıs 2013 tarihli haberden bir pasaj alıntılayayım da, bugünkü mantığın daha iki hafta önce nerede olduğuu bir sorgulayın: "Bankalardaki yükselişi dipteki faiz de destekliyor. Gösterge tahvilin faizi yüzde 5’in altına indi. Faizlerdeki düşüşte en önemli faktörlerin başında yılın ilk üç ayında yaklaşık 7 milyar dolarlık yabancı girişi geliyor. Not artış beklentisi de faize yönelik tahminlerin aşağılarda oluşmasına neden oluyor."

Üçüncüsü, bankaların portföylerinde tuttukları menkul kıymetlerin %96.5'i kamu borçlanma senetleri. Yani madde II'de açıkladığım sebeplerden ötürü, bu gelişmeler de onlara zarar olarak dönmekte.

IV. Sonuç

Şimdiye kadar gördüğümüz şu: Faizlerin yükselmesi, bankalara kısa vadede zarar olarak dönüyor. Tahvil faizlerinin yükselmesi, şu anda elinde bunları tutan yatırımcılara zarar olarak dönüyor. Borsadaki yatırımcı bu ortamda zarar ediyor. Elinde TL tutan yatırımcı zarar ediyor. Be arkadaş, bu faiz lobisi nasıl bir şeytanîlik içinde?

Eğer illâ komplo arıyorsanız, size kıyağım olsun, şunları deyin bari:

1. Evet, bir lobi var, fakat bunlar halihazırda yatırımlarını çekmiş kurumlar. Ortam biraz sakinleşecek beklentisi içindeler, o yüzden de uygun ortamda tekrar piyasaya girmek istiyorlar. Olayların provokasyonu bu yüzden.

2. Evet, bir lobi var, fakat bu ihracatçılar lobisi. Ülkenin ihracat kaleminin gelişmesi, ithalat kalemine kıyasla hep geride olduğundan, TL'ye biraz değer kaybettirip avantaj kazanmak istiyorlar, ondan olayları provoke ettiler.

3. Evet, bir lobi var, fakat bu mevduat sahipleri lobisi. Bankaların kısa vadede gireceği mevduat-kredi açmazından kâr sağlamak için bir mekanizma kurdular. (Tabii bu lobi inanılmaz geniş olduğu için, birkaç büyük oyuncu bulmanız lazım)

Deniz Gökçe'nin röportajında dediği haklı bir şey var: "İlk olarak tasarrufları artırmalıyız. Biz ülke olarak tasarruflarımızı artırırsak faiz lobisinin bir anlamı da kalmaz. Kendi yatırımlarımızı kendi tasarruflarımızla finanse eder hale geliriz. Bakın Almanya’ya, tasarruflar yüksek lobi falan da yok... " Tabii işin ironisi şurada ki, tasarrufların artmasını bir teşvik edici faktör de, evet doğru tahmin ettiniz, yüksek faiz oranlarıdır.

Ha, bir de lobilere suçu atmadan önce şunu düşünün: Yerli tasarrufu arttırma yönünde adımlar atmamış bir politika ve bunun sonucu olarak küresel şoklara açıklık; inşaata dayalı kalkınma ve bunun 1970'lerde olduğu gibi "tarım arazilerinin bitmesi" sıkıntısına elbet geleceği, cari açığa henüz tatminkâr bir çare bulunamaması, insan kapitalinin yetersizliği, takibe düşen kredilerin gittikçe artması ve tüketim bazlı ekonomik büyüme için verdiği olumsuz sinyaller... Bunların mesuliyeti kimdeyse, belki de lobinin başında o vardır. Faizler düşerken "biz düşürdük", yükselirken "faiz lobisi :(" diyenlerin, belki de sözlerinde örtülü bir kendilerinin de lobi olduğu iması vardır, ha?

Piyasaların kuralıdır: Eğer bir ülke olarak kırılganlık gösteriyorsan, yatırımcı sana göbeğinden bağlı olmadığından gözünün yaşına bakmaz.

Not: Bu "faiz lobisi" söylemini benimseyen iyi niyetli insanlar, kimlerle / ağız birliği / yaptıklarına / dikkat etsinler. Gezi parkı eylemine katılan ulusalcıları eleştirirken, yılların ulusalcı ağzına bürünenleri ve bu ağzın propagandasını yapanları bir kenara not etmek lazım.

Not 2: Daha önce Twitter'da Ekim 2011 Van depreminin arkasında faiz lobisinin olduğunu, fakat aynı faiz lobisinin referandum sürecinde Erdoğan'ı desteklediğini de kanıtlamıştım. Yazının bütünselliğini bozar diye içine yedirmedim, ama burada dursun, teyitli bilgi. Önemse ve yay.

Not 3: Finans piyasaları, ortalam 6 ayda bir etik bir skandalla çalkalanır. Faiz konusunda da yakın zamanda skandallar oldu, Taraf'ta Oğuz Karamuk özet geçmiş bugün. Sorun, a) bütün bir Gezi parkı eylemlerinin, hiçbir tutarlılık göstermeden, tamamen popülist bir şekilde "mihraklara" yıkılması; b) iktidarın bugünlere gelmesinde büyük pay sahibi olan, korunan ve kollanan finansmanın ve sahiplerinin birden kötülenmeye başlanması ve böylece bir "herkes bize düşman" sathına geri itelenmemiz. O duvarları kıralı daha çok az olmuştu halbuki.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Olayların ardında yatan gerçekler

Türkiye büyük bir oyunun içinde. Bu oyun öyle büyük ki, hem oynayanlar, hem de oynatılanlar var. Hatta oynayan aynı zamanda oynatılan bile olabiliyor.

Öncelikle Gezi eyleminin nasıl başladığını düşünelim: Önemsiz, üç beş ağacın kesilmesi ile alakalı bir protesto, basında haber bile olmayacakken, oraya bir kişinin gelmesiyle birden haber oldu. Kim bu kişi? Sırrı Süreyya Önder. Meclisin en popüler ve kitlelere ulaşan milletvekili. Neden Gezi Parkı eylemi? Çünkü öncelikle orta sınıfın hassasiyetleri gözetilmeli idi. Zamanlama manidar mı? Elbette! Çünkü bu sınıfın sinirleri ile alkol düzenlemesi vs. gibi sebeplerden daha yeni oynanmıştı.

