2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Nisan 2010 Cuma

E oldu mu Kurban oldu muaa?

Geçtiğimiz cumartesi (24 Nisan) gecesi, 1 yıllık bir aranın ardından Ankara'da bir Kurban konseri daha izledik. Tanıyanlar ve İşkembe takip edenler bilir, Kurban'ın hastasıyım! Hatta bir kısım İşkembe insanı olarak da hastasıyız geçen tartışmalarda falan da yorumlardan gördüğünüz üz're. Konserini izlerken kendimi kaybettiğim, mest olduğum birkaç insan/grup var zaten (isteyip de hiç izleyemediğim RHCP bir yana bu esnada), Kurban da bunların başında geliyor. Bu seferki de yine her zamanki gibi iple çektiğim bir konser olmasına karşın ne yazık ki her zamankinden farklı olarak hayal kırıklığı oldu biraz. Hatta sanırım bu hayal kırıklığı kısmı benimle birlikte çok insan için de geçerlidir. Bir başka deyişle, kötü bir Kurban konseri 24 Nisan gecesine kadar benim için bir oksimorondu. Öyle bir şey de olabiliyormuş demek. Hiç olmazsa dün akşam Eskişehir'deki konser güzel geçmiştir umarım, birileri yazsa da okusak. 

Şöyle bir de konserden notlar vereyim;

- En başta, kapı açılışı 9.30 deyip, sonra da grubun 2 saat 10 dakika kadar sonra (11.40 civarı) sahneye çıkması saçma sapan bi' şey. Ki, afişlerin üzerinde alt grup falan yazıyordu... Sabah, zamandan yana biraz sıkışık olduğum için telefon edip sordum "Kaç gibi sahne alırlar? Ön grup var mı?" diye, "Ön grup yok, 11 gibi çıkarlar sahneye" dediler. Yani ola ki aramasam da, "ön grup varmış, onu da dinleriz" deyu 9.30'da oraya gitsem, 2 saat beklemenin ardından dellenmiş ve daha da büyük bir hayal kırıklığı yaşamış olabilirdim.

- Kapı açılışı saatinde gelen insanların 2 saat 10 dakika beklediği konser, 1 saat 15 dakika kadar sürdü. Kurban konserlerinden pek alışkın olmadığımız bu durum, "organizasyonla bi' dertleri mi var ki?" hissiyatı yaşattı. Zira, normalde birer saatin üstünde 2 bölüm falan olurdu, bu sefer her zamanki mola zamanlarında bitirdiler.

- Konserin başından sonuna kadar çok keyifsiz görünüyorlardı, bir önceki maddedeki hissiyat böylece pekişmiş oldu. Bitse de gitsek görüntüsü pek fenaydı. Kurban'ın sahnede ve indikten sonra seyirciyle sıfır iletişimine alışkın değiliz, iyi olmuyormuş. Bir tek Deniz Yılmaz'ın İfrit öncesinde "evet arkadaşlar, şimdi Toxicity çalacağız." dediğini hatırlıyorum. İzlediğim hemen hemen bütün Kurban konserlerini Kerem Tüzün'ün olabildiğince yakınından izliyorum, zira konser boyu seyirciyle iletişimi ve envai çeşit maymunluğuyla konsere ayrı bir eğlence katıyor, hastasıyım! İlk defa bu kadar nursuz gördüm.

- Ses sistemi feciydi. Konserden sonra Burak Gürpınar'ın serzenişi üzerine, canlarının buna sıkılmış olabileceğini tahmin ettim, zira malum, kötü bir ses sistemiyle ne kadar iyi çalsalar da nafile. Konser lan bu? Müzik, müzik!


- Belki de konser kısa sürdüğünden, bilemiyorum, ama her ne kadar yeni albümün ardından Ankara'daki ilk konser de olsa, böyle "baştan aşağı yeni albümü çalalım sonra koşarak uzaklaşalım" görüntüsü de can sıkıcıydı.

- Çok az izleyici vardı. Gözümün ayarı yoktur, ama koca salonda 200 kişi kadar vardı sanırım? Geçen sene bu zamanlarda konser verdiklerinde (ki ortada albüm falan yoktu), Saklıkent (ki sanırım 312 Arena'yla benzer boyuttalar) gayet doluydu. 23 Nisan'ın 3 gün tatil etmesinden olabilir dedi bir arkadaş, mantıklı, evet.

- Konser zaten kısaydı malum, bis falan da hak getire. Sahneden indikten sonra Burak Gürpınar geldi, iki imza dağıttı, lak lak yaptı falan. O esnada bir oğlan "abi yeaaa, geçen sene bilmem nerede hem konser 20 liraydı, hem çok daha uzun sürdü, çok kısa çaldınız, niye böyle oldu? Olmaz ki ama... Herkes de kaçtı gitti zaten!" falan diye fırçaladı gariban Burak'ı. "Bugün 6 saat sound check yaptığımızı biliyor musun!" diye bir yanıt verdi Burak Gürpınar. Belli ki o sound check de fayda etmemiş.

- "Yine" ne kadar müthiş bir şarkı, bir daha idrak ettim.


Özetle; "e oldu mu Kurban oldu muaa?"

