2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Ocak 2010 Cumartesi

Milliyet internet sayfasında rehberli bir gezinti

Yılmaz Özdil'in çığır açan yazıda yalınlık yaklaşımından ilhamla ben de görsel yalınlık tekniği ile bir mesaj vermek istiyorum: En yukarıdayız. Milliyet logosunun hemen yanında Renkli hayatlar linki var. Tıklayınca bir milyarderin çıplak kızı sigara içiyor. Gelelim günün manşetlerine: Dünyanın paylaştığı market çılgınlıkları. Habere, pardon foto galeriye bağlantıyı veren fotoğrafta iç çamaşırlı hanımlar herşey gayet normalmiş gibi alışveriş yapıyorlar. Merak edip bağlantıya tıklıyoruz. Fotoğrafların çoğu marjinal görünümlü, değişik kıyafetler giymiş kadınlı erkekli insanlara, değişik objelere ait. İç çamaşırla dolanan erkekler de var. Hakikaten manşetlik(!) bir 'haber' olmasını geçtim de ana sayfadaki fotoğrafın seçimi Milliyet'in erkek egemen, erkeği değil sadece kadını fantazi objeliğine indirgeyen kafa yapısına takıldım desem. Gülmekten kırıp geçiren fotoğraflara tıklamamız için bizleri içeriye davet eden bir çıplaklık lazım tabi. Neyse adil olmak lazım, bu sefer ilgilenenler için boxerlı erkekler de var. Gelelim suçüstü yakalananlara. Yanlış anlamayın bu da haber değil, sadece foto galeri. Yine en çıplak fotoğraf baş sayfada. Galeride gerisini arayanlar hüsrana uğrayabilir. Ha bu arada gıdığından rahatsız olanlar, daha ince bir gerdan isteyenler de unutulmamış. Biraz daha aşağılara iniyoruz. Soldan sağa göremeyenler için geliyor: 'Göğsünü açtı tarihe geçti' -insan nasıl tarihe geçtiğini hakikaten merak ediyor değil mi?- , 'transa sokup taciz etti' -bu sayfada rastladığımız ender haberlerden ama o buğulu fotoğraf başka taraflara mı hitap etmeye çalışıyor yoksa ben mi kötü niyetliyim bilemedim- , 'Fener'in gözü N'onda'... Daha N'ediyim... İn in biraz daha aşağıya in. İşte burası gazetenin en samimi en sıcak kısmı. Bazı başlıklar şu şekilde: Taciz maduru ünlüler, Ünlüler onu paylaşamıyor, Nefesleri kesen modeller, Gözler onun üzerinde, Futbol takımının böylesi. Daha yukarılarda gördüğümüz başlıklardaki dolaylılık veya alakasızlık burada pek yok. İfadeler daha öznel. Neyse o kardeşim, bizim buralarda göte göt derler kayıtsızlığı hakim. E normal. İyice aşağılardayız sonuçta. Eren yasası: Internet gazetelerinde aşağıya inildikçe dolaylılık azalır. Milliyet gazetesinin internet sitesini üç kelimeyle tanımlarsak: libido yükseltici(!), yarı pornografik, seksist. 'Porno ve saçmalıklar sitemiz için aşağıdaki linke tıklayın' deseler ve tüm alakasızlıkları bir yerde toplasalar o kadar da itiraz etmeyeceğim. Ama saf olmamam lazım. Türkiye'de gazeteciliğin amacı sadece porno ve saçmalık severleri memnun etmek değil. Siteye başka amaçlarla -haber almak falan gibi demode şeyler için mesela- gelen erkek güruhunu derinlerdeki fantezileriyle yüzleştirmek gibi ulvi bir görev söz konusu. Milliyet iktisatçıların tabiri ile marjindeki okuyucuyu hedeflemiş gibi duruyor.

29 Ocak 2010 Cuma

Baba Beni Hapse Gönder

Biliyorsunuz, Ergenekon Soruşturması kapsamında "Baba Beni Okula Gönder" kampanyası da incelenmiş, bu incelemenin yapılış biçimi çok tepki uyandırmıştı. Ben o kampanyanın örgütle ilişkisinin ne olduğunu anlamakta güçlük çekmiş, o yüzden bekleyelim görelim demiştim. Ama ne yalan söyleyeyim, altından bu denli bir büyük plan çıkacağını hiç düşünmemiştim doğrusu.
15 yaşındaki Berivan, polise "taş attığı" için 13.5 yıl hapse mahkum oldu tek celsede. Sonra da cezası -dalga geçer gibi- 7 yıl 9 aya indirildi.
Meğer devletimizin derdi şu imiş: Eğer kızlar okula giderse polise "taş atacak" vakitleri kalmaz, biz de hapishanelerin neşe kaynağı olan kız çocuklarımızdan yararlanamayız. Hapiste bir sürü Kürt çocuğu olmalı ki oralardaki gardiyanlar insani tutumlar içine girsinler. Türk - Kürt kardeşliği sağlansın, Diyarbakır Cezaevi yılları bir daha yaşanmasın.
Kim ki bugün devletimizin çocuk haklarını, azınlıkları falan önemsemediğini söylerse çarpılır. Bu denli ince düşünen bir devlet var karşımızda. Devlet hakikaten karşımızda.

24 Ocak 2010 Pazar

Yozdil'in En İyi İşi

Biliyorsunuz bu blog'da Yılmaz Özdil'e çok sataştık. Yazılarında enter tuşunun takılı kalması sebebiyle değil; yaptığı dezenformasyon, attığı yalanlar, "gerçek" diye sunduğu uydurma bilgiler vs. sebebiyle yaptık bunu. "Abi öyle ya da böyle, güzel yazmış adam" deyip yalanı da beğendiğini belli eden yorumlar da geldi, şaşırdık.
Ama bakınız, bu, öyle böyle bir şey değil. Şu ana kadar okuduğum en iddialı yazısı (link). Eğer Yılmaz Özdil takipçisi olursa, kendisine Pulitzer Ödülü'nü bile getirebilir aslında bu.
Biz yine de inceleyelim. Öncelikle teknik bir kaç ayrıntı.
1. ABD'de parlamento yok, eğer gelip burada "parlamenter" falan derseniz suratınıza aval aval bakarlar. Bir meclis (Temsilciler Meclisi), bir adet de senato vardır, bunlar birleşip Voltran'ı oluşturunca da adı Kongre olur.
2. ABD federal bir devlet olduğundan, Anayasayı lağvettiğiniz anda bütün eyaletler teknik olarak başıboş kalırlar. Anayasayı lağvetmek demek, federal tüm yetkilerden vazgeçmek demektir. O yüzden bu planın ilk aşamasının anayasa olması tutarsızca olur. Anayasa'da bireysel özgürlükleri garanti eden "ek maddeler"in (amendment) kimileri lağvedilebilir ama.
3. ABD'de zaten bir adet "İstihbarat Müsteşarlığı" mevcut, yani İstihbarat Bakanlığı kurulması büyük bir olay değil, James Clapper'ın maaşı artar en fazla.
Bu ufak ve önemsiz ayrıntıları geçtikten sonra esas konuya gelelim. Yozdil'in bahsettiği sanırım ABD sıkıyönetim yasası. Her sene "martial law" ile ilgili düzenlemeler geçmekte, ama böyle detaylısını görmedim, duymadım ben. Yani kod adı falan olan, filmleştirileni bilmiyorum. İnternette arandığında bulunamıyor, kendi hafızama güvenmediğim için konuyla daha yakından ilgilenebilecek Siyasi Bilimler (Government) mezunu bir iki arkadaşa sordum, onlar da bilemediler.
Sanırım Yozdil "The Day After Tomorrow" filmini izlemiş yakın zamanda, bunun etkisinde fazlasıyla kalmış, ve bizi yemekte.
Hadi diyelim bütün anlattıkları gerçek. Bu gene "elma ile armutu karşılaştırdığı" gerçeğinin üstünü örtemez. Kendisi, Amerikan kongresinden geçmiş, başkanın imzasıyla yasalaşmış bir plan ile, ordunun gizli tuttuğu, içinde kendi uçağını düşürüp kaos yaratma gibi ifadeler olan bir devleti arka planda bırakan güvenlik senaryosunu onaylamaya çalışıyor. Devletin bildiği ve basında tartışılmış, hatta filmi bile yapılmış bir belge ile kimsenin -devlet personelinin dahi- bilmediği bir belgeyi karşılaştırıp "Ne olacak ki?" gibi masum bir soru soruyor hesapta. Kendisinin müritleri de "Yaa yaa yaa yaa yaa, güzel yazmış adam, bak ABD'de aynısını yapmış" diyecekler.
Şu internet çağında şu adama inanmayın yahu, lütfen, rica ederim.