Bu eylemin medyada yeterince yer alması sağlandıktan, göstericilerin barışçı kimliği vurgulandıktan sonra polis  aşırı müdahale göstererek kitlelerin sokağa dökülmesini sağladı. Olayların bu yönde gelişmesi için yukarıdaki adımların yanısıra çok önemli bir adım daha atıldı: Medya birden suskunlaştı, hem de İstanbul'un göbeğinde yaşanan olaylara karşı. Böyle bir şey olabilir mi? Bu hareketin tek bir amacı vardı: Dezenformasyonun hızlıca yayılmasını sağlamak.

Şimdi hükümet yanlısı kalemlerin yazdıklarına bir bakın: Önce direnişçileri küçümseyenler, şimdi onların ne kadar tehlikeli olduklarından bahsediyorlar. Ve hatta dış mihrakların devreye girdiğinden bahsediyorlar, mesela âkıl insan Nihal Bengisu Karaca'ya göre oyunun içinde Norveç bile var! Halbuki bütün bunların tek bir amacı, gerçekten oyunu sergileyenlerin rolünü perdelemek.

Gezi eylemleri ve sonucu, tıpkı Silvan'da yaşananları andırıyor: Orada da PKK'li peşine düşmüş askerlerle avlanılmaya çalışan PKK'liler çatışmaya girmiş, sonrasında bütün kamuoyu algısı "Kürt hareketi masayı devirdi" şeklinde kurgulanmıştı. Sütten ağzı yanan BDP, kendi başlattığı eylemden niye çekilsin ki bugün? Olayların nereye gittiğini anladılar tabii. Bugün de Gezi parkı eylemleri birden şiddet gösterisine dönüşünce, "sözde özgürlük isteyen insanlar masayı devirdi" denecek.

Peki uluslararası medya bu olaya niye bu kadar ilgi gösterdi? İşte esas düğüm noktası burada: Türkiye'nin daha özgürlükçü bir yer olmasını kim istemez? Bu ülkelerin kim olduğunu anlamak zor değil. Biraz ekonomi bilgisi ile her şey açıklığa kavuşur.

Şimdi soru şu: Bu olaylar nereye gidiyor, ve nihaî olarak varılmak istenen yer neresi? Bilmiyorum. Şu ana kadar osurup osurup ipe dizdim. Çünkü suratına osurduğumun medyasında herkes en analından analiz yapıyor. Yok düğmeye basılmış, yok kaynım ona atlamış. Her bilgi, her türlü yorumlanabilir azıcık hüsnükuruntu, azıcık ekleme-çıkarma ile, n'olacak ki?

Bazen iktidarlar mala bağlar, kitleler birden gaza gelir, fırsattan istifade etmeye çalışan aktörler ortaya çıkar, aktörlerin kâr-zarar analizleri bu sebepten karışıklaşır ve de nasıl hamle yapacakları bilemediklerinden oyalama taktiklerine başvururlar. Her zaman böyle midir? Hayır. Bunu bilebilir mi dışarıdan bakan biri? Ona da hayır.

Önemli olan, tarafların taleplerini net bir şekilde dile getirecek inisiyatife kavuşmasıdır ki eğrisiyle doğrusuyla muhakeme yapılsın. Geri kalan "X ihtimali, Y-Z ekseni, A-B gaydırıguppakı" muhabbetlerinin hepsi, eğer bizzat aktörlerin ağzından çıkmıyorsa, boş beleştir, anca kafa bulandırır.

Ulan ne yazacağım diye başladım, ne diye bitirdim he, peh. Belki de bunun altında bir amaç yatıyordur. Uuu beybi.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Taksim Gezi Parkı eylemi üzerine

Nasıl oldu bilmiyorum, ama gayet küçük çaplı, amacı belli ve optimize bir eyleme muhalefet etmeyi/olduğundan daha büyük göstermeyi başardık ve Gezi eylemi kaynaklı ve çok maddeli bir gündem oluşturduk. Aslında bu konu hakkında yazılacak bir şey olmaması lazım zira her şey ortada, fakat hem okuduğum bazı apoloji çabaları mizahî bir yaklaşımı hak ediyor, hem de "eylem"lere bazen haddinden fazla yüklenen anlamları da bu vesileyle yazma ihtiyacı duydum.

1. Öncelikle bütün bir eylemi tenkit etmek için doğa, ağaç, çevre sevgisi argümanı ile absürtleştirme yoluna gidenleri gördüm, gerçekten çok başarılı. Buradan iki yola sapılıyor:

a. 5 tane ağaç için bu tantanaya ne gerek var!: Sanki herhangi bir beş ağaç, herhangi bir sebepten kesiliyormuşçasına başvurulan bu argüman; hem Gezi Parkı'na dair imar planlarını yok sayıyor ve nitel olarak kusurlu, hem de zaten sınırlı sayıda ağacın olduğu bir alana yapılan müdahale olduğunu yok sayıyor ve nicel olarak kusurlu.
b. Gerçekten doğayı sevseniz... : Bu çok daha ilginç bir tutum. Şehirlerde yaşam alanı yaratmak, yeşillendirme/ağaçlandırma çabaları için "doğayı sevmek" gerekli değil. Ben şahsen doğa aşığı değilim ama evimin yakınında küçük/orta ölçekte parklar olması gayet hoşuma gidiyor.

2. Bu videoda Sırrı Süreyya Önder'in iddia ettiği üzere, orada yapılan yıkımın ruhsatı yok, ve de polisler özel şirketlerin koruması gibi davranıyor, özel şirket zabıta kiralamış vs. Olayın sırf bu boyutu dahi eylemi hak ediyor: Burada kanunun/hukukun hiçe sayılması gibi bir durum varsa, ve devlet bunu bizzat emniyet görevlisi yoluyla teşvik ediyorsa konuşulması gereken bir sorun vardır.