29 Nisan 2010 Perşembe

Barselona'yı Savunmak

Shelbyl'in dünki Barça-Internazionale maçıyla ilgili Ekşibeşiktaş yazısını okudum bugün. Diyeceklerimi okumadan önce istatistiklere bir bakın derim. 75-25 topla oynama! 12-1 şut! 4-4 ofsayt! Busquets tüm maça medya manevrası yaptırdı. Tamam berbat bir drama oyuncusu olabilir. Ama o faul fauldu. Sarı kart da sarı karttı. Değilse de öyleydi... Yerdeyken ellerinin arasından durumu kontrol etmesi büyük hata. Kendini yere atan atana olan bir piyasada bunu çaktırarak yapan bu adama odaklanmak da bence -en basit tabirle- talihsizlik. Ki o hareket Telegraph'ın listesindekilerle yarışamaz bile bence. Ben Mourinho'ya yalnızca Otto Rehhagel'e duyduğum saygıyı duyabilirim şu maçta (ki bu adamın önceden yalnızca Alman takımlarını çalıştırmış olması burada enteresan bir bilgi gibi geldi bana). Başka türlü aşamayacağını bildiği bir engeli, futbol dünyasının, hele de Barça gibi bir takımın en nefret edeceği türden bir taktik anlayışıyla darmaduman etmesinin Busquets'in hareketinden farkı yok. Nasıl ki Inter'in oyununa antifutbol demek saçmaysa, Busquets'e de çirkef demek saçma. İkisinde de sempati temel eksen. Inter mükemmel bir defans yapınca sempatiyle bunu beğenebiliyorsan, Busquets'in boğazına parmak atılınca yerde yirmi takla atmasına da sempati duyabilirsin. Bu, biraz da karşı takımın hızlı oyun kurucusunu durdurmak için peşine bücür bir libero takmayı anımsatıyor bana - ki bütün maç sinek gibi vızır vızır etrafında dönsün, sürekli beden temasına girsin, çeksin, çimdiklesin, ufak ufak tepsin adamı ki, ya çıldırsın oyun kurucusu, ya da dövsün de kart görsün vs. İkisini de yargılayamam o noktada. Ama oyun kurucusuna sempati duyarım. Tam tersi de mümkün olabilirdi. Futbolda inatla yapılmayan bir hamleyi tekrar anımsamak lazım bu noktada. Şaibeli bir pozisyonda hakemler gayet de kameralara başvurup ofsayt mı değil mi, faul mu değil mi, kart mı değil mi, buna bakabilecekken, halen sahada gözün gördüğüne takılı kalınıyor. Çünkü şaibe satar arkadaşım! Şaibedir futbol. Dediğim gibi gözünden bir şey "kaçmayan" ve aslında futbolda belki tek gerçeklik olan kamera gerçekliği sahayı da domine etse, aklıma ilk gelenleri sıralıyorum: 1 - Fairplay mecburiyet olur; 2- Gerginlikler azalır; 3- Erman Toroğlugiller işinden olur! Futbol endüstrisinin ve seyircisinin (aksini iddia ediyor gibi görünse de) bunların hiçbirini istemediği aşikar olsa gerek. Gelgelelim Mourinho'nun takımının çok ciddi bir farkı vardı. O da istatistiklerde yine. Defans yapan taraf olmasına rağmen yaptığı faul sayısının düşüklüğü. 15 faul yapmış Inter. Barça'nın 20 faulu var. İşin bu kısmı asıl başarı zaten. Zira maçın tüm istatistiğine -özellikle de kartlara bakarsak- aykırı olan bir figür 15 faul. Ayrıca Barça'nın ofsayta düşmemek konusundaki duyarlılığı olmasa bize elli tane ofsayt pozisyonu izletecek müthiş ofsayt taktikleri de cabası. Ve Julio Cesar. Gerçekten bu maçın adamı oydu. Belki şanslıydı biraz. Ama kurtardığı goller de yenilir yutulur cinstendi! Maçın aklımda kalan kaçan gollerini düşündükçe, bu maçı Barselona nasıl alamaz demekten kendimi alamıyorum. Mourinho'nun hakkı Mourinho'ya, Cesar'ın hakkı Cesar'a. İlk maçtaki gibi Inter kazandı diyemiyeceğim. Barselona kaybetti bu turu. Çünkü gerim gerim gerildi ve konsantrasyonunu kaybetti. Nihayetinde Mourinho'nun asıl başarısı da bu oldu. Hmm, demek ki Inter kazandı da diyebilirmişiz... Bu yazının asıl amacını da artık becerebildim mi bilmiyorum, buraya kadar saklamış oldum. Öncelikle futbolla ilgili hiçbir torbayı büzemeyeceğimizin farkında olduğumuzu varsayıyorum. Sonralıkla da temel fikirlerimi koyuyorum ortaya. 1- İyi futbol kavramına ihtiyacımız var. 2- Barcelona'nın futbolu iyi futboldur. Burada futbol yerine sinema, Barcelona yerine Bergman koyabilirdik. Ya da müzik ve Radiohead koyabilirdik vs. "Zevkler ve renkler tartışılmaz" cümlesini ilk kullananlara da söyleyeceklerim var ama, uğraşmaya değmez... Birinci argüman şundan geçiyor. Arzu diye güzel bir kavramımız var. Arzu, her ne kadar kendi başına pozitif bir ölçek olmasa da, kendisiyle ilişki içerisindeki arzulananla pozitif bir ilişki kurar. Arzu hep, farkın/aynılığın arzusudur. Kendisini sürekli bu çift-özellik üzerinden kurar. Farklı olanı arzularsın ya da (örneğin kendinle) aynı olarak farklı olanı arzularsın. Ve belki de demeye gerek yoktur ki, arzu olmadan hayat olmaz. Arzu bu noktada, iradeyle eşanlamlı olana kadar kendini nüksettirebilme becerisine sahiptir. Toplumsal cinsiyetten tutun kapitalizm altbaşlığında yer bulan liberalizme kadar hemen her toplumsal alanda geçerlidir bu. Futbolda da iyi futbol - kötü futbol ayrımı, basitçe, arzulanan değil, arzuyla ilişki içerisine girebilen futbolla (-) bu ilişkiye açık olmayan arasındaki ayrımdan geçer. Rehhagel'in Yunanistan'ının futbolu açık değildir mesela. Ama Inter fevkalade açıktı dün! Shelbyl'in yazısının da en kilit yanı buydu: "Ben bir futbol maçı izlerken kendimi bir takımı tutmamaya zorlayabildiğim, buna alışabildiğim gün önümde acayip kapılar açıldı."demiş Shelbyl. Bence bahsettiği basitçe, arzulanabilir olana açık olmaktı. Ama bunun için bir futbolun arzulanabilir olması gerekir. İyi futbol belki de budur. Rehhagel arzulanabilir bir yeni-futbol oynatmamıştı, ama öyle bir yeni-futbolun olasılık kapılarını açmıştı. Bunda Yunanistan milli takımının yaratıcı olmamasının da etkisi var. Buna saygı duyarım ancak. Mourinho'ya da benzer bir saygıyla yaklaşıyorum. Ama Inter takımı burada oldukça büyük fark yaratıyor. Zira o taktikleri uygulama biçimleri (Adamımsın Zanetti, canımsın Maicon) yaptıkları tüm işi ağzım açık izlememi sağlıyordu. Yer yer bana "Abi bunlar kaç kişi atak yapıyor?" diye sordurtan Barça futbolcularını öğüten harika bir makineye dönüşmüşlerdi dün. Barselona'yı da aynı eksende seviyorum ben. Elenmesi karşısında duyulan sevinç, bir yandan da insanevladının artık tanrılara olan kıskançlıklarının doruk noktasında olduğu son birkaç yüzyılın milyonlarca kıskançlık tezahüründen biriydi. Busquets belki de Guardiola-Messi-Xavi-Iniesta-... kombinasyonunun tanrısal bedeninde bulunan bir insaniyet belirtisiydi. Eh ve oh, evet! Nihayetinde Barselona da insanlardan oluşan bir takım diyebildik böylelikle. Zorla Barça sempatizanlığı dayatmaya çalışmıyorum anladığınız üzere. Maksat tavır analizi olsun! Messi'ye de zerre yüklenemeyeceğim açıkçası. Aynı o hep sevilen, lan noliy dedirten Messi'ydi; ve Arjantin'deki gibi kaybolduğunu da düşünmüyorum maçta. O top kaleye girmedi. Tek fark buydu Messi adına. Ha bir de faul alamadı. Bunun da hem sabrına, hem de konsantrasyonuna etkisi oldu. Son kertede, yakın zamanda öğrendiğim müthiş bir Bulgar atasözüne sığınacağım: Risk kazanır, risk kaybeder. İnsanların bu denklemde işi yok. Mamafih, futbol kazanır, futbol kaybeder. Ötesini düşünmek, ipe un sermekle bir. Saçma; ama o da olmasa arzu nerede, irade nerede, hayat nerede, what is the matrix ulan? Canınız/canımız ipi vermek istemiyor işte, kabul edelim bunu.

Ahmet Altan neden sarı?

Nihayet aylarca ana sayfada duran frikik verdiği fotoğrafını kaldırdılar derken Ahmet Altan bu sefer de sarı portresi ile Taraf'ın ana sayfasını süslüyor. Bakıyorum diğer kafalara. Hepsi normal. Ortada garip bir megalomani veya yaltaklanma seziyorum diyeceğim; sarı kafasıyla Altan'ın diğer yazarlardan ayrı bir yerde durduğunu falan anlatmak istemişler diyeceğim ama bu da çok anlamlı gelmiyor zira neden başına taç falan yerleştirmek yerine sarı bir portre? Kendi çaplarında pop-art mı yapmak istemişler acep? Yoksa Altan'ın köşesinin adı Kum Saati olduğu için ve kum da hepinizin bildiği gibi sarı olduğu için mi böyle bir hoşluk yapmışlar? Daha mantıklı fikirleri olan?

28 Nisan 2010 Çarşamba

"Kim Oğlunun İ.ne Olmasını İster Ki?"

Geçenlerde Ekşi Sözlük'te bir polemiğe rast geldim de -aman ne şaşırtıcı-, orada sarf edilen bir laftı bu başlıktaki. Mevzubahis başlık "eşcinselliği normal görenlerin oğlu i.ne olsun" gibi bir beddua-tariz arası bir laf. Oraya eşcinsel haklarını savunan bizler "olsun, ne olacak?" maiyetinde şeyler yazınca, cevval bir Türk gencimiz dayanamamış ve sormuş: Kim oğlunun i.ne olmasını ister ki? Soruyu soranın bunu gerçekten iyi niyetle sorduğuna dair şüphe yok. Bu laf çok önemli bir laf, niyte bazı sorunların çözülemediğini, tüm politik kaygıların yanında ayan beyan ortaya koyacak değerde bir laf. Bu lafı söyleyen insan, tüm kalbiyle eşcinselliğin anormal bir şey olduğuna inanıyor. Seçtiği, aşağılayıcı çağrışımları olan "i.ne" kelimesi ile de bu tezini güçlendiriyor. "Ne var oğlum eşcinsel olursa" diyenlere yakınıyor adeta, cünkü inanamıyor, onun dünyasında bu yok, ona çevresinin, eğitiminin vs. çizdiği kalıplarda "oğlunun i.ne olmasını isteyecek insan" yok, olamaz. Kim diyorsa yalan diyordur. Başka bir örnek de Pervari'den geldi, hani bu tecavüz vakalarının son durağından. Oranın belediye başkanı da dün bir açıklama yapıp şunu demiş: "Biz konuyu aramızda hallettik, kapandı. Üzerimize geliyorlar." Bu laf bir politikacı manevrası değil bence. Bu adam içtenlikle "Yahu alan razı satan razı, niye millet bu kadar galeyana geldi" diye düşünmekte. Bu muktedir, küçücük çocukların, bebeklerin tecavüze uğramasının, genel olarak insanlık onuruna aykırı olduğunun, bu yüzden de üzerine gidilmesi gerektiğinin farkında değil. "Yahu" diyor, "konu kapandı işte, ceza verildi verilene, daha niye bu tantana?" İşte bunu anlayabilmemiz lazım. Oğlunun eşcinsel olmasını normal görenin, küçük çocuğa tecavüzün daha büyük sonuçları olduğunu fark edemeyenin beynine inebilmek, onu anlatabilmek lazım. Bazen sadece sert tepki göstermekle bir yere varılmıyor, çünkü bizim tepki gösterdiğimiz şeyden çok daha derinde, çok daha temel bariyerler var dimağlarda.

