2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

25 Şubat 2010 Perşembe

Halimem Reloaded

Komünal'de daha önce ıslıkla türkü çaldığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan profesörden bahsetmiştik, 1 yıl falan oluyor. Kendisi bu zaman zarfında aklanmış, aynı suçtan bir daha hakkında dava açılmış ve en sonunda hak ettiği kınama cezasını almış.
Akademisyenlerin böyle mesleki rekabet içinde olması gerçekten göz yaşartıcı. Tıpkı siyaset ve yargıda olduğu gibi, eğitimde de belli bir seviyeyi tutturmuşuz demektir bu.

Grizu Darbe Planı

Komplo konusunda Samanyolu TV çıtayı yükseltmiş. Radikal'in haberine göre, spiker Asım Yıldırım dün meydana gelen grizu patlamasını geçen yılki maden kazası ile ilişkilendirip "Ne zaman askerler tutuklansa maden patlıyor"a getirmiş lafı.
Bu komploculuk güzel meslek de, bazen temel konularda şaşırıyor. Şimdi, asker bu patlamayı tertip etse, amacı ne olur? Gündem değiştirmek. Başka bir fayda sağlar mı? Hayır. Türkiye gibi gündemin 24 saatte 3 kere değiştiği bir ülkede, böyle bir eylemde bulunmak akıl kârı mıdır? Harcanan emeğe değer mi?
Başı ağrıdığında hocaya gidip dua okutan, vücudunun her noktasına muska yapıştıran bir toplumun, akılcı açıklamalar yerine böyle sürekli bir "gizem havası" içindeki şeylere koşmasına şaşırmamak gerek.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Bir Oktay Derelioglu vardi, ne oldu ona?

Özellikle orta okul ve lise yıllarında lig maçlarını izlemek için ekseriyetle mahalle kahvehanelerine gider, tuttuğum takımın galibiyetine önem verdiğim kadar içinde bulunduğum ortamı da gözlemeye dikkat gösterirdim. Daha sonraları yurt dışında kaldığım zamanlarda da Türklerin bolca yaşadığı yerlerde bu tür kahvehanelerde çok maç izlemişliğim vardır. Örneğin 2006 yılında Berlin'deki bir Türk bakkalının arkasındaki çakma kahvehane - o semtte maçı yayınlayan bulabildiğim tek yerdi ve maç ortamına girmek için çeşitli ürünlerin arasından geçmek gerekiyordu. Ancak tüm o ürünleri atladıktan sonra ulaşılan yer tam bir yurdum kahvehanesiydi. Bolca sigara dumani, masaların üzerinde dağılmış gazeteler, kimi yerde tavla, kimi yerde iskambil kartları. En önde tavana yakın bir yerde asılı televizyon, ve her atakta en ön sırada oturup ayağa kalkar kalkmaz hemen oturan ben. Bir de bu tür ortamların vazgeçilmez elemanlarından birisı, en arka masada gün boyu oturan, çok az konuşan, genelde kalın bıyıklı ve gözlüklü, sigarası elinden düşmeyen, orta yaşını geçkin bir bilge insan. Yine bir atak sonrası ben tuttuğum takımımın klasik sorunu gol atamama sonucu krizlere girerken, arkadan bilge amcanın sesi yükseldi: "Bir Oktay Derelioğlu vardı, çok yetenekli oğlandı, ne oldu ona?"
Bunca zaman sessizliğini koruyup kahvehanenin geri kalan kısmına karizmasını kabul ettirmiş amcamızın bu çıkışına yandan birisi "Amca o adam Beşiktaş'tan gideli çok oldu yahu... Adı sanı unutuldu... Ne çakardı ama..." diyerek amcayı günümüz dünyasına tekrar getirdi.
Bu anekdotu niye anlattım? Son haftalarda Türkiye'de yaşanan gelişmeler bana Berlin'deki bilge amcayı hatırlattı. Kendi kendime geçenlerde bir gün"Bir AB davası vardı, ne oldu ona?" diye sordum. Daha sonra bu soruya "Bir Kürt davası vardı, bir çok kişiyi hapse atmışlardı, ne oldu ona?" takip etti. Ardından da "Bir ekonomik kriz vardı, bizim ekonomi küçülmüş ve bir çok insan işsiz kalmıştı, ne oldu ona?" geldi. Ve bu sorular elbette bitmedi. "Milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldıracaklardı, ne oldu ona?" ya da "Her gün anayasa değişikliğinden bahsediliyor, son sekiz senedir ne oldu ona?" gayet tabi gelebilir.
Bunca gündem karmaşası içinde siyasete bir futbol benzetmesi yapmadan geçemeyeceğim. Tuttuğum takım doğumumla birlikte bana gelen anne ve baba gibi bir kavram olduğundan her koşulda kazanmasını, gol atmasını, saldırmasını bekliyorum. Fanatiklik masumane bir şekilde gözlerimi körelttiğinden oturu futbolu güzelleştiren şeyleri geçip ne olursa olsun takımımın kazanmasını istiyorum. O yüzden yıllardır Beşiktaş'a bir siyahi forvet gelse de kurtulsak diye ümit etmekteyim. Türkiye siyaseti de istesek de istemesek de hemen hemen her Türk vatandasının içine doğduğu ve belirli bir noktada ihmal edemediği bir olay. En apolitik insanlara kadar uzanabilen bir durum. Politikadan zerre kadar hazzetmesem de aynı tuttuğum takım olayındaki gibi artık Türkiye siyasetinin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için bir mucize beklemekteyim. 1980 sonrası giderek apolitikleşen Türk gençliği de böyle bir beklenti içerisinde gibime geliyor. AB'ye girsek de kurtulsak Kürt sorunu çözülse de kurtulsak, ya da darbeciler tamamen temizlense de kurtulsak gibi. (Seçim yasası değişse de kurtulsak da iyi bir aday bu liste için.) Hoş, sadece gençlerin değil, ancak daha fanatik bir şekilde politika aktörlerinin de böyle bir tutumu yansıttığını düşünüyorum (kimileri holiganlaşarak hatta). Ve yine tuttuğum takım olayındaki gibi Türkiye'nin demokrasisini ileri götürecek esas adımlardan ziyade politikanın forvet hattında taraftarlarını güldürecek hareketler görmekteyim her geçen gün. Maç öncesi ısınma hareketlerinde kavgaya tutuşan futbolcular gibi bizim kurumlarımız, amaç hakkıyla mücadele ve iyi yönetim olmadıktan sonra kim daha iyi tribünlere oynuyor o önemli oluyor nitekim. Yargı hem bağımsız hem tarafsız olmalı gibi kulağa güzel gelen laflar, bir futbol hakeminin eline sözlük gözüne gözlük sloganından farksız aslında.
Konuyu futbol aracıyla basitleştirdiğimi düşünebilirsiniz. Ancak bunca tozun bulutun içinde bana görünen en açık şey fanatikliğin had safhalara ulaştığı ve amaçın Türkiye demokrasisini ve yönetimini nasıl geliştirebilirizden ziyade "bu demokrasi denen maçı ne yollardan bizim takıma kazandırırız" zihniyetinin herşeyden üstün olduğudur. Diğer bütün maçları önemsiz sayıp sadece derbileri kazanarak büyük takım ilan ediyoruz ya tuttuğumuz takımları, yandaşı bulunduğumuz görüş ya da kurumlara da öyle yaklaşıyoruz kanımca. Fakat bu sefer gözümüzün körlüğü ne masumane ne de dışarıdan bize empoze edilmiş bir şey. Aksine, gözlerimizi bilerek açmayışımızın sebebi tamamen çıkar çatışması. Dün sen fişledin, bugün ben; yani son derbiyi sen kazandın, şimdi ben kazanacağım anlayışı. Ne de olsa siyasetin oynadığı tribünler iyi yönetimden ziyade derbi maçlarını kazanmanın herşeye değer olduğu görüşüne çok daha meyilli.
Bugünlerde konumuz yargı ya, ben de bir bilge amcalık yaparak bitireyim yazıyı: "Bir Pierluigi Collina vardı, 100 metre öteden görürdü faulu, ne oldu ona?"