3a. Gezi Parkı eylemi, büyük çaplı bir kentsel dönüşüm protestosu değil, olmak zorunda da değil. Tabii ki iki mesele alakalı, fakat kapsam konusunda bu tür bir standarda gerek yok. Yani orayı kullanan, çevresinde yaşayan insanların mikro bir kurtarma çabası olmasının dahi hiçbir zararı yok. Öyle olmasa bile, zaten niteliği/politizasyonu sebebiyle o mesajı da içkin bir şekilde taşıyor. Ne bileyim, bir yardım kurumu usulsüzce kapatılacak olsa ve onun önünde eylem yapılsa "ama gelir eşitsizliğini protesto için şunları da yapsanıza?!" itirazı gelmez herhalde. Ya da vazgeçtim, kesin gelir he.

3b. Daha önce eylem mekanı/ilgi alanı/hedef kitle üzerine çok tartışmalar döndü, i.e. "Meydan-Galatasaray-Tünel hattında yürüyüşler", fakat burada gayet lokal bir hedef olduğu için "bu eyleme giden o eyleme gitti mi?" gibi tartışmalar da garip. Yukarıda da anlattığım gibi, bu eylemi destekleyenlerin büyük ölçekte bütün çevre eylemlerini destekleme gibi bir mesuliyeti yok, ayrıca iki ilgi alanı da mutlaka kesişiyor olmak zorunda değil. Şu röportaj ve bu haber bu mücadelenin ayrıntısını, farklı ilgi alanlarını merak edenleri gayet aydınlatacaktır.


4. Sırf şu yukarıdaki kare dahi bu eyleme dair hötöröt edecekleri iki defa düşündürmeli. Buradaki muamele, bu eylemin sembolik anlamının kuvvetini göstermek için yeterli.

Biraz stating the obvious yazısı oldu galiba, yeter bu kadar o yüzden.

24 Mayıs 2013 Cuma

22.00-06.00 yasağının anlamı

Hükûmetimiz daha önceki alkol yasağı düzenlemesinin gündemi yeterince işgal etmediğini ve de PR yönünden getirisinin az olduğunu düşünmüş ki gördü ve yükseltti: Arabada sigara içmek yasak, 22.00-06.00 arası perakende alkol satışı yasak, eminim daha az tepki çeken nüanslar da vardır/gelecektir. Bu yasağın savunulmasında iki argüman öne çıkıyor: 1. İskandinav ülkelerinde ve ABD'de de var. (Bunun neden gayet gerzek bir argüman olduğunu şurada anlatmıştım) 2. Kamu sağlığı. Bunun niye gerzek olduğunu da şimdi anlatayım.

Bu yasak uygulanmaya başladığında alkol tüketimi ve satışlarının nasıl etkileneceğine dair elimizde bir data yok, o yüzden sadece mantıkî öngörülerde bulunabiliriz. Ben bir de bu tür bir zaman yasağının olduğu bir ülkede yaşamışlığın verdiği empirik datayı ekleyerek şu sonuca varacağım: Bu düzenleme alkol tüketimini azaltmaz (ve hatta arttırabilir), sadece koşullarını değiştirir; bunu yaparken de muhafazakâr kesimde iktidarin imajını pekiştirir.

1. 22.00'dan sonra alkol satışının yasaklanması, kısa vadede satışlarda bir düşüş yaratabilir, çünkü impulsif alkol satışı (abi canım çekti bir bira alayım) azalır, fakat insanların buna adapte olması çok da zor değil. Bu tür düzenlemeler iki tür davranışı teşvik ediyor: Evinde sürekli bira tutmak, ve bir toplanma vs. durumunda da "içkimiz biter" düşüncesiyle bol bol alım yapmak. Bu iki teşvikin de sonunun "dolapta duran birayı içmek" olacağını öngörmek zor değil. Ha, öte yandan "tembellik" karakteri ağır gelen insanların alkol tüketimi de zamanla azalabilir. Buradan net bir sonuca varmak zor, fakat zannetmiyorum ki satışlarda önemli bir düşüş olsun.

2. Bu yasak, kısa vadede "fırsatçılara" gün doğuracak, el altından 22.00'dan sonra içki satanlar çıkacaktır. Bu da hem zararlı bir madde üzerindeki denetimi kaldıracak, hem devletin vergi kaybına sebep olacak, hem de insanları kanuna aykırı davranmaya teşvik edecektir. Uzun vadede bu düzenlemeye adapte olunur muhakkak,  fakat kısa vadede kamuya böyle bir zararının olacağı da aşikar. Alkolün denetimsiz satışı olasılığının kamu sağlığına faydalı olacağını da söyleyemeyiz.

3a. Gelelim en can alıcı noktaya: 22.00'dan sonra "perakende" alkol satışının yasaklanması, devletin alkol tüketicisine şu mesajı vermesidir: Çıkın dışarıda için, biraya 3 lira vereceğinize 10 lira verin. Şu an alkollü içki servisi yapan işletmelerin, barların vs. bayram ettiğine şüphem yok. Meselenin unutulmaması gereken böyle bir ekonomik boyutu da var.

3b. Bu sebepten de bu düzenlemenin "alkollü araç kullanma"nın önüne geçmek yerine, onu desteklediği aşikar. Bu teşvikin istatistiksel bir önemi var mı, onu zaman gösterecek fakat trafik kazalarını argüman olarak kullananların nasıl düşündüğünü cidden merak ediyorum.

4. Bu düzenleme, insanları bira gibi çabuk tüketilen alkoller yerine, rakı, viski vs. gibi daha uzun süre evde saklanılacak/bir kerede bitirilmeyecek alkolleri tüketmeye de yöneltebilir. Hard liquor da zaten bindirdikçe bindirilen vergiler sebebiyle çok daha pahalı, ve bunun da devlet için anlamı belli.