27 Nisan 2010 Salı

Mezun.com'dan habercilik?

24 Nisan'da Washington DC'deki Türk konsolosluğunun önünde bir grup Ermeni ve Türk karşı karşıya gelmiş, sloganlar atmış.

Mezun.com'un e-postasının başlığı ise söyle: "'Sözde Soykırım'ın Yıldönümü 24 Nisan Olaylı Geçti!". Haberin özeti de şu: "Ermenilerin, 1915 yılı olaylarının yıl dönümü olarak kabul ettiği 24 Nisan'da, Türkiye'nin Washington Büyükelçiliği önünde, Türkler ve Ermeniler karşı karşıya geldi. Türk gençler Ermeni preotestoculara geçit vermemek için geceden nöbet tuttu, Ermeniler ise Atatürk'e hakaret ederek yine sınırları zorladı."

3 sorum olacak:

1. Sözde soykırım sıfat tamlamasını tırnak içine alarak, aslında soykırımın sözde olmadığını mı anlatmaya çalışıyorlar?

2. Türk gençler neden konsolosluk binasının önünde nöbet tuttular? Konsolosluğun kendi korumaları yok muydu? Vatanın her köşesini korumak için her an her yerde hazırlar, ondan mı?

3. Neden geceden nöbet tutuluyor? Yine, aynı şekilde, gece de bu bina korunmuyor mu? Ayrıca Ermeni protestocular binaya girmeye mi çalışmış? Haberin devamında öğreniyoruz ki, Türkler Ermeni grubun binanın önündeki kaldırımı kullanmasını istememişler.

25 Nisan 2010 Pazar

Evrim Alataş İçin

Mın Dît’e gitmeye niyetlendiğim haftanın başında gazetede gördüm öldüğünü. O kadar şaşırdım, birden o kadar üzüldüm ki! Bilmiyordum hiç hasta olduğunu. O kadar genç olduğunu da unutmuşum. İçim cız etti. En son Taraf’ta yazdığını fark etmiştim, ‘aa ne güzel, okunur ki’ diye düşünmüş, üşenmiş, unutmuşum.

Çok da geç haberim oldu varlığından. Geçen sene Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer çıktığı zaman Yıldırım Türker bir yazı yazmıştı. Gidip Mayoz Bölünme Hikayeleri’ni aldım. O kadar değişikti ki! İyi şeyler anlatmıyor, ama çok komik anlatıyor. Gülüyorum, sonra birden kendimi suçlu hissediyorum, ben neye gülüyorum?

Kitabı aldığımda, hala daha pek bilmiyorum kim. Kürt mü, Türk mü? Kadın mı, erkek mi? “...bu yazarın yirmili yaşlarının başında, oğlan çocuğu muzipliğini, hınzırlığını ve cesaretini henüz hiç yitirmemiş genç bir erkek olduğunu sanıyordum” demiş Bianet’te Sevilay Çelenk, düşündükçe kendimi ayıplıyorum. Ben de içimdeki cinsiyetçiye yenik düşüp “Kadın mıydı ya hakkaten? Ben bir gugılliyim” diye internete sarılmıştım. Şimdi bile şaşırıyorum, sanki sadece tuzu kuru olan mizah yaparmış gibi geliyor. Kürt ve Alevi bir kadın, hem de 21’inden beri kanser hastası…

Sonra Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer’i aldım. Okurken okumuyormuşum da, artık bu kadınla tanışmışım, oturmuşum karşısına, bana köyünü anlatıyor gibiydi. Aslında hayal edemeyeceğim bir yer Evrim Alataş’ın anlattığı Gölpınar. Ama sanki oradaymışım her şey olurken gibi bir his kaldı içimde kitap bitince.

Mın Dît’i izlemeye gittiğimde son yazısını okuyup gittim. Ne Türklere ne Kürtlere yaranabildiklerinden şikayet etmiş son yazısında, ben de yaranamadığı Kürtlere yakın durur gibi oldum filmden sonra. Filmde, yapayalnız kalmış iki çocuk var Diyarbakır’da. İzlerken ben de için için söylendim durdum, ‘Bu çocukların köyü yok mu? Halası, amcası yok mu? Kimse mi yok?’ diye. Düşündüm sonradan. Mesela köy dediğim nedir ki? Yanar. Halalar, amcalar, insandır. Ölür. Hem film tek tek aklıma gelebilecek bütün ümitleri kırmak zorunda değil. Derdi de o değil zaten, niye olsun ki?

Mayoz Bölünme Hikayeleri’nden ufak bir tanesiyle bitireyim burada.
Şirin mi şirin bir MİT mensubu, Ankara’daki ‘bahriyelik’ dönemini tamamlar ve görevini icra etmek üzere Diyarbakır’a gönderilir. Fakat görev gizlidir, her önüne gelene ‘Hey hemşerim, ben MİT’tenim, şu yolu bir tarif et be koçum’ denemez. Hele de Diyarbakır’da. Der ki meslektaşlarına, ‘Hey ağalar, iyi de ben Diyarbakır’ı bilmiyorum. MİT’i nasıl bulacağım?’ Meslektaşları da, ‘Karşısında Kız Meslek Lisesi var, sen orayı sor’ der.
Bizimki gelir Diyarbakır’a ve caddede oynayan çocuklara sorar ‘Pişşt, baksanıza, Kız Meslek Lisesi nerede?’ diye. Çocuklar MİT binasını işaret ederek, ‘Abe aha şurda, MİT’in karşısındadır’ der.


Başımız sağolsun.

23 Nisan 2010 Cuma

Merak Ettim De... #11

Hz. Muhammed'in resminin çizilmemesi ona tapılmasın diye, peki. Ama bu durum. ve hatta Hz. Muhammed'in resminin çizilmesine bu kadar tepki göstermek, onu normal insanlıktan çıkarıp insanüstü bir hale getirmiyor mu? Yani resmi çizilemeyen bir varlık olması, onu biraz da Tanrı ile aynı kefeye koymak değil mi? Ona tapılmasın istenirken, ona tapılmasının yolu açılmış olmuyor mu?

Gene mi Sen?

