2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Yılmaz Özdil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yılmaz Özdil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2011 Cuma

Neslin batsın...

Yozdil'in bugünkü yazısını görme talihsizliğine pek çok insan erişmiş olsa gerek. Hem taraftarları, hem de karşıtları tarafından çokça paylaşıldı sosyal medyada. Onunla ilgili iki kelam edeyim istiyorum. Aslında neler neler istiyorum da, iki kelam etmekle yetineyim.

Şimdi öncelikle şu paragrafı -ki paragraf demeye de utanıyorum iki satır yazıya- bir okuyalım:

Ermenistan Cumhurbaşkanı, “Ağrı’yı alabilecek miyiz?” diye soran gençlerine, “Bu sizin neslinize bağlı... Benim neslim, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, Karabağ’ı düşmanın elinden aldı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı” dedi.

En başta, Sarkisyan böyle bir şey dememiş, sadece Hürriyet her zaman yaptığı yanlış bilgilendirme ve tahrik becerisini sergilemiş bir kez daha. Farz edelim ki söylemiş. Veya en azından piyasada böyle bir söz var sonuçta. Bu sözün bir benzerini, benzer bir konseptte Atatürk söylemiş olsaydı... Bunun bayrağını yapıp en önde sallayarak koşan Yozdil olmaz mıydı? "Atatürk'ün gençlere, gelecek nesillere verdiği değer" başlığı altında ders olarak öğretilmez miydi? Yazalım mı hemen bir senaryo:

Gençler - Musul'u alabilecek miyiz?
Atatürk - Benim neslim üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, vatanı yok olmaktan kurtardı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı.

Nasıl? Cuk diye oturdu mu? Bence oturdu. Atatürk'ün karizmaya +10 veren onlarca benzer sözü yok mu bu insanların "vay be..." dediği. Türk şoförünün en asil duygunun insanı olmasını bir kenara bıraksak bile onun dışında hala yüzlercesi var. Bence Milli Güvenlik kitaplarına 3. sıradan giriş yapabilecek bir anekdot oldu.


Benim neslim ise... “Hepimiz Ermeni’yiz” diye sokaklarda yürüdü.

Ya n'olacağıdı? Bir insan Ermeni olduğu için öldürüldüğünde, hepimiz senin gibi acur olacağımıza, tabii ki Hrant gibi Ermeni oluruz, bundan doğal ne var?


Futbol Federasyonu’nun ambleminde Ağrı Dağı bulunan Ermenistan’la milli maç yaptı, Erivan’da milli marşımızın ıslıklanmasını naklen seyretti, sonra ayıp olmasın diye, Bursa’daki maçta Azerbaycan bayraklarını yasakladı.

Futbol Federasyonu'nun ambleminde Ağrı Dağı bulunmasının senin için ne gibi bir sakıncası var? Ermenistan'ın Yılmaz Özdilyan'ı çıkıp "Ay ve yıldızı sahiplenip bayraklarına koymuşlar, bak bak bak!" diyo' mu? Ağrı Dağı neden senin? Ne zamandır senin? Sen nasıl ki "benim lan o, benim sınırlarımın içinde!" diyorsan onlar da "Bizim lan o! Bizim buradan daha güzel görünüyor!" diyor. Evet, resmi olarak öyle olabilir, ama resmiyete bakarsan ben de Müslümanım. Resmiyetin, devletin ıvırın zıvırın ne kadar çakma olduğunu kafan almaz ama.


Adamlar bize günahını bile vermezken, benim neslim Eurovision’da Ermenistan’a 12 tam puan verdi. (Hatta, mümkünse 22 puan verebilir miyiz diye sorduğumuz... Eurovision yöneticilerinin ise, yalakalığın bu kadarı da fazla diye reddettiği iddia edildi.)

Ne demiş ünlü düşünür Bülend Özveren? "Komşuya gitti." Gitsin varsın. Birincisi ona ne, ikincisi sana ne? Kim ne zarar gördü bundan? Senden mi alıp da verdiler 12 puanı? Ben vereyim sana 12 puan derdim ama değmezsin ki lan? Gerçi sen de Ermenistan için düşünüyorsun aynısını değil mi? Yok, aslında sen değse bile vermemekten yanasın, ondan ayrı düşüyoruz. Ben doğrudan senin değmediğini düşünüyorum. Anlayacağın dilden yeterince açık edeyim isterim:

Değ-
mez-
sin...


Benim neslimin gazetecileri... 
Soykırım Anıtı’na çiçek koydu.  Saygı duruşunda bulundu.

Ben de gittim o anıta, benim de tüylerim ürperdi. Çiçek koyamadım belki, saygı duruşunda bulunmadım ama ziyaret ettim. Katlim vacip midir? Söyle de neslinin gençleri beni de kessinler.


Benim neslim, video kliplerinde Atatürk’ün fotoğrafını gösterip “katillll” diye bağıran, Ermeni rock grubu System of a Down için fun kulübü kurdu.

Be terbiyesiz; senin neslin "Yılmaz Özdil fan club" kurmadı mı? Ee? Bunun Ermeni muadili neden ayıp? Ayrıca fun değil, fan. SOAD Türkiye'nin yapmış olduğunu farz ettiği bir soykırım için, Türkiye'nin o dönemki önderine "katil!" diye bağırıyor. Sen ne yapıyorsun? Bütün bir toplumu hedef gösteriyorsun. Neden? Başkanın söylemediği, senin gazetenin g.tünden uydurduğu söz yüzünden.

Çok öfkeliyim a dostlar. Dolayısıyla lafı daha fazla uzatmadan sözü başkalarına bırakmak daha yerinde olacak şu an. Ondan önce Yozdil'i öldürüp hakkını da teslim edeyim ama. Zamanında Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından şöyle bir şey demiş, ki altına bu yazı vesilesiyle imzamı atayım. Bozuk takvim gibi yılda bir kere gösterdiğin bu doğruyu bir de kendin göreydin keşke be Yozdil. Keşke zamanında ağzından bu çıkanı kulağı sürekli duysa, kulağında bu yazdıkları çınıl çınıl çınlasa:

"Demek istediğim şu... 
Eğer bu ülkede 'milliyetçilik' tırmanıyorsa... Bu tırmanıştaki en büyük tahrik, 'ağzından çıkanı kulağı duymayan' veya 'dışarıya şirin görünmek için kasıtlı yorumlar yapan' gazetecilere ait."



---
- Yozdil'in nasıl bir yalan üzerine yazısını oturtup nefret saçtığı ve nasıl suçlar işlediği hakkında şöyle bir yazı var. 

- Bir de konu hakkında bianet.org'da yayınlanan bir yazı daha...

- Son olarak da pek tatlı bir blog yazısı daha...

2 Şubat 2011 Çarşamba

Atma Yozdil

Yozdil bugün yazısında Hatırl'atış gibi mükkemmel bir kelime oyunuyla, bize Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği sırasında nelerin olduğunu anlatmış. Yazıda sanki olanların bütün müsebbibi bizmişiz gibi bir ton var, hadi onu geçtim, olayların oturtulduğu zaman ekseni de yanlış. Özdil yazısında bizim 1 Ocak 2009 ve 1 Ocak 2011 tarihleri arasında üye olduğumuzu söylüyor, bakalım söylediği olaylar hangi tarihlerde gerçekleşmiş.

Madde madde gidelim:

İsrail, Gazze’yi işgal etti. - İsrail'in Gazze kuşatması 2007 Temmuz'unda başladı, Gazze savaşı ise 27 Aralık 2008'de.

İran’a abluka başladı. 
- Bunu anlamış değilim. Ama İran'ın nükleerleşme konusu 2005'ten beri dünyanın gündeminde zaten.

Kuzey Kore, Güney Kore’yi vurdu.
- Değil mi zaten bu iki ülke yıllardır kardeş gibiydiler?