Tarihte Bugün, Ömürde Bir Yıl

Bugün Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı araştırmacı gazetecisi Uğur Mumcu'nun ölümünün 17. yılı. Tabii ki Mumcu cinayeti hala faili meçhul, hala daha o kan kimin elinde bilmiyoruz. O yüzden elimizden gelenin en iyisini yapıp hafıza tazeleyelim biz de:
Tarihte Bir Yıl - 1993
(kronolojik toparlama için sözlük yazarı dopermen'e teşekkür ederim.)
24 Ocak 1993: Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu arabasına konan bomba sonucu öldürüldü. Uğur Mumcu öldürülmeden önce kaleme aldığı 7 Ocak 1993 tarihli yazısında MOSSAD - Barzani ilişkisinden bahsetmiş, 8 Ocak 1993 tarihli "Ültimatom" başlıklı köşe yazısında "Yakında yayımlanacak bir kitabımda, Kürt milliyetçileri ile istihbarat örgütleri arasındaki ilişkilere ışık tutacak çok ilginç belgeler açıklayacağım” demişti. Emekli Orgeneral Baki Tuğ, 26 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi'ne verdiği demeçte Mumcu'nun kendisiyle Öcalan ile MİT arasındaki ilişkiyi konuşmak için randevulaşmış olduğundan bahsetti.
Saldırıyı "İslami Hareket Örgütü" üstlendi, fakat bu örgütün daha sonra adı sanı duyulmadı. Sesi duyulan ise, "Türkiye Laiktir Laik Kalacak" sloganı ile sokağa dökülen halktı.
5 Şubat 1993: ANAP milletvekili ve eski Maliye ve Devlet Bakanı Adnan Kahveci, geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Trafik kazası Kahveci'nin otoyolda ters yöne girmesi sonucu gerçekleşti. Kahveci'nin arabadan sağ çıkan oğlu Cihan, babasının çantasının trafik kazasından sonra kaybolduğunu söyledi.
Adnan Kahveci, Haziran 1992 tarihinde Turgut Özal'ın isteği üzerine "Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez" isimli bir rapor sunmuş, bu raporda Kürt sorununun çözümü için demokratik hakların önemini belirtmişti. Rapordaki en can alıcı cümlelerden birisi şudur:
"Askeri çözümle hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur siyasal adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtler’in siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp, PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır."
17 Şubat 1993: Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, helikopterinin düşmesi sonucu hayatını kaybetti. Orgeneral Doğan Güreş'in "helikopterin buzlanma sonucu düştüğü" açıklamasına karşın, İTÜ'nün hazırladığı bilirkişi raporunda bunun aksi savunulmuş, motorda deformasyon olmadığı söylenmiştir.
Eşref Bitlis, Çekiç Güç'ün varlığını ciddi şekilde eleştirmiş, PKK sorununun çözümünün komşu ülkelerle ilişkileri güçlendirmek ve de PKK'nın lojistik desteğini ana hedef yapmak olduğunu dile getirmişti. Bitlis'in Doğan Güreş ile de ihtilafı olduğu bilinmekteydi. Eşref Bitlis'in helikopteri, 17 Aralık 1992 Kuzey Irak üzerinde bir yanlış anlama sonucu Amerikan uçaklarınca taciz edilmiş ve inişe zorlanmıştı.
17 Nisan 1993: 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Özal'ın ölüm sebebinin kesinleşmesi için yapılması gereken otopsi yapılmadı; bu konuda ailesinin ısrarcı olduğu fakat otopsinin yapılmadığı ve tam aksine, otopsinin ailesinin isteği üzerine yapılmadığı söylentileri dolaştı durdu, kesinliğe kavuşmuş bir bilgi yok. Turgut Özal'a 18 Haziran 1988'de bir suikast girişiminde daha bulunulmuş, Özal bu olayın soruşturması ile ilgili belli bir noktadan sonraya git(e)mediğini dile getirmişti.
Turgut Özal, Adnan Kahveci ve başka isimlerin de hazırladıkları Kürt raporlarından sonra, danışmanı Cengiz Çandar aracılığıyla Abdullah Öcalan ile görüşmeleri başlatmış, Öcalan 20 Mart 1993'te ateşkes ilan etmiş, bu ateşkesin kalıcı yapılması için DEP milletvekillerini görüşmeye yollamış ve Öcalan'dan kalıcı ateşkes açıklaması gelmişti. Özal'ın, meclisin tepkisine karşı başka bir planı da bir kararname ile genel af çıkarmak ve dağdaki teröristin teslim olmasını sağlamaktı, fakat bu planı gerçekleşemeden vefat etti. Genel af 25 Mayıs 1993'te toplanacak Bakanlar Kurulu'nun gündemindeydi, fakat Öcalan'ın hakkında "Emrini merkezden vermedik" dediği 24 Mayıs 1993 tarihli Bingöl katliamı ile ateşkes bitti, af konusu da rafa kalkmış oldu. Orgeneral Necati Özgen'e göre o gün şehit edilen 33 silahsız erin katliamından alay komutanları ve jandarma komutanları sorumlu tutuldu, mahkemeye verildiler, fakat kendisi cezalarını bilmemekte/söylememekte.
Temmuz'un ilk haftası: Önce 2 Temmuz'da Sivas'ta Madımak oteli ateşe verildi, sonra 5 Temmuz'da Başbağlar'da meydana toplanan köy halkı kurşuna dizildi ve köy ateşe verildi. Sivas'ta 37 kişi, Başbağlar'da 33 kişi hayatını kaybetti. Madımak katliamının faili aşırıdinciler iken, Başbağlar'da fail PKK idi. Bu olay sol kesimin 6 ay içinde İslamcılar'dan aldığı ikinci darbe olurken, dindar kesim Başbağlar'ı hep "solcuların intikamı" olarak gördü, Madımak ne zaman gündeme gelse bu argümanı öne sürdü. Aleviler ile Sünniler arasında bir hesaplaşma olarak irdelendi bu iki olay.
Madımak'ta binlerce kişinin katıldığı görüntülerle tespit olan eylemden 124 sanık tutuklandı ve idam (müebbet hapis) istemiyle yargılandılar; 13 yıl sonra hala cezaevinde olan sanık sayısı 33 idi. Başbağlar katliamının tutuklanan 20 sanığından 18'i beraat etti, bir daha da dava açılmadı.
22 Ekim 1993: Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Jandarma Bölge Komutanlığı'na saldırı düzenlendiği haberi üzerine helikopterle gittiği Lice'de karakol kapısında iken keskin nişancı tüfeğiyle (Kanas suikast silahi) vurularak öldürüldü. Olay "Teröristlerle girdiği çatışmada şehit oldu" diye medyaya yansıdı, bir PKK itirafçısı olayın JİTEM tarafından yapıldığını iddia etti. Bu cinayeti PKK üstlenmezken, Türkiye bahsi geçen Lice saldırılarıyla ilgili "köy yakmak" suçundan AİHM tarafından 225 bin Euro tazminata mahkum edildi.
Bu cinayetten 12 gün önce, Başbakan Tansu Çiller Viyana'da AB toplantısında "Bask modelini uygulamayı düşündüğünü" söylemiş, gelen tepkiler üzerine geri adım atmıştı.
4 Kasım 1993: Eski JİTEM Başkanı Binbaşı Cem Ersever kafasına ateş edilerek öldürülmüş halde Elmadağ'da bulundu. Ersever, devletin terörle mücadele stratejisini beğenmediği için 22 Mart tarihinde istifa etmiş, bu tarihten sonra çeşitli eleştirilerde bulunmuş, Soner Yalçın ile JİTEM konusunda röportaj yapmaya başlamış, fakat röportaj tamamlanmadan hayatını kaybetmiştir. Ersever'in nüfus cüzdanı suikastten sonra Soner Yalçın'ın evine postalanmış, o da bu cüzdanı kitabın kapağında kullanmıştır.
Ersever'in itirafları arasında Yeşil'in kimliği ve HEP kurucusu Musa Anter'in cinayeti bağlantısı, PKK itirafçıları, PKK ile işbirliği yapan devlet görevlileri, faili meçhul cinayetler gibi konular bulunmaktadır. Ersever'in düzenlediği operasyonlar arasında iddialara göre 1991 yılında HEP Başkanı Vedat Aydın evinden alınıp 2 gün işkence gördükten sonra öldürülmesi de vardır.
***********************************************************************************
Bu olayların üzerinden 16-17 yıl geçti. Bakalım:
Adnan Kahveci'nin raporunda söylediklerine benzer bir açılım yapılmaya çalışıldı, Reşadiye baskını gerçekleşti. DTP kapatıldı. Genel af olmasa da, 34 teröristin affedilmesi yeterince infial havası yarattı, halk birbirine girdi. Tarlabaşı'nda protesto gösterisinde silah sıkanlar serbest bırakıldı, ifadelerinde "Para verdiler kurşun at dediler attım" dediler. Belediye başkanları apar topar tutuklandı. Şeriat hala daha geliyor, şeriatçı partinin oyu onca önleme(!) karşın 1991'deki %16'dan %47'ye çıktı. Ordu arada göreve davet ediliyor, bu zaman zarfında iki adet muhtıra verildi.
Arada neler mi oldu? 12 Ağustos 1995'te JİTEM ile PKK bağını araştıran Albay Rıdvan Özden girdiği çatışmada hayatını kaybetti. Rapor gözünün üzerindeki kurşun izinden bahsederken, eşi "Yüzünde yara yoktu" dedi. 1995 yılında TÜSİAD siyasal özgürlükler konulu raporlar hazırlamaya başladı (Demokrasi Raporu ve Dizi Raporu), Sakıp Sabancı "Bask modeli" dedi, 9 Ocak 1996'da Özdemir Sabancı öldürüldü. 24 Ocak 2001'de, yani 9 yıl önce bugün, Diyarbakır halkı tarafından çok sevilen, döneminde faili meçhul cinayet sayısı azalan "barışçı" Emniyet Müdürü Gaffar Okkan pusuya düşürüldü. Ölümünden sonra Kuvayı Milliye tarafından "HADEP işbirlikçisi ve vatan haini" olmakla itham edildi.
Sevinelim bence, çok istikrarlı bir ülkede yaşıyoruz. Aynı senaryo aynen oynanmaya devam ediyor, biz de izliyoruz.
Öncelikle Mumcu ve Okkan; sonra bu yolda şüpheli şekilde hayatını kaybetmiş herkes: Nur içinde yatın.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Yunanistan'dan İlginç Çıkış!

Papandreu: "İsrail tahtımıza oturamaz." Yunanistan Başbakanı Yorgos Papandreu, 27 Ocak St. Crisostomos günü ile ilgili düzenlemeleri halka aktarmak için yaptığı basın toplantısında kendisine yöneltilen bir soru üzerine İsrail - Türkiye ilişkilerini değerlendirdi. Papandreu "Son zamanlarda İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gerildiğini gözlemliyoruz. Bu durum bizde endişe yaratıyor. Bugüne kadar Türkiye ile en saçma diplomatik krizleri yaratan ülke bizdik, ve bu şekilde Avrupa'nın gündemine oturuyorduk. Fakat son olaylardan görülüyor ki, açıkça geride kalmışız." diye konuştu. Yunanistan'ın Novos Shafakis gazetesi muhabirinin "Herhalde İsmail Cem ile birlikte başlattığınız barış sürecinin bizi buraya getirdiğinin farkındasınız. Bu yüzden pişmanlık duymuyor musunuz?" sorusu üzerine hiddetlendiği gözlenen Papandreu'nun, "Biz 21. yüzyılın akıl ve mantık yüzyılı olacağını düşünmüştük, o yüzden bu tür olayları geçmişe gömmeye karar vermiştik. Özellikle milli takımımız Avrupa Şampiyonu olunca "Herhalde gündemden inmeyiz artık" gibi bir yanılgıya büründük. Fakat kazın ayağı öyle değilmiş. Bu noktada hatırlatmak isterim ki, suçlu sen ben değil, hepimiz." dediği bildirildi. "Unutmayınız ki üzerinde keçilerin yaşadığı bir kayalık yüzünden savaşın eşiğine biz geldik. İcabında kara sularını 18 mile çıkartırız. Tümer Metin'i Yunan ordusuna alırız. Gider Mevlana'yı, Kahramanmaraşlı Abdullah'ı sahipleniriz. Tuğçe Kazaz'ı tavlamak için bir Yunan çocuk daha bulur, geri Hristiyan yaparız. Öyle TV dizisi ile kriz çıkarmakla bu işler olmaz. Çocuk oyunu değil bu." diye açıklamasına devam eden Papandreu, sözlerine "Teksas usülü pokerde river'a kadar hiçbir şey belli değildir" diye son verdi. Şimdi Papandreu'nun "Ayşe tatile çıksın." benzeri bir şifre kullanıp kullanmadığı kulislerde tartışılmakta.

Salaklık vergilendirilmeli

Ya çok özür diliyorum sevgili İşkembe takipçileri ama insanların zihinsel/fiziksel ne bileyim, çeşitli yönlerden, doğuştan gelen yetersizliğinin/"ortalama altı"lığının dışında, kendilerinde mevcut olan beyinlerini kullanmamaları da hepimizi dellendirmiyor mu? Düşünmeden davranmak, özellikle de sanal dünyada otomatiğe bağlayıp gözü kapalı ona tıklayıp bunu forwardlamak bu kadar kolayken, gerçekten salaklık vergilendirilse, hatta artan oranlı vergi uygulansa, dünya çok daha müthiş bir yer olur. Buna can-ı gönülden inanıyorum.
Çok basit bir şekilde özetlemek gerekirse;
Salaklık vergilendirilir -> Gelen vergiler salaklıkla savaşta kullanılır -> İnsanlar daha az salaklık yapar -> Daha az spam oluşur, mail kutuları daha az taciz edilir -> Bu tacizlere kanan insanların sayısı azalır -> Spam sayısı daha da düşer -> Ekolojik denge daha iyi korunur -> Düşen spam sayısıyla salaklık vergilerinde de düşüş olur -> Salaklıkla savaşa daha az kaynak ayırmak gerekir ve gelir de azaldığı için öyle de olur -> Vergi ve salaklık denge noktasına ulaşılırken dünya çok daha süper bir yer olur.
Allasen ya, biliyorum, sizin de beyniniz var. Ebat ve kapasite olarak yaklaşık hepimizinki kadar. N'olur kullanın! Gönderdiğiniz linkte 2004 yazdığını, 2012 olimpiyatlarının zaten Londra'da yapılacak olduğunu görün/bilin; görmüyorsanız bakın, bilmiyorsanız öğrenin! Başımıza Hürriyet kesilmeyin!
----------------

K.D. -  TÜRKİYE'YE SADECE 1 DK 2012 OLiMPiYATLARI iCiN iSTANBUL 9 ADAY SEHiRDEN BiRi...ŞU ANDA iSTANBUL OYLAMADA BIRINCI DURUMDA!... MOSKOVADANSADECE 50.000 OY ÖNDE... 1 DAKiKANIZI AYIRIP OY VERIN LÜTFEN, SADECE ASAGIDAKILINKI TIKLAYIP, iSTANBUL KUTUCUGUNU SEÇiP VOTE'YE TIKLAYIN... HERKESE YÖNLENDiRiN LÜTFEN http://www.cnn.com/2004/SPORT/01/16/olympic.bids

18 November 2008 at 00:44 · Report" -------------- P.S. Bu aptal forward, Feysbuk'ta 18 Kasım 2008 tarihinde bir grup duvarına yazılmış ve tarafımdan az önce görülmüştür. En son geçen sene gelmişti bi' tanesi mail kutuma, bu forwardın bittiğini, modasının geçtiğini düşünüyordum, yanılmışım.