Bu yukarıdaki sebeplerden -ve eminim daha fazlası da listelenebilir ama bütün günü bu konuyu düşünerek geçirmek istemiyorum- ötürü bu düzenlemenin alkol tüketimine ciddi bir ket vuracağını düşünmüyorum. Hatta ilk etapta tepkisellikten ötürü muhtemelen daha fazla alım olacaktır, fakat uzun vade için de meselenin ekonomik boyutunu düşünmek lazım. Hükûmetin toplum mühendisliği sevdasını biliyoruz, lakin AK Parti iktidarı, sırf düzenleme yapmış olmak için düzenleme yapacak kadar "idealist" değil. Nasıl ki kürtaj/sezaryen, başörtüsü engeli, 4+4+4 düzenlemelerinin ucunda köşesinde "evde oturan ve çocuk üreten kadın -> nüfus artışı -> eleman -> büyüme" denklemi varsa, alkol ve sigara düzenlemelerinde de "vergi" kalemini es geçmemek lazım. Tabii bütün bunları yaparken taban gözünde imaj tazelemenin, bütün bir muhalefete "ayyaşlar" demenin qeyfi de cabası.

Ekleme: Twitter'da @militanpachi ve _@ayseozdemir_ çok güzel bir noktaya parmak bastılar. Bu düzenleme en çok mahalle bakkalını vuracak, zira Tekel bayiileri cirolarının yarısını çoğu marketler kapandıktan sonraki satışlardan yapıyorlar. Ayakta kalmak için Tekel bayiine dönüşen mahalle esnafını zora sokup, süpermarket zincirlerine, yani büyük kapitale de bayram ettirecek bir düzenleme bu ilaveten.

Ekleme 2: Harvard Üniversitesi Kamu Sağlığı'nın beslenme tavsiyelerinde alkol hakkında şu ifadeler kullanılıyor: "Orta derece alkol tüketimi faydalı olabilir - ama herkes için değil. Faydaları ve riskleri kendiniz tartmalısınız. (...) Orta derece alkol tüketimi bağırsak ve göğüs kanseri riskini arttırsa da, bu riskler kalp sağlığına faydalara kıyasla daha az - özellikle de kalp hastalıklarının birçok sağlık sorununa sebebiyet verdiği orta yaşlarda." (...) "Alkol içmiyorsanız başlamayın, fakat içiyorsanız da orta derecede için."

Yani salt sağlık sebeplerinden değerlendirirsek de alkolün "mutlak kötü" olduğunu söyleyemeyiz.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

İçki yasağı meselesi ve ötesi

Ülke iç ve dış politikada heyecanlı günler yaşarken, gündemin bir yaşam tarzı bazlı tartışmayla şekillenmesi kaçınılmazdı, sağ olsun yeni alkol satışı düzenlemesi Hızır gibi yetişti. Teklif tepkiler üzerine komisyonda yumuşatılsa da, bu konu ne zaman gündeme gelse yaşanan tartışmalardaki bir abukluk baki kalacak: Memlekette ne zaman kişisel özgürlüklere/yaşam tarzına müdahale anlamına gelen bir kanun tasarısı gündeme gelse, karşı çıkan da, destekleyen de şu düz argümana sarılıyor: "X ülkesinde böyle (değil)!" Bu, çeşitli sebeplerden ötürü olabilecek en kötü argüman, ve de meseleyi "kültür savaşları" boyutundan "devletin bireyin tercihleri üzerindeki kontrolü" boyutuna getiremedikçe de bu sıkıntıyı yaşamaya devam edeceğiz.

Öncelikle şu "X ülkesinde de böyle" muhabbetinin neden saçma olduğunu madde madde anlatmaya çalışayım.

1. Her ülkenin kuruluş felsefesi, toplumsal düzeni, insanların yasaları idrakı, teamülleri vs. farklıdır. ABD gibi İngiltere'de baskıdan kaçan, temel felsefesinde "özgürlük" olan, "checks and balances" sistemi oturmuş bir ülkedeki düzenlemeyi kopipeyst yapamazsınız. AB ülkeleri bile yasal anlamda bir bütünlük içerisinde değildir, ortak çerçeveye göre davranırlar.

2. Bir yasa bir ülkede gayet atıl kalmış, kimse uğraşmak istemediği için değiştirilmiyor olabilir. (ABD'nin Massachusetts eyaletinde hastanede yatan hastalara alkol satmak yasaktır. Niye böyle bir saçma kanun var bilinmez.) Ya da yasaların çizdiği sınır uygulamada genişletme gibi bir toplumsal uzlaşı gerçekleşmiş olabilir. (New York eyaletinde zina suçtur. Evet, bildiğimiz New York.) Şimdi mesela bunlara bakıp "ABD'de de böyle" demek aldatıcı olur.

3a. Bu yüzden böyle genellemeler tutarsızlığa mahkûmdur. Mesela siz "ABD'de içki satın alma yaşı 21 mesela!" dedikten sonra orada üniversitelerin barları olduğunu söylemezseniz, ya da "ABD'de de açık alanda içemezsiniz!" dedikten sonra bu kanunun eyaletlere göre farklılık gösterdiğini, sokakta düzenlenen festivalde bir alan belirlendiği takdirde içki içilebildiğini falan söylemezseniz, Virginia gibi bazı eyaletlerde eczanede bile içki satıldığından, kiliselerde şarap verildiğinden bahsetmezseniz hata yapmış olursunuz. Bütün bu düzenlemeler bir arz-talep dengesi içinde gelişmiştir çünkü her toplumda.

3b. Gene bu ülke bazlı karşılaştırmalarda çorba yapmak da sağlığa zararlıdır. Mesela katı düzenleme yanlısı birisi "AB'ye uyum için yapıyoruz, Hollanda'da bile sokakta içki içmek yasak!" der, ama serbestlik olan Yunanistan'ı, Almanya'yı saymaz. Ya da düzenlemeye karşı çıkan birisi "medenî ülkelerde böyle yasaklar yok!" der ama Fransa ve Finlandiya gibi ülkelerdeki ziyadesiyle korumacı yasakları görmezden gelir.