Pakistan, Afganistan, Irak... Kan gövdeyi götürdü. - Afganistan'ta 2001'den, Irak'ta ise 2003'ten beri kan gövdeyi götürüyor zaten. Pakistan'a ise hiç girmiyorum.

Etiyopya Somali’ye girdi. - Somali'de 1991'den beri merkezi hükümet yok, bir savaş bitiyor diğeri başlıyor: 2011 itibariyle en sonunda seçim yapmaya çalışıyorlar, hani en azından böyle bir gelişme var.

Fildişi Sahili’nde iç savaş çıktı. - Fildişi Sahili'nde iç savaş 2002 - 2007 arasında cereyan etmişti. Kasım 2010 'daki seçimlerden sonra şiddet olayları oldu, ama bunun kökeni zaten geçmişe dayanmakta.


Çad’da iç savaş çıktı.Çad'da 2005'ten beri iç savaş var.

Kenya’da iç savaş çıktı.
- Kenya'da 2007 seçimlerinden sonra bir kriz olmuştu, onun arkasının da 2012 seçimlerinde gelmesi bekleniyor, ama şu anda bir iç savaş yok orada.

Kongo’da iç savaş çıktı. - Birincisi, hangi Kongo? Gerçi fark etmiyor, iki Kongo'da da 1990'lardan beri zibilyon tane çatışma ve savaş oldu.

Sudan karıştı, 3 bin kişi öldü. - Darfur 2003'ten beri karışıktı zaten, 3 milyona yakın insanın tehcir edildiği tahmin ediliyor, 300 bin civarı insanın ise öldürüldüğü. İşin garibi, 2010 yılında ateşkes imzalandı, çatışmaların şiddeti azaldı.

Özetle, Yozdil'in saydığı 20 gelişmeden 10'u ya yanlış ya da abartı.

Ama tabii "Olsun güzel yazmış gene de" diye bu adamı okuyanlar oldukça, Yozdil de sallamaya devam edecek.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Yozdil ile saymayı öğreniyorum - Güncelleme

Yozdil'e karşı Yozdil'in silahıyla savaşıyorum ve daha önce yaptığımın aynısını ufacık bir değişiklik yaparak yepyeni bir şeyler yapmış gibi davranıyorum, aklımla bin yaşayayım istiyorum.

Aşağıda bulacağınız yazı 12 Ekim 2010 tarihli aslında. Ben şimdi buna Yozdil'in 1 Ocak 2011 tarihli son eserini de ekliyor ve o eserinin her anlamda ~son~ olmasını temenni ederek tekrar önünüze sürüyorum. Yozdil'inki kadar minör değişikliği fark edemeyenler için, aşağıdaki dört maddeye bir beşincisi eklendi. Ben olsam tıklamazdım.

Bu yaptığını komik mi sanıyor, yoksa aczini gerçekten bu şekilde gizlemeye mi çalışıyor (-lan bugün yine yazacak bir şey bulamadım, dur sağ baştan sayayım yine) bilmiyorum ama 10 Nisan 2008'den beridir köşesini en az 5 sefer bu şekilde çıkarmış olmasını açıklayacak hiçbir şey bulamıyorum. Sanırım benim şu an içinde bulunduğum hisleri yaşıyor. Daha önce bu ilkokul fişi tarzına ilişkin içimi dökmüş olduğum için, üstüne koyabileceğim de hiçbir şey olmadığından aynı yazıyı güncelleyerek gönderiyorum ben de mesela. Ona onun silahıyla karşılık verme bahanesi arkasında. O da sanırım sınırlarının o köşe yazıları (lan onlara da köşe yazısı dedikçe içimde bir yerler elektrikleniveriyor) olduğunu biliyor, çok yaratıcı olduğunu düşünüyormuş gibi ha babam bunları veriyor. Ama bence iktidarı sinir ederek "lanet olsun lan, al, al! Giriyoruz işte AB'ye, yeter!" demelerini bekliyor. AB'ye girersek bu yazıların (aslında yazı mı demeliyim onu da bilmiyorum, sayı diyeyim en iyisi.) sayıların kökü kuruyacak gibi görünüyor. Gerçi yine bulur sayacak bir şey ama, umut fakirin ekmeği işte...

Ya, ben... Lan! Neyse, bir şey demiyorum... Ben susayım da Ek$i Sözlük konuşsun en iyisi. Sinirinizi hafifletebilir, bana biraz yardımcı oldu. Özellikle şu entry gerçekten ufkumu genişletti, işin sırrına vakıf olup, Yozdil seviyesine olmasa da biraz oraya doğru yükselerek kendisini bir nebze anlamamı sağladı. #21417943.

Susamadım bir türlü, son olarak: Bunu neden yapıyorum, bu yazıyı neden yazdım, kendimi neden böyle yıpratıyorum, gerçekten de bilmiyorum. Bu adamı gördükçe sürekli kendimi saldırgan apartman yöneticisi falan gibi hissediyorum. 

Hayağğt beni neden yoruyosuğğn?


PS. Daha fazla son olarak diyemeyeceğim için ps demek zorunda kaldım: Bu adamın unvanının "köşe yazarı"ndan "köşe sayarı"na dönüştürülmesi için Hürriyet'e dilekçemi en kısa sürede veriyorum. Hesap makinesi gibisin lan; 2 bit aklın var, onu da bu şekilde harcıyorsun, yazık... 

-----

Döktürmüş yine. Geçen bi' sefer 1900'lü yılları saymayı öğrenmişti. Daha sonra bıraktığı yerden 2000'lere devam etti... 576'ya kadar sayı saymayı öğrenmiş bu sefer, maşallah. Kırmızı kurdeleyi hak etmesine ramak kaldı. Sağ olsun, sayesinde coğrafyayı, saymayı ve yılları öğrendik. Darısı yazmanın başına...

Ha gayret, kaşlar tamam gibi, sola doğru d'evrimini tamamlayınca biraz daha benzeyeceksin. Biraz daha devril, bizi fotoşoklattırma, kafayı biraz daha objektife çevir, öbür gözün de görünsün. Boy(n)un devrilsin.

Bünyesine güvenen şu 4 5 (4'ün üstünü çizip düzelttim, evet) linke arka arkaya tıklamayı deneyebilir. Hatta aynı tarayıcı penceresinde farklı sekmelerde açıp, arka arkaya CTRL+TAB yaparsanız belki Şirinler'i siz de görebilirsiniz!


Kodcu tanrıları aşkına; yeter ulan! Zuckerbergler götürsün seni e mi! Rakam tuşların kopsun!

12 Ekim 2010 Salı

Yozdil ile saymayı öğreniyorum

Döktürmüş yine. Geçen bi' sefer 1900'lü yılları saymayı öğrenmişti. Daha sonra bıraktığı yerden 2000'lere devam etti... 576'ya kadar sayı saymayı öğrenmiş bu sefer, maşallah. Kırmızı kurdeleyi hak etmesine ramak kaldı. Sağ olsun, sayesinde coğrafyayı, saymayı ve yılları öğrendik. Darısı yazmanın başına...

Ha gayret, kaşlar tamam gibi, sola doğru d'evrimini tamamlayınca biraz daha benzeyeceksin. Biraz daha devril, bizi fotoşoklattırma, kafayı biraz daha objektife çevir, öbür gözün de görünsün. Boy(n)un devrilsin.

Bünyesine güvenen şu 4 linke arka arkaya tıklamayı deneyebilir. Hatta aynı tarayıcı penceresinde farklı sekmelerde açıp, arka arkaya CTRL+TAB yaparsanız belki Şirinler'i siz de görebilirsiniz!

1
2
3
4


Kodcu tanrıları aşkına; yeter ulan! Zuckerbergler götürsün seni e mi! Rakam tuşların kopsun!