Benim bir otomotiv fabrikam var. Ürettiğim otomobillerin fren sistemlerinde bir hata oluşuyor, ve ben buna sesimi çıkarmıyorum. Hatta bunun üzerien gidip cenaze evleriyle, mermercilerle, levazımatçılarla vs. anlaşma yapıyorum; çünkü biliyorum ki benim ürettiğim arabalar yüzünden insanlar ölecek. Sonra bu durum ortaya çıkıyor.
Dünyanın en saçma hikayesini okuduğunuzu düşünüyor olabilirsiniz, fakat olan bitenin bir açıklaması bu. Kahramanımız -amanın ne şaşırtıcı- Goldman Sachs. Buradan olan bitenin daha detaylı bir açıklamasını okuyabilirsiniz, ama ben özet geçeyim. GS, bir hedge fund ile anlaşma yapıp, "batması kesin olan" türev ürünlerini müşterilerine satıyor. Bu hedge fund, oluşturmuş olduğu türev ürünlerinin batacağı yönünde oynarken, GS de kendini garantiye almak iiçin bu ürünler üzerinden sigortalatıyor kendisini. Böylece, türev ürünleri batarken hem hedge fund hem GS kazanmış, piyasa ise patlamış oluyor.
Güzel değil mi? Daha güzeli GS'nin savunması: "Biz bu işlem sonucunda para kaybettik, mağduruz." Baştaki analojiye dönersek, diyorlar ki: "Yeterince insan ölmedi, biz masumuz."
Bütün piyasa çükerken ayakta kalan, Yunanistan'dan mortgage krizine hep bir kirliliğin baş aktörü olan GS'ye bakınca düşünüyorum ki, tarihte ismine yapılan cinasları bu kadar daha hak eden bir şirket olmamıştı herhalde.
Goldman Sucks!
*En baştaki analoji "Too Big To Fail" kitabının da yazarı olan Andrew Ross Sorkin'den alıntılanmıştır.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Tecavüz

Siirt'teki felaketi duymuşsunuzdur. Eğitimcisinden esnafına, askerinden polisine, gencinden hacı dedesine hepsi birleşip küçücük kızlara tecavüz etmişler. Defalarca. Bu olaya trajedi demek bile hafif, her türlü küfür mübah.
Lakin bu ne ilk ne de son. Bu Siirt'in problemi değil sadece, bu eğitim düzeyi, sosyoekonomi falan filan da değil. Buyurun, ssg'nin sadece ekşisözlük'ten araştırma yaparak çıkardığı arşivi okuyun. Daha da yetmediyse Google'a herhangi bir il ismi ile tecavüz yazıp aratın. Alanya'sından Bolu'suna, Tekirdağ'ından medeniyetin tek beşiği İzmir'ine her yerde var bu. Tecavüzcüler arasında mühendisler de var. Bu memlekette 17 aylık bebeğe tecavüz edildi yahu!
Kolay değil mi hemen "asalım, keselim, şerefsizler" demek; kim suçlu peki?
- "Çocuk yardım istemediğine göre rıza göstermiş" diyerek suçlunun cezasını hafifleten Yargıtay 5. Ceza Dairesi masum mu mesela? (link) Hani o "ülkenin selametinin garantisi" Yargıtay?
- Tek derdi Aşk-ı Memnu dizisinin yarattığı ahlaki tahribat olan bakanlarımız, siyasilerimiz bu vahşetin dolaylı yoldan sorumlusu olamaz mı?
- Tecavüz haberinin yanına, sağına, soluna "seksi fotoğrafları için tıklayınız" haberleri konduracak kadar iğrençleşmiş medya pek bir masumdur değil mi?
- Bu olaylar her yerde gerçekleşmesine karşın, tartışmayı hemen "Doğulu o, cahil o, şu bu" diyerek ötekileştirmekte, başka kimliğe yansıtmakta bulan toplum da sütten çıkmış ak kaşık değil mi?
- Hüseyin Üzmez'i hala daha sahiplenebilen, koruyabilen, savunabilen pek "mütedeyyin" kişilerin de hiçbir payı yoktur bu olayda değil mi?
- "Abi kız istemiştir", "O kadar etek giyerse..." falan diyerek kendine bahane yaratan, yoldan geçenlere laf atmayı yiğitlikten sayanlar, ataerkilliğin her halini benimsetmeye çalışanlar da pür-ü paklar tabii.
- Seksi toplumsal normlarla tabusal bir hale getirip, hormonlarını dizginleyemeyen insanları alternatif yollara sürükleyen ahlak bekçiliği de normal, evet.
Evet, tecavüz etmişler, hiiii, ne ayıp, yapanlar asılsın, kesilsin, Siirt haritadan silinsin (bunu bile diyen var yahu) Eee, sonra?
Gömün kafayı kuma, gömün. Seneye 14 yaşındaki çocuğa 32 kişinin tecavüz ettiğini okur, gene küfür eder, sonra da Gamze Özçelik'in videolarını ararsınız sağda solda.
Alın bu da ibret belgeniz olsun.

Kısa Kısa

Sevgili Polis Amca ve İstihbarat Dayı ve Asker Abi,
Ben çok liboş, vatanını milletini sizin standartlarınızda sevmeyen birisiyim. Polis şiddetini eleştirir, ifade özgürlüğünü savunur, vicdani ret hakkının tanınmasını isterim. Siz beni sevmezsiniz, olabilir. Ama lütfen annemi, babamı rahat bırakın. Onlar tıpkı sizin istediğiniz gibi "polisin de çalışma koşulları zor canım, AB reformları elini kolunu bağladı", "öyle istediğin her şeyi de söyleyemezsin", "bu kadar dış mihrak varken askerlik yapacaksın tabii" falan derler. Çok iyi, çok cici insanlardır.
Bunları niye mi yazıyorum? Çünkü Deniz Gezmiş'in ailesinin fişleri hala daha Ilıca Jandarma Karakolu'nda duruyormuş. (link)
* * *
Herkes "Bu Anayasa değişiklikleri Anayasa'ya aykırıdır", "Bu Anayasa değişiklikleri devleti ele geçirme planıdır" falan deyip duruyor. Ben bakıyorum bakıyorum, mevcut HSYK ve Anayasa Mahkemesi düzenlemelerinden daha "anti-demokratik", daha "anayasaya aykırı" bir şey göremiyorum. Yalnız değilmişim, Oral Çalışlar da görememiş zaten. Buyrun okuyun.
Tabii siz hala HSYK'nın derdinin demokrasi, anayasa vs. değil de kendi borularını aynı güçte öttürmeye devam etmek olduklarını idrak etmek istemeyebilirsiniz. Benim için mahsuru yok, idrak yolları enfeksiyonu AİDS'den daha amansız bir hastalık.
* * *
Sebahat Tuncel meclis konuşmasında "Bu ülkede savaş var" demiş, milletvekilleri de tepki göstermiş "Savaşını yerim ben!" diye. (link) Çünkü bu ülkede savaş yokmuş, terör varmış.
Tuncel'in hatası büyük, savaş yerine "dahili hârp" demeliydi, o zaman insanlar bu kadar tepki göstermezdi. Kelime alerjilerimiz var bizim çünkü. Türk Tarih Kurumu'nda çalışan bir profesör "İnsan öldürmek ne zamandan beri soykırım oldu?" diye sorabiliyor mesela. Bize "s" harfi ile başlayan kelimeleri söylemeyeceksin, o zaman tartışmayı bitiririz.

19 Nisan 2010 Pazartesi

chicken translate habercilik

Radikal'in internet sayfasında "You Say Party! We Say Die" adlı Kanadalı dance-punk grubunun bateristinin ölüm haberini görüyoruz. Haberde yazılana göre baterist Clifford konser sırasında sahnenin çökmesi sonuçu ağır yaralanmış. Aynı haberi anlatan İngilizce bir kaynağa bakalım: The Abbotsford, B.C., band had been playing a show on Friday night at Vancouver’s Rickshaw Theatre when Clifford suddenly collapsed. Aslında sahne adamın üzerine yıkılmamış; sadece baterist sahnede yere yıkılmış... Tabii, sahne adamın üzerine çökseydi daha ilginç(!) bir haber olurmuş...