Asker vs. Sivil

Müjdeler olsun! Anayasa Mahkemesi memleketi bir kez daha iç mihraklardan kurtardı ve askerin sivil mahkemede yargılanabilmesini sağlayan kararı iptal etti. Siviller ise hala daha askeri mahkemede yargılanabiliyor. Demokrasimiz emin ellerde, korkuya mahal yok.

Cennete Gidilir Mi Yahu?

Neredeyse her dinde bir "öbür dünya" konsepti vardır, ve bu konseptin ayrılmaz parçası da "cennet-cehennem"dir. Tabii her dinin cennet ve cehennem yorumu farklı, ama Semavi dinlerde İslam'daki kadar iyi tanımlanmışı yok. Demek istediğim şu ki, cennetin ve cehennemin nasıl yerler oldukları açıkça belirtiliyor, bizim hayalgücümüzden ibaret değil tam olarak. Ve şunu açıklıkla söyleyeyim, İslam'daki tanımı itibariyle cennet o kadar iyi bir yer değil.
Cenneti sorgulamam ilk küçük yaşta başladı benim. Din dersi hocamız cennette kimseyi tanımayacağımızı, ailenin vs. olmadığını söylemişti, ben de bu yüzden oturup ağlamıştım "Öbür dünyada annemi babamı unutacağım böhühühü" diye. Ondan sonraki cennet tasvirleri de aklıma pek yatmış değil.
Sürekli dile getirilen bir sütten ve baldan ırmaklar durumu var. Şimdi efendim, ben laktoz sindirme zorluğu olan ve de tatlı yemeyen bir insansam önüme sadece bal ve süt ırmağı konmasını hoş karşılamıyorum. Hem ırmak olarak akabilen bir bal sulandırılmış olacağından gayet de kalitesizdir kesin. Hadi bal gölü olsa neyse, bir derece anlarım da...
Cennetin betimlemeleri arasında "herkesin mutlu olduğu, olumsuz duyguların olmadığı bir yer" de var. Şimdi böyle insanlarla gerçek hayatta Pollyanna diye dalga geçilir biliyorsunuz. Sen bütün hayatın boyunca "Poli, Poli ehuehue" diye dalga geç, sonra cennete gidince bir bakmışın sen de dahil herkes Pollyanna. Olmaz, bozar.
Bir de cennette herkesin en pahalı kıyafetleri giydiği, en gösterişli koltuklarda oturduğu, en lüks yaşam tarzını benimsediği söylenmekte. Bir kere herkes böyle kokoş, tiki falan olacaksa orada benim işim olmaz arkadaşım. Benim için cennet, herkesin çenesini kapayıp oturduğu, kütüphane havasında bir yerdir. Böyle sessiz sakin mutlu takılacaksın, yok pembe incili kaftan falan, rüküş şeyler bunlar.
Kadınlar için inisiyatif ise iyiden iyiye az. Cennette cinsel ilişkinin dünyadakinden 100 kat daha zevkli olduğu söyleniyor; erkeklere huriler vaat edilirken kadınlar için belirtilen bir şey yok (en iyi ihtimal kocalarıyla olacaklar). Erkek açısından bakalım, eh onlar huriler varken karılarının suratlarına zaten bakmayacaklar. Onların cinsel ilişki zevki artacakken, kadınların can sıkıntısı 100 kat artacak. Diyelim kurdular, kadının cinsel ilişkiden zevk aldığını bilmeyen moronların cennet versiyonu demek, kadın için 100 kat daha zevk yerine sıkıntı demek. Hadi kadınların hemcinsleriyle cinsel ilişki kurma şansları var; bu erkekler için daha da büyük ödül demek, otur çekirdek çitlerken izle, oh. Hiç adil bir durum değil bu.
Ey Müslümanlar! Sırf cennete gitmek amacıyla ibadet etmeyin. Yoksa gittiğiniz yerde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz, baştan söyleyeyim. Dava açalım deseniz, cennette avukat olacağını pek zannetmiyorum ben. Hem belki de cehennem o kadar da kötü bir yer değildir...

21 Ocak 2010 Perşembe

Türk erkekleri çok süper!

Radikal'in anasayfasindaki başlık yukarıdaki gibi. S.S.C.B. döneminde erkekler kendilerini alkole verdiği için şimdi 6 kadına 1 erkek düşen Moğolistan, gözlerini Türk erkeklerine dikmiş. 20,000 adet delikanlı istiyormuş Türkiye'yi ziyaret edecek olan Moğol heyeti. Alman ve de bilimum Avrupalı kadınlardan sonra, Moğollar da Türk erkeğinin cazibesine kapıldılar. Tüm dünyanın aynı şeyin farkına varması yakındır. (Bir de ikinci elden aldığım bir ayrıntı var. Bu haber televizyon kanallarında da yer almış. Sokak ropörtajında, bir vatandaşa 6 kadına 1 erkek oranından bahsedilince, verdiği tepki "Altısı bir arada mı olacak?" olmuş.)

Türkiye'nin İşgali

Dün bunu Fatih Altaylı (ki kendisini ne kadar sevdiğimizi şurada anlatmıştık) ve Mine Kırıkkanat (kendisi en son "kıllı donlu göbekli halk" tamlamasını kullanmıştı, sonra duyduk ki Vatan'a geçmiş) dile getirmiş. Demişler ki, "ABD Haiti'yi işgal etti, bizde deprem olunca bizi de işgal edecek!"
Efendim, birincisi, Haiti ABD'nin burnunun dibinde olan bir ülke. Fakirlikten kırılıyor, doğal kaynağı yok. Sadece insani yardımlarla ayakta duran bir ada. Halihazırda 9000 adet BM Güvenlik Birimi (ki bunların ne kadar etkili(!) olduğunu Sudan tecrübesi öğretti bize) orada görev yapmakta zaten, zira uyuşturucu kartelleri mevcut, hafiften çatışma ortamı var. Durum hiç de iç açıcı değil.
Peki ne yapıyor ABD? Haiti'ye 11.000 asker yolluyor yardım faaliyetleri için. Bu rakamı gören bizler de "ABD işgal etti!" diyoruz. İyi de, Haiti'nin insan gücüne ihtiyacı olduğu çok açık, ne yapacaktı ABD, 11.000 sivil mi yollayacaktı? Teksas Gönüllüler Derneği mi gitseydi oraya? Peki başka yerlerde deprem olduğunda biz de Mehmetçik'i yollamıyor muyuz sağa sola? Doğal afetlerde en kolay mobilize edilen birlikler askeri birlikler değil midir?
Ya ABD sadece asker mi gönderdi Haiti'ye? Hayır, yanında 130 milyon dolar da var. Kanada ile birlikte en çok yardımı yapan ülke. AB'den 3 Milyon Euro çıktı şimdilik, bağımsız olarak gönderilen yardımlar hariç (ki onun en büyüğü 33 milyon dolar ve Brileşik Krallık'tan geldi)
Bunların hepsinin altında temel bir neden var. Eğer bugün ABD yeterince yardım etmese, tüm dünya "Gördünüz mü, burnunun dibinde ülke yıkıldı, adamların kılı kıpırdamadı, işte pis ABD" diyecek. Yalan mı? Bugün ABD'yi eleştirenler ilk bunu demez miydi?
Sizce ABD, daha geçen gün Afganistan'a daha fazla asker gönderecek diye inanılmaz tepki almışken, bir de Haiti'yi işgal eder mi? Ki elde daha Irak var. Bu dış politikanın neresi mantıklıdır? Tabii siz ABD'nin amacının bir gün tüm dünyayı fiziksel olarak ele geçirmek olduğunu düşünüyor olabilirsiniz, o zaman haklısınızdır.
------------------------------------------------------------------------------------------------
Teybi geri saralım. Bir Millennium Challenge 2002 kasırgası kavurmuştu ulusalcı cenahı bir aralar. Bu tatbikatı kimse bilmezdi, ama rivayetler muhtelifti:
1. Bir adet Akdeniz'de ada sorunu olan, iki kıtayı birbirine bağlayan ülkede o ada ülkesi ile ilgili bir siyasi kriz sonrası asker başa geçiyor, ABD'de burayı işgal ediyor. (ekşisözlük)
2. Bir adet ülkede yıkıcı deprem meydana geliyor, bu depremle eşzamanlı olarak uluslararası bir mahkeme ülkenin çıkarlarına ters bir karar alıyor, bu ülkede darbe oluyor ve ABD 96 saat içinde burayı işgal etmeye başlıyor. (stratejikboyut: Bu adreste daha fazla komplo mevcut, özellikle 96 saat seçilmesinin çok önemli olduğu, bütün NATO ülkelerinin davet edildiği ama Türkiye'nin edilmediği falan yazıyor.)
3. (Üste ek olarak) Tatbikat Lozan'ın yıldönümünde başlıyor, zaten Associated Press de Türkiye'nin işgal edildiğini yazdı. (Ulusal Kanal)
Peki gerçek ne? Millennium Challenge tatbikatı, Ortadoğu'da Basra Körfezi'ne kıyısı olan, ve de bir diktatörce yönetilen bir ülkeye karşı düzenleniyor. Zaten bu tatbikattan belli bir süre sonra ABD'nın Irak'ı işgal etmesi çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Ama tatbikatta işgal edilen ülkenin generalinin (ki kendisi açığa alınmıyor, çünkü zaten emekli) beklenmedik başarısı, tatbikatın kurallarının değişmesine, önceden planlanmış şekilde oynanmasına yol açıyor, bu da ufak çaplı bir skandal oluyor. (The Guardian: Hoş Ulusal Kanal ya da Stratejik Boyut kadar güvenilir değil ama...)
Bu konuyu zamanında çok araştırmıştım, birçok yabancı gazeteyi, forumu vs. okumuştum. Bütün yorumlar Irak ve İran üzerine yapılıyordu, bir adet de Türkiye diyenini duymadım. Türkiye ancak "Oradaki müttefik, tatbikatta etkin olarak kullanılmıyor, bu bir eksiklik" falan tarzı yorumlarda geçmekte idi. Hatta bunun üzerine Cumhuriyet yazarı Ümit Zileli'ye mesaj atmıştım, tabii ki yanıt gelmemişti. Komploist inançlarımın geri dönülemez tahribatı o zamanlarda başlar, sene 2004.
İşin garibi, bu konu Kozmik Oda olayında falan da gündeme gelmiş, forumlarda dile getirilmiş. Ben unutulup gitti sanıyordum, ama unutmayanlar, hala daha Türkiye'nin işgalini bekleyenler varmış meğer. Geçenlerde de eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş'un bir açıklaması vardı "AKP'nin icraatı çok kötü, savaş çıksa yeterli ilaç stoğumuz yok" diye. Bu bizimkilerdeki süreklilik kazanmış "Soğuk Savaş zihniyeti" hali beni endişelendirmekte açıkçası, yazık, üzülüyorum cidden. Mesela yeri geliyor, 1924 yılında Lord Bilmemkim'in "Biz bunları şimdi veriyoruz ama, sonra geri alacağız" diye, tamamen gözdağı vermek, üstünlük kurmak amaçlı söylediği politik bir cümleyi "Bak, İngilizler tam 85 yıldır planlıyorlar" diye sürüyorlar piyasaya.
Aslında süper bir rahatlık bu: "Abi Yahudiler ABD'yi yönetiyor, ABD dünyayı, herşey planlı, Kabala Mabala Tombala, feomidyum, bor minerali..." Amcam olayı çözmüş bitirmiş, millet boşuna 4 yıl Uluslararası İlişkiler okuyup üzerine master, doktora falan yapıyor. Ne güzel değil mi, kimsenin bilmediğine vakıf olma hissi. Bu bizdeki "Abi herkesin gözü bizde, çok mühim bir ülkeyiz" inanışı, ve arkasındaki milli gurur/eziklik karışımı duyguların hastasıyım ben. "Bütün dünya bir oyun aslında, bunun farkındayız, yapacağımız bir şey yok" deyip sal gitsin deme, herşeyi ucu belirsiz bir komploya bağlama, böylece rahatlama, kendini tatmin etme. Bu düşünce şeklinin, Milli Tarih eğitimi ile oluştuğunun farkına varamama, sürekli "O düşman, bu düşman" denerek yetiştirilmenin bu sonuca vardırdığını es geçme.
Hayat size güzel abilerim ablalarım. Bu arada Yahudi bir arkadaşla konuştum, yakında İsrail bir tatbikat yapacakmış, hazırlıklı olun.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Batıyor Kardeşim #3 - Rütbe