23 Eylül 2010 Perşembe

Yozdil ile Coğrafya 101

Bir şeyi itiraf etmem lazım. Yoğun olduğum ya da üretkenlik sıkıntısı/araştırma tembelliği çektiğim zamanlar, Özdil bir numaralı kurtarıcım oluyor, çünkü kendisinin herhangi bir yazısından bir çok malzeme çıkabiliyor. O yüzden kendisine teşekkürü bir borç bilirim. Efendim, Özdil bu sefer inanılmaz yaratıcı bir yaklaşımla karşımızda. Daha önce hiç yapılmamış bir şey bulmuş, ve Türkiye'nin 1941 yılında ayrıldığı coğrafi bölgeleri Türkiye'yi bölmek için oluşturulmuş bir komplo olarak nitelemiş. (link) Özdil yazısına, konuyla nasıl alakası olduğunu anlamadığımız iki soru ile başlayıp, o soruları sorarken balkabağı yaratmayı başarıyor. "Kendini Laz tabir eden vatandaşlarımız" ne demektir? Laz olmak ile kendini Laz tabir etmek arasındaki fark nedir? Özdil yarın öbür gün "Laz diye bir şey yok, o denizde hamsilerin yüzerken çıkardığı sesten türemiş bir isim" diye postmodern bir kart kurt açılımı yapar mı? Bilinmez. Sonra "Türkiye neden 7 bölge de 6 ya da 9 değil?" sorusuyla başladığı düşünce treni, "Neden Akdeniz bölgesi var?", "Şu il buradaysa bu niye değil?" şeklinde ilerliyor ve de grand finale'de"üniter devlet"in haritasını çizmek için toplanmış Coğrafya Kongresi'ni memleketi bölme projesine dış mihrakların nasıl dönüştürdüğünü sorguluyor. Teker teker cevap verelim. Öncelikle bölgelerin nasıl oluştuğu sorusu. Aşağıda bir adet Türkiye fiziki haritası var:
Şimdi şu haritaya akıl gözüyle bakan her insan, Türkiye'yi kaç bölgeye ayıracağını ve nasıl isimlendireceğini bilir. Örnek diyalog: - Kuzeybatıdaki yeşil renkli alanların (alçak ovalar) olduğu yere Marmara Denizi'ni çevrelediği için Marmara Bölgesi diyelim. Ortadaki (içteki) platoların olduğu yer İç Anadolu Bölgesi olsun. Orayla kapkahverengi dağlarla ayrılan yere de ayrı bir bölge diyelim. Altındaki denizin adı ne? Tamam, Akdeniz. Şu Batı'da Marmara kadar alçak, Akdeniz kadar yüksek ve İç Anadolu kadar platoluk olmayan garip bir alan var, oraya da Ege Bölgesi diyelim mi? Şu güneydoğuda keskin bir çizgiyle ayrılmış bölge de, hmm, Güneydoğu Anadolu Bölgesi olsun. Doğu ile kuzey arasında da bir bariz fark var, onları da ayıralım. Biri Karadeniz olsun, biri de Doğu Anadolu olsun bari. Bu kadar. Özdil "Peki Bilecik neden Marmara'da?" diye illeri teker teker sorgularken cahilliğini bir daha konuşturuyor, hem de iki sebepten. Bir, Bilecik tamamen Marmara Bölgesi'nde değildir, Ege'de ve İç Anadolu'da olan kısımları vardır, her Türkiye Bölgeler Haritası sahibi olan ve harita okumayı bilen insan bunu anlayabilir. İki, bölgeler ayrılırken, tam da Özdil'in öngördüğü gibi, iklim, bitki örtüsü ve coğrafi şekiller ön plandadır, o yüzden Bilecik ili birincil olarak değerlendirmeye alınmaz Marmara Bölgesi sınırlarını çizerken. Ki zaten bu ana bölgeler, doğal, beşeri ve ekonomik sebepler uyarınca kendi içlerinde bölümlere de ayrılmıştır. Özdil tehlikenin tam farkında değil sanırım, çünkü Türkiye'nin tam 21 bölümü var!!! DAN DA DA DAN! Paramparçayız!!! Gelelim 2010 model komplo teorisine. Baktığım hiçbir kaynakta, Yılmaz Özdil'in anlattığı üz're dış mihrakların "Fırsat bu fırsat!" deyip de ülkeyi bölmek için bu kongreye koşar adım katıldıklarını göremedim. Kendisinin de yazılarında kaynak belirtme adeti olmadığından, bu hususa nasıl nail olduğunu bilemeyeceğiz. Benim fikrim, Özdil'e bu bilgiyi kendisinin 7 coğrafi bölgesinden birinin verdiği. Bu arada coğrafi bölgelerin tarihçesine ulaşmak isterseniz, onun için de kaynağımız var. Baktığımızda görüyoruz ki, Türkiye'nin coğrafi bölgelere ayrılışı konusunda yabancılar da hemfikir değil :( Neyse, bir safsatanın daha sonuna gelirken, kafanızı bu tür yalan bilgilerle şişiren adamlardan uzak kalmanızı tavsiye eder, esenlikler dilerim.

23 Temmuz 2010 Cuma

Ilımlı İslam Hortladı!

Ne zamandır Yılmaz Özdil'e sallamıyorduk, geri dönelim. Özdil arada mükemmel Türkiye tahlilleri yapar, ama işin garibi bu tahlili istemeden yapar, kendi kendine laf sokarcasına yapar. Mesela 5 Haziran'da bir yazı yazmıştı İsrail'li Gideon Levy adlı bir gazeteciyi öven. Levy'nin, hükümetini masumları öldürdüğü, Filistinlilere eziyet ettiği için eleştirmesi, hain ilan edilme pahasına bunları yazıyor olması çok hoşuna gitmiş. Tabii işin trajikomik yanı, Türkiye'de Levy gibi bir gazeteci çıkıp "Kürtlere eziyet ediyoruz, Ermeni katliamıyla yüzleşmemiz lazım" dese onu ilk hain ilan edecek gene Özdil'dir. İşte bugün başka bir tespit yapmış Özdil, bu sefer Hababam Sınıfı üzerinden. Diyor ki: "Hababam Sınıfı'nda takunyalı-takkeli karakter yoktu, niye? Eskiden de müslümandık ama böyle değildik." Şimdi biri dese ki "bakın işte eskiden dinini özgürce yaşayamıyorlardı, lise portresine mütedeyyin insan giremiyordu" ve Özdil'in bu yazısını örnek verse çok da yanlış yapmış olmaz. Özdil's dilemma v2.0. Daha vahimi ise, bu "eskiden İslam böyle değildi, biz de müslümanız ama öyle yapıyor muyuz"cu ılımlı İslam zihniyeti; ki beni en çok rahatsız eden budur. Bu konuyu daha önce ekşisözlük'te anlattıydım. (link) Modern cumhuriyetin tek tip insan gayreti malum: klasik müzik dinleyen, balolarda ah-hahahaha diye gülen, yemekte löböf dölögöf yiyen ideal. Tabii bunun günümüze yansıması aşağıdaki gibi oldu, çok dramatik oldu ama olsun. Ben de bayağı dağıttım konuyu, toparlayayım. Bu "eskiden de müslümandık, müslümanlık bu değil" tarzı yaklaşımlar beni acayip sinir ediyor. Bir "bu iş böyle olur"culuktan, bir de "ama sen zaten böylesin"cilikten, bir de "adamın niyeti bu"culuktan nefret ediyorum, bu üç tür insanın neslinin tükenmesini diliyorum. Evet.