Turkiye Carsi - Herkese Karsi

“Turk’un Turk’ten baska dostu yoktur” diyenler megerse ucuz milliyetcilik degil, keskin toplumsal gozlem yapiyormus. BBC’nin yeni acikladigi anketin sonuclarina gore*, arastirmaya dahil on bes ulke arasinda yalnizca Turkiye ve Hindistan’lilarin cogunlugu Amerika’nin dunya uzerindeki etkisinin kotu oldugunu dusunuyor. Bu on bes ulke arasinda yalniz Turk insaninin Amerika’ya verdigi pozitif oy gectigimiz yil icinde azalarak %21’den %13’e dusmus. Ayni anda Amerika’nin dunyaya olan etkisinin kotu oldugunu dusunenlerin orani gecen yil %63’ten %70’e cikmis. Turkiye’de anti-Amerikanizmin tirmanisi, komplo teorilerine paranoya derecesinde bagimli oldugu asikar guzide vatanimiz icin pek de sasirtici degil. Ayni arastirma Turkiye’de Israil’e olumlu bakanlarin oraninin %6’da kaldigini, olumsuz bakanlarinsa %77’de oldugunu da gosteriyor. Bu sonuclara ilk tepkim bizim memleket bu iki ulkeyi bir sekilde sevmiyor, dis politikalarini begenmiyor oldu. Obama etkisi falan da nafile. Sonra bakiyorum memleket diger ulkelere ne kadar guveniyor: Cin: %21 (+), %47 ( -) Japonya: %34 (+), %35 ( -) Kuzey Kore: %11(+),% 45( -) Ingiltere: %18(+), %53( -) Pakistan: %15(+), %46( -) Hindistan: %15(+), %40( -) Fransa: %17(+), %53( -) Guney Afrika: %13(+), %35( -) Kanada: %16(+), %35( -) Rusya: %16(+), %50( -) Iran: %13(+), %54( -) Brezilya: %19(+), %34( -) Almanya: %30(+), %33( -) Guney Kore: %17(+),% 30( -) Ortalama %17.21 pozitif, %44 negatif. Amerika, Israil, Ingiltere ve Fransa bizim icin biraz fazla emperyalist ulkeler, o yuzden iskilleniyoruz diyelim. Kuzey Kore ve Iran guven vermeyen rejimler, ne yapacaklari belli olmaz var sayalim. Brezilya’nin sucu ne? Hindistan’in ne zararini gordunuz? Kanada, Guney Kore, Guney Afrika’yla ne derdiniz var? Sorun anti-Amerikanizm ya da Israil dusmanligi degil. Sorun dunyada kendini yalniz hisseden bir milletin, ailesi ve yakinlari disinda kimselere guvenemeyen bir milletin, dis politika algilamasinda da kimseye guvenemeyecegi. Komplo paranoyasindan da ote, Turkiye’nin ciddi bir medeni guven sorunu var. * http://news.bbc.co.uk/2/shared/bsp/hi/pdfs/160410bbcwspoll.pdf

16 Nisan 2010 Cuma

Merak Ettim De... #10

"Adil ticaret" (fair trade) ibaresinin başındaki adil sıfatı neden var? Demek ki doğası itibariyle ticaretin adil olmadığını kabullenmişiz ki, bir de adil ticaret kategorisi açma zorunluluğu duyuyoruz. Starbucks'a gidip "fair trade" kahve siparişini veren her müreffeh vatandaş, diğer kahvelerin "aslında o kadar da adil olmayan" uluslararası ticaret sonucu bardağına dolduğunun bilincinde. Aferin ona! Kapitalizme yönelik eleştirilerin sistemin kendisini temize çekmesi, bir yandan da kar etmesi için kullanıldığı nicedir biliniyor (yoksa Michael Moore aç kalırdı). Biliniyor da, böyle açık açık yapılınca da tebessüm etmeden geçemiyorum.

Merak Ettim De... #9

Yurt dışında okuyan, araştırma yapan birçok Türkiyeli araştırmacının ve akademisyenin Türkiye hakkında yorum yaparken ve özellikle de tartışmaya çok açık, kolay bir cevabı olmayan hususlarda görüş bildirirken ülkesine objektif baktığını göstermek adına objektiflikten uzaklaşıp zorlama bir muhaliflik sergilediğini düşünüyor musunuz? Bu sadece bir arz talep meselesi midir? Yani daha da genellersek batılı olmayan sosyal bilimcilerin Amerika'da Avrupa'da yazıp çizdiklerinin oralardaki bilim camiasında kabul ve takdir görmesi bilimsel tarafsızlıklarından çok kendi ülkelerindeki diskurun ne kadar dışına çıktıklarına, kendi ülkelerindeki gerçekliğe ne kadar "eleştirel" yaklaştıklarına mı bağlı? Batı merkezli bakışın bizlere biçtiği rolün gereği veya yeni oryantalizmin akademideki tezahürü olarak görebilir miyiz bu meseleyi?

13 Nisan 2010 Salı

Merak Ettim De... #8

Eğer her insan günahsız doğuyorsa, genetik ile eşcinselliğin de ilişkisi bulunduğuna göre bir çelişki ortaya çıkmıyor mu? Bu "günah"a mahkum doğanların suçu ne?

Kurban - Sahip

Kurban'ın yeni albümü Sahip, sonunda çıktı! Gelmekte olduğunu ilk olarak geçen sene bu zamanlarda (hatta şubat gibiydi sanırım) gittiğim konserlerinde duymuştum ve  "Nisan'da çıkacak" demişlerdi. Meğersem kastettikleri 2010 Nisan imiş. Çıkalı kısa bir süre oldu, çok da duymamış olabilirsiniz henüz sağdan soldan. Zira, Shelbyl'in Feysbuk hesabından gördüğüm kadarıyla o da Ahmet'ten henüz öğrenmiş, Kesik de yeni duymuş falan. Ben de siz sevgili işkembeseverler için yaklaşık iki hafta önce aldığım Kurban albümünü düne kadar hiç dinlemedim, ki ilk dinleyişimde anında  bir şeyler yazabileyim ilk izlenim niyetine. Düne kısmetmiş. Bugün de baskıya veriyorum, evet.

Aşağıda, cddeki sırayla dinlediğim şarkılar, şarkıların altında birer ikişer cümlelik notlar, aralarda da albümün orasına kadar ya da o şarkıyla birlikte hissettiklerim var. Böyle deneysel, karmaşık bir yazı oldu ama idare edin bu seferlik. Doğru düzgün bir riviü yazacak beceriyi hissedemedim kendimde, böyle yaptım. Bir zamanlar bir seçim yazısı yazmıştım hani, 1 yıldır takip edenler hatırlayacaktır. Hatta "Sokaktaki Adam"lığım da biraz oradan gelir. Yine bu yazıyı da aynı şekilde büyük beklentilerle okumayın, bildiğin sokaktaki adam yazmış gibi bir şey.

Aşağıda göreceğiniz kalın ve eğik yazılanlar şarkı adları, şarkı adlarından sonraki kısa cümleler veya birkaç cümlelik normal yazılmış paragraflar şarkıya ilişkin aklımdan geçenler. Varsa hemen sonrasındaki tırnak içindeki italik yazılar da, albümün dinlemiş olduğum kısmına ilişkin hissiyatlarım. Biraz karmaşık oldu ama hâletiruhiyemin bir yansıması olarak düşününüz.

Sevgiler efen'im...

----

Hakim

Güzel bi' açılış şarkısı olmuş kanaatimce. Gümbür gümbür. Gayet başarılı.
-

İfrit

Albümün çıkış parçası imiş kendisi. Başlangıcı fena halde System of a Down - Toxicity'nin çok benzeri. Yani Kurban'ın hastasıyım, b.k atmak falan da niyetinde değilim şahsen, ama gerçekten kulak var izan var şimdi... Bir intronun benzemesinin benim için hiçbir sakıncası yok, ama bu şarkıyı çıkış parçısı olarak seçmek, süper de mantıklı olmamış sanki. Yani "Kurban da or'dan bur'dan araklamış yeeaaa!" demeye yer arayanlara o yeri çok güzel vermiş. Bu esnada "araklaya araklaya SoaD'dan mı araklamışlar yeea!"  diyen de bir başka kısım insan var. Yani bir SoaD hayranı olmasam da, bu çok zibidi bir yorum gibi geliyor bana.  

"Buraya kadarki kısmına bakınca görünen o ki albüm, eski albümlere göre genel olarak çok daha progresif. Vokallerde yer yer brutal haller, yer yer çok sesli bir şeyler, bir parça da Hayko Cepkinvari bir kısım var. Çok sesli gibi olan halini daha bir sevdim ama brutallerden yana çok da aynı şeyleri söyleyemeyeceğim (Bir şey ancak bu kadar güzel anlatılamaz, evet)."
-

Güneş

İnsanlar albümünü en çok andıran şarkı şimdilik. Sevdim sevdim gayet. Aferim. İnsanlar, sound olarak en oturmuş bulduğum, hatta Türkiye'deki rock albümleri içinde en başarılı yapımlardan biri olarak adlandırabilecek kadar bayıldığım bir albüm olduğu için, ona yakın bir şeyler bulmak mes'ud etti beni.

"Yine şimdilik, bu birkaç şarkıdan yola çıkarak bütün albüm bir "dinibütün hevimetal" Pentagramlığında göründü gözüme. Bol bol şeytan var, din iman var (Dünyanın en yüzeysel adamı olabilirim ama öyle valla). İlk izlenim (dinlenim mi desek yoksa?) olarak daha bir konsept albüm gibi görünüyor ama tekrar sakin kafayla da dinlemek lazım.
-

Soykıran

Progresif, evet. Progresif tanımına en çok oturan şarkı bu olmuş. Gayet nitelikli, başarılı. Sevdim.  