Annemin tüm iyi niyetiyle bana çocukluğumdan beri empoze ettiği bir tembihi vardır: "Oğlum ne olursan ol baş ol, istersen soğan başı ol." Şimdi düşünüyorsun, soğan başı dediğin şey ona dokunmaya kalkanı ağlatan bir şey. Sembolik bir anlatım aslında, katman katman altına gidersin.

Neyse, bu sefer laf atacağım olgu "rütbe merakı". Kenan Doğulu bile durumun farkına varmış ki şarkısını yaptı.
Ademoğlu (kızı değil) ego masajına muhtaç bir varlık. Arada lazım ki biri gelip o yumuşak ve narin ellerini egomun üstünde yavaşça gez... Öhm. Ne diyorduk? Hah, ego masajı. Şimdi bu ego masajı öyle geniş bir kavram ki, insan abisi, ablası, kardeşi, oğlu fark etmez, illa ki hava atacak. O yüzden şu ve türevi diyalogları sıklıkla duyuyoruz:

- Sizin oğlan ne iş yapıyor?
- FUD'de müdür. Sizinki?
- Bizimki de BUM'da müdür olmuş.

Altında kaç kişi çalışıyor, yetkisi ne, çalıştığı şirket ne iş yapar? Yok anam, müdür müsün, tamam. Bu yüzden o kadar çok bürokrasi doğuyor ki, herkes müdür, herkesin altında bir birim, oh anasını. 10 personelli yerde 3 müdür yardımcısı olur mu yahu?

Hadi müdürlük müessesesini geçtim, bir de şişirme ünvanlar var. "Merhaba, ben Gündüz Tokgezer, Gelbili şirketinin dış finansman sağlama birimi teknik analistiyim" Ne iş yaparsın dayı? Excel'e sayı giriyorum. Helal. Zaten bilinen denklemdir ki, iş ünvanı uzadıkça yapılan işin önemi azalır. CEO: 3 harf, eleman şirketi yönetiyor. Yatırım Bankacılığı Enerji Bölümü Finansal Analisti. Powerpoint'te sunum hazırlıyor.

Bununla alakalı olarak bir de George Orwell'i kıskandıracak düzeyde "anlam olumlama" çalışmaları var. Mesela nedir? Tepkili ısıtma mühendisi: Kaloriferci. Hidroporselen yöneticisi: Bulaşıkçı. Gibi. Evet pek iyi olmadı, eh işin ustası değiliz kimileri gibi.

Tamamdır, rütbe insanların zaten nefret ederek yaptıkları işlerinden bir sahte tatmin alma yöntemi olsun, eyvallah, kabulümdür. Bana esas batan, rütbe ile gelen hitap zorunluluğu. Şu memlekette bir adet iş koltuğu bulan herkes "Bey" veya "Hanım"lığa terfi ediyor, burun ve popo hacmi eksponensiyel olarak artmaya başlıyor, o noktada benim nevrim dönüyor.

Şimdi GE'nin CEO'su gelip sunum yapıyor, sonra yanına gidiyorsun:

- Merhaba Bay Donaghy.
- Bana Jack diyebilirsin.

Bizde ise personel şefine "Efendim" demek zorundasın. Acayip bir iş. Sunuma kot pantolonla gelen mühendis azarlanır, bacak bacak üstüne atan adam ciddiye alınmaz, saçı ortadan muntazaman ikiye ayırmamış kişinin malumatı dinlenmez falan filan, onları iyice geçtim.

Dediğim şu: İnsanların önemsiz bir iş yaptıklarını bildiği için kendilerini rütbe yoluyla tatmin etmesi, ve de diğerlerinin bu saçmalığa biat etmesi bana batan. Bu rütbe ile gelen şişkin ego, kulluk kültürünün yerleşmişliğini daha da güçlendiriyor bir yerde. Herkes yasalar önünde eşittir; fakat üst görünce hemen ceketinin önünü ilikleyen adam daha eşittir. Bu da "efendilik" kültüründen, birey olmanın anlamının tam olarak keşfedilememesinden, başarılı olma kıstasının "altına birkaç adam almak" ile tanımlanmasından geliyor ("hobi olarak gene yap" boyutuna hiç girmiyorum zaten.)

Atasözü var ya: "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz." Külliyen yalan. "Ayinesi laftır kişinin, işi s.ktir et." Memleket sineklerin bile üzerine konmaya tenezzül etmediği insanlarla dolu esasen.

Chernobyl’den Şişli’ye

Geçen hafta sevgili başbakanımız Rusya’dan nükleer santral haberleriyle döndü. Nükleer enerji sakıncalı mıdır, değil midir bilmiyorum, çok hakim olduğum bir konu değildir. İhtiyacımız var mı , yok mu, varsa yeni teknoloji mi kullanılacak, onu da bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da nükleer enerjinin yaptığı tek çağrışımın 26 Nisan 1986 olduğu. Chernobyl’in 4. reaktörünün patlamasından 2 gün önce de Ermeniler 1915 olaylarının 71. yılını anıyorlardı. O zamanlar kızılın hakim olduğu Karadeniz’in kuzeyinden gelen radyoaktif parçacıklar, her daim yeşilin hakim olduğu Karadeniz’in güneyine yağdı. -------------------------- Bu coğrafyanın Karadeniz’inde güneş ilk Hopa’dan doğar. Bir önceki dönemde Türkiye’nin tek sosyalist belediye başkanını çıkaran, faşizmle yıllardır savaşan Hopa’dan… Ülkenin karmakarışık olduğu ‘72’de bir çocuk doğdu Hopa’da, 14 sene sonra içtiği çayın yapraklarına, bölerek yediği ekmeğin yapıldığı mısıra, çorbasını içtiği kara lahanaya, kuzeyden esen yıldızın ölüm getireceğini bilmeden. Oysa Kuzey Yıldızı yol gösterici bilinir. Yıllar geçti, yolu gösteren ışık oldu o çocuk. Kazım Koyuncu türküler söyledi Türkçe, Lazca, Gürcüce, Hemşince... Kulağa ne güzel geliyor değil mi; Hemşince? Bu güzel adamdan duyana kadar 4-5 yıl önce, Hemşince’nin varlığından bile haberim yoktu. Lazca’yı duymuştum elbet “Kuş” Mehmet eniştemden, Çerkezce dedemin ana diliydi mesela, Gürcüce öbür yakasıydı Çoruh’un… Ama Hemşince, hiç duymamıştım. Tahmin ettim elbet adını Hemşin’den aldığını. Ama nasıl olmuştu da bir ilçenin kendine ait koskoca bir dili olmuştu? İlginç bir hikayesi var Hemşince’nin. Sarp sınır kapısı Gürcistan’la sınır kapımız değil de, S.S.C.B.’yle aramızdaki perdeyken, Hemşin ve çevresinde yaşayan özellikle genç nüfusun etnik kökenlerinden pek haberi yokmuş. Ne zaman ki Sovyetler dağılıp Kafkas’lar birbirine karışmış –her anlamda-, işte o zaman Ermenilerle rahatlıkla anlaşabildiklerini görmüşler Hemşince kullanarak. Hemşinliler’in bir kısmı aslında Osmanlı döneminde İslam’ı seçen –veya seçtirilen- Ermeniler olduğunu o zaman öğrenmişler. Hatta öyle ki, Ermenistan’lı Ermeniler, Hemşinliler’in konuştuğu Ermenice’nin hiç bozulmamış bir Ermenice olduğunu söylüyorlar. Yeni nesillerin babalarının, dedelerinin bu durumdan haberdar olup da, çocuklarından, torunlarından saklamalarını akıl almıyor ilk bakışta. Sonra düşündükçe asimilasyonun ne derece kemiklere işlediğini anlıyor insan, hayal ettikçe kendi kemikleri de sızlıyor. (Tam bu satırları yazarken, bir de ekşi sözlüğe bakayım dedim ve şuna denk geldim.) Bugüne dek neredeyse en ufak bir sürtüşme olmamış bölge halklarının arasında ama, suçlayabilir misiniz onları kimliklerini kendi çocuklarından bile sakladıkları için? Hele de hemen yanıbaşlarından çıkan beyaz bereli bir çocuğun, bir başka Ermeni kökenliye yaptıkları düşünülünce. Diaspora olmak zordur, 3 yıl önce dün daha net görüldü bu. Hrant’ın doğduğu topraklardan Nemrut görünür. Komagene krallığı Aramca mı konuşurdu, Hemşince mi bilmem. Bildiğim Komagene’nin üzerinde kurulu olduğu Nemrut'ta güneşin batışını bir başka Ermeni Ara Güler’in fotoğraflarından öğrendiğim. Diaspora Ara’dadır, arada kalmıştır. Ne bulunduğu yerdendir, ne de bölündüğü. Hele hele Türkiyeli Ermeni olmak daha da zordur. En zoru Hemşinli olmaktır. 1915 olaylarında öldüğü iddia edilen 1,5 milyon Ermeni’ye ek olarak, o dönemde Müslüman olan yaklaşık yarım milyon Ermeni’yi de katarak, kayıp sayısını 2 milyon olarak belirler kimi muhafazakarlar. Buradayken de zaten çemberin dışındaki adamlar onlar. ‘80’lerin sonu, ‘90’ların başı –tam tarih veremeyeceğim- bir gün Yeşilköy Çiroz sahilinde denize giriyoruz. Babamın patronu Yervand var, oğulları Sarim ve Ari var, anneleri var bir de. Maalesef annenin adını hatırlayamıyorum. Sarim annesine “mama” diyor sürekli. İnatla soruyorum “mama ne demek, neden anne demiyorsun” diye. Aklım ermiyor diye babam susturuyor. Aynı Sarim sonraki sene bana Paskalya’da boyanmış yumurta getiriyor. Seneler geçiyor, babası Yervand üniversitede ziyaretime geliyor. Kampüsü gezdirmek istiyorum, ilk sorusu “okulda çok ülkücü var mı?” oluyor. Hâlâ her bayramda arayıp kutluyorlar. Babam onların yanında çalışırken her Cuma namaza gidebilsin diye 2 saat izin veriyorlar. Ama bir yandan da ticaret yaptıkları insanlara, ortak olan iki kuzen –Pakrat (Pako) ve Yervand- kendilerini Türk isimleriyle tanıtıyorlardı. Korku mu dersiniz, çekingenlik mi, size kalmış. Ama ben ne zaman Bakırköy’deki Surp Astvazazin Kilisesi’nin iyice kapalı kapılarının önünden geçsem, korkunun kokusunu alırım, utanırım. -------------------------------- Chernobyl Türk’ü de öldürdü, Laz’ı da, Gürcü’yü de, Hemşinli’yi de, bana Hemşince’yi duyuran Kazım’ı da. Birlikte öldük ama birlikte yaşayamadık bir türlü. Hrant birlikte yaşayabilelim diye yaşadı, birlikte yaşayabilelim diye, Şişli’de bir sokakta öldü. Biz yine beceremedik. Faşizm mi galip geldi, biz mi faşizme yenildik? Artık ayağa kalkma vaktidir! Kazım’la Hrant kolkola gezerken bir yerlerde, bizim için de artık yollara düşme vakti gelmiştir! Ben bağırırken “Hepimiz hâlâ Ermeni’yiz, hepimiz hâlâ Hrant’ız!” diye, sen de susma Hemşinli... Sen de bağır geçmişini!