30 Mart 2010 Salı

Tek Kelime: Yozdil

Bu blogda biraz sert bir dil ve üslup kullandığımızdan arada düşünüyorum "Acaba çok mu fazla? Çok mu acımasız?" diye. Sonra bir olay görüyor, okuyorum; ve diyorum ki "Bunun normal olduğu bir memlekette biz de normaliz." Bugünkü silkindiricimiz ne zamandır bu semalarda rastlamadığımız Yılmaz Özdil, ve köşe yazısı.
Yazı Angela Merkel hakkında, kullanılan ifadeler ise acayip. Mesela Angela Merkel'in eşcinsel kuaförü "şorolo" ve "yumuşak" olarak nitelenmiş. Kendisi Angela Merkel'e "memeler kadraja sığmadı" ve "memeler[i poposunun yanında] zarif kaldı" şeklinde hitap etmekten çekinmemiş. Merkel'in hayatını anlatırken, tamamen ataerkil bir çerçeveden bakmış vs. vs.
Şimdi bu Yılmaz Özdil'e sorsan milleti şu an yönetenler ve oy verenler kütüktür, eğitimsizdir, konuşmayı-yazmayı bilmez vs. Ama kendisi bu ifadeleri gönül rahatlığı ile kullanabilir, "büyük yazar" olur. Gavura geçirmek serbesttir, bizden birine laf edilince "Almanya'nın büyük ayıbı!" olur. Düşünsenize Das Bild yazarının böyle bir şeyler yazdığının Hürriyet gazetesinin eline geldiğini? Manşetten verirler.
Nassı diyoğ siız Turklear... Yivreançsiınız.

14 Şubat 2010 Pazar

Türkiye İle Yunanistan Arasındaki Farklar Vol. 2

Yılmaz Özdil yazmıştı birkaç ay önce, biz de eleştirmiştik şurada gerçekleri çarpıtıyor diye.
Bir musibet bin nasihatten iyiymiş. Yunanistan'ın dış borç ödeme kapasitesi yetersizleştiği için kredi notu düşürüldü, AB krizde, yardım paketleri söylentileri havada uçuşuyor. (özet link) O Yılmaz Özdil'in her gün eleştirdiği Türkiye ise, popüler inanışın aksine, global krizden nispeten sağlam çıkabilen ülkeler arasında. (Tabii Türkiye ekonomisi yıllardır iyiydi de, sadece AKP iktidarında bozuldu, evet evet, böyle olması lazım.)
Yozdil bir yazı daha yazacak mı acaba bunun üzerine? Hani her gün "Onların yüzü kızarmaz, onlar kör sağırdırlar" falan tadında bitiriyor ya yazılarını, o yüzden dedim.

24 Ocak 2010 Pazar

Yozdil'in En İyi İşi

Biliyorsunuz bu blog'da Yılmaz Özdil'e çok sataştık. Yazılarında enter tuşunun takılı kalması sebebiyle değil; yaptığı dezenformasyon, attığı yalanlar, "gerçek" diye sunduğu uydurma bilgiler vs. sebebiyle yaptık bunu. "Abi öyle ya da böyle, güzel yazmış adam" deyip yalanı da beğendiğini belli eden yorumlar da geldi, şaşırdık.
Ama bakınız, bu, öyle böyle bir şey değil. Şu ana kadar okuduğum en iddialı yazısı (link). Eğer Yılmaz Özdil takipçisi olursa, kendisine Pulitzer Ödülü'nü bile getirebilir aslında bu.
Biz yine de inceleyelim. Öncelikle teknik bir kaç ayrıntı.
1. ABD'de parlamento yok, eğer gelip burada "parlamenter" falan derseniz suratınıza aval aval bakarlar. Bir meclis (Temsilciler Meclisi), bir adet de senato vardır, bunlar birleşip Voltran'ı oluşturunca da adı Kongre olur.
2. ABD federal bir devlet olduğundan, Anayasayı lağvettiğiniz anda bütün eyaletler teknik olarak başıboş kalırlar. Anayasayı lağvetmek demek, federal tüm yetkilerden vazgeçmek demektir. O yüzden bu planın ilk aşamasının anayasa olması tutarsızca olur. Anayasa'da bireysel özgürlükleri garanti eden "ek maddeler"in (amendment) kimileri lağvedilebilir ama.
3. ABD'de zaten bir adet "İstihbarat Müsteşarlığı" mevcut, yani İstihbarat Bakanlığı kurulması büyük bir olay değil, James Clapper'ın maaşı artar en fazla.
Bu ufak ve önemsiz ayrıntıları geçtikten sonra esas konuya gelelim. Yozdil'in bahsettiği sanırım ABD sıkıyönetim yasası. Her sene "martial law" ile ilgili düzenlemeler geçmekte, ama böyle detaylısını görmedim, duymadım ben. Yani kod adı falan olan, filmleştirileni bilmiyorum. İnternette arandığında bulunamıyor, kendi hafızama güvenmediğim için konuyla daha yakından ilgilenebilecek Siyasi Bilimler (Government) mezunu bir iki arkadaşa sordum, onlar da bilemediler.
Sanırım Yozdil "The Day After Tomorrow" filmini izlemiş yakın zamanda, bunun etkisinde fazlasıyla kalmış, ve bizi yemekte.
Hadi diyelim bütün anlattıkları gerçek. Bu gene "elma ile armutu karşılaştırdığı" gerçeğinin üstünü örtemez. Kendisi, Amerikan kongresinden geçmiş, başkanın imzasıyla yasalaşmış bir plan ile, ordunun gizli tuttuğu, içinde kendi uçağını düşürüp kaos yaratma gibi ifadeler olan bir devleti arka planda bırakan güvenlik senaryosunu onaylamaya çalışıyor. Devletin bildiği ve basında tartışılmış, hatta filmi bile yapılmış bir belge ile kimsenin -devlet personelinin dahi- bilmediği bir belgeyi karşılaştırıp "Ne olacak ki?" gibi masum bir soru soruyor hesapta. Kendisinin müritleri de "Yaa yaa yaa yaa yaa, güzel yazmış adam, bak ABD'de aynısını yapmış" diyecekler.
Şu internet çağında şu adama inanmayın yahu, lütfen, rica ederim.