23 Şubat 2010 Salı

Türkiye Tipi Demokrasi - #2

AKP Çorum Milletvekili Ahmet Aydoğmuş: "AK Parti iktidarına karşı çıkanların kanını tahlile yollamak gerekir." (link)

Batiyor Kardesim #4 - Parti

Yok, gençler heveslenmesin, "Türkiye'de partiler çok kötü ywaa, dans etmeyi bilmiyolar hiç" tadında bir yazı olmayacak bu, bana batan o partiler değil. Siyasi partiler. Keza "Ya Baykal da gitse Türkiye kurtulur." gibi bir zevzeklik de değil bu yazının amacı. Hedef kitlem sen, ben, o; takım tutar gibi parti tutanlar.

Eskiden beri süregelen bir anlayış var: "Biz 3 kuşaktır X partisine oy veriyoruz." E bravo? Demek ki 3 kuşaktır bir milim yontulmamışsınız. Bir de daha trajiği var aslında: "Benim dedem de CHP'ye oy veriyordu." Birader dedenin zamanında başka parti yoktu ki?

Bu genetik particiliğin haricinde bir de sosyal statü bazlı olan var. "Üniversite mezunu adamlar AKP'ye oy veriyor, cık cık cık" Üniversiteye de Andımız okuyarak başlıyoruz ya, ondan herkes CHP'ye oy vermeli. Bu sosyal statücülüğün bir de şaşkınlık olarak tezahürü var ki, ilkinden de beter: "Benim çevremdeki kimse AKP'ye oy vermedi, nasıl aldı her iki kişiden bir oy??" Türkiye'nin nüfusu 200 ya, paşamın çevresi haricinde yaşam formu yok.

Kutuplaşma var, ama kutuplaşmayı teşvik eden de gene kutuplaşmadan şikayet edenler. "Milleti birbirine düşürdüler" diyen kişiler, aynı gün içinde beni hem Fethullahçı, hem de ulusalcı, hem de bölücü yaptılar zamanında (Tuncay Güney çatlasın.) Nasıl becerdim bunu? Önce AKP'nin reformlarının kimisini savundum, sonra AKP'yi eleştirdim, sonra da Kürtlerin haklarından bahsettim. Kendi halinde salınan bir liberal olarak 24 saat içinde kabul etmediğim 3 etiketle taraftan tarafa koştum. Sakal bırakmış olmanın da etkisi vardı tabii. Zaten bu sakalın hangi seviyede ne olduğunu hiç anlamıyorum: Hafif çıkınca MHP'li, biraz uzayınca dinci, biraz daha uzayınca komünist oluyorsun, çok fena.

Bu kutuplaşma olayı seçim zamanlarında enteresan bir şekilde vücut buluyor. Şunu duydum bak: "CHP'ye, olmazsa MHP'ye oy verin." Yani "bir sol partiye, olmazsa bir aşırı sağ partiye oy verin." Sonra CHP'liye faşist diyorsun, kızıyorlar. Oy verin dedikleri partide Ökkeş Şendiller gibi tescilli bir eski solcu katili var. Sormazlar mı "takiyenin harbisini sen yapıyorsun, AKP'ye niye kızıyorsun ki o zaman" diye?

Klasik tabirle denir ya "takım tutar gibi parti tutmak" diye, hakikaten öyle. Takımın kaybedince söv, eleştir, ne yönetimden ne teknik direktörden ne futbolculardan memnun ol; ama sonra gene tıpış tıpış git o partiyi savun. Niye? Eğer görüşlerine uymuyorsa, yaptıklarından memnun değilsen neden kendini bir parti ile tanımlama ihtiyacı duyuyorsun ki? 4 büyüklerden birini tutmak zorunda mısın? Daha da kolayı, takım tutmak zorunda mısın? Hakem olmak çok mu zor? Bir iki kitap oku, oyunun kurallarını öğren, tamamdır iş.