Yani sözün özü, "başka ülkelerde de böyle" demek yerine, "X ülkesinde şu uygulama, şu şu sonuçları doğurmuş, bizde de böyle bir sorun var, uygulanabilirliği var mıdır, nasıl adapte edilebilir?" gibi tartışmalar yapmak yerine "AB'ye uyuyoruz, şeriat geliyor, ABD'de de böyle, istediğimiz yerde içeriz hohoyt!" falan tartışmaları abesle iştigal.

Gelelim en başta önerdiğim "devletin birey üzerindeki kontrolü" boyutuna. Bu konuda temel iki prensibim var: Devlet, bireylerin/kurumların kendi başına karar veremeyecek varlıklar olduğu savıyla hareket edemez, onları sınırlayamaz. Ancak bireylerin/kurumların kararları, başkalarına zarar veriyorsa ya da onların karar mekanizmasını etkiliyorsa (externality ya da dışsallık denen olgu) bu durumda maddî ya da önleyici tutumlar geliştirilebilir. Bu tutumlar geliştirilirken de mümkün olduğunca minimalist ve efektif düşünülmelidir.

"Alkol yüzünden X oluyor, o yüzden yasaklayalım!" derken o X'in başka hangi sebeplerden olduğunu ve de o sebeplere karşı tutumunuzu düşünürseniz, devletin çocukların zararlı maddelerden uzak tutma konusundaki haklı çabalarını yetişkinlerle karıştırmazsanız, kamu kuruluşu/alanı ile özel işletme arasındaki farkı iyi çizerseniz, "çağdaşlık" denkleminizi ezberlerinizden kurtarırsanız ve her şeyden önemlisi bireylerin refahı ve mutluluğu için devlet denen bir kurumun var olması gerektiğini, bunun tam tersinin adının demokrasi değil de başka bir şey olduğunu unutmazsanız çok iyi olur, çok da güzel olur bence.

25 Nisan 2013 Perşembe

Türkiye'nin gerçekle imtihanı: Boston edition - 2

Bir önceki yazıda Türkiye medyasının ABD gibi olan bitene burnunun dibindeki internetten anında ulaşılabilecek bir memlekette yaşananları anlatırken ne kadar başarısız olduğuna dikkat çekmiş, yabancı haber kaynaklarını doğru düzgün takip etmeyi beceremeyen, az biraz becerenin de kendini şah ilan ettiği bir medyanın dış dünyadan haber alma konusunda ne kadar yetersiz kaldığını/kalacağını anlatmıştım. Bugünkü yazıda değinmek istediğim ise daha çok olanları gerek önyargı, gerek bilgisizlik sebebiyle yanlış çerçevelendirme durumu.

Bu çok sıklıkla rastladığım bir durum olduğu için bununla başlayayım diyorum: Başka bir ülkede yaşananları, sanki olay Türkiye'de ve Türk insanının başından geçiyor gibi idrak edip yargılamak diye anlatabilirim kısaca. (Bunu yapan tabii ki sadece Türkiye insanı/medyası değil, yani bunu olağanüstü bir durum olarak resmetmiyorum, sadece varlığına dikkat çekmek istiyorum.) Bu fenomenin zararsız hali "konuşurken sağ kaşını hafif kaldırdı, bacak bacak üstüne atarken hafif yana kaykıldı" gibi zibidi vücut dili analizlerinde kendini buluyor, ama büyük olaylarda daha garip bir hal alıyor.

Boston olayları ve ona tepkiler değerlendirilirken mantığın kapıda bırakıldığı haller oldu bu yüzden. Özetlemek gerekirse:

1. ABD 300 milyonluk bir ülke, ve de gelişmiş olduğu için internete erişim çok fazla. Bir ülkenin nüfusunun %5'inin ciddiye alınmaması gereken iflah olmaz manyaklar olduğunu düşünürsek 15 milyon eder. Bunun çeyreğinin dahi internete erişimi olsa, ve böyle durumlarda daha ekstrem seslerin daha gür çıkabildiği ihtimalini de göz önüne alırsak, bol miktarda saçma teori görmek normal. Bunları "topluma dair veri" olarak değil, toplumun genelinin dalga geçtiği çatlak ses olarak kabul etmeli.

2. ABD iki tane komşusu olan, yarımada kıvamında bir ülke, ve de topraklarında bu tür olaylar ortalama 5 yılda bir meydana geliyor. Bu yüzden hem insanlarının aşırı travmatize olup abartı tepkiler vermesi, hem de bunun çok daha fazla haber değeri taşıması normal.

3. ABD anaakım medyası, özellikle "kültür savaşları" moduna geçtiğinden beri saçmasalak bir kıvama geldi. Onunla dalga geçmek mübah, hatta sevap. Gene de bizimkilere etik değerler konusunda nal toplatırlar (Çarnaev'e sürekli "zanlı" denilmesi bile 1 saat içinde suçluyu bulan Türkiye medyasının önünde)

Bunun gibi birçok madde sıralanabilir, iyice teoriye gömülmeden "gerçekten neler oldu" kısmına geçeyim.

Mesela daha patlamalar olalı bir saat bile geçmemişken, her yerde "şüpheli paket" ihbarı yapılırken (Harvard Üniversitesi'ne 3-4 dakika mesafesinde 4 adet paket ihbarına baktı polisler), tarihinde böyle bir olaya şahit olmamış Boston şehrinin polisi doğal olarak "evde kalın" çağrısı yaptı. Olay bir dalga başlangıcı mı, izole mi bilinmiyordu. Şöyle bir yorum geldi kanaat önderi sayılabilecek birinden (20.000 takipçili) bunun üzerine:


Bu önyargının devam filmi, Cuma günü yaşanan "sokağa çıkma yasağı"nda gündeme geldi. Tabii onun ne olduğunu anlamak için, bir gece önce yaşanmış olayları tekrar anlatmak lazım.