Komünal'den Notlar #1: Tam Gün Yasası

Komünal İşkembe yazarları, buraya yazmadıkları zamanlarda neler yapıyorlar, kendi aralarında neler konuşuyorlar hiç merak ettiniz mi? Perde arkasında, e-posta üzerinden yapılan konuşmalar, sürdürülen tartışmalar, sonunda gözler önüne seriliyor! Komünal'den Notlar serisiyle, birden fazla yazarın katkıda bulunduğu karşılıklı yazışmaları yayınlıyoruz. Serimizin ilk yazisi da su anda gundemde olan Tam Gun Yasasi. Eren: İşkembe'de dillendirilmemiş iki güncel mesele var: Birincisi Türk Tabipler Birliği'nin muhalefet ettiği tam gün yasası. Recep Akdağ ısrarla bunun hem halkın yararına hem de doktorların yararına olacağını savunuyor. Bu konuda bilgisi olan birşeyler karalamak isteyen var mi? Diğeri de referandum süresinin 120 günden 45 güne indirilmesine dair yasa teklifi. Bu konuda düşüncesi olan? Natura horror vacui: Açıkçası tam gün yasa tasarısıyla ilgili bir şeyler karalayacak kadar donanıma sahip değilim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim, sonuna kadar destekliyorum. Devlet hastanelerine günde 2 saat uğrayıp "benim muayenehaneye bir uğra, bakalım" diyen doktorlardan, sürekli pratisyen hekimlere tedavi olmaktan bıktım şahsım adına. Ayrıca başka hangi devlet çalışanı vardır ki, kendine ait bir yer açmaya hakkı olsun. En basitinden benim için "kanun önünde eşitlik" ilkesine aykırı bu. Yasalarda benim bilmediğim, hakim olmadığın kavramlar, boşluklar söz konusu olabilir. An itibariyle sadece akıl yürütüyorum. Aynı zamanda Cerrahpaşa'da çalışan ve de ders veren kendi göz doktorum bana sadece Dünya Göz Hastanesi'nde randevu veriyorsa ve ben yaklaşık 4 dk süren, siktiriboktan bir göz muayenesi için 180 tl ödemek zorunda bırakılıyorsam bu yasa tasarısını desteklerim. Bu kadar net. Bu yasa tasarısının altyapısının sağlanması, doktorların maaşlarındaki iyileştirme falan gibi teknik detaylar Sağlık Bakanlığı'nın üzerinde dikkatle durması gereken konular. Zira bu topraklarda bolca tepeden inme devrim gördük, sonuçları ortada. shelbyl: Şimdi tamamen dışarıdan bakan fikrimi söyleyeyim. Mevcut sistem yanlis. Bu net. Devlet hastaneleri adam gibi çalışmıyor. Doktorlar hastanede "Olmak zorunda oldukları için" duruyorlar, en ufak arada muayenehanelerine gidiyorlar. O yüzden tam gün yasası çok isabetli. Ama şu da var, mesela bir doktor diyelim "ayrıca" çalışmak istedi özel laboratuarı var, orada bağımsız iş yapıyor. Onun kısıtlanmasına da karşıyım. Bu adam isterse akşam 5'ten sonra çalışır, ona laf edemeyiz. Geleceği yer şu bu tasarının, isteyen, kalifiye olan, azim eden özel sektöre geçecek, ya da laboratuarlarına dönecek; devlet işini angarya olsun diye yapanlar gidecek, cidden yapmak isteyenler kalacak. Devletin kalitesi düşecek belki, ama maddi durumu sebebiyle devlet hastanesine muhtaç olan da en azından biraz daha insan gibi muamele görecek. Benim anladığım bu. Bizzat teyzemden biliyorum, Antalya Devlet Hastanesi'nde 6 tane biyokimyacı vardı bir ara. Teyzem gidiyordu sabah, girişini yapıyordu, sonra oturuyordu asgariyetle, yapacak iş yok ki?
Devlet sistemi çürük yani, ama iyileştirme hamlesi bu müdür, %100 efektif mıdır bilemem. Şu da var, doktorların itirazının tek sebebi kazanacakları paranın azalması. Etik, çalışma koşulu vs. değil yani. Okudum okudum açıklamalarını, bunu anladim. Eren: Ben de natura ve shelbyl'e katılıyorum. Mevcut sistem tam bir rezalet. En büyük mağdur da tabii ki vatandaş. Tabi yasa tasarısının detaylarını henüz bilmiyoruz ama ana hatlarıyla değerlendirirsek vatandaşın yararına olacağını düşünüyorum. Bazı insanlar hükümetin benzer eğitim seviyesine sahip diğer meslek gruplarına göre belirgin bir şekilde daha fazla kazanan meslek gruplarını aşağıya çekmek, dolaylı olarak vergilendirmek istediği görüşünde. Bunda doğruluk payı olabilir. Zira Recep Akdağ'ın televizyondaki bir iki konuşmasında doktorların kazancının halkın geri kalanına kıyasla daha yüksek olduğu ve bunun "adil" olmadığı iması sanki ikincil bir gerekçe gibi sunuluyor. Yasadan etkilenecek hekimlerin ve onları temsil eden Türk Tabipler Birliği'nin (TTB) itirazlarını kamuoyu nezdinde gayri meşru kılmak için sunulan bir argüman. Kendi "adalet" nosyonunuza göre Akdağ'a hak verebilir veya karşı çıkabilirsiniz. Orası size kalmış ama eğer hekimlerin ve TTB'nin maddi çıkarlarını savunmak adına vatandaşı sefil eden bir sistemin devamı isteniyorsa ve vatandaşın maduriyetine son verecek alternatif bir tasarı önerilmiyorsa o zaman TTB'ye sert bir tepki vermek lazım sanırım. TTB'nin hekimleri temsil konusunda tekel olması durumu var. Mevcut yasalar TTB'ye alternatif başka bir meslek odasının kurulmasına müsade etmiyor. Muayenehane işleten doktorlar TTB'ye üye olmak ve üyelik aidatı ve lisans ücreti ödemek zorunda iken sadece devlet ve üniversite hastanelerinde hekimlik yapanların böyle bir zorunluluğu yok. Akdağ'in iddiasına göre TTB'nin gürültü koparmasının altında yatan en önemli neden bu yaşanın TTB'nin gelirlerini baltalaması. Bir yandan da Akdağ'in açıklamasına göre maaşlarda bir düşüş olmayacak. Maaşların daha çok performanşa endekslenmesi söz konuşu. Tabi yine ayrıntılara bakmak lazım. Hekimler eski maaşlarını ancak insanüstü mesai saatleri ile muhafaza edebileceklerse; yorgunluk, bitkinlik sebebiyle tıbbi hatalar artacaksa maaş sistemi yanlış demektir. Netice olarak shelbyl'in de dediği gibi vatandaşın muayenehanelere mahkum edilmeden hizmet alması sağlanırken devlet hastanelerindeki doktor kalitesi düşebilir zira zaten muayenehanesi tıkır tıkır işleyen bazı iyi doktorlar tercih yapmak zorunda bırakılınca devletten ayrılacaklar. Ama bir yandan da genel hizmet kalitesi performansa bağlı ama insani bir maaş politikası sayesinde yükselebilir de. Burada iki kritik mesele var. Birinci mesele devletteki mevcut doktorların halihazırda potansiyellerinin ne kadarını kullandığı. İkinci mesele de devletteki kalifiye doktor kaybı ne kadar olur meselesi. Şu an muayenehanede çalışmayan devletteki hekimlerin yasadan sonra devletten ayrılacağını zannetmiyorum. Ayrıca duyduğuma göre bugün bile muayenehanelerin sayısı zaten oldukça sınırlıymış. Yani devletten kaçış çok ciddi olmayabilir. Bu tarz büyük sistem değişiklikleri çoğu zaman etkilenecek kesimler tarafından şüpheyle karşılanır. Bunların bir kısmı halkın zararı pahasına da olsa kendi çıkarlarını korumak için mevcut statükoyu savunurken aslında bir çoğu da prensipte değişikliklere karşı olmasalar bile neticenin belirsizliğinden kaygı duydukları için değişikliğe muhalefet ederler. Ben yasa tasarısını amaçladıkları adına destekliyorum. Tabi ki pratiğe nasıl yansıyacağını zamanla göreceğiz. Duruma göre bir iki ince ayar gerekecektir.

19 Ocak 2010 Salı

Tek Satırda - 19 Ocak 2010

Üniversitelerde eylem yapan öğrencilerin ailesine mektup - Öneri: Üniversiteler de ilköğretim ve lisedeki gibi veli toplantısı yapsınlar, veliler hocalarına "Çocuğum nasıl?" diye sorsun.
Özel Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi'ne haciz - Devlet lisesinde okuyanlar haciz konulacak eşya bile bulamıyorlar bazen, şükretmek lazım.
CHP: Sarıgül okyanus ötesinden güdümlü - Birader bir şeyi de Amerika'ya bağlamayın, çocuğumu keseceğim.
Referandumun boyu kısalıyor! - Siyasetçilerin kiminin boyu uzun aklı kısa olduğundan bu durum yeğdir.
Tutuklu Erhan Tuncel gardiyan olmak için başvurdu - "Hem suçlu hem güçlü" sözü bundan daha gerçek olmamıştı hiç.

3 Yıl Oldu

Bilgisayarı açtım, gazete blog vs. okuduktan sonra Hrant Dink üzerine bir şeyler yazmayı düşünüyordum, sonra borges'in çok güzel bir yazısını okudum, dedim ki "Bana gerek kalmamış."
Link burada. Hrant'ın oğlu Arat'ın yaptığı konuşma da burada. Acımız ise yüreğimizde.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Siyasi demagoji ödülü Arınç'ın hakkı

Bülent Arınç kendisine yönelik suikast iddialarının gerçekliğini sorgulayanları eşine benzerine az rastlanan bir salvoyla, demagojinin en kralıyla azarlıyor (bkz. Milliyet'in ilgili haberi). Sözde Arınç'ı çileden çıkaran -yanlış anlaşılmasın sözde olan Arınç değil Arınç'ın çileden çıkması- mantık zinciri şu: "Ya iyi de koskoca başbakan yardımcısına suikast planlıyorsa bir takım insanlar ve bunlar üstüne üstlük doğrudan veya dolaylı olarak TSK ile ilişiği olan kimselerse nasıl oluyor da bu kadar acemice davranıyor ve herşeyi yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar?". Arınç'ın bu tarz soruları köşelerine taşıyan gazetecilere tepkisi : "Öyle yazılar yazdılar, öyle sözler söylediler ki bunları tekrarlamaktan utanıyorum. Ama toplarsanız şöyle bir şey ortaya çıkar: ' 'Beceriksiz, sersem, salak adamlar adresi bile kağıda yazmışsınız. İnsan utanır be'. Bunun arkasında yatan şey şudur: 'Bir işi başaramadınız. Ağzınıza, yüzünüze bulaştırdınız'. Türkiye'de bu söyleniyor."
Haydi bakalım buyur buyur burdan yak! Öncelikle Arınç'ı sinirlendiren bu şüpheci yaklaşım o kadar da mantığa aykırı değil. Dolayısıyla birilerinin bunu sorgulaması gayet normal. Yine de bir an bu mantık zincirinin tamamen saçmalık olduğunu kabul edelim. Yani farzedelim birileri hakikaten Arınç'a gerçek bir suikast planlıyordu ama üzerinde adres yazılı kağıtlar taşıyacak kadar dikkatsiz veya aptaldılar veya o kağıdı taşımalarının başka bir sebebi vardı. Şimdi bunu yazan gazeteciler, Arınç'ın öne sürdüğü gibi alttan alta "tüh be keşke şu suikast girişimini doğru düzgün sonuçlandırabilselermiş" mi demek istemişler. Yok artık devenin bale pabucu. Aklı başında biri, bu gazetecilerin yazılarından olsa olsa düzmece bir suikast senaryosunun sahneye konmuş olabileceği imasını çıkarır. Tabi şayet niyeti demagoji yaparak hedef saptırmak değilse. Benim bildiğim Bülent Arınç aklı başında, sakin, soğukkanlı adamdır... Şimdi anlıyorum ki demagogun da önde gideniymiş. Suikast iddialarının gerçekliğini sorgulayan herkesi sanki suikastı onaylıyormuş gibi hedefe almak linç değil de peki nedir?