Batıyor kardeşim, akıl kullanmadan, korku, heyecan, gelenek, abi-abla tesiriyle parti seçmeniz batıyor. Birey olun, beni yaftalamayın; öyle konuşalım.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Türkiye Tipi Demokrasi

AKP Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan: "40 sene onlar fişledi şimdi biz onları fişliyoruz." (link)

Milliyetçi Kesimin Parola Takıntısı

Parola dediğimiz şeyin formülü basit: Bir sayı ve bir harf. İlkokul sınıfı gibi. Zaten göreceksiniz ki, zeka olarak da çok ileri bir düzeye gitmiyor bu işler.
Bu parolalara en çok Ermeni Soykırımı konusunda rastlıyoruz. Efendim, mesela Ermenilerin 4T planı var: Tanıtım, Tanınma, Tazminat, Toprak. Ermenilerin bu planı Türkçe yapmış olmaları özellikle dehşete düşürücü. Her ne kadar hiçbir Ermeni mercii bu ve bunun gibi bir planı dile getirmemiş olsa da, milliyetçi kardeşlerimiz tehlikenin farkında.
Tabii 4T konuyu açıklamak için yeterli olmayacağından bir de 6T var, lakin o İngilizce tezahür ediyor "6Ts of the Turkish - Armenian Conflict" başlığı altında: Tumult, Terrorism, Treason, Territorial Demands, Turkish Suffering and Losses, Tereset. Burada esas güzel olan, 2. 3. ve 5. maddelerin aslında hep aynı şeyden, Ermeni çetelerin yabancı desteğiyle Türklere saldırıyor olmasından bahsetmesi. Aslında bunu da 4T ile açıklayabilirmişiz ama etkisi az olurmuş. Ha, bir de Tereset Temporary Resettlement, yani geçici yeniden iskan. Ama ne hikmetse giden dönmemiş, pek de geçici olmamış bu. İş kazası diyelim.
"Bayram değil, seyran değil bu tespit nereden çıktı?" diyebilirsiniz. Bahçeli, günümüz Türkiye'sini de formüle etmiş de ondan: 7K. Kriz, Kargaşa, Kaos, Korku, Kutuplaşma, Kavga, ve Karanlık imiş bu tahribat planının açılımı. Tabii kargaşa ile kaos eş anlamlı olduğundan burada da ufak bir semantik sorunumuz var, 6K ile kapatabilirmişiz olayı. Bu kriz zamanı boşa israf olmuş.
Tabii Bahçeli esas tehlikeyi fark edememiş, ben açıklayayım: 3K. Bu da Bahçeli'ye gülen şeylerin baş harflerinden oluşuyor. Kargalar, komünistler ve kitako'm*.
Yazımıza sayın Bahçeli'nin lineer cebiri yeniden yazdığı video ile son verirken (link - kitlenin girdiği şok ve kendisinin inanmışlığı da harikulade gerçekten), kendilerine esenlikler diliyoruz.
*Swahili dilinde oturma organı.

19 Şubat 2010 Cuma

Türk Toplumunun Ahlakı

Millet taktı Aşk-ı Memnu'ya. Sevişme sahnelerine RTÜK takıntılıydı zaten; ki RTÜK'ün "çok ateşli sevişme, Türk standartlarına uygun değil" mealinde acayip açıklamaları da oldu, onu geçelim.
Yeni moda Aşk-ı Memnu'nun konusunun yarattığı dejenerasyon. Neymiş, amcasının evinde kalan bir adam amcasının eşiyle berabermiş, bu mesaj onaylanıyormuş, Türk toplumunun ahlak yapısı varmış...
Yahu bu roman 1899-1900 yılları arasında bir dergide tefrika edildi. Senaryo yeni değil ki? Tam 110 yıldır, bilinen, okunan bir şey! Siz okumadınız diye, başkaları da okumamak zorunda mı? 11o yıldır bu romanın varlığına karşın sağlam kalan ahlakımız birden bozulma mı gösterecek?
Manyak mısınız ulan siz?

18 Şubat 2010 Perşembe

Şüpheli Ergenekon

İsmailağa Cemaati Soruşturması'nı yürüten başsavcı İlhan Cihaner Ergenekon ilişkisi sebebiyle gözaltına alındı. (haber linki)
Ben bugüne kadar Ergenekon soruşturması dahilinde yapılan Türkan Saylan vs. tutuklamaları "iyi niyetli hata" olarak değerlendirebiliyordum. Fakat JİTEM hakkında ilk iddianameyi hazırlamış, bu oluşumun üzerine çoklukla gitmiş bir savcının Ergenekon suçundan gözaltına alınmasını aklım almıyor. Özellikle de olayın arka planındaki gelişmeleri göz önüne alırsak.
Peşin hükümlü olmamakta her zaman yarar var, lakin Ergenekon artık bir "masal öcüsü" kıvamına geliyor sanki. Umarız bu son hamle, "AKP hükümetinin fahiş hatası" olarak değerlendirilmez ileride. Çünkü hakikaten kötü sonuçları olabilir bu atılan oltanın geriye boş çıkmasının.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Takiye