Neyin ne olduğu tam olarak bilinmeden, Perşembe gecesi MIT'de bir polisin vurulduğu haberi geldi. Onun üzerine iki silahlı soygun haberi daha duyuldu (bunların biri asılsız, diğeri de alakasız çıktı). Bunu da sindiremeden "araba kaçırılma" haberi alındı. Bütün bunlar 1 km'lik çember içinde ve yarım saatte gerçekleşti. Zaten yeni saldırıya uğramış, tek olayı spor takımları şampiyon olunca sarhoşluktan çıkaran bir şehri panik havasına sokmaya yetti tabii bunlar.

Daha sonra Watertown şehrinde çatışmaya angaje olunduğu öğrenildi. Orada yaşayanlar sosyal medyaya "patlamalar oluyor!" tadında mesajlar attı. (Olayın resimlerini merak edenler bir Watertown sakininin çektiği resimlere buradan bakabilirler.) Daha sonradan zanlıların bir adet daha düdüklü tencere bombası kullandığı ortaya çıktı, yanlarında bu patlayıcı ile gezmeyeceklerine göre, MIT'de bir şeyler planlıyor olmuş olmaları mümkün. (Çarnaev'in ifadesini hala daha bilmiyoruz, daha sonra aydınlanacak bu)

Yani bir önceki gece patlayıcıların kullanıldığı bir çatışma olmuş, zanlının yanında neler var bilinmiyor, çatışmada polisler ölmüş ve yaralanmış, zanlı çember içinde bulunamamış iken, "panik halinde son bir saldırı yapmasın" endişesi ile Watertown'da ve genel olarak Boston'da "evinizde kalın" uyarısı yapıldı. Bu bir "sokağa çıkma yasağı" değildi, sadece toplu taşıma kapatıldı. Açık dükkanlar az da olsa vardı. Yolda gezenlere para cezası falan kesilmedi. (İşin ilginci, Boston'da bu sene gerçekten bir "araba sürme yasağı" uygulandı cezaî yaptırımlı, o da kar fırtınası olduğu zamandı) O gün "oh yollar boş" diye New York'a giden insanlar oldu vs. Bu "sokağa çıkmayın" tavsiyesi, toplu taşımanın akşamüstü tekrar devreye sokulmasıyla fiilen bitmiş oldu, zaten 2 saat sonra da "sokağa çıkan" birisinin görmesi ile zanlı bulundu.

Şimdi burada sorunlu addedilecek eylemler var: Örneğin insanların evlerinin herhangi bir izinsiz aranması gibi. O eylemin nasıl gerçekleştiğine dair bir video burada:



Eminim herkesin ev araması böyle "hafif" geçmemiştir, fakat durumun lanse edildiği gibi "ev baskını" olmadığını da vurgulamak lazım. Tekrar ediyorum, bu yaşananın "normal" olduğunu göstermez kesinlikle, fakat bir noktaya kadar vatandaşların rızası ile yaşanmış bir evde kalma/ev aranması durumundan bahsettiğimizi unutmamak lazım. (Ha, bu korku ortamının yaratılmasında güvenlik güçleri ve medyanın etkisi mutlaka tartışılmalı, link'lediğim yazıda maddî hatalar olsa da geçerli sorular soruyor.)

Şimdiye kadarki kısmı bir toparlayayım: Olay sonrası süreçte panik, hak ihlalleri, tahakküm, abartı tepkiler, zenofobi vs. var. Hem seçilen, hem de seçenin abartı tepkileri var. Lakin bu tepkileri tartarken, bunların orantısına da bakmalı.

Örneğin bu konudaki en büyük tartışmalardan birisi, zanlıya "Miranda hakları"nın okunup okunmayacağı oldu.  Zanlı, avukat tutacak parası olmadığı için devlet ona ertesi gün avukat sağladı. Avukatı, Miranda hakları okunmadan yapılmış sorgulamanın delil olarak kullanılamayacağını söyledi. Ucuz Hollywood yapımı diyaloğu gibi gözüken bu prosedürün hepsi, sivil toplum kuruluşlarının da etkisiyle, bu tür bir çıldırmışlık halinde bile takip edildi. Daraltılan hukukî çerçevenin çok güzel bir eleştirisi şurada mevcut, fakat mevzunun hala daha tartışılıyor olması dahi Türkiye'de rastlayamayacağımız bir durum. TMK gibi bir yasayı 10 yıl içinde kaç tane köşe yazısı eleştirdi 3. ve 4. Yargı Paketi öncesinde, bir düşünün.

Ha, bir de Çek Cumhuriyeti ve Çeçenistan'ın karıştırılması muhabbeti var. Mesela bu inanılmaz komik bir şey, ancak buradan bile "Amerikan halkı salak ehuehue" yorumları çıkabildi. İsveç ile İsviçre'nin, Avusturya ile Avustralya'nın muntazaman karıştırıldığı, nüfusunun büyük çoğunluğunun Avrupa ülkeleri, ABD; Çin, Türki cumhuriyetler ve Kuzey Afrika (Osmanlı sağ olsun) haricinde hiçbir ülkenin yerini haritada gösteremeyecek bir ülkeden bu tür yaklaşım görünce insan ister istemez bir iğne arıyor. Hele ki bu tür insanları deşifre ederek komedi unsuru yaratan bir blogun Türkiye'de iş yapmayacağını düşünmek daha bir hüzün verici.

Sözün özü, bu olaylar ileride bir gün yalan yanlış bilgiler üzerine kurulu bir anlatı ile hikaye edilmesin diye bir kaynak, bir şahitlik olsun bu post. Eksiği, fazlası affola.

Not: Yazıyı yollamadan önce bir düşündüm: Bu yazıyı "Amerikan halkı apolojisti" gözükmek pahasına yazmamın esas sebebini bilmiyorum aslında. Gerçeğin bu kadar kötü haber yapılması, insanların olanları önyargılarını pekiştirmek için fırsat olarak görmesi, yaşananların bu algısının bilinçaltısal olarak ileriye dair "bahane" olabilecek olması, medya ve sosyal medyanın kibiri, haksızlık hissi... Her şey olabilir. Belki de sadece bileğimin sakatlığından ötürü yeterince yazamamışlığın birikmesinin verdiği rahatsızlıktı. Twitter'da şu an hatırlamadığım bir arkadaşın dediği gibi "bizim liberallere siyah ve beyazın da renk olduğunu öğretin, HER ŞEY GRİ OLMAK ZORUNDA DEĞİL" sendromudur belki de. Neyse.