17 Ocak 2010 Pazar

pağle vu fğanse?

Fransız Kültür'ün önünde bekleyen kızları görmemle başlamıştı herşey...
Biz orta hazırlık denen ve A sınıfındakilerin sınıf defterlerinin üzerinde OHA yazmasına feci koptuğumuz gereksiz bir sınıftayken daha anlamalıydım oysa.. Biz bütün dünyanın en çok konuşulan dilini "britiş ingiliş"i öğrenirken, onlar kendilerinden başka kimsenin konuşmadığı zaten konuşmasına ihtiyaçları da olmadığı bol ğ'li jö'lü garip bir dil öğreniyorlardı.
Böyle böyle bir ayrım başladı aramızda. Biz Hollywood filmlerini izlerken anlıyorduk, onlar sanat filmlerini. Biz İngilizce pop şarkılarını, onlar sanat şarkılarını diycem o da saçma olucak ama işte gene bi sanatsal bi acayip şarkıları..
Biz İngilizce öğrenen normal çocuklardık, onlar Fransızca bilen sıradışı çocuklar...
Bizim Redhouse sözlüklerinden öğrendiğimiz küfürleri herkes biliyordu, ama fransızca fuck you demek bile kulağa ilginç geliyordu.
Zamanla bunların giyim kuşamı da değişti. Çizgili çoraplar, garip gözlükler, ilginç takılar.
Kimse onlar kadar havalı ve değişik olamıyordu..
En son öldürücü darbe ise Amelie filmiyle oldu.Ahh ahh.. dostlarım.. kuzenimle gişede "Amele filmine 2 öğrenci" dediğimiz günleri unutamam.. Biz Fransızca bilmiyorduk ve bu lanet olasıca dilin nasıl okunduğu da dışarıdan pek tahmin edilebilir birşey değildi... Filmden çıktığımızda ise bu kadar güzel bir filmin güzelim dilini anlamadığımız için biraz üzülmüştük, ama bu işin bu kadarla kalacağını sandığımız için çok yanılmıştık.
Bir anda herkes bu Fransızca bilen kızlara benzemeye başladı. Yılların İngilizcesi bir kalemde silinmiş, ne varsa Fransızcada olduğu anlaşılmıştı..
Çizgili çorap giyen sevimli kızların yanısıra dağınık saçlı atkılı erkekleri ile benim de aklımı çelmeye başlamıştı bile bu meret...
En sonunda öyle bir zaman gelmişti ki, kim Fransızca biliyor, kim bilmiyor anlaşılamaz olmuştu.. Yalancı Dame De Sion, Saint Michele mezunları, sahte Paris aşıkları türemişti. Animasyondan kısa filme kadar Fransızların yaptığı herşeyi ağzımız açık izliyorduk.
İngilizce bize hiç bu kadar sıradışı ve havalı şeyler vaad etmemişti, Fransızca öyle miydi oysa?... French Fries'tan French Kiss'e, Eyfel Kulesinden Şanzelize'ye, Baget ekmekten şaraba, çizgili tişörtten yampiri şapkaya kadar pek çok özelliği vardı Fransızca'nın.
Üstelik İngilizce bilenler için lanetli bir söylenti de çıkmıştı.. Önce Fransızca öğrenen İngilizceyi kolay öğreniyordu ama önce İngilizce öğrenen çok zor Fransızca öğreniyordu. Bu harika dünyanın bir parçası olmak, öyle kolay değildi kısaca...
Gel zaman git zaman, bu Fransız Kültür'ün önünde her zamanki gibi erken gidip bir arkadaşımın gelmesini beklerken fark ettim işte, çok geç kalmıştım çook...
İngilizce benden yıllarımı çalmıştı. Onu seviyordum ama bana Fransızcanın verdiği inceliği, zerafeti, değişikliği veremezdi. Yine de yeni bir dil için geç kalmıştım... çok geç...
Bi tek "komantu tapel, jö mapel sena", bi de artık serdar ortaç'ın bile bildiği "jötem" i biliyorum.Bu kadar Fransızcayla değil havalı olmak, derdimi bile anlatamam, o yüzden işte, benim için artık çok geç. Ama siz, genç dimağlar, kendinizi kurtarın. Fransızca öğrenin, değişik oluyor.
--
p.s. Sena'ya teşekkür ediyor, epey önce iletmiş olduğu bu yazıyı gecikmeli yayınladığımız ve yazının orijinal renk ve fontuyla oynadığımız için özür diliyor, yazının orijinal haline şuradan ulaşabileceğinizi hatırlatırken selam ediyoruz.

3 yıl oldu n'oldu?

Bu 19 Ocak'ta, yani iki gün sonra, Hrant Dink'in devlet eliyle, devlete layık şekilde, sırtından vurularak öldürülmesinin 3. yıldönümü. Aslında bu tarz bir yazı için biraz geç kaldık,  etkinlikler kimi sansür çabalarına rağmen çoktan başladı, ayın 14'ünden beri "Hrant Dink'i anma haftası" çerçevesinde süregeliyor ama yine de hâlâ başta 19 Ocak saat 14:30'daki Agos önü buluşması olmak üzere yakalanabilecek bir sürü katılmaya/takip etmeye değer etkinlik var. Çeşitli bilgilere Nor Zartonk, DurDe, Yeni Sol Gençlik ve Hrant için Adalet için internet sitelerinden ulaşılabilir.
19 Ocak 2010 Türkiye (Ankara, Bursa, İstanbul, İzmir) programı şöyle, yurtdışı için Hrant için Adalet için sayfasına bakabilirsiniz.;
--- Hrant için Yürüyüş - İstanbul
Ezilenlerin Sosyalist Partisi Girişimi Galatasaray Lisesi önünden tramvay durağına yürüyüş Yürüyüş boyunca bildiri dağıtımı Taksim'de basın açıklaması.
Tarih: 19 Ocak 2010 Saat: 12.00 Yer: Galatasaray Meydanı, Beyoğlu İstanbul --- Hrant Dink Anması - Bursa Hrant Dink'in Arkadaşları Hrant Dink'i anmak için Setbaşı Mahfel önünde buluşma ve Kent Müzesi'ne yürüyüş. Tarih: 19 Ocak 2010 Saat: 12.00 Yer: Setbaşı Mahfel önü, Bursa --- Hrant için Adalet için - İstanbul Hrant'ın Arkadaşları ... Hrant bize her şeyden önce onurlu bir kardeşlik ideali bıraktı. Onurlu ve güvenli bir kardeşlik için, Hrant için adalet için, 19 Ocak'ta onun öldürüldüğü yerde buluşacağız. Adaletin, kardeşliğin hüküm sürdüğü, onurlu bir hayat istiyorsaniz bizimle olun. Tarih: 19 Ocak 2010 Saat: 14.30 Yer: AGOS Gazetesi önü, Halaskargazi Cad., Şişli, İstanbul http://www.hranticinadaleticin.com/tr/cagri.php --- Hrant Dink'i Anma - İzmir DurDe Hrant Dink'i anmak için Konak'ta buluşuyoruz. Tarih: 19 Ocak 2010 Saat: 17.30 Yer: Eski Sümerbank önü, Konak, İzmir --- Hrant Dink'i Anma - Ankara DurDe Hrant Dink'i anmak için Kızılay'da toplanıyoruz. Tarih: 19 Ocak 2010 Saat: 18.00 Yer: SSK İş Hanı önü - Kızılay --- Kırkıncı Kapıyı Açarsan... - Hrant Dink Anısına - İstanbul İstanbul Fransız Kültür Merkezi Dansçı ve koreograf Talin Büyükkürkciyan'ın, içinde farklı hikayeler barındıran bu çalışması, sanatçının kişisel geçmişiyle kendi tanıklıklarından yola çıkarak tasarlanmıştır. Hollanda, İtalya, İrlanda ve son olarak Kanarya Adaları ve Fransa�da Türkiye Mevsimi kapsamında oynanan gösteriyi sanatçı, gazeteci-yazar Hrant Dink'e ithaf ediyor. Tasarı ve performans : Talin BÜYÜKKÜRKCİYAN Dramaturji : Şule Ateş, Zeynep Günsür Müzik : Ermeni Halk Şarkıları Tarih:19 Ocak 2010 Saat: 19.00 Yer: İstanbul Fransız Kültür Merkezi İsiklal Cad. N :4 Taksim, İstanbul www.infist.org --- Hrant Dink'i Anma - Nefret Suçları ve Ayrımcılıkla Mücadele Günü - İzmir Ayrımcılık Hikayeleri Afrikalılar Kültür ve Dayanışma Derneği Agos Alevi, Bektaşi ve Yöre Dernekleri Platformu Barış ve Demokrasi Partisi Çağdaş Özürlüler Yardımlaşma Derneği İzmir Romanları Derneği Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği Şiddete Karşı İzmir Kadın Koordinasyonu Müzik Dinletisi
Ruşen Alkar, No Name, Ali Öztürk Tarih:19 Ocak 2010 Saat: 19.00 Yer: MMO Tepekule Kongre ve Sergi Merkezi, Bayraklı, İzmir --- Gerçek Adalet için Şimdi Mücadele Zamanı - İstanbul Nor Zartonk
Duyarlı herkesi "Bir Bebekten Katil Yaratan Karanlıklara Karşı" 19 Ocak Salı günü saat 14.30′da Agos önüne, saat 19.00′da ise Taksim Meydanına bekliyoruz. Tarih: 19 Ocak 2010 Saat: 19.00 Yer: Taksim Meydanı www.norzartonk.org

16 Ocak 2010 Cumartesi

Batıyor Kardeşim #2 - Eşcinsellik

Türkiye adlı ironi cennetinde sıklıkla gündeme gelen bir konu eşcinsellik. Gündeme gelen dediysek, öyle Batı ülkelerinde olduğu gibi "eşcinsel evliliği, çocuk edinme hakkı, temel haklardan yararlanma" falan gibi ufuk açıcı bir şekilde gündeme gelmiyor. Bilakis, Anayasa Profesörü bir adamın "Eşcinseller de eşitlik istiyor, verecek miyiz?" dediği bir ülkedeyiz. Daha fazla rezalet için Hormonlu Domatesi ödüllerini takip ediniz.

Bana esas batan bu değil ama. Homofobik toplumuz, tamam, değişmemiz lazım, tamam. Sabrederiz. Esas batan, Türkiye'de eşcinselliğin algılanışı, ve de aslında ne kadar eşcinselliğe yatkın davranışlar gösterdiğimizin farkında olmamamız. Diğer bir deyişle, iki yüzlülüğümüz.