AKP'ye en çok yöneltilen suçlama budur: "Aslında değişmediler, hep aynılar, maske taktılar sadece, ilk fırsatta..." diye. Haklılık payı olabilir, bilmediğimiz hakkında konuşamayız. Ama tutarsızlık varsa, onu eleştiririz.
Saadet Partisi Numan Kurtulmuş ile görüşmüş Melih Aşık. Köşesinde o parti hakkında şunları yazmış:
Yerli bir partiyiz.. Antiemperyalistiz... Muhafazakâr değil maneviyatçıyız... Kitle partisiyiz... Din istismarı üzerinden siyaset yapmayacağız... Saadet Partisi dinin temsilcisi olamaz... Siyaseti yeniden formatlayacağız şeklinde bir iddiası var. Yakında AKP’ye bir anayasa değişikliği önerisi götürecekler. Dar bölge sistemiyle, barajları indirerek bir seçim yapılmasını ve 250 kişilik bir kurucu meclis oluşturulmasını önerecekler. Yeni anayasayı böyle bir meclisin yapmasını öngörüyorlar...
Benim itirazım şuna: Birincisi, yerlilik ve antiemperyalizm Necmettin Erbakan'ın da söylemiydi, gayet AB karşıtıydılar, hatta bir de "adil düzen" vardı. Söylemsel olarak arada pek de fark yok. İkincisi, eğer bu lafları AKP söyleseydi -ki söyledi- anında "takiyeci" olurdu. Peki Saadet Partisi'nin -ki Refah Partisi'nin tam olarak devamıdır- farkı ne? Kurtulmuş niye bu itimadı hak ediyor da AKP hak etmiyor?
"AKP karşıtlığı" artık "kim olursa olsun yeter ki onlar olmasın" boyutuna mı geldi? Tuncay Özkan'ın Necmettin Erbakan'ın karşısında süklüm püklüm olmasının sebebi de bu değil miydi? Ulusalcı kanat burada kendisiyle feci şekilde çelişmiyor mu? Bu tutum sağlıklı mı?
Bilen varsa anlatsın.

14 Şubat 2010 Pazar

Türkiye İle Yunanistan Arasındaki Farklar Vol. 2

Yılmaz Özdil yazmıştı birkaç ay önce, biz de eleştirmiştik şurada gerçekleri çarpıtıyor diye.
Bir musibet bin nasihatten iyiymiş. Yunanistan'ın dış borç ödeme kapasitesi yetersizleştiği için kredi notu düşürüldü, AB krizde, yardım paketleri söylentileri havada uçuşuyor. (özet link) O Yılmaz Özdil'in her gün eleştirdiği Türkiye ise, popüler inanışın aksine, global krizden nispeten sağlam çıkabilen ülkeler arasında. (Tabii Türkiye ekonomisi yıllardır iyiydi de, sadece AKP iktidarında bozuldu, evet evet, böyle olması lazım.)
Yozdil bir yazı daha yazacak mı acaba bunun üzerine? Hani her gün "Onların yüzü kızarmaz, onlar kör sağırdırlar" falan tadında bitiriyor ya yazılarını, o yüzden dedim.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Belge Nedir?

Uzun zamandır yazasım gelmiyor pek ama, artık bunu da es geçemedim.
Önce Taraf Gazetesi'nin server'larının host edildiği sitenin Teksas merkezli olması üzerinden bir Fethullah Gülen bağlantısı kuruldu. Künyesindeki bilgi formunda yer alan Hasan Çağrıcı, Sawis Digital Solutions falan merkezli bir teori bu, link'i burada. İnternetten anlamayan birisi için çok inandırıcı argümanlar bunlar. Zaten bu e-mailları forward eden kişiler de spam'cilerin, bilgi hırsızlarının hesabına çalıştıklarının farkında değiller.
Taraf gazetesi hakkında bir başka iddia da 3 vakit dolmadan bugün atıldı. Oda TV'nin iddiasına göre Taraf Gazetesi, Alkım Yayınevi'nin devletten aldığı teşvik ile kurulmuş. Doğrudur, yanlıştır bilemiyorum; hiçbir fikrim yok. Ama itirazım var. Haberin "belge" diye sunduğu, dolayısıyla şüphe etmememizi istediği, kendisine mutlaklık hükmü verdiği zibidi şeye itirazım: (haber linki)
Belge bu imiş. Yahu şu bildiğin Excel'de hazırlanmış bir şey yahu? Nerede bunun dosyası, imzası, link'i, alındığı yeri, gelmişi geçmişi? Belge sunmak bu kadar kolay mı?
Oda TV Ergenekon ile bağlantılı, ondan para alıyor diyeyim ben de o zaman. Belgesi mi? Buyrun:
Tekrar ediyorum: Doğrusunu, yanlışını bilemem. Teşvik vardır, yoktur; varsa üzerine gidilmelidir. Ama belge diye, Excel'de hazırlaması 5 dakika sürmeyecek şeylerin sunulması benim sinirime dokunuyor ciddi ciddi. Dezenformasyon değilse, adam gibi enformasyon olsun.

11 Şubat 2010 Perşembe

Şair Tanıtmaca: Birhan Keskin

Burada daha önce de Birhan Keskin'den biraz bahsetmiştim. Benim nispeten yeni keşfettiğim bir şair. Metis Yayınları'ndan çikal Y'ol kitabında hakkında yazılanların bir kısmı söyle: "... İlk şiirini 1984 yılında yayımladı. ... Şairin 1991 ilke 2002 arasına ait beş şiir kitabını 2005 yılında yayımladığımız Kim Bağışlayacak Beni ile tek ciltte topladık. 2005'te onun yanı sıra sunduğumuz Ba, 2006 Altın Portakal Şiir ödülünü kazandı." Birhan Keskin'in şiirlerini çeşit çeşit nedenlerle beğeniyorum. Sözcükleri kullanma tarzını seviyorum öncelikle, her cümleye, her mısraya yakıştırmasını seviyorum. Sonra şiirlerindeki duruluğu beğeniyorum. Deniz kabuklusunun içindeki küçük hayvanı alıp, içinizi acıtacak bir şiir yapabiliyor bu şair. Ruhumu patlatan fitili orada çekmiştim dediğinde, ne demek istediğini anlıyor, sizin ruhunuzun fitilinin yerini yokluyorsunuz. Okurken içim aydınlanıyor Birhan Keskin'i. Ne dediğini, tam da demek istediği gibi anlatabilmesine hayranım. Ece Temelkuran kitapları çıktığında hakkında yazmış. O yazıdan bir alıntı: "Sen yine ağaçlara kıyamamışsın; az az söylemişsin, yine. Bilirsin çünkü, bu kadarı yeter. Bir beyaz kağıdı elinle düzeltir gibi temiz, öyle ferah bu şiirler. Belki bir gün, bir yaz sonunda, bisikletiyle bir arsanın kenarında durup boşluğa bakan, seyrek saçlı bir çocuğun aklından, sonra yanağından geçecekler. Birazdan mutlaka terleyecek bir çocuğun sırtına konulmuş havulular gibi serinler." Bir de en çok içime yer eden şiirlerinden biri: IZ acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma, orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili benden savrulan parçalar kuruşa da, izleri var hala yolun kenarında. izini sür yolun, açının ormanı büyütür insani vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun, ustası olacaksın içine gerdiğin ttellerin hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle büyük bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin. ne zamandı bilmiyorum. yaşadıklarından sana kalan tortu, seni olduğun yere çakan, olduğun yerde fırtına koparan korku. kendi sarmalında döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun. şimdi, acının ormanından geçiyorsun her şey bir daha kanasa da ne geçtiğin yola ne sana dokunabilirim ben geç meleğim, senin de şarkıların olsun içindeki telleri titreten.