"Önceki albümlerde enstrümanları biraz daha dengeli duyardık sanki ama bu albümde genel olarak gitarlar daha bir baskın, daha da bir fantastik sanki.

Yer yer Pentagram-Çilekeş benzeşmesinden bahsedenler olmuş Ekşi Sözlük'te falan, hak vermedim değil çok."
-

Sahip

Fena değil, ama çok da bayılmadım. Vasat bir şarkı, bir numarası yok.


"Şu noktaya kadar, Burak Gürpınar'dan olan beklentilerim çok karşılanmadı. Ya da albümü henüz yeterince dinlemedim, bilemiyorum. Veya belki de gitarların baskınlığı meselesi biraz kulaklarımı sağır etti."
-

Yobaz-Bre Cahil

Burak Gürpınar yutturdu bana az önce yazdıklarımı. Gümbür gümbür bir şarkı olmuş, pek sevdim Yobaz'ı. Brutal vokale kayan kısımlarıyla çok hoşlaşmadım galiba. Bu esnada bunu Yobaz'a bağladığımı sandım ama bu esnada Bre Cahil'e müthiş bir geçiş olmuş, albüm kapağına bakarken sözlerden fark ettim. Yobaz'ın yanına Bre Cahil'i de ekleyeyim. Hatta albüm kapağında şarkıları sırayla yazarken de zaten Yobaz-Bre Cahil yazmışlar, bütün bir şarkıymış meğersem. Olmuş.
-

Son Emir

Sıradan. Sevmedim galiba bunu da. 
-

Das Motiv

Sözlere genelde çok dikkat etmedim ama bunun sözleri dikkatimi çekti. Belki de çok fazla "yan yana" geçtiği içindir, bilemiyorum.

"Yüksek tempolu bi' albüm olmuş lan yine."
-

Mesih

Öbürlerinin ardından, clean tonlarla başlayarak şaşırtan bi' şarkı oldu bu da arada. Tanıdık, her ne kadar onlar için biraz sert de kaçsa, Mor ve Ötesivari bir riffle devam ediyor. Onun dışında sıradan buldum kendisini.

"Galiba bu albümle de, Şebnem Ferah'ın son albümüyle yaşadığım sorunu yaşıyorum. Varsa yoksa sözlere yüklenmişler, geri yanı boşmuş gibi geldi. Yani şöyle ilk dinleyişte bir Yine gibi, bir Gelme gibi saran, dilime dolanan, "oha lan! adam ne çalmış!" dediğim bir şarkı çok yok gibi. Ki, özlemiştim de Kurban'ı, Kurban sayıklıyordum ne zamandır. Şebnem Ferah'ın bu son albümünü de ilk duyduğum an almıştım, bunu da aldım; Şebnem Ferah'ın bu albümün ilk konserine Ankara'ya geldiğinde gitmemiştim; ama Kurban'a gitme niyetindeyim. Son konserinden sonra 2 gün yatmış, kalktığımda da 60 derece bir iç açıya sahip olsam bile. Yaşım geçmiş ama olsun... 24 Nisan'da Ankara'da 312 Arena'da olacaklarmış. Biletler 25 TL (+3.5 TL Biletix haracı) Sevenlerine duyurulur."


Misafir

Bunda biraz daha ecnebi progresif gruplar tadı aldım. Böyle yazınca da ısrarla birilerine benzetmeye çalışıyormuş gibi hissediyorum, ama haşa! Herhangi bir şeyi tanımlamanın en kolay yolu bir başka şeye benzetmek olduğu için, kolaya kaçıyorum sadece. İlk başlarda bahsettiğim Pentagramvari / Hayko Cepkinimsi falan benzetmeleri de aynı tembelliğin ürünü.  Aynı zamanda daha da anlaşılır kılıyor tabii öyle yapmak.

Ateş var mı?

Ahahahaha! Bu şarkıyı ilk olarak, albümü komple dinlemek için uygun zamanı beklerken merakıma yenilemeyip bir şarkıyı açıp bilgisayarı kendi halinde bıraktığım bir sırada duymuştum. "Laan?!" diyerek kendime geldim, "n'oluyo' lan?" diyerek önce televizyona baktım, "magazin programı falan mı açık kaldı?" diye ama sonra ciuu ciuu diye gitar ve ardından da ron ron diye riffler girende anladım ne olduğunu. Bir Deniz Yılmaz klasiğiymiş meğer. Şarkının o cıvık kısmından sonrası güzel ama, sevdim.
-




Son söz

Albümün sonuna geldim, son şarkının bitmemesini istiyorum adeta. Bir yandan da zaten bir konseri/gösteriyi/albümü böyle keyif alarak dinlemekle, bir şeyler yakalamaya çalışarak dinlemek/izlemek arasında dağlar kadar fark var. Nice Şebnem Ferah konserlerini güzel bi'kaç fotoğraf çekicem diye dinleyemedim insan gibi misal. Veya aynı şekilde heba etmiş olduğum başka performanslar, yarışlar, güzel anlar vs. de mevcut. Onu da hiç sevmiyorum ama işte... Her neyse... 

Özetle, ilk dinleyişte şöyle bir baktığımızda, açıkçası biraz beklentilerimin altında kaldı albüm. Güzel bir açılış, enteresan bir kapanış yapmışlar. A1'i albümün sonuna almışlar gibi olmuş biraz. Hakim'le gümbür gümbür bir giriş olmuş, sonra İfrit de tempoyu devam ettirmiş ve  onlar biraz heyecanlandırmıştı başlarken, ama sonra çok beklediğim gibi gitmedi, tempo düştü biraz. E haliyle adamların oturup "Sokaktaki Adam şunu sever, burayı böyle yapalım" diyecek hali yok. Ellerine ayaklarına sağlık. Onların canı sağ olsun! Hele dağılmasınlar, ölmesin kalmasınlar da sonraki albümde affettirirler kendilerini canım, n'olacak?

12 Nisan 2010 Pazartesi

Ahmet Türk'e Saldırı

Bu olay üzerine barışa atılan yumruk, halkların kardeşliği gibi ağıtlar yakmayacağım, ya da zaten lanetlenmiş adamlara tekrar lanet okumayacağım, gerek yok. Sadece bir merakım var, videoyu tekrar tekrar izliyorum ve bir şeyi anlayamıyorum. (link) 00.06'ya sarıp o ilk 10 saniyeyi izleyin. Etrafta onlarca polis var. Bir adet şahıs, Ahmet Türk ile arabası arasındaki 1.5 - 2 metrelik mesafede gayet olağan bir şekilde yumruğu atıyor. Sonra da polislerin arasına giriyor ve doğru düzgün yüzü bile görülmeden kayboluyor, linçten kurtarılıyor. "Polis nasıl bu saldırıya izin verir?" ya da "Polis saldırganı niye korur?" diye şikayet etmeyeceğim, çünkü polis süpermen değil ve de saldırganı korumak zorunda, normal bu. Lakin anlamıyorum, onlarca polis memurunun orada olmasının amacı nedir? Eğer bu kadar rahatlıkla saldırılabiliyorsa, boşuna o kadar memur niye yollanmıştır oraya? Şüpheli görünüşlü bir şahısın (ABD olsa neyse de, ben Türkiye'de başında beyzbol şapkası gördüğüm adamdan işkillenirim arkadaş) gruba doğru yönelmesi hiçbir görevlinin mi dikkatini çekmez? Hani JFK'nin "katilinin" karakol çıkışında bir adam tarafından elini kolunu sallayarak öldürülmesi olayı var ya, aklıma o geldi bu görüntüleri görünce. Bu kadar kolay mı bu iş? Ekleme: NTV'nin haberine göre olayla ilgili iki emniyet yetkilisi görevden alınmış valilik tarafından. Umarım ki bu "olayı örtbas etme" değil de, "olayın üzerine gitme" hamlesidir.

11 Nisan 2010 Pazar

İronide Bugün

10 Nisan 2010 - Sivil Demokratik Anayasa Platformu'nun düzenlediği mitingde olay çıktı. Polis biber gazıyla müdahale etti.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Geçen Hafta Ne Oldu?