8 Kasım 2009 Pazar

Yozdil, Özgür Kız ve pop kültür feminizmi

Yozdil'in son yazısı blogda epey tartışma yarattı, madem öyle bu vesileyle cinsiyetçilikten ve feminizmden konuşalım biraz. Cinsiyetçiliğin kadınlar arasında en az erkekler arasındaki kadar yaygın olduğunu gösteren okuyucu yorumları da aldık hazır (malumun ilanı kabilinden), artık çuvaldızı kendimize batırmak farz oldu. Yıllardır feminizm deyince Duygu Asena'dan başka yazar sayabilen olmaması bir yana, "bırak yaaa, hep çirkin kompleksli karılar feminist oluyor zaten" yahut "hani eşitlik vardı, feminizm kadının üstünlüğünü savunuyor ama" gibi (muazzam derinlikte) argümanlar hariç fikir üretene de pek rastlamıyoruz. Bu konuda cidden kafa yoran, okuyup yazan bir avuç kadını tenzih ederek ve affınıza sığınarak kurtlarımı dökeyim o zaman... Feminizmin bugün Türk popüler kültüründe indirgendiği ve algılandığı noktayı en iyi temsil eden kişilerden birinin Nil Karaibrahimgil olduğunu düşünüyorum. Zira kızımız (şahane) şarkı sözlerinde belirttiği üzere "çocuk da kariyer de" yapmayı temel hedefi olarak görürken, bir yandan da "istemiyor pilav yapmak". "Tek taşını da kendi alıyor" ayrıca. Bu tarz şarkı sözleri furyasına Pamela Spence, Özlem Tekin gibi isimleri de eklemek isterim aslında, ama Nil bir kraliçe, bir idol. Her eseri modern, kariyerli genç kadınların ve ablalarına/annelerine özenen genç kızların dilinde. Eee, peki Yozdil bunun neresinde? Şurasında; bence Yozdil ile "Özgür Kız" Nil Karaibrahimgil bu feminizm işinde (çürük) bir elmanın iki yarısı gibiler. Birinin kadını savunurken diğerinin aşağıladığını söylerseniz eğer, ben de size buyrun durumun sınıfsal bir analiz denemesi derim: En başta, Nil'in hararetle pilav yapmama gerekliğini savunduğu, Yozdil'in ise yana yakıla salça yapamamasını eleştirdiği kadın, orta yahut orta-üst sınıf mensubudur. Yani, popüler tabirle “beyaz Türk”tür. Yoksa zaten "çocuk da yaparım kariyer de" lafı Türk kadınının önemli bir kısmı için özgürlükçü bir slogandan ziyade hayatın normal akışına denk geliyor. "Eve ekmek getirme" işine katkıda bulunmak zorunda olan kadınların konfeksiyon atölyesindeki emeğine "kariyer" demediğimizden ortalık bulanıyor olabilir. Yoksa onlar da hem (3-5) çocuk hem "kariyer" yapıyor uzun zamandır. Yine aynı kadınların salça yahut tarhana yapmayı bilmemesi mümkün mü? Peki zeytinyağlı enginar? (Enginar pahalı bir sebzedir bu arada sayın Yozdil, her evde pişmez.) Peki çocuğuna her gün mısır gevreği yedirmesi? Hayır diyorsanız, demek ki Yozdil'in hedef kitlesi bunları yapmayı bilmediği varsayılan beyaz Türk kadınları. Neymiş, hem seksizmimiz sınıfsalmış (Yozdil) hem de feminizmimiz (Nilgil). Gelelim çocuk ve pilav yapmama özgürlüğüne... Ne cinsel, ne sınıfsal mücadeleyi "beyaz" Türk kadınları olarak henüz doğru düzgün vermemiş olduğumuzdan, feminizm anlayışımızın pilavdan öteye gidememesi normal. Eğer çocuklarımıza bakan annemiz (karşılıksız emek) ve eve gündeliğe gelen Sabahat Hanım (düşük ücretli emek sömürüsü) olmasa, çok övündüğümüz kariyerimizde (başka kadınların sırtına binmeden) yükselebilecek miyiz acaba? Sanmam, çünkü iş yerinde kreş, doğru düzgün doğum izni, ayrımcılık karşıtı yasalar gibi talepler yerine tek taşımızı kendimiz alma derdindeyiz. Böylece ne Sabahat Hanım özgür oluyor ne de biz. Tabii bazılarımız "daha eşit" olduğundan, günün birinde kadın-erkek eşitliğinin de gerçekleşeceği (pilavı gündelikçi kadının yaptığı) güzel günlerin hayalini kurabiliyoruz. İşte bu noktada “modern” kadın maalesef Yozdil'le muhatap olmayı göze alacak. Hayatının temel amacının yemek yapmak olmadığını kimseye anlatamaz, çünkü kendisi olmasa da toplumun büyük çoğunluğunda kadınlar hala cinsiyet rollerinin onlara dayattığı pilav-çocuk-ev işi üçgenine sıkışmıştır. Toplumun algısı ise çoğunluğun durumu üzerinden şekillenmektedir. (Kendi beyaz yakalı, afili plaza köleliklerini aşağı tabaka mavi yakalılarla bağdaştıramayanların, cinsiyetten kaynaklı sorunlarını da özel zannetmeleri normal tabi.) Eh tabii sonrası, sevgili hemcinsim, kuyruğunu ısırmaya çalışan köpek misali: tekrardan kadına ayrımcılık var diye bas bas bağır, çözüm olarak tek taşını kendin tak, eve gündelikçi kadın al, cinsiyet rollerini perçinle, sonra Yozdiller çıksın yapamadığın tarhanalar hakkında yorum yapsin, sinirlen, pilav ve tarhana yapmamaya yemin et filan.... Offf, ben sıkıldım bak yazarken. Şimdi, burada Yozdil gibilerin arkaik düşünüşünü savunduğum da zannedilmesin. Kadınların işgücüne katılımı arttıkça evde sarfettikleri ücretsiz emek miktarının düşeceği açık. Ama zaten "hem anne hem iş kadıni" olmanın iki kat yükümlülük getirmesi, "hem baba hem iş adamı" olmanın hiçbir ekstra yükü olmamasından kaynaklanıyor. Kısacası, Özgür Kız pilav yapmak istemiyor. Yozdil ise enginarsız kalmak istemiyor. Ama aynı şeyin (eee, kazağın) laciverdi gibiler sanki. Bense huzurlarınızdan çekilirken, şu Türk tipi feminizm işinden fena halde sıkılmış gibiyim. (Gibi gibiyim, gibiyim gibi gibiyim, gibi gibiyim gibiyiiiimm...- Music fades out)

7 Kasım 2009 Cumartesi

Yozdil'e gönderdiğim e-posta

Yozdil'in şu yazısının ardından dönen tartışmalar üzerine kendisine gönderdiğim e-postanın metni aşağıdadır. Bu e-posta shelbyl ve ahmetkizilay'ın facebook'daki yorumlarıyla benimkiler harmanlanarak oluşturulmuştur. İzinsiz kullandığım için kendilerinden özür diliyorum ancak sıcağı sıcağına, yazının üstünden çok vakit geçmeden Yozdil'e ulaştırmak istedim. ------------------------------------------------------------------------------------- Yılmaz Bey, Dünkü (06.11.2009 tarihli) yazınızla kanımca artık iyice dibe vurdunuz. Bir köşe yazarının sokaktan geçen adamdan farklı bir şey söylemesini beklerim ben her zaman. Maalesef bugüne dek kahve ağzıyla yazılan yazılarınızdan başka hiçbir şey göremedim. Dünkü yazınızla da artık bu konuda tavan yaptığınızı düşünüyorum. Yazınız baştan ayağa, buram buram cinsiyetçilik kokuyor. Genetik mühendisi misiniz, veteriner misiniz, ziraatçı mısınız, diyetisyen misiniz, biyolog musunuz, gıda mühendisi misiniz? Neye göre yorum yapıyorsunuz? Laboratuarda deneyleri siz mi yürüttünüz? GDO meselesinde yandaş veya karşıt olmak ayrı mevzu, GDO'nun ne olduğunu bilmeden çıkış sebebiyle ilgili ahkam kesmek apayrı bir konu. GDO'nun çıkış sebebi hazır gıda tüketmemiz değildir. Bu kadar çarpık bir bağlantı kurulamaz. GDO, ucuz maliyet, kısıtlı kaynakların değerlendirilmesi gibi sebeplerden türetilmiş bir projedir. Sizin mantığınızla oldu olacak hepimiz tarım toplumuna geri dönelim, buğday ekip ekmek yiyelim, süper oldu, değil mi? Kapitalizm insanı tüketmeye ‘özendirdiği’ kadar da, insanın tüm zamanını ve enerjisini elinden alarak insanı tüketmeye ‘zorluyor’. Bir kadın/erkek çalışmak zorunda olduğundan dolayı hazır yemek yemek zorunda kalıyorsa bu bireylerin suçu değildir. En azından bu tartışmada değildir. O açıdan yazınızı bir kapitalizm eleştirisi olarak görmem imkansız. Hele hele ezelden beri takındığınız statükocu tavrınızı göz önüne alınca… Yazının GDO ile ilişkili mantığı çökünce geriye bir tek tavsiyesi kalıyor: "Türk kadını! Salça yapmayı unutma! O senin en kıymetli hazinendir!" Bu da saçmalığın daniskası. Evet, belki gerçekten geleneksel olarak bu ülkede mutfak işleriyle daha çok ilgilenen kadınlar. Ancak geleneklerin sadece kadınlara değil, erkeklere de, ya da ne bileyim enişteye, yengeye, halaya, amcaya biçtiği roller de doğru mudur? Ya da şöyle soralım, doğru olmak zorunda mıdır? Hele hele bu biçtiği rolü doğru kabul edip, daha sonra da hakkında bilgi sahibi olmadan, GDO gibi bir konuda Türk mutfak geleneği üzerinden kadınlara pay çıkarmak doğru mudur? Ben Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarlarından birinin bunu yapması yerine, geleneklerin kadınlara biçtiği rolü tartışmasını tercih ederim. Bu role taraf olsun veya karşı çıksın demiyorum, en azından tartışsın. Ben de hayatımda bir kerecik ama bir kerecik olsun, “Yılmaz Özdil benim ufkumu açtı, bana bir fikir verdi” diyebileyim. Ama yok, siz kolayı yapıp, ve evet, inatla, sonuna kadar SEKSİST bir tarzla, sıklıkla kadınların üstlendiği bir sorumluluğu baz alarak tamamen alakasız bir konuda yazı yazıyorsunuz. Üstelik de bunu yazı boyunca kadını aşağılayarak yapıyorsunuz. "Zahmet edip", "size zor geliyor" gibi kalıplar kullanarak kadını güçsüz, iradesiz, tembel gösteriyorsunuz. Son olarak, yazıyı defalarca okuyup bazı yerlerin sadece kadınları değil, her iki cinsi de hedef alarak yazıldığını düşünmeye çalıştım fakat mümkün değil. Bir yerde sonradan düşünülmüş gibi duran "kocanız da size akıl verecek" diyor ve erkeklere laf ediyorsunuz. Ama bu cümle de yazı boyunca hakim olan seksizmi ve nefreti azaltmıyor, ki bence körüklüyor bile. Hem erkek, hem kadına seslenseniz, Türk insanini topyekûn eleştirseniz anlarım bir noktaya kadar. Ama seslendiğiniz kitle sadece Türk kadını. Böyle bir şey olabilir mi yahu? Öfkeliyim, tepkiliyim, ataerkilliğin buram buram damarlarımıza işlemiş olması beni rahatsız ediyor. Adamın teki koskoca bir köşe yazısı boyunca kadınlara seslenip “vatana millete yararlı kız evlat yetiştirin” salık veriyorsa, erkeklere de aktara gidip baharat almayı öğütlüyorsa, kusura bakmayın ama bu cinsiyetçiliktir. Hatta ecnebilerin deyimiyle “textbook sexism”dir. Maalesef dünkü yazınızla birlikte bir gün mantıklı bir yazı yazacağınız umudumu da yitirdim. “Bana Türkiye’nin en çok okunan yazarı olmak yetiyor” diyorsanız aynı sığlıkta yazılar yazmaya devam edin lütfen. Zira en kolayı ortalamadan şaşmayıp tribünlere oynamaktır. Ama en azından bunu yaparken bünyelerimize hastalıklı düşünceler enjekte etmeye çalışmayın. Saygılarımla, Ad Soyad