9 Şubat 2010 Salı

Baba Beni Öldürme!

16 yaşındaki Medine'nin, erkeklerle konuşuyor diye diri diri gömüldüğünden hepimizin haberi vardır herhalde. (Türkçe bir haber burada, ve The Guardian'daki haber de şurada.)İki metre derinliğinde bir çukur kazıp, Medine'yi, erkeklerle konuşuyor diye , elleri ve ayakları bağlı bir şekilde, canlıyken (ve korkmuşken, ve dehşet içindeyken büyük ihtimalle) o çukura koymuşlar, ve üzerini kapatmışlar. Yapılan otopside çiğerlerinde toprak bulunmuş 16 yaşındaki Medine'nin, erkeklerle konuşuyor diye. Guardian'ın haberine göre, Medine, her yıl töreye kurban giden yüzlerce insandan biri. Türkiye'de işlenen cinayetlerin yarısı, töre cinayeti. Küçücük kızlar, namus uğruna öldürülüyorlar. 2009 tarihli, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'na ait bir rapora göre, töre uğruna 5 yılda 1000 cinayet işlendi. Ayni rapora gore, cinayetlerin nedenlerinden bir kismi soyle: "Cezaların artırılması veya yüksekliği bu fiilleri işleyen veya işleyecek kişiler üzerinde caydırıcı etki yaratmamakta. Bu suçları işleyenler pişmanlık duymamakta. Geleneksel kalıplarla belirlenen namus anlayışı bu kişiler için toplumsal ve bireysel varoluş anlamına gelmekte." Namus kaygısı, bir insanı, başka bir insanı, kardeşini, kızını, torununu öldürebilme hakkı olduğuna inandırabiliyor yani. Binlerce kere oluyor bu. Medine polisten yardım istemeye kalkmış. Katledilmeden iki ay önce polise başvurmuş, fakat koruma altına alınmamış. Onun gibi bir çok kadının yardım isteyebileceği yerler sınırlı, bu kadınlara sığınak yok denecek kadar az. Bu sığınakların, bu konuyla ilgilenen kurumların bulabildiğim bir kısmını listeledim. 1. Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) - "Kadına yönelik şiddete son" başlığı altında, töre cinayetlerini de içeren, Türkiye'de kadınların maruz kaldığı şiddet unsurlarını yok etmeye yönelik bir dilekçe kampanyası devam etmekte. 2. Töre Kurbanları: Anasayfada töre cinayetlerine dair haberler yayınlanıyor. Aile içi şiddet acil yardım hattı var. İnternet üzerinden bir dayanışma ve iletişim sitesi. 3.Mor Çatı: Kadın Sığınağı Vakfı. Yine kadına yönelik şiddete karşı bir dayanışma platformu. Bu siteye göre, kadınlar sığınma istediğinde, bulundukları illerdeki polis merkezine ya da Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurabilirler. Ayrıca Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri'nden sığınak talep edebilirler. 4. KAHDEM: Kadınlara Hukuki Destek Merkez Derneği. Kadın hakları ve aile hukuku konusunda internet üzerinden hukuki destek vermektedir. Ayrıca Mor Çatı'nin sitesinden başka linklere de ulaşmak mümkün. Ben bunlardan başka, özellikle küçük illerde, köylerde, internete ulaşımın zor olduğu yerlerde, kadınlara ulaşmaya çalışan bir kuruluşa rastlamadım. Bunun üç nedeni olabilir, ya özellikle bu konuda çalışma yapan bir kuruluş yok, ya ben yeterince arama yapmadım, ki bu da bu kuruluşa ulaşımın nispeten zor olduğunu gösterir, ya da böyle bir oluşum var, hedef kitlesine ulaşıyor ve ben gerçekten de, bir okyanus öteden, internet üzerinden bu bilgiye ulaşamıyorum. Umarim budur nedeni. Ekleme: Elimize yeni bilgiler ulaşti.Uçan Süpürge'ye buradan ulaşabilirsiniz. Ayrıca Nüfus Bilim Derneği'nin de bir raporu var. İstanbul, Adana, Batman ve Şanlıurfa'da yapılmış bir çalışma. Töre cinayetleri konusunda neler yapılabilir sorusuna çeşitli cevaplar sunuyorlar. Bunlardan en çok dikkatimi çeken, kadınlara sunulan ekonomik olanakların arttırılmasıyla ilgili. Bu çevremde, annemlerin konuşmalarından vs. hep duyduğum bir neden. Kadının ekonomik gücü, ona bağımsızlık sağlıyor. Bu alanda çalışan, küçük işyerlerine (bakkal, tuhafiye gibi) mikro-kredi veren uluslararası bir kuruluş var: Kiva. Dünyanın herhangi bir yerindeki insanlara, en az 25 dolar olacak şekilde kredi verebiliyorsunuz. Sonra bu parayı parça parça geri alıyorsunuz. Kredi isteyenleri bulundukları yere, kadın ya da erkek olmalarına, istedikleri kredi miktarına göre arayabiliyorsunuz. Burada hiç Türkiye'den kredi isteyen birini görmedim ben. Bu tabii ki, töre cinayetlerinden ayrı bir konu ama yine de çözümün bir parçası olabilir.