Şöyle bir okuduğunuz gazeteleri tarayın bakalım hafızanızda. Ne hatırlıyorsunuz? - Rıdvan'ın da dahil olduğu telefon dinleme skandalı, Rıdvan'ın sevgilisi vs. - CHP'ye atılan yumurtalar - Anayasa değişikliği paketi hakkında herkesin görüşleri - Bir sürü foto galeriler, ayrılıklar... Peki arada şunu yakalayabildiniz mi? Önce hafıza tazeleyelim, Çukurca'ya bir gidelim, bir yıl öncesine... (video) İzlediniz mi teröristlerin hainliğini? Hah, tamam. Şimdi şu habere bakalım: Hakkari'nin Çukurca ilçesinde, 7 mehmetciği şehit eden mayınların TSK'ya ait olduğu ortaya çıktı. Soruşturmayı yürüten savcılık, mayınların MKE yapımı olduğu ve komutanın emriyle döşendiği sonucuna vardı. (haber linki) Bu bomba gibi haberi hangi gazetenin manşetinde okuyabildiniz? Soru budur. Cevap süreniz 30 yıl.

9 Nisan 2010 Cuma

Aziz Yıldırım Dehşet Saçtı!

Eğer az biraz gözünüz spor sayfalarına takılmış bir insan iseniz, bu lafı duyunca "Ne yapmış acaba Fenerbahçe Başkanı?" diye meraklanırsınız. Türkiye'nin %82'sinin aklına Aziz Yıldırım deyince Fenerbahçe Başkanı olan gelir çünkü. Taraf gazetesi de bu merakı sömürmek istemiş bu haberinde sanırım ki bu manşeti atarak. Şimdi soruyorum, kazayı Aziz Yıldırım değil de Hikmet Hamdi işleseydi "Hikmet Hamdi Dehşet Saçtı!" diye başlık atar mıydınız? Bir trafik kazası haberinde, kazaya sebep olan bir insanın isminin başlıktan "dehşet" ile ilişkilendirilerek verildiğini kaç defa gördünüz? Neden "Korkunç kaza", ya da "Dikkatsiz sürücü dehşet saçtı" değil de Aziz Yıldırım? Ucuz numaralar bunlar, yakışmıyor.

8 Nisan 2010 Perşembe

Hikayenin Öteki Tarafı

1922 İzmir Yangını konusu, ABD'de yeni yayınlanmaya başlayan The Pacific dizisi sayesinde tekrar gündeme geldi. Dizideki Yunan asıllı bir Avustralyalı aile "Türkler geldi talan etti" benzeri bir ifade kullanınca biz ayağa kalktık (ki böyle konularda ayağa kalkmaya çok meyilliyizdir.)
Ntvmsnbc de bu konuyu haber yapmış. Ama haberden çok ilgili TBMM Komisyonu'na rapor sunmuş diyelim biz ona, zira haberin yargısı çok net: "NTV'nin ulaştığı belgelere göre, İzmir'i yakanlar ayrılıkçı Ermeni çeteleriydi."
Öncelikle bir ifadeyi düzeltelim: Belgelere ulaşan doğrudan NTV değil, İzmir Kent Müzesi Müdürü Tarihçi Oktay Gökdemir. Kendisi o tarihte yabancı basında çıkan gazete küpürlerine ulaşmış, oradan da kesin kanaati vermiş. NTV de sanki Türkiye'deki bu konuda bilirkişi tek tarihçi Gökdemir gibi sunmuş bunu bize.
Bu konuyu "Biz belgelere ulaştık, 2 paragrafta da kanıtladık, konu kapanmıştır haydi herkes evine" şeklinde sunmak objektiviteden kilometrelerce uzakta duran bir tutumdur. Haberde ne Falih Rıfkı Atay'ın Çankaya kitabında -sonradan sansürlenen- "İzmir'i niçin yakmıştık?" pasajına atıf var, ne o dönemde yaşamış şahitlerin çift taraflı ifadelerine. Bir İtfaiye Müdürü, bir de komutan yetmiş. (Ki devlet memuru neden "Oh devlet olarak ne güzel de yaktık" desin ki?)
Şimdi size örnek iki adet tutum sunacağım, NTV'nin neden yanlış olduğunu daha iyi anlatabilmek için. Birincisi, haber yapılan konunun İzmir Yangını değil de Ermeni Soykırımı olduğunu düşünün.
"NTV'nin ulaştığı bilgilere göre Ermeni Soykırımı yok. NTV'nin konuştuğu tarihçi Yusuf Halaçoğlu, "X ve Y belgelerine göre esas soykırımı onlar yapmış" dedi." Sonra da iki paragraf belge.
Bu sunum ile NTV'nin sunumu arasında fark var mı? Peki bunu NTV'de okusanız garipsemez misiniz?
İkincisi ise o dönemdeki gazetelerin kesin kaynak gösterilmesi. Adını bile bilmediğimiz Le Levant gazetesinin metni ne kadar inandırıcı olabilir ki? 2080 yılında "Güneydoğu'daki köyleri köyden göç edenler giderken yakmışlardı , o zaman İngiliz The Sun gazetesi de öyle yazmıştı" desek olur mu mesela?
İzmir Yangını'nın nasıl çıktığı çok da önemli değil orada kül olan tarihin, çokkültürlülüğün vs. yanında; lakin böyle ucuz "aklama" haberleri görünce, hikayenin öbür tarafı sunulmayınca insan sanki bir daha yaksak gene kılıfı hazır olur diye düşünüyor.
Ekleme: Bir de bu geldi. Nedir yahu bu paniğin sebebi?

Tarafsız gazetecilik: veya nasıl bir halk savaşı sorgulamayı bırakıp bombaları sever?

12 Temmuz 2007'de Bağdat'ın banliyölerinde iki Apaçi helikopteri devriye geziyor. Helikopterdeki askerler internet kafede savaş oyunu oynayan kafadarlar kadar şen. Siz namlunun ucundakilere insandan ziyade o simulatör eğitimlerinde düzineyle indirdiğiniz sanal hedeflerden farksızmış gibi yaklaşan pilotlar... Daha da acısı böyle yaklaşmak için eğitilen siz pilotlar, askerler... Size sesleniyorum: Eğer hükümetinizin o teröre karşı ilan ettiği savaştan döndükten sonra kafayı çizip intihar etmediyseniz henüz; ama ciddi ciddi düşünüyorsanız bunu... Yani vicdanınızda derin yaralar psikolojinizde onulmaz hasarlar oluştuysa tüm o yerine getirdiğiniz emirlerden sonra... Kendinize kıymayın sakın. Artık roketatarların, roketatar sandığınız kameraların tehdidi altında olmadığınıza göre gelecek nesiller için faydalı bir şey yapın. Savaşı yaşamış insanlar olarak savaşı anlatın herkese. "Gitmeyin!" deyin kardeşlerinize, ne kadar para verirlerse versinler, ne kadar çaresiz kalırsanız kalın alet olmayın deyin onlara. Ve fakat normal yaşantınıza kaldığı yerden devam etmekteyse bazılarınız. Yaptıklarımızdan, bize yapmamızı söyledikleri şeyleri yerine getirdiklerimizden pişman değiliz diyebiliyorsanız, size güzel bir haberi var New York Times'ın. Gazetenin danıştığı "uzmanlara" göre o kokpitlerin içinde ne yaptıysanız hayatta kalmak için yapmışsınız. Ne dediyseniz ölenlerin arkasından hedefinizle empati kurmamak için, ve böylece yarın tekrar"düşmanlarınızı" kaldığınız yerden öldürmeye devam edebilmek için demişsiniz bunları. Nedense hiç bir uzman -hadlerine olmadığı için belki de- sizleri savaşa çağıranlara, eğitenlere bir iki çift laf etmemiş. Asker psikolojisinde uzman, insanlıkta amatör olduklarından sanırım. Yani uzun lafın kısası demokratım diye geçinen medya bile siz vicdan azabı duymayın, arabalarının tamponlarında koca puntolu "SUPPORT OUR TROOPS" çıkartmaları taşıyan vatanperver halkınız gücenmesin diye tarafsız gazeteciliği ayaklar altına almış. Yalnız bir de size şu maziyi hatırlatan videoyu koymasalarmış daha iyimiş be kardeşim !