24 Nisan 2013 Çarşamba

Türkiye'nin gerçekle imtihanı: Boston edition - 1

Boston patlamalarından sonra yaşanan süreçte hiç şaşırtıcı olmayan fakat gene de aydınlatıcı ve de not düşülmesi gereken iki olgu var. Birincisi, medyanın -ki biz bunlara dünyanın her yerinden haber alma hususunda güveniyoruz hesapta- bilgiye en kolay ulaşacağı ABD gibi bir yerde çuvalladığı gerçeği, ikincisi ise insanların birinci olgu ile bağlantılı olarak, konuya dair geçerli ve kapsamlı bilgilere sahip olmaması. Bu doğrultuda iki yazı yazmak istiyorum. Öncelikle medya ve medya figürleri ile dalga geçeceğim, ikincisinde ise -eğer hevesim olursa- olan biteni olanca ayrıntısıyla anlatıp, konuyla ilgili süreçte yapılan çıkarımlara ışık tutmaya çalışacağım (onu yaparken de dalge geçeceğim çok hoş insanlar var tabii)

Sinirlerimin en çok tepeye çıktığı gün küçük kardeşin arandığı gündü, o günden birkaç haberi not düşmüşüm. Süreçte eminim daha çok saçmalıklara maruz kalındı ama o kadar vakit harcayasım gelmiyor.

Öncelikle Radikal'in haberine bakalım:

Daha en baştan yanlış bir bilgiyle başlıyor haber, zira resimdeki "Boston bombacılarının evi" değil, Watertown'da arama yapılan evlerin herhangi birisi. İkincisi, o gün sadece bir "operasyon" yapılmadı, belirli bir çember içindeki bütün binalar arandı. Üçüncüsü, "Dzohokhar Tzarnaev, Boston'a sınır kentlerden biri olan Watertown'da bir evde köşeye sıkıştırıldı." ifadesi de yanlış, çünkü bu haber yayınlandığı anda hala daha bulunamamıştı kendisi. Dördüncüsü, Radikal kardeşin adını yanlış yazdığı gibi (ya Dzhokhar yazın, ya Cohar diye translitere edin, ya da Amerikalıların tercih ettiği gibi Jahar deyin, Noel Baba gülüşü gibi "Cohohar" uydurmayın) haber boyunca da ne yazacağına da bir türlü karar veremiyor, zira Dzohokhar, Dzhozkar, Dzhokhar, Dzokhar gibi her varyasyonu deniyor.

Radikal ne ki, çalışanı ne olsun: Bir başka habercilik fiyaskosu da Cohar'ın yakalanma operasyonu sırasında Cüneyt Özdemir'den geliyor. Özdemir, hata yapmakla kalmıyor, bir de hatasıyla ve yapamadığı gazetecilik ile övünüyor. Kendisinin zırvalamasından şu tweet'i ile haberdar oldum.

Kendisi sanki olay yerinden bildiriyormuşçasına 20.46'da "ABD basınını atlatıyorum" öz-övgüsünde bulunuyor -ki Türkiye'de ikamet eden birinin haber kaynağı ABD basını değil de ne olabilir, çok merak ediyorum-, lakin işin komiği, şu tweet'i ben kendisinden iki dakika önce, bizzat ABD basınından bilgilenerek atmıştım:


Burada "ABD basınını atlattığı" övgüsüyle kendinden geçen Özdemir, zanlının yakalandığı haberi geçilmeden 16 dakika önce, operasyon bir saate yakın süredir devam ederken ise şunu yazıyordu:


Radikal'i bir kenara koyup, Milliyet'e bakalım: Olay günü Watertown'daki bütün evlerde arama yapılırken, kendilerinin ön plana çıkardığı gelişme şu:

Haber metninde de Watertown'ı Waterfront yapmayı beceren Milliyet, haberi geçtiği sırada "sokağa çıkma yasağı" -ki öyle bir yasak yoktu zaten, "sokağa çıkmayın" tavsiyesi ile "sokağa çıkma yasağı" çok farklı şeyler- kalkmış olmasına rağmen "birkaç gün sürecek" bilgisine yer veriyor.

Bunlara ufak tefek hatalar desek bile, şu akıl ve mantık süzgecinden zerre geçmemiş ifadeye yer verebilmek büyük başarı ister: "Boston polisinin peşine düştüğü Dzhokhar A. Tsarnaev ise internette yayımladığı mesajda, Hepinizi öldüreceğim. Siz kardeşimi öldürdünüz ifadesini kullandı." Böyle bir mesajın yayınlandığı falan yok, her zaman olduğu gibi büyük bir olaydan sonra açılan sahte Twitter hesaplarından birinde geçen bir ifade bu.

Gelelim Sabah'a. Haber metni şimdiye kadar gördüklerimiz arasında en derli toplu olan gazete, kağıt üzerinde olmayan çok büyük bir saçmalığa imza attı. Arkadaşımın Facebook'unda "Boston" bilgisini gören gazete, onu arayarak olayla ilgili bilgi almak istedi. Vallaha atmıyorum. Evet, bütün olan biten ABD medyasının her türlü kaynağında anlatılırken, Sabah gazetesinin metodu Facebook'ta "Bostonlu Türk" arayıp ona soru sormaktan ibaret.

Dediğim gibi, birçok medya kuruluşunda irili ufaklı hatalara rastlamak mümkündü, fakat bu dört örnek meseleyi gayet güzel toparlıyor. Tekrar etmek gerekirse, burunlarının dibinde milyon tane kaynak varken doğru düzgün haber yapmayı beceremeyen bu medya kuruluşlarından Afrika'da vs. olan biteni öğrenmek nasıl bir hayal, düşünün. Zaten mesela Star gazetesinin köşe yazarı öyle bir Mali portresi çizmişti ki hiç çizmese daha iyiydi.