5 Şubat 2010 Cuma

5 soru 5 cevapta TEKEL direnişi

Tekel işçilerinin direnişi güçlenerek sürüyor, dünkü 1 günlük iş bırakma eyleminden sonra başlatılan süresiz açlık greviyle işçiler pes etmeyeceklerini gösteriyorlar. Bu esnada bizim gibi memleket sınırları dışındakilere de ancak uzaktan destek vermek ve direniş hakkında yazılanları takip etmek kalıyor. Kaç gündür hem basının, hem sivil toplumun tepkisini anlamak için o site senin bu blog benim sekerken, Ekşi Sözlük üzerinden şöyle bir harekete denk geldim. Oluşum hakkındaki yorumları bilahare yaparız, lakin daha çok takıldığım düzenlemeyi düşündükleri eylem ve şu yazı oldu. Yazıda ifade edilen fikirlerin pek bir orjinalliği yok aslında, fakat son günlerde grev karşıtlarının en çok dillendirdiği argümanları güzelce biraraya getiriyor, hepsine beraberce cevap verme olanağı sağlıyor. O zaman gelsin bakalım, 5 soru 5 cevapta Tekel direnişi: Soru(n) 1: Tekel işçileri dediğin güruh "devlete kapağı atmış", buradan nemalanan asalaklardır. Biz bunlara niçin bakalım? Devlet denilen şey mutlak iyiyi yahut kötüyü temsil etmediği gibi, devlete çalışan insanların hepsi için de (işçi-memur-kadrolu-sözleşmeli vs.) genellemelere gitmek mantıklı değil. Şu veya bu şekilde maaşını devletten alan insanların hepsine asalak demek, devlet memurlarını "örgü ören teyzelerle rüşvet alan amcalar" diye tektipleştirmek emeğin örgütlenmesinin önünü tıkamaktan, yapay ayrımlar yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. (Bu demek değil ki devletin bünyesinde hiç asalak yok, fakat o başka bir yazının konusu). (Özel not: Söylemeyeyim dedim ama dayanamadım. Az önce linkini verdiğim yazının başında devletten baba diye bahsedilmiş, sonlarına doğru ise "devletin memesine yapışmak"tan dem vuruluyor. Ya yazarın kafası biraz karışık, ya da babasından emdiği süt burnundan gelmiş. 3h'ciler cinsel eğitimin yaygınlaşmasını savunmalı, böylece zamanlarını daha verimli kullanmalı diye düşünüyorum ister istemez.) Soru(n) 2: Tekel işçileri aylardır yan gelip yatıyor, boşa maaş alıyorlar. Daha neyin eylemini yapıyorlar? Tekel işçileri aylardır gerçekten çalışabilecekleri, verimli olabilecekleri bir kamu kurum yahut kuruluşuna aktarılmak için uğraşıyorlar. Tekel özelleştirilince yapacak işi kalmayan işletmelerde yılardır çalışmaktaydı bu insanlar. Özelleştirmeden sonra boş kalmış olmalarının kabahatini işçilerde aramak, niyetin üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu belli ediyor. Soru(n) 3: Hükümet Tekel işçileriyle uzlaşmaya çalıştı, fakat işçiler kendilerine sunulan imkanları reddediyorlar. 3 bin YTL maaş, 41 bin YTL kıdem tazminatı, 4-c üzerinden yüzde bilmemkaç zam, onyüzbin baloncuk verildiği halde gözleri doymuyor. Daha ne yapalım? Dezenformasyon gerçekten şahane bir silah sayın işkembeseverler... Öncelikle, işçilerin kazanılmış HAKKI olan kıdem ve ihbar tazminatları devletin bir lütfuymuş gibi sunuluyor. Sonra 4-c denen garabet bir fırsat gibi önlerine atılıyor, bir de şaka yapar gibi 4-c üzerinden zam teklif ediliyor, hem de bunun hesabı bile saptırılarak. Ondan sonra gelsin suçlamalar. Tekel işçisi, sana sesleniyorum: Cebinde 41 bin liran varmış, gözün doysun! Ayrıca, bulaştığın rezaletleri de bilmiyor değiliz! Olur böyle vakalar, liberaller yakalar... Soru(n) 4: Türkiye'de milyonlarca işsiz varken, işi olanın sorunlarıyla mı uğraşacağız? Hem başbakanımız da ööle diyo? Türkiye'deki (ve her yerdeki) işsizlerle çalışanların arasında yansıtılmaya çalışıldığı gibi bir çıkar çatışması değil, çıkar birliği var. Bugün bütün çalışanlar için hak mücadelesi verilmezse, yarın işsizler için durum (iş bulsalar dahi) kölelikten öteye gidemeyecek. 4-c kapsamında getirilmeye çalışılan sistem budur. 4-c'ye karşı verilen mücadele; işçi statüsünde sayılmayan "sözleşmeliler" haline gelmek, sendikalaşma, kıdem ve ihbar tazminatı, iş güvencesi, gelir güvencesi gibi hakların elden çıkması ve maaşların 630 ytl'ye kadar düşmesine karşı verilen mücadeledir. Bunu saptırabilmek için liberal-muhafazakar-hükümet yanlısı filan değil, alenen kötü niyetli olmak lazım. Gelelim başbakanın demecine. Başlı başına ilahi komedya. Bir başbakanın kalkıp "bu paraya çalışacak milyonlarca işsiz var" demesiyle, bir otobüs şoförünün dolu aracı yol kenarına park edip "eve gitmeyi bekleyen onlarca yolcu var" demesi arasındaki 10 farkı bulmak ister mısınız? Birini ben söyleyeyim: Başbakanın (karşılığında maaş aldığı) görevini ifa etmemesi çok daha fazla insanı etkileyecektir. Madem milyonlarca işsiz var, senin orada ne işin var sayın başbakan? Sayın çalışma bakanı? Sesim geliyor mu? Yoksa siz de mi "işsiz"siniz? Soru(n) 5: Biz beyaz yakalılar ve beyaz yakalı adayları, aldığımız maaşa ve çalışma koşullarımıza "razıyız". O kadar razıyız ki eylemini bile yapıyoruz bunun. Çoğunluğu bizden daha eğitimsiz ve daha az kalifiye durumdaki Tekel işçileri neden koşullarına razı olamıyor? Açık ara en sinir bozucu argüman bu olsa gerek. Soruyu tersine çevirip sahibine iade etmeli aslında: Siz niye razısınız? Neye göre razısınız? Tekel işçisinin hak ettiği paranın 800 ytl olduğuna nereden kanaat getirdiniz? Başkalarını aşağı çekmek yerine kendi haklarınızın da düzelmesi için hep beraber mücadele vermek daha mantıklı değil mi? Daha eğitimli insanların daha katı şartlarda plaza köleliğine razı olmasında bir gariplik yok mu hakikaten? Yüzlerce kere söylendi, yeni bir fikir değil ama tekrardan zarar gelmez: İşçinin beyaz yakalısı, mavi yakalısı, fabrikada çalışani, masa başında çalışanı vs. farketmiyor. Burada verilen mücadele herkes için. Eğer başarılı olur da birtakım haklar elde edilirse bunlar sadece Tekel işçisinin kazanımı olmayacak. Gün gelir bakarsınız 3h hareketinin heyecanlı gençlerine bile faydası dokunur...