Bir başlasak padişahlara kadar yolu var da, daha çok gündelik yaşama odaklanalım. Bir kere şu var: "Göster amcaya çükünü!" Şimdi amcanın niye çük görmek istediğini geçtim, eşcinsellik boyutunu da geçtim, bu düpedüz çocuk pornosu/teşhirciliği yahu? Küçük çocuğun çükünü niye sergiliyorsun birader? Neresi zevkli bu işin?

Sonra ortaokul dönemi, erkek çocukların testesteronunun artmaya başladığı dönemler. "Pandik" denen bir olgu var mesela, ben elim g.tümde gezdim 3 sene. Sınıfta 20 erkek, 15'i birbirine pandik atma sevdasında. Ron Jeremy gelip filmini çekse tiraj rekorları kırar. Sonra bir muhtar oyunu var, arkadaşını yatırıp pantolonunu açıyorsun. Birbirinin donunu indirmeler, İstiklal Marşı okutmalar falan hak getire. Mesela küfürlerde de bir ilginçlik var. "Senin g.tüne koyayım!" Biliyorsunuz ki -a, -e eki istek kipi ekidir.

Ama tüm zamanların en çarpık bakış açısı listesi yapılsa ilk 3'e girecek tez şu: "İki erkeğin cinsel birleşmesinde aktif olan heteroseksüel, pasif olan eşcinseldir." Niye mi? Çünkü Türk erkeği için eşcinselliğin sembolü baş parmak ile işaret parmağının birleşmesi ile yapılan işarettir. Tekerlek. Herkes girip hava basıyor ehi ehi. Bre dingil, o tekerleğe giren pompa ne ya? Eşcinsellik muayenesi: Makata bir obje girmiş mi girmemiş mi? Transseksüel ile birlikte olup hala daha içtenlikle "heteroseksüel" olduğuna inananlar var. Ben "g.tün cinsiyeti olmaz." diye bir laf duydum bir heteroseksüel arkadaştan. Acayip işler bunlar.

Başka bir çarpıklık da eşcinselliği sadece erkek ile ilişkilendirme. İki tane kızı öpüşürken görse penisine saatte 300 km hızla kan pompalanacak beyimiz, gayet rahat bir şekilde eşcinselliği lanetleyebiliyor, "biyolojik anormallik" diyebiliyor. İyi de paşam, biyolojik anormallikse, çükün niye heyecanlandı?

Benzer bir sorun da şu: Mesela Serra Yılmaz Hülya Avşar adlı bağyanın "Türk milletini geylik bozar, Ferzan'ın filmleri hep gey, ama gey gey gıy gıy" gibi saçma bir cümlesi üzerine "Türk erkeklerinin %60'ı gay zaten!" dedi, aboov, kıyamet koptu. Neymiş Yılmaz sosyolog muymuş, araştırma yapmış da mı kanıtlamış bidi bidi bom. Yahu kadın laf attı, sanki bilimsel bir tez sundu gibi niye değerlendiriyorsun? Neyi kanıtlama ihtiyacındasın, neden korkuyorsun? Peki Yılmaz "Türk kadınlarının %60'ı lezbiyen zaten!" dese ne diyecektin? "Ohş." O zaman kapa çeneni de otur.

Peki niye böyle? Ataerkil, erkeğin sürekli övüldüğü, yüceltildiği bir toplumda, homoerotik ögelerin oluşması kaçınılmaz. Sana sürekli "erkek adam, erkek ol, erkek gibi" denirse sen de "Ay erkek!" dersin bilinçaltında. Bu durum çok normalleştiği için, toplumun anormalize ettiği şeyi iyice uç göstermen lazım. Bu yüzden eşcinsellik önkoşulu kıvırtarak yürümek ve "ayol" diye konuşmak oluyor. Bunları yapmıyorsan eşcinsel değilsin, istersen oğlan çocuklarına ağzının suyu akarak bak, fark etmez. Senin bıyığın ve göbeğin var, ne demek ibnelik!

İki yol var. Ya eşcinsellik denen olgu ile adam gibi yüzleşeceğiz, ya da eşcinselliği öcü, anormal vs. gibi göstermeyi bırakacağız. Eşcinsel kimliği ile Türkiye'de yaşamaya çalışanlar kadar cesaretimiz varsa tabii.

15 Ocak 2010 Cuma

Kullanmıyorsanız lütfen söndürün

Bir önceki yazıya yapılan, paketlemenin dibine vurulmasıyla ilgili bir yorum, senelerdir şaşıp şaşıp kaldığım israf konusunu tekrar aklıma getirdi. Aşırı paketleme mesela, hem elimizdeki kaynakların gereksiz yere kullanılması açısından, hem de doğaya daha fazla plastik katmamız açısından sinir bozucu. Belki de ortaokul ve lisede, her elektrik düğmesinin üzerinde "Kullanmıyorsanız lütfen söndürün" yazılı notlar ve de TRT'deki su israfını engellemeye yönelik kısa programlar yüzünden bu konuda hassasım. Tek kullanımlık ürünler, tüketemeyeceğiniz kadar çok yiyecek içeceği sırf daha ucuza geliyor diye almalar, ışıkları söndürmeden odadan çıkmalar, marketten aldığınız sebzelerin paket içinde paket içinde paket halinde olması, sıcak içecekleri rahat tutmaya yarayan o karton parçalarının tek kullanımlık olması falan, beni biraz ürkütüyor. (O kartonları atmıyorum, ofisteki masamda biriktiriyorum, kahve almaya giderken yanıma alayım diye ben.) "Kullan at" anlayışından başlayalım. Kağıt tabak, çatal gibi ürünler, gerçekten yer yer hayatı kolaylaştırıyor, buna bir itirazım yok. Ama bunların her fırsatta kullanılması hem gereksiz, hem de mantıksız. Sonra tek kullanımlık masa örtüleri falan da var. Mesela yemeğe gelecek misafiriniz varsa, tamamen tek kullanımlık bir sofra kurup, herkes doyduktan sonra masa örtüsünün dört köşesini buluşturmak suretiyle sofrayı toplamış ve de bulaşıkları yıkamış olabilirsiniz! Aman ne pratik! Atın gitsin! Yarın bir o kadar daha tüketiriz, ucuz ne de olsa! Ya da bir kahveciden, 10 kişi için kahve alıyorsunuz, büyük bir kutuda, yanında en az 20-30 tane kağıt bardak! O kadar bolluk var ki, bir yudumunu bir bardaktan, ikincisini başka bardaktan içebilirsin! Oh! (Unlemler çok oldu, farkındayım.) Dunkin' Donuts'ta gerçekleşmiş bir diyaloğu paylaşayım: meltem: Bir küçük kahve ve bir donut lütfen. satıcı: Kahvenin yanında iki donut alırsanız donutlar daha ucuza geliyor. meltem: Ben bir tane istiyorum. satıcı: Ama daha ucuza geliyor? İstemediğiniz, zaten yemeyeceğiniz, atacağınız halde daha ucuz diye (donut başına mesela) daha fazla almak o kadar yaygın ki. Ya da yarısıyla bile doyabileceğiniz devasa porsiyon yemekler. Bir de bir arkadaşımın, "odanın ışıklarını kapatmayacak mısın?" diye sorduğumda, "bizim kaynak sorunumuz yok ki." diye cevap vermesi var. Onu da unutamıyorum. Aşırı paketlemeye gelince, bunu en çok elektronik ürünlerde görüyorum. Küçücük ÜSB kartları kocaman plastik paketlerde satılıyor. Hele bir de internetten hacmen küçük bir ürün almaya kalkın. O küçük alet koca bir kutu içinde, postadayken zarar görmesin diye katmanlara sarılı, ve de kendi kutusunun içinde geliyor. Ama bu paketleme ısı, en azından, popülaritesini kaybetmeye başladı. Marketler plastik torba yerine bez torba kullanımını teşvik etmeye başladı, kasada poşet istemiyorum dediğinizde anlamaz gözlerle bakmıyor size insanlar. Velhasıl, tabağınızda yemek bırakmayın, arkanızdan ağlar!

14 Ocak 2010 Perşembe

Yalova'ya bravo!

Radikal'in haberine göre Yalova'da naylon poşet kullanımını azaltmak amacıyla bir kampanya başlatılıyor. Şimdilik 4 kurumun katıldığı kampanyada halka önce bez torba ve fileler dağıtılacakmış. Bundan 1-2 gün sonra da kampanyaya katılan yerlerde naylon poşetler ücretli olacakmış.
Bu küçük ama önemli bir adim. Başka şehirlerde de aynı atılımı görmeyi umuyoruz.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Batıyor Kardeşim! #1 - Bağyan

(Bu post'a ve düşünceye fark etmeden vesile olan sokaktaki adam'a da teşekkür edeyim.)

Beni bilenler bilir, Larry David'in (Curb Your Enthusiasm) adab-ı muaşeret bilen hali sayılırım. Çoğu ufak ayrıntı rahatsız eder, insanların kafasını azıcık çalıştırsa ulaşabileceği sonuçlara ulaşmaktan imtina etmesi, günlük hayatlarında rasyonaliteden yoksun abuk sabuk işler yapmaları beynimde volkanlar patlamasına neden olur ama genelde olay anında tepki vermem, not defterime çiziktiririm, olmadı blog, olmadı yatar uyurum unuturum falan. Şimdiye kadar kıyıya köşeye not almış olduğum, aklıma gelen, yeni gördüğüm vs. şeyleri buraya yazayım bari dedim, herhalde seri olur, o kadar çok şey var ki... İsim babası Peter Griffin'in "What really grinds my gears?" adlı efsane televizyon şovu.

"Bayan" kelimesi ile başlayalım. Sırf "Bayan, adı üstünde, bayıyor ehi ehi ehi" esprisine yol verdiği için (Bay ne yapıyor ya dingil?) yeterli sebebim var bu kelimeye kıl olmak için, ama ondan ötesi de var. Zaten 1923 sonrası doğumlu bir laf bu, ve saf Türkçe adına uydurma kelimelerin dile sokulması beni deli etmekte; o yüzden maça 0-1 yenik başlıyor bayan.

Bayan sözcüğü, ilk anlamıyla, kadınların ad ve soyadlarının önüne getirilen saygı sözüdür, o yüzden icat edilmiştir. Zıttı "bay"dır, erkek, beyefendi falan değil. Bugün biri "Bayan Ayşe Tuğra" diye hitap etse garipseyeceğiz, demek ki tutmamış. Sözcük ilk anlamını kaybetmiş, ki olur, dil evrimleşen bir olgudur. Bayanın bunun haricinde seslenme sözü olarak kullanılması da çok rahatsız etmeyebilir, ne bileyim, İngilizce'de de birisine "Hey Mister!" ya da "Hey Miss!" diye hitap edebilirsiniz çok sıklıkla olmasa da. Bana batan, 1) İnsanların "Bayan" kelimesini her anlamda kullanması 2) Bayan hitabının altında yatan anlamlar ve sahte kibarlık gösterileri.

Aşama aşama gidelim. Bu işgüzarlığın zannımca dilimize entegre olması spor müsabakaları ile başladı. Mesela sanki "Bay Basketbolu" varmış gibi bir "Bayan Basketbolu" peydah oldu. Gören de Basketbolu ailesinin kontes kızıyla konuşuluyor sanar, o ne lan? Sırf "yahu bunlara kadın diyoruz ama, belki değillerdir, orta yolu bulalım" gibi bacak arası çıkışlı bir zırtapozlukla "Bayan voleybolcularımız" falan denmeye başladığını okumuştum bir yerde, hiç de şaşırtıcı gelmedi. Kız ile kadın arasındaki çizgiyi "zar" belirliyor da kimsenin aklına "Yahu bu herif daha milli olmamıştır, ona erkek demeyelim oğlan diyelim" demiyor, ya da "Erkek Basketbol Takımı diyemeyiz, o yüzden Bay Basketbol Takımı" diyelim dememiş kimse. Hoş, oğlan deyince apayrı şeyler ortaya çıkıyor, ama o da bir sonraki yazının konusu olsun.