7 Nisan 2010 Çarşamba

Merak Ettim De... #7

Bu sürekli "Nereden baksan şu kadar eder", "nereden baksan şu kadar para kazanır" diye hesaplayan adamlar, nereden bakarlar hakikaten? Bir kompleks problemi zihninde 3 saniyede çözebilen insanoğlunun bu kadar hata yapması anormal değil midir?

6 Nisan 2010 Salı

Çok Derin Siyasi Analiz

Konu: Anayasa değişikliği paketine MHP'nin destek verip vermeyeceği.
Bahçeli'nin yorumu: "Milliyetçi hareketin hiçbir mensubu katile (sayın) şehide (kelle) diyen bir zihniyetin yanında yer almayacaktır."
Sonra bir de "Efendim demokratikleşme, sol, yargı" diye kafa yoruyoruz, adam çözmüş olayı.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Ebleh Haber Başlıkları - #7625182

Radikal gazetesinin internet sitesinde yayınlanan bir haberin başlığı diyor ki: "Son Harry Potter Barda Geçiyor" Şimdi, Türkçe bilen ve aklı başında tüm bireyler bu başlıktan şunu anlıyor: Harry Potter serisinin son filminde mekan olarak bir bar kullanılıyor. Hadi biraz bu gazetecilerin her zaman abarttığını göz önünde bulunduralım: Filmin bir bölümünde kahramanlar barda takılıyorlar. Malum adamlar liseyi bitirmiş olmalılar (bilmem, öyle mi?), tam bara gidecek yaştalar artık. Ama haberi okuyoruz ve işin gerçek yüzünü görüyoruz. Harry Potter film ekibinden bir grup insan senaryoyu bir barda unutmuşlar.  Sonra senaryo bulunmuş, The Sun'a gönderilmiş. The Sun da senaryoyu yayınlamadan Harry Potter ekibine teslim etmiş. Okuyuculara böyle saygısızca davranan habercilik anlayışı daha ne kadar sürecek merak ediyorum... Dipnot: Hadi en azından "barda geziyor" yaz... Hatta barlarda geziyor... Hatta geziyor kelimesini tırnak içinde kullan, ona da razıyım...

Kanadoğlu Üz're

Sabih Kanadoğlu, Kemal Kerinçsiz'den sonra bu ülkenin gördüğü en fenomenal hukukçu desem çok kişinin itirazı olmaz herhalde. Mesela kendisi sayesinde Lost dizisindeki sayılar gibi bizim de duyunca fenalık geçirdiğimiz bir sayı var artık. Yatağa küçük gelen çarşaf misali, nereden çeksen başka bir yeri açıkta kalan Anayasamızın, akıl ve mantık değil, sadece ideoloji yoluyla anlaşılabileceğinin kanıtı olan 367 kararından sonra gündeme nasıl olduysa "bilirkişi" olarak düşen Onursal Başsavcımız - ki ünvanı Başsavcıların bu memlekette ne işe yaramaları gerektiğinin en güzel, en yüce kanıtıdır- gene açmış ağzını ve bizleri aydınlatmış: ''Geçici 15. Maddenin Anayasa'dan çıkarılması mutlak gerekir. O hükmün yer alması çağdaş bir demokrasi için ayıptır, utanılacak bir olaydır. Ancak geçici 15. madde Anayasa'dan çıkarılarak 12 Eylülcülerin yargılanmasının önünün açılacağı düşüncesini aşılamaya çalışıyorsanız bu da ayıptır. Çünkü halkımız yüzde 91 küsurla Anayasa'ya evet dedi. O darbeyi yapanların tüm sorumluklarını, hem cezai, hem idari, hem mali, hem hukuki olarak ortadan kaldıran bir hüküm haline geldi. Hukuk devleti bir afta dahi zaten bunu yapamaz. Yani 'Ben seni affetmiştim ama bugün vazgeçtim, seni yargılayacağım' diyemez.'' Kısacası "Sonuçta Anayasa kabul edildi, halk darbecilerin yaptığını onayladı, bu af gibidir, bir daha geri dönüp o insanları yargılayamayız." demiştir bu hukukçu. Bu hukukçu, "Eğer darbe yaparsanız hemen bir Anayasa çıkartın, kurtulursunuz" diyerek yol göstermiştir belki de. Şimdi diyeceklerdir ki "Ama hoca sadece bu Anayasa'nın yürürlükte olmasından bahsediyor." Sanki her yeni Anayasa lafı ortalığa düştüğünde itiraz eden benim ya! Kanadoğlu'nun bilirkişi ve Onursal Başsavcı olduğu bir memlekette "yargının bağımsızlığı" vs. tartışması yapmak sadece abesle iştigaldir. Eğer "yargının önünü tıkıyorlar!" diye aklınızda şüpheler var ise, o yargının kendisinin nasıl bir tıkaç olduğunu bir daha düşününüz.

4 Nisan 2010 Pazar

Pazar Yazısı

Genelde bu Pazar yazısı olayı "Hadi bu sefer de havadan sudan yazalım, dün şu konsere gittik kadın bir söyledi kendimizden geçtik abarey, Scorsese'nin son filmini izledim, adam kamerasıyla yeni bir dünya kurmuş adeta aboov" şeklinde tezahür eder, ama benim sebebim farklı. Dün o kadar çok haber okudum ki, hepsine teker teker post açsam blogger çöker, böyle kısa kısa değinelim geçelim hesabı başladık.
Öncelikle yumurtadan başlayalım. Son 1 ay içerisinde 5 tane "yumurtalı saldırı" haberi okudum. Kronolojik sırayla gidersek İTO Başkanı, Sanayi Bakanı, BDDK Başkanı, Ali Sabancı ve Deniz Baykal yumurtalı muameleye maruz kaldılar. Ben bu işi anlamıyorum birader, tamam, yumurta ucuz, kolay bulunan bir şey de, niye illa yumurta atarsın ki? Biraz yaratıcı olun yahu, elalem ayakkabı atıyor. Bir de yumurta atınca eline ne geçiyor? "Hehehe, nasıl attım ama akşam eve gidince banyo yapmak zorunda kalacak!" diye mi tatmin oluyorsunuz? Yumurta atacağına git eve sucuklu yumurta yap ye, üzerine derdin tasan kalırsa da ben adam değilim.
Gelelim ikinci meselemize. Bu biraz eski haber tabii de, değinmemek olmaz. Ekşi Sözlük'ten aldım tespiti, Yeni Şafak gazetesi 2008 yılında Kinsey'nin Fenerbahçe'ye transferini haber yaparken şu ifadeyi kullanmış:
"NBA'de Memphis Brazzers takımında oynayan ABD'li oyuncu Tarence Kinsey,sezon sonuna kadar Fenerbahçe Ülker'de."
Bunun nesi komik diye sorabilirsiniz. Memphis Brazzers diye bir takım yok. O takımın adı Memphis Grizzlies. Brazzers bir porno sitenin adı. Ya Yeni Şafak editörü gece can sıkıntısı ile takılırken haberi düzeltmiş, ya da tarihin en iyi inside jokelarından biri ile karşı karşıyayız. Zira bu haberin yayınlandığı gazete Türkiye'nin en mutaassıp kitlesine hitap etmekte.
Şimdi aklıma geldi de, Zekeriya Beyaz'ın porno izlemesine vesile olan da bu haber midir acaba?
Bu kadar geyikten sonra biraz siyasete bulaşabiliriz. SP Başkanı Numan Kurtulmuş, Anayasa değişikliği paketine "evet" oyu vereceklerini açıklamış. Bir zamandır Kurtulmuş'u "AKP'nin cici alternatifi" diye pazarlamaya çalışan ulusalcı kesim hayal kırıklığına uğramıştır herhalde. (Konuya burada değinmiştik.)
Siyaset bunalttı mı? Hemen sizi ikametgâhını buğday ambarı olarak değiştirmiş bir sanatçımıza yönlendirelim:
"David Beckham'a daha çok benzediğini iddia eden Davut Güloğlu, "Beni hâlâ benzetmeye devam ederlerse Ricky Martin onurlanır. Türkiye’de adı kalmadı. Benim albüm döneminde onun da adı duyuluyor. Kendisi müzikal anlamda dünyada başarılı ama biz de Türkiye’de doğduğumuz için o konuda kendimizi şanssız buluyorum."
Yürü be!
Yazıya burada son verirken, aklıma takılan bir haber resmi ile sizi başbaşa bırakıyorum:
Özbek'in koltukların tepesinde işi ne Allah aşkına?