4 Şubat 2010 Perşembe

Shakespeare'in Tek Yağlıboya Portresi

Bir hafta önceye kadar elimizde ünlü şair ve oyun yazarı Shakespeare'i tasvir eden sadece iki eser vardı. Bunlardan ilki Shakespeare öldükten sonra Martin Droeshout tarafından yapılan, 1623 senesinde Shakespeare'in toplu eserlerine kapak olarak basılan siyah-beyaz bir gravür. İkincisi ise maliyeti ailesi tarafından karşılanan Aya Trida Kilise'sindeki büstü. İki esere de Shakespeare öldükten sonra başlanıldı.

Fakat Cobbe ailesine göre eserleri yüzyıllardır dünyanın her yerinde beğeniyle okunulan Shakespeare'in hayatta iken yapılan ayrıca bir de yağlıboya portresi bulunmakta!

Portrenin keşfedilme hikayesi çok ilginç. Üç yıl önce Alec Cobbe şans eseri Londra'da "Shakespeare'i Aramak" temalı bir sergiye gider. Sergide Shakespeare'i tasvir ettiği söylenen ama gerçek olmadığı sadece kopya olduğu kanıtlanılan bir portre görür. Fakat bu portre kendisine çok tanıdık gelir. Sanki bu tasvir yüzyıllarca Dublin'deki evlerinde duvarda asılı duran, Cobbe ailesinden kimsenin kimi tasvir ettiğini bilmediği bir yağlıboya tabloya benzemektedir. Alec Cobbe bir profesörün de yardımıyla yağlıboya tablo üzerinde araştırma yapmaya başlar. Yağlıboya tabloların bize yaşlarını veren gerekli testler yapılır ve tablonun gerçekten 1610 senesinde, Shakespeare ölmeden altı sene önce yapıldığı ortaya çıkar. Tablonun ayrıca geçmişi de araştırılır. Tablo, Cobbe ailesine kuzenlerinden biriyle evlenen Shakespeare'in kız torunundan geçmiştir.


Tablonun keşfi daha çok yeni. Doğruluğu tam olarak kanıtlanmadığı halde heyecan çok fazla çünkü tablonun Shakespeare'in gerçek kişiliği hakkında bir çok soruyu cevaplandıracağı düşünülüyor. Mesela tabloya göre Shakespeare gerçekten de bir kulağına altın bir küpe takıyordu.

Fakat benim değinmek istediğim konu ne tablonun orjinal olup olmadığı ne de tablonun hangi sorulara cevap olacağı. Tablonun keşfinin bu kadar heyecanla karşılanması, hakkında bu kadar yazı yazılması, halkın şimdiden tablonun gösterileceği sergi salonuna gitmek için biletlerini alması bize bulunduğumuz yüzyılın önemli iki takıntısını göstermektedir: Birincisi, simge-resim düşkünlüğümüz.

Belli başlı haber siteleri resim odaklı. Türkiye'deki belli başlı gazeteler nerdeyse yazıya ayırdıkları aynı alanı resime ayırıyorlar. Yıllar önce Amerikalı yazar Susan Sontag'ın tahmin ettiği gibi bir ülkeyi ziyaret ettiğimizin kanıtı olarak seyahat resimlerimizi gösteriyoruz hemen . Bir şeyin resmini görmek veya resmine sahip olmak, yüzyılımızda o şey ile ilgili deneyime sahip olmak anlamına geliyor. En çok içinde resim bulunan yazılar okunuyor yoksa okuyucular yazıyı bitirmek için sabredemiyor. Fotoğraf makinalarının çok ucuzlaması, her telefonda artık kamera bulunması bu fenomeni daha da tetikliyor. Fotoğraf ile çok yakından ilgilenen biri olarak bu durumu eleştirmiyorum sadece toplumdaki gidişatı, sosyolojik değişiklikleri belirtmek istiyorum. Bizim yüzyılımız simge-resim düşkünü. Sloganımız: "Resmini göster bana, inanayım sana."