28 Ekim 2009 Çarşamba

Kürt Açılımı Üzerine

Tuhaf şeyler oluyor bu aralar memlekette. Ülke siyaseti ve siyasetçileri belki de tarihinin en kritik sınavlarından birini veriyor. Bunca gelişmeye kayıtsız kalmak olmazdı. İçinden geçtiğimiz sürece kimisi demokratik açılım diyor, kimisi Kürt açılımı diyor, kimisi de faşizanca bir tavırla PKK açılımı diyor. Ben umut diyorum. ‘70’lerin sonunda başlayan ama asıl kimliğini (kimlikten kasıt ‘savaş’tır) ‘83’den itibaren kazanan bu çatışmanın sonlanması için ilk kez siyasal anlamda bir şeyler yapılıyor. Bu siyasal çabaya, geleneksel olarak milliyetçi olan Türk milletinin (burada ‘millet’ kelimesi, ‘halk’ kelimesi yerine özellikle tercih edilmiştir) bazı kesimlerinden büyük tepki geliyor. Bunun değişik sebepleri var elbette; en temel sebebi yurdum ulusalcılarının (namely Kemalist), “ulus devlet” kavramıyla girdikleri yakın ilişkinin payı büyük elbette. Ulus devlet demişken Fransız İhtilali’nden söz etmeden olmaz elbette. “Yuh, o kadar geri gidilir mi?” demeyin. Gerçek tam da buralara dayanıyor. Batıdan doğuya doğru gelen milliyetçilik akımının etkisindeki isyanların kronolojik olarak son durağı bu topraklar. Önce Sırplar ayaklanır, sonra Yunanlar vs. Her halk bir şekilde kendi Kurtuluş Savaşı’nı verir; Türkiye de dahil. İşte Türkiye’nin verdiği bu Kurtuluş Savaşı’nda Kürtlere otonom bir bölge sözü verildiğine basit bir Google aramasıyla ulaşabilirsiniz. Doğruluk payı nedir bu belgelerdeki bilemem. Sadece size okumanız için bir öneride bulunuyorum. Ayrıca buradan da kesinlikle desteklediğim anlamı çıkmasın. Nihayetinde Cumhuriyet dönemi sonrası, en azından Kürtlerin kendilerine verildiğine inandığı sözler tutulmayınca Şeyh Sait Ayaklanması patlar. İsyanın nasıl bastırıldığını hepimiz biliyoruz. Ayrıca Şeyh Sait’in de Kurtuluş Savaşı’nda oynadığı çok önemli rolü belirtmeden de geçmeyelim. Resmi tarih bu isyanı İngiliz kışkırtması olarak anlatır ve de dine dayalı bir ayaklanmaymış süsü verir. Aynı resmi tarih Dersim İsyanı’nı yok sayar. Bu isyanın kötü hatırasını silmek için de Dersim’in adını Tunceli olarak değiştirmişti devletimiz. Dersim isyanı koskoca bir şehrin (evet, bütün bir şehir; 40 günlük bebek de ölmüştür, 70 yaşındaki dede de), ait olduğu devletin uçaklarıyla bombalandığı bir ayaklanma olarak tarihe geçmiştir. Cesetlerle baş edilemeyince hepsi birden yakılmıştır. İlk kadın savaş pilotumuz Sabiha Gökçen’in de bu isyanda şehrin üstüne kimyasal silah içeren bomba attığı iddia edilmekte ve bu isyandaki üstün başarısından ötürü madalyayla ödüllendirildiği bilinmektedir. Aynı dönemde Cumhuriyet gazetesi konuyla ilgili manşetini “Tunceli’ye medeniyet geldi” şeklinde atmıştır. Aynı Cumhuriyet o dönemde nasyonel sosyalist bir çizginin peşinde, Kürtleri aşağılamaya devam etmiştir. Dersim’de öldüğü iddia edilen 90000 kişiden sağ kalan gençler de askeri okullara gönderilerek devlet ideolojisiyle harmanlanmış, asimile edilmiş, vatanına milletine yararlı gençler haline getirilmeye çalışılmıştır. Konuyla ilgili bilgilere Türkiye’nin yakın tarihini anlatan ve Talim Terbiye’nin denetimden geçmiş hiçbir kitapta rastlayamazsınız. Çünkü devlet tarihi, devlet tarihçileri tarafından yazılmaktadır (bkz. Şu Çılgın Türkler. Ayrıca yine senaryosunda Turgut Özakman’ın adı olan ‘Cumhuriyet’ isimli film). ‘60’ların sonu ve ‘70’lerdeki öğrenci hareketlerinin nasıl bastırıldığı, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde yapılanlar bilinen şeyler. Böylesine sancılı günler yaşamış Kürtler. Bunların hiçbirini PKK’yı ve/veya Kürdistan kurma emelini meşrulaştırmak için anlatmıyorum; sadece hepimizin empati kurabilmesini sağlamaya çalışıyorum. Sürekli aşağılanma, hor görülme duygularıyla yaşayıp, toplumdan dışlansam, elimdeki haklar alınsa, öldürülsem, köylerim yakılsa ben de aynı tepkiyi vermeyeceğimden emin değilim. Buradan şu noktaya gelmeye çalışıyorum: senin, benim için, Ahmet’le Mehmet için, Hale’yle Jale için PKK bir terör örgütü; ama bölge halkının çoğunluğu için Kuva-yi Milliye muadili bir yapılanma. Benim için 30 senedir insanların ölmesine sebep olan bir sorunun ana unsurlarından biri ve evet sonuna kadar terör örgütü. Ancak bununla tam tamına 26 senedir askeri yollarla mücadele etmeye çalışıyorsun. Özal döneminden itibaren Kuzey Irak’ta işbirlikçi olarak Barzani ve Talabani’yi de kullanmışsın. Yaklaşık son 20 senedir sınır ötesi operasyonlar yapıyorsun. Sonuç olarak bir arpa boyu yol kat etmemişsin. Artık yeni bir şeyler denemenin vakti gelmiş sanki. Bu yeni bir şeyin siyasal çözüm olduğu aşikar. Yıllardır bu sorunun cevabı belliydi zaten. Benzer sorunların çözümü dünyanın birçok yerinde siyasal süreçle oldu. Ulusalcıların model olarak aldığı İngiltere IRA’yla masaya oturduktan sonra terörü bitirdi, İspanya ETA’nın siyasal kanadının varlığını kabul ettikten sonra terörü bitirdi… Artık bizim de diplomasiye başvurma vaktimiz geldi sanki. 