Bir de "erkek sporu" gibi bir cinsiyetleştirme gizli bu adlandırmanın içinde. Şimdi düşünüyorsun, 50 kilo kadın 100 kilo halterin altına giriyor, sen daha koltuktan g.tünü kaldıramıyorsun, sonra "Erkek güçlüdür, şöyledir böyledir" diye ötüyorsun. Halterciyi görünce "O da kadın mı yahu?" diyorsun (ki bu sorunun ima ettiği aslında bir oto-sorgulama: "O kadınsa ben erkek miyim?"), sonra ona "Bayan haltercimiz" diye referans verip kibar -ya da ne haltsa- oluyorsun. İyiymiş.

Bu "bayan" lafının nasıl yaygınlaştığını da merak ediyorum. Dilimizde "hanımefendi" gibi, gayet yumuşak duyulan harflerden oluşan bir söz var, mis gibi de kullanılır "Pardon hanımefendi" şeklinde. Ama aslında hak vermek lazım, şimdi hanımefendi deyince hakikaten hanım hanımcık bir insandan bahsediyor olmak lazım. Yani ne duyuyoruz aslında "Paranın üstünü bayana uzat!" cümlesinde? "Paranın üstünü şu başı açık, eteği kısa, yüzünde tonla makyaj olan orospuya uzat!" Hanımefendi dese hanımefendilere hakaret. O ağızdan salyalı mukuslu "Bayan!" çıkınca kafatası modernizasyonu tamam.

Şimdi sırf minibüs şöförlerine laf ettim diye dernekleri ayaklanmasın. Polis arabayı durdurur, içinden erkek ve kadın çıkar. Erkek beyefendi iken kadın bayandır. Birisi gözüne bir kadını kestirir, kadının arkadaşına imalı bir şekilde yanaşır: "Bayan kim?" İçten içe kuduruyor ama.

Kavramsal olarak da çok fena: Çıplak ve kirli olunca kadın (kadınlar hamamı), saçı yapılı ve kokusu sürülü olunca bayan (bayan kuaförü). Hak talep edince kadın, etmeyince bayan (kadın hakları). Şişirilip cinsel tatmin için kullanılınca kadın (şişme kadın), cinsel tatmin için kullanılmak isteyince bayan (yolda laf atılan bayan). Aldatınca kadın, aldatmayınca bayan. Hasta olunca kadın, hastaneden çıkınca bayan.

Ben bunları söylediğimde insanlar suratıma bakıp "İyi de ne diyelim ki?" diyorlar. Basit kardeş. Cinsiyet anlamında konuşacaksan (male/female gibi) "dişi" dersin (erkek kurbağalar ile bayan kurbağalar arasındaki farkları öğretmediler herhalde), eğer insanlara referans vereceksen (man/woman gibi) "kadın" dersin (hayır madem derdin kibarlık, bayanlar tuvaleti de deme, iyice incel bayanlar lavabosu de birader), eğer hitap edeceksen de "hanım" dersin. Bu kadar basit bu iş.

Kadını bayan şeklinde "muhafaza" etmeye çalışanlara prim vermeyiniz, onlardan biri olmayınız, kafa göz daldırmayınız kendinize.

Son sözüm klişe olsun: "Tüm bayanların Kadınlar Gününü kutlarım." İroniye gel hele. Aynı adam tosbağaların Kaplumbağa Gününü kutlar bıraksan.

Kadınlar beceriksizdir

Şimdi ben başlığı böyle attım diye celallenilmesin; haberlerde çok yaygın olarak duyduğumuz bir şey bu. "Hadi or'dan! Hiç de bile!" diyecek olan olursa, sadece duyduğunu fark etmediğindendir.
Başlığı "kadın sürücü 'park' ederken 40 metre uçtu" olan bir haber bize ne anlatır? Bir trafik kazası olduğunu mu? Bir trafik kazasında bir aracın 40 metreden yuvarlandığını mı? Bu kazada ölen ve yaralananlar olduğunu mu? Yoksa "yine kadının birinin araba kullanmayı beceremediğini" mi?
Birkaç başka başlığa daha bakalım; "Kadın sürücü gişelere böyle girdi", "Kadın sürücü ağaca böyle çarptı", "Kadın sürücü ölüme götürdü", "Hızını alamayan kadın sürücü otobüs durağına daldı" Demek ki neymiş? Kadın dediğin elinin hamuruyla erkek direksiyonuna karışmayacakmış! "Kadın sürücü" ya mezara götürür ya kazaya imiş...
Yukarıdaki haberleri aldığım gazeteler de Türkiye'de günde milyonlarca insana ulaşan, ayrımcı yaygın medyanın en çok takip edilen gazeteleri ne yazık ki. Televizyonları da aynı şekilde. Tepemi attıran da zaten pazar akşamı Star Haber'de izlediğim "kadın sürücü ailesini ölüme götürdü" haberi oldu. Bu haber içerisinde sürücünün kadın veya erkek olmasının hiçbir önemi yokken, sürücünün kadın olduğuna vurgu yapılması, tamamıyla ayrımcılıktır. Bir kadının ehliyet alıp araba kullanması ne kadar "haber" değilse, bu tarz haberlerde kazayı yapanın kadın sürücü olması da o kadar haber değildir. Tamam, sürücü denince hala kafalarda "erkek sürücü" canlanıyor olabilir, "varsayılan" (default) o olabilir, ama bu bahane mi allasen? Erkekler kaza yapınca "erkek sürücü insanları ezdi" denmiyorsa, kadın sürücü de denmemelidir. Olağan koşullarda, haberlerde hastanın karnında makas unutan doktorun, binanın çökmesine neden olan mimarın/mühendisin, Çankırı'daki un fabrikasını yıkamayıp yuvarlayan insanın cinsiyetini öğreniyor muyuz? Hayır. E o zaman kazayı yapanın cinsiyetinden bize ne? Mesela "yemek yaparken yangın çıkaran erkeğin" cinsiyetini öğrenirsek, bu da aynı tarz bir ayrımcılığa girer. Bilmem anlatabiliyor muyum meramımı?
Haberler gerçekten bu kadar fazla mı?
Çok basit bir taramayla bunu bulabiliriz. Esirgeyen bağışlayan Hz.Google'ın adıyla bu işe girişelim;
Arama kutucuğundaki aramalar (aşağıda, aynen arandığı gibi yazılmıştır);
"kadın sürücü" - 228.000 "bayan sürücü" - 53.000
"erkek sürücü" - 10.300
-----
"kadın sürücü" haber - 38.000
"bayan sürücü" haber - 36.900 "erkek sürücü" haber - 3.510
google görseller - güvenli arama kapalı
"kadın sürücü" - 9.390.000 "bayan sürücü" - 5.890.000
"erkek sürücü" - 382
-----
"kadın sürücü" haber - 38.000 "bayan sürücü" haber - 4.820
"erkek sürücü" haber - 5.340
sabah gazetesi - haberin içeriğinde ya da başlığında, tırnak işareti olmadan
kadın sürücü - 59 bayan sürücü - 7
erkek sürücü - 24
* Sabah aramalarıyla ilgili dipnot: içinde ya da başlığında erkek sürücü geçen haberlerin bir kısmı zaten kadın sürücü haberi aslında. Bir sürücüden kadın sürücü olarak bahsettikleri için, öbürünün de cinsiyetini verme nezaketinde bulunmuşlar. Bravo! ** Genel dipnot: Kadın kelimesi yeterli olmadığı için, bayan olarak da aramak durumunda kaldım. Özür dilerim.
Peki bu haberlerin bu kadar fazla olması neden? Bunun birkaç nedeni olabilir;
1 - Kadınların araba kullanmasına hala "köpeği ısıran insan" muamelesi yapılması,
2 - Kadınların yaptıkları kazaların gözümüze gözümüze sokulmak istenmesi, kadınların beceriksiz olduğuna ve direksiyonun erkeğe ait olduğuna ilişkin inanç,
3 - Ehliyet sahiplerinin büyük çoğunluğunun hala erkekler olması ve yapılan kazaların da yine "default" olarak erkekler tarafından yapıldığının varsayılması, dolayısıyla "her zamankinden farklı bir şey olduğunun" ifade edilmesinin istenmesi (aşırı iyi niyetli madde),
4 - Erkekler yaptığında haber olmayan veya başka etmenlerin neden olduğu varsayılan kazaların, kadınlar yaptığında buna sebep olanın onların cinsiyeti olduğunun düşünülmesi,
5 - Araba kullanma kültürünün (kültür deyince kafanızda süper şeyler canlanmasın, alışkanlığının/tanışıklığının diyelim) erkekler için oldukça yaygın olarak 18 yaşından önce öğrenilirken, kadınların direksiyondan olabildiğince uzak tutulup, erkeklerin 16 yaşında, illegal koşullarda ve çaktırmadan yaptıkları kazaları kendilerinin yasal olarak ehliyet sahibi olduktan sonra, daha görünür şekilde yapmaları (Bu vesileyle trafikteki kadın-erkek sayısından da bahsedelim; Emniyet'in verilerinden, son 10 yıl içinde ehliyet alan insanların cinsiyete göre dağılımını şuradan görebilirsiniz. Ayrıca bir de böyle bir haber var. Yazıyı bitirdikten sonra bakın isterseniz).
6 - Araba kullanma kültürünü de bir kenara bırakıp biraz geçmişe gidin. Motor öncesi trafik kültüründe kadın var mı? Öküz arabalarının üzerinde, at arabalarının üzerinde kim var? Modern anlamda olmasa da, geçmişte mevcut trafik akışında yaygın olarak kim var? 
7 - Bir erkeğe verilen fırsat, cesaret, pratik imkanının genelde bir kadına reva görülmemesi.
Aklıma gelen bir kısım neden bunlar. 4 kişilik milliyetçi-muhafazakâr ortalama bir ailenin 18 yaşını geçmiş kızı ve oğlunu düşünün. Ailenin 1 arabası olsun. Bu araba üzerinde ev içerisinde hangi insanın daha fazla hak sahibi hissettiğini, daha fazla kimin direksiyonda, kimlerin ön koltukta olduğunu düşünün. Şimdi, bizimki gibi sağdan akan trafiğe göre, kafanızda canlananı aşağıdaki 12 alternatif arasından seçin;
A - Anne B - Baba E - Erkek çocuk K - Kız çocuk U - Far D - Direksiyon O-U-U-O |   D        | - Araba (Sol şeritten yukarıya doğru gittiğini düşünün. |              |   Aşağıdaki arabaların da direksiyon ve farları var, sadece çizmeye üşendim.) O-------O (Arabaların tipi kaydı biraz, ona takılmayın, kusuruma bakmayın) ------------- O---O 1 | B A | | K E | O---O O---O 2 | A B | | K E | O---O O---O 3 | A E | | K B | O---O O---O 4 | A K | | B E | O---O O---O 5 | K B | | A E | O---O O---O 6 | K E | | A B | O---O O---O 7 | K A | | E B | O---O O---O 8 | E K | | A B | O---O O---O 9 | E B | | A K | O---O O---O 10 | E A | | B K | O---O O---O 11 | B E | | K A | O---O O---O 12 | B K | | A E | O---O Gözünüzde/kafanızda bir şeyler canlandı mı? İlk olarak aklınıza gelen 1 veya 11 mi? 2'yi garipsediniz mi? 4 ve 7'ye "s.ktir lan!" dediniz mi? İşte bu haberlerin nedeni de tam olarak o kafanızda canlandırdığınız aile ve o ailenin arabadaki yolculuğu. Aman sabahlar olmasın!