İkincisi ise insanların özel hayatlarına olan inanılmaz merakımız. Tablonun açığa kavuşturacağı "gizemlerin" hepsi Shakespeare'in özel yaşamı ile ilgili, paparazzi programlarını andıran nitelikte. Shakespeare gerçekten homoseksüel miydi? Shakespeare'in sakalı ne kadar uzundu? Shakespeare hafif kel miydi? Yanakları o kadar al al mıydı? Ama Shakespeare bir yazar-şair ve oyun yazarı. Eserleri görsel değil, hepsi yazılı. Değerleri yazıda saklı. Bu soruların cevaplandırılması ne Hamlet'i daha iyi anlamamızı sağlar ne de Macbeth'in eser olarak değerini arttırır. Tablonun keşfi ile gelen merak bana Orhan Pamuk Nobel Ödülü'nü aldıktan sonra kendisine bir röportajda yönlendirilen soruyu andırıyor: "Bu eserdeki kişi gerçekten siz misiniz? Abinizle gerçekten kavga mı ettiniz?" Eserin bize ilettiği mesajı anlamak değil içinden magazin haberi çıkarmak istiyoruz.

Keşke tablonun keşfi bu tip soruların sayısını değil, kitap satışlarını artırsaydı...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Seçmece Arama Öbekleri Serisi #2

Geçtiğimiz sene (artık 1 yaşımız doluyor 2009 falan da geride kaldı ya, böyle havalı cümlelere merhaba!) ilkini gerçekleştirmek suretiyle başlattığımız "seçmece arama öbekleri serisi"nin ikinci yazısında yine 10 adet arama öbeğiyle sizlerle birlikteyiz. Seri dahilindeki yazılar hakkında fikriniz yoksa, bir kılavuz niteliğinde ilk yazının girişine şuradan ulaşabilirsiniz. Fazla uzatmıyor ve sözü birbirinden yaratıcı eşe dosta, belki de bizi hiç tanımadan, başka insanların memeleri, ineklerin çiftleşmeleri veya insandaki işkembe aracılığıyla Komünal İşkembe'ye gelen insanlara bırakıyoruz;
-
Tarih - 21 Kasım 2010
Kim? - Vienna, Wien arrived from google.at on "Komünal İşkembe: Haziran 2009"
Nasıl? - kadinlarin hayvanlarla pornosu
Komünal İşkembe! Beastiality at its best!
--
Kim? - Ankara arrived from google.com on "Komünal İşkembe: Parakalo!"
Nasıl? - NEVŞEHİRDEKİ GAYRİ MÜSLÜMLER
Linç kültürü teknolojik gelişmelerin sağlam takipçisi
---
26 Kasım 2010
Kim? - Istanbul arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Haziran 2009"
Nasıl? - çeşitlihayvanların suratini hesaplama
Çita - Tarlada 100, tartan pistte 120 km/s
Oğlumsergen - kum pistte saatte 60 km/s. 3.60 da ganyanı var Adana koşusunda.
----
Kim? - Istanbul arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Haziran 2009"
Nasıl? - bergüzar korel çocuktan al haberi çocuklara böyle sorular sorulur mu ya
ahahahah
-----
28 Kasım 2009
Kim? - Aksaray, Nevsehir arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Toplumsal Ay(rım)rıklık Üzerine (Bölüm 1)"
Nasıl? - işkembe nasıl beyazlatılır
İşkembenin nasıl beyazlatılacağını ararken Eren'in şu süper entelektüel yazısına gelmişsiniz ya, size mi üzüleyim, Eren'e mi, bilemedim. Okuyup bir şeyler öğrendiniz diye umuyorum?
------
Kim? - Istanbul arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: "Say hi to Austria Gay TV": Brüno"
Nasıl? - pazar afrika hamiyet televizyon
Hamiyet'i pazar günü Türk televizyonunda görmüşler galiba?
-------
24 Aralık 2009
Kim? - Gaziantep arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Nisan 2009"
Nasıl? - "atatürk başkan beşiktaş şampiyon"
Leyleğin de hatrı kalmasın tabii...
--------
26 Aralık 2009 (26 Aralık iyi seks yapmış)
Kim? - Emirdag, Afyonkarahisar arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Bayrakları bayrak yapan üstlerindeki kanmış..."
Nasıl? - seks yapan şişman kadınlar pornosu
Sıradaki arama öbeği çırpı bacak Ebru Şallı'ya gelsin! Bugüne bugün 1 kişi de İşkembe'ye "seks yapan Ebru Şallı pornosu" ya da "seks yapan bir deri bir kemik kadınlar pornosu" diye geldi mi? Sorarım size!
Bu arada "seks yapan x pornosu" diye bir arama yapmak başlı başına büyük başarıymış, şimdi fark ettim. Porno dediğin seks -taklidi- yapan insanların görüntüsü değil mi diyecek oldum şu an ama bu meseleyi fazla kurcalamamanın herkes açısından daha hayırlı olacağının farkına hemen vardım ve zararın burasından dönsem hepimizin kârlı çıkacağını fark ettim. Evet. Fikrimi değiştiriyorum; iki şeyde mantık yoktur; 1- askerlik, 2 - porno. Gelinen yer yanlış olsa da, çok doğru bir arama, tebrikler!
---------
Kim? - Antalya arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: "Say hi to Austria Gay TV": Brüno"
Nasıl? - sekse işitme englliler
Arkadaşım bu nasıl bir fantezidir, nasıl bir hayal gücüdür?
----------
3 Ocak 2010
Kim? - Istanbul arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Yeni İş Sektörü: İşe/Üniversiteye Alım!"
Nasıl? - 3000 tl maaş
İnternet çağında iş böyle aranır! İstediğiniz maaş miktarınız Google'a girin, tuşlardan da parmak izinizi tanıyarak size en uygun işi hemen getirsin! İş ve İşçi Bulma Google'ı çok yakında hizmetinizde! Bu esnada bu aramayla İşkembe'ye gelmeniz de çok isabetli olmuş. Hepimizin 3k TL maaşı var. Biz de zamanında böyle arayınca Komünal İşkembe'ye gelmiştik, sonra başvurduk, sağ olsunlar kırmayıp kabul ettiler, o günden beri de günde yalnızca 15 dakika çalışarak 3k TL kazanıyoruz. "Gönüllü çalışma" diye arayıp gelen salaklar da var, onlara para vermiyoruz, aman ona göre arayın. Siz de başvurun, siz de kazanın! (Şaka lan şaka, züğürdüz, acız hepimiz.)