25+ senede on binlerce insan ölmüş her iki taraftan da. Gerçi bunun iki tarafı var mıdır bilemedim; “şehit oldu” diyerek gözyaşları içinde cenazesi kaldırılan da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, dağda “ölü ele geçirilen” de. Ece Temelkuran’ın dağdan gelenlerin teslim olduğu sırada konuştuğu bir Kürt kadının dediği gibi “Hepsi bizim evlatlarımız”. Mevzu oraya gelmişken, dağdan gelenlerin karşılanması mevzusuna gelelim. Öncelikle bu gelenlerin Mahmur Kampı’ndan geldiğini unutmayalım. Burası Saddam’ın saçtığı dehşet sonrası kaçanların oluşturduğu bir kamp. Halepçe mağdurlarının bir kısmı, ABD’nin taahhütlerinin gazıyla sınır kapısını açan Özal’ın yardımıyla Türkiye’ye kaçmıştı. Fakat bunlar daha sonra Irak sınır kapısını açmadığı için geri dönemedi. Tam tersi bir akım daha yaşandı ardından. İşte bu arada kalmışların bulunduğu kamplardan biri Mahmur Kampı. Gelenlerin hiçbirinin sabıkası yok, gelenlerin hiçbirisi aranmıyor. Ben bu karşılamayı bölge halkının barışa olan özlemi olarak yorumlamak istiyorum. DTP’nin gövde gösterisi olarak yorumlayanları da bu süreçte DTP’nin ne kadar çaba harcadığını bilmemelerine bağlıyorum. Ayrıca bunu başarabiliyorsa herhangi bir siyasi oluşumun gövde gösterisi yapmasını destekliyorum. Kimse başarısını kutlamaya dönüştürdüğü için onları suçlayamaz. Orada karşılamayı yapanlar artık gerçekten kan dökülmeyeceğine inandığı için seviniyorlar. Belki de artık kendi dillerini konuştuklarında aşağılanmayacakları için seviniyorlar, Kürt Dili ve Edebiyatı üniversitelerde okutulursa bir gün, birileri cıngar çıkarmaz belki diye seviniyorlar... Kendi dilini konuşmak isteyen bir halkın engellenmesinin ne demek olduğunu en iyi bizim bilmemiz lazım? Yıllarca biz bağırmadık mı "Bulgaristan'da, Batı Trakya'da, Yugoslavya'da yaşayan Türkler zulüm görüyor, kendi dillerini konuşamıyor" diye. Bir devlet ideolojisi çığırtkanı diyor ki farklı diller konuşursak birbirimize yabancılaşırmışız. Belçika'da 3 resmi dil var, Rusya'da federal anlamda resmi 1, bölgesel olarak resmi 27 dil var, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde 11 resmi dil var, İsviçre'de 4 tane, yönetim modeli olarak aldığımız Fransa'da 1 resmi dil, 5 tane de devlet tarafından tanınan dil var... Bu örnekleri onlarca çoğaltabilirim. Belki de ilk kez bu insanların hak ettikleri hayatı yaşamaları için bir fırsat var ortada. 25+ yıldır bu süreci üretemeyen Türk Solu'na kızgınlığım, çözüm üretenlere gösterdiği tepkiyle birlikte II. Dünya Savaşı yıllarındaki çizgisine geri dönmesiyle daha da arttı. Eğer bu savaşın bitmesini sağlayıp, Kürtlerin de ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmediği ve kendi haklarına sahip olduğu bir Türkiye yaratabilirse Tayyip'e ömrüm boyunca minnet duyacağım. Yıllar boyu kimsenin yapamadığını yapmaya cesaret ettiği için takdir etmemek mümkün değil. Dünyada insan hayatından daha çok değer verdiğim bir şey yok. Eğer daha az insan ölecekse Kürt açılımının arkasındayım, eğer daha az insan başını yastığa koyduğunda ölen oğlunu düşünecekse Tayyip'in arkasındayım, eğer bu savaş bitecekse bir sonraki seçimde oyum da Tayyip'e. Bu kadar da net söylüyorum. Belki ben fazla iyimserim, belki hayalciyim ama ben bir şeyler olacağına inanmak istiyorum. Bunun için üzerime yapıştırılacak olan yafta 'saflık'sa, varsın olsun. Ben inanıyorum.

15 Ekim 2009 Perşembe

Yozdil üz're

1950, Yılmaz Özdil doğdu.
1951
1952
1953, konuşmayı söktü.
1954
1955
1956
1957
1958
1959
1960
1961
1962
1963
1964
1965
1966
1967
1968
1969
1970
1971
1972
1973
1974
1975
1976
1977
1978
1979
1980
1981
1982
1983
1984
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009, yazmayı hala sökemedi gitti...

-----
Dipnot 1: Bu enfes yazının (harika yazarım!) ilham kaynağı kronolojik olarak eskiden yeniye şu üç yazıdır;
2 - Soğan
(Ekşi Sözlük'ten Solomon, "Soğan" başlıklı yazı için 12 Mart 2009'da demiş ki;
"toplam 249 karakter var. kelime değil, karakter. 9 tane 1 var... 17 tane 2 var... 25 tane sıfır var... diğer rakamların toplamı 12 19 tane de noktalama .... gerisi harf.)


Dipnot 2: Bu sürreal tarzı taklit etmeye çalışan tek zavallı ben değilim, Engin Ardıç da denemiş ama gerçeği gibi olmuyor elbet hiçbiri...


Dipnot 3: Aslında yazının estetiği bozulmasın diye dipnotları hiç  koymayacaktım, yorum olarak yazacaktım ya, dayanamadım koydum. Mazallah, gerçekten böyle yazıyorum sanar birileri falan... Dolayısıyla önlemimi alıp, Engin Ardıç'ın yazısını da oraya dipnot olarak koydum hazır dipnotlara girişmişken. Fazla uzatmadan son bir dipnotum daha olacak. 1950, tamamen benim kafadan salladığım bir doğum tarihidir. Bunun da iki nedeni var. Birincisi, Yılmaz Özdil'in bir tane bile biyografisini bulamadım internette. epey aradım, biyografi sitelerini de kurcaladım, değişik arama öbekleri deneyerek de aradım, yok! Ondan sonra da düşündüm, dedim "zaten tam olarak bir Yozdil yazısı olabilmesi için sallama faktörünü elememek lazım." ve çektiğim kurada 1950 çıktı. Şimdi bunu burada açıklayarak da yine yazının ve tarzın özünü bozuyorum ama yüreciğim elvermiyor, ne yapayım...

yozdil için

   Adamcağız uzun uzun o kadar yılları yazıyor. Acıdım valla. Bu hediyemi umarım kabul eder...    public static void yozdil(int baslangic, int bitis, int artis)     {         for(int i = baslangic; i <= bitis; i = i + artis)         {             System.out.println(i);         }     }

8 Ekim 2009 Perşembe

Türkiye - Yunanistan Arasındaki (Sözde) Farklar

Yılmaz Özdil o keskin mizahi üslubu ile bizleri yine yeni yeniden aydınlatmış. Ben Özdil'in aydınlatamadığı yerleri biraz daha aydınlatmak için bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Lejand: İtalik yerler benim yorumlarımdır. Gerisini üsluptan anlarsınız zaten.