(devam edecek...)

27 Mart 2013 Çarşamba

Öcalan Mandela olur mu? Bir münazara.

Sevgili okuyucular, hepinize merhaba. Bugünkü münazaramızda, Öcalan'ın Mandela ile ne kadar benzeştiği, bu iki liderin rollerinin aynılığı üzerine bir tartışma olacak.

Öncelikle "Öcalan Mandela olamaz" diyen tarafın görüşlerini anlatması için sözü Sevilay Yükselir'e bırakıyorum:

Öcalan'ın kendi durumunu, Mandela'nın hapisteki durumuna benzeterek devletten serbestlik istemesine birkaç noktada itirazım var!
Bir kere aynı uğurda -halkların eşitliği ve özgürlüğü- konusunda mücadele veriyor olsalar da ikisinin de mücadelelerinde kullandığı yöntemler farklı! Silahlı mücadeleden yana olsa da Mandela o silahların masum insanları, sivilleri hedef almasına asla izin vermedi! Kullandığı dilde her zaman ırkçılığın her türlüsünün bir insan hakkı suçu olduğunu vurguladı. Çok kötü koşullarda cezaevinde tutuklu olmasına, 27 yıl boyunca ona sürekli taş kırdırılmasına rağmen efelenmedi, onu içeride tutan faşizan güçlere. Diklenmedi. Mağrur bir özgürlük savaşçısı olarak hayat sürdü hapishanede. O hiçbir zaman, "Astığım astık! Kestiğim kestik!" demedi yani. İşte bu yüzden de dünya kamuoyunu arkasına aldı Mandela. Onun serbest kalması için sadece Afrikalı siyahlar değil, dünyanın bütün özgürlükçüleri, insan haklarına bütün inananlar mücadele etti. O serbest kaldığında özgürlükçü beyazlar da en az siyahlar kadar sevindi. Bir de tabii onun örgütü ve Afrikalı Siyahlar üzerindeki gücüyle Öcalan'ın bütün Türkiye'nin Kürtleri, PKK'lı gerillalar, Kandil'dekiler üzerindeki etkisi kıyaslanamayacak durumda! Bambaşka! Özellikle Silvan meselesinde de ortaya çıkmıştır ki gerek Kandil, gerekse yasal zeminde uzantısı olan BDP'li siyasiler için Öcalan'ın talimatlarının filan pek bir anlamı yok artık! Buradan da şu sonuca varılabilir ki; Öcalan serbest kalsa dahi onu çok fazla kaale almadığı ayan beyan ortada olan PKK'lılar savaşmaya devam edecektir!

Değerli görüşleri için Sevilay Hanım'a teşekkürler. Şimdi karşı cephenin görüşünü anlatmak için sözü tekrar Sevilay Hanım'a veriyorum:

Öcalan'ın Mandela'yla aynı kaderi paylaşabileceği ihtimali ise son derece gerçekçi ve mantıklı bir yaklaşım. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar bu memlekette ama ben de böyle düşünüyorum. Eğer başarıya ulaşırsa Öcalan'ın bu sürecin sonunda serbest kalmama ihtimali sıfırdır bana göre! Ve ayrıca adının Mandela gibi bir "barış figürü" olarak tarihe yazılması da uzak ihtimal değildir! Gerçekten de ikisinin hikâyeleri de aynılığa doğru yol alıyor.

Bunu söylediğim için bazıları havaya zıplayacak ama onlara tavsiyem, bunu yapmadan önce Mandela'nın yaşam öyküsüne bir zahmet göz atmaları. Bugün dünyanın en saygın devlet adamları arasında sayılan o Mandela, politik hayatına çok kanlı eylemlere imza atan "Ulusun Mızrağı" isimli örgütü kurarak başlamıştır. Halkı için özgürlük savaşçısı olan o Mandela, ülkesini yönetenlerce "eli kanlı katil bir terörist" olarak görüldüğü için 28 yılını zindanlarda geçirmiştir. Barış için çözüm arayan devlet, o Mandela'yla masaya oturduğunda hâlâ hapisteydi. Ancak o Mandela hapisten çıktıktan sonra barış için gösterdiği çabanın karşılığında Nobel'le onurlandırıldı.

Dedim ya yukarıda! Birilerinin hâlâ urganla gezdiği bir ortamda; "Sonunda Öcalan da serbest kalacaktır!" demek gerçekten de sıkıntılı, söyleyebilen açısından ama yapacak bir şey yok! Gerçek bu ve bence bu gerçeği de konuşmanın tam zamanı.

Evet, Sevilay Hanımları dinlediniz. Ola ki iki yıl sonra devlet 3. bir pozisyon alsa, Sevilay Hanım'ın oraya yükseleceğini tahmin etmek zor değil.

Türk medyasındaki tutarsızlıklar malum, ne kadar arsızca yapılmış olursa olsun kimsenin de hesap sorma ihtiyacı ve de hesap sorulma korkusu yok. Bu tamam, Sevilay Yükselir'e kadar daha neler yapanlar var zira.

Fakat burada daha önemli bir nokta var: Ya Sevilay Yükselir, iktidarın ağzı değiştiği için kendini yeniden programlamaya çalışıyor ya da kendisi 2 yıl önce bir şey demesi için yönlendirilirken bugün başka bir yöne gitmesi telkin ediliyor. Bu iki ihtimalden hangisi gerçek olursa olsun, 2 sene önceki kafanın bugün sesinin daha az çıktığını görmek, iktidar apolojistliği malum bir kalemin de bu tür bir ağız değişikliğine utanmazca gittiğini görmek bence umut verici bir gelişme.

Eğer ileride devletin 2009-2013 arası Öcalan'a ve Kürt hareketine karşı tutumunu anlamak isteyen olursa sadece onun ağzına değil oynattıkları ağızlara da bakması isabetli olacaktır. Böyle de bir dipnot bırakayım bu müstakbel araştırmaya dair.