"Bizden banka aldılar. Biz onlardan babayı aldık. Bize pamuk satıyorlar. Eskiden biz onlara satardık. Şeftali ithal ediyoruz onlardan... En son sperm ithal ettik."

Özdil'in ima ettiği üzere biz Yunanistan'a hiçbir şey satmıyor değiliz ne yazık ki, keza bizden bol miktarda demir-çelik ve tekstil ürünü almaktalar. Zaten tekstil en önemil ihracat baremlerimizden biriyken komşuyu ıska geçmek olmazdı.

"İkimizin de üç tarafı denizlerle çevrili; dünyanın en büyük deniz taşımacılığı filosuna sahipler, biz hâlâ taka..."

(Bu konuda daha önce yanlış yorumladığım bir rapora istinaden eleştiride bulunmuştum, fakat yorumlardan da anlaşılacağı üzere benim yorumum yanlışmış. Düzeltir, özür dilerim. Darısı diğer veriler için yazının sahibinin başına...)

Yoksulu sıfır, bizde 4 kişiden 1’i yoksul... Açlık sınırı saçmalığı yok onlarda.

(Yoksulu sıfır değil, ama böyle bir data mevcut değil. [https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/gr.html] 0% ile NA (not available) arasında fark var. Mesela şöyle bir gazete haberi de mevcut: http://ipsnews.net/news.asp?idnews=40033 Diyor ki, Yunanların 3'te 1'i yoksulluk sınırına yakın ya da altında yaşamakta. Ben Özdil olmadığım için espri yapmıyorum tabii.

Bunun yanısıra, gelir dağılımındaki adaletsizliği gösteren Gini katsayısına baktığımızda 33 sayısını görüyoruz ki, dünyada 39. sırada demek bu. Yani süper mükemmel koşullar yok orada da.)

10 milyon nüfuslu ülkenin telefonunu 27 milyar dolara verdiler, 72 milyon nüfuslu ülkenin telefonunu 6.5 milyar dolara verdik.

(Özdil burada bir ikileme düşüyor. Kendisinin de anlattığı gibi ekonomik koşullar ve gelişmişlik harika ise Yunanistan'da, tabii ki daha pahalıya satacaklar. Telefon satışında nüfusa bakılsaydı 90 milyon nüfuslu Etiyopya'nın [Elvan'ın memleketi hani] telefon şirketinin 27*9=243 milyar dolar etmesi lazımdı bu mantığa göre..)

Suriye sınırını komple kiralamaya kalktık, adam bizim sınırda saksı bile vermiyor.

(Burada yazar elma ile armutu karşılaştırmış. Yunanistan bize saksı vermiyorsa, biz de Yunanistan'a saksı vermiyoruz. Yunanistan'ın sınırlar konusundaki tutumunu daha iyi anlamak için Arnavutluk, Makedonya ya da Bulgaristan ile ilişkisine bakmak lazım.)

Asgari ücreti 2 kat.

(Şimdi Özdil usülü bir hesaplama yapayım. Yunanistan'ın kişi başına düşen milli geliri bizim üç katımız, ama asgari ücreti bizim iki katımız. Demek ki bizim asgari ücretimiz daha iyi. Nasıl ama?)

Kıbrıs Rumu’nu AB’ye soktu, Kıbrıs Türkü’nü Rum’a sokmaya çalışıyoruz.

(Önemli not: Esasında Kıbrıs Türk'ü Rum'a girmek istiyor, ama biz engelliyoruz.)

Olimpiyat yaptı, yapamadık.

(Tarihi not: Olimpiyatları yaratan millet/kültür/uygarlık Yunanistan zaten!)

Erkeği, bizden 12 yıl fazla yaşıyor.

(CIA World Factbook'a göre erkeği bizden 7 yıl fazla yaşıyor. [https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/tu.html] (77.11 - 70.12 = 6.99))

Yüzde 82’si tuvalet kâğıdı kullanıyor, biz yüzde 8...

(Bu istatistiğin kaynağını çok merak ediyorum. Yani Türkiye'de sadece 5.5 milyon insan tuvalet kağıdı kullanıyor ha? Herhalde Özdil sadece CHP'ye oy verenler tuvalet kağıdı kullanıyor diye düşündü.

Tabii bir de bardağın boş tarafı var. Yunanistan'ın %18'i tuvalet kağıdı kullanmıyor. Vay cahiller..)

Onların nüfusu kadar işsizimiz var.

(Yunanistan'daki işsizlik oranı %11. Özdil burada rakam vermek yerine gene elma ve armutu karşılaştırarak işin içinden zeytinyağı gibi çıkıyor.)

Onlar zeytinyağı seviyor, biz yağcılığı... (Oeh.)

Seçim oldu, 3 dil bilen, hukuk ve ekonomi masterli başbakanlarını “Daha iyisini yapabilirdin, senin yüzünden geri kalıyoruz” diye sandığa gömdüler.
(Bizim master'ı bırak, doktoralı başbakanlarımız oldu sayın Özdil (bkz. Erbakan), ama onlara da siz küfrettiniz, üniversite bitirmemiş başbakanımızı (bkz. Ecevit) ise baştacı yaptınız. Hayır ben de Ecevit'i Erbakan'a 10 kere tercih ederim de, eğitim herşey değil, onu diyorum. Çok gözünüzde büyütmeyin. Mesela bir de ekonomist başbakan vardı (bkz. Çiller), onun döneminde olanları kimse hatırlamak istemez herhalde..)
Yaa, işte böyle sevgili okurlar. Yılmaz Özdil'in yazılarını "Aaa ne güzel yazmış adam" diye övmeden, karşısında şaşkolozlaşmadan önce iki defa düşünün derim ben, akıl sağlığınızın selameti açısından.

12 Mart 2009 Perşembe

Yılmaz Özdil Fenomeni

Bu adam köşe yazısı yazıyor, ve bu adamı okuyan, ciddiye alan, ne güzel muhalefet etmiş diyen geniş bir kitle var. Kendisini en iyi tanımlayan şey herhalde e-mail adresi (yozdil@hurriyet.com.tr; ne guzel denk gelmiş "yoz dil" öyle?) En son eserine şuradan ulaşabilirsiniz; hayır bu adam hiciv yapıyorsa ben hiciv nedir bilmiyorum, bir daha da hicve bulaşmıyorum. (Hiciv dediğin böyle olur.) Benim cidden merak ettiğim bir şey var, onu da kendisine sormadan öğrenemem herhalde. Yazdıklarına cidden inanıyor mu, düşünce denizi bu kadar sığ mı; yoksa bir spekülatif Vaka-yı Bush ile, bir kendini basit gösterme, halkı böyle manipüle etme çabasıyla mı karşı karşıyayız? Belki de "ulusalcı" kitleyi aptallaştırıp oyları arttırmak üzere programlanmıştır kendisi. (Programlanmış deyince, bir robot ithamı akla gelmesin, daha çok lejyoner diyelim.) Kendisine meslek hayatında başarılar, onu okuyup ciddiye alanlara da derin düşünme yeteneği, mizah anlayışı, eleştirellik falan diliyorum. Bunlardan biri tutacak gerçi, ikincisi tuttuğu anda bu adam işsiz kalır, ben de her gece daha rahat bir uyku çekerim.