2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Komple Komplolar #1

Efendim, gün geçmiyor ki, yeni bir komple teorisiyle karşı karşıya gelmeyelim. Aslında çok bir yenilik yok, daha çok eski ve bilindik teorilerin, kıraathanede batak oynamaktan evde çeşitli Adobe ve Microsoft programlarını kullanmaya terfi etmiş yurdum gençleri tarafından atraktif sunumlarla bezenmesi söz konusu. İşte bu tür videolardan birine de şuradan ulaşabilirsiniz:
Ben videoya daha geçmeden, "facebook tarafından 47 kez engellendi....." kısmına odaklanmak istiyorum müsaadenizle. Arkadaşım, birincisi Facebook, HAL gibi bağımsız bir A.I (yapay zeka) değil ki engellesin videoyu? İkincisi, senin tamamen Türkçe ve altyazısız olan videona Facebook'un ne garezi olsun? Hem Facebook bu videoyu engellediyse, sen bu kalitesiz, imla ve sunum hatalarıyla dolu bir şey izleyip vakit kaybetme diye engellemiştir. İyi ki varsın Facebook.
Ayrıca tagline da ayrı bir güzel: Kimsenin bilmediği sırları... Eh be dayı, kendin itiraf etmişsin işte "Kimse bilmiyor, ben kendi kıçımdan uydurdum." diye, niye şaşırırsın tam 47 kez engellenmesine? (y.n. Bu 47 rakamının da bir önemi vardır kesin, videoyu izleyince anlarız)
Videomuz, bizi şaşırtmayarak, bir klasik müzik eseri eşliğinde, sağdan soldan toplanmış "Az sonra küçük dilinizi yutacaksınız, dadandandadan" etkisi vermek üzere yaratılmış, konuyla alakası "sıfır" olan görüntülerle başlıyor. Ya da ben piramitlerin önünden elinde meşalelerle geçen primitif insanlar ile 1 dolar banknotu arasında ilgi kuramayacak kadar gerizekalıyım.
Lafı daha fazla uzatmadan sekansları incelemeye başlayalım:
0.48 - Ve işte dakika bir gol bir, videomuzun ilk iddiası: "1 Dolar'ın ön yüzünde, "FEDERAL RESERVE NOTE" yazar. Bu, altın veya gümüş olarak, karşılığı olmayan "sanal kağıt" manasına gelir.
Lan "para" zaten o demek? Ayrıca Federal Reserve adamların merkez bankasının adı, bir nevi Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası demek yani. Şimdi 1 YTL için de mi komplo teorisi kuralım?
1.25 - Piramitin tepesindeki göz "Herşeyi gören göz" yani "Yehova" anlamına gelmekteymiş. Eh, bizim kutsal kitabımız Kur'an'da da "O herşeyi görendir" denmiyor mu, yani Yehova aynı zamanda Allah mı? ABD müslüman mı oldu? Obama'nın başkanlığı bir tesadüf değil miydi yani? Haydi halaya o zaman!
1.50 - Davut yıldızını piramitin üzerine koyunca "Mason" yazısı çıkıyor!!!! İyi de arkadaşım, aynı zamanda "Osman" da yazıyor orada? Osmanlı Devleti ABD'yi vergiye bağlayan devletlerden biri... Yoksa biz mi yönetiyoruz ABD'yi?? Haydi halaya!
- Abi Amerikan dolarını aslında Osman Hamdi Bey çizmiş, yaa yaa..
2.39 - Paradaki zeytindalı yapraklarında, yıldızlarda vs. hep 13 tane şey varmış. Niye? Videonun önerdiği açıklama: 13, kabalistik ebcet hesabına göre, sevginin birliği ve İsrail'in birliği anlamına gelmekteymiş.
Amatör bir tarihçinin açıklaması: Amerika bağımsızlığını ilan ederken, İngiltere'ye karşı savaşan 13 koloni vardı. Hatta bu yüzden Amerikan bayrağında 13 adet çizgi var. Hatta bu yüzden ilk Amerikan bayrağında 13 yıldız var.
Amatör bir dilbilimcinin itirazi: 13 rakamıyla nasıl hesap yaparsan yap, "İsrail'in birliği" gibi bir deyişe ulaşamazsın, hadi ona ulaştın, aynı anda "sevginin birliği"ne hiç ulaşamazsın.
2.47: "Kartalın tuttuğu zeytindalı barışı, sağ pençesinde tuttuğu oklar savaşı simgeler." Yani? Tolstoy romanı gibi ne güzel?? Hayıııııııır. "Dünyanın hakimiyeti bizde, istersek savaş, istersek barış."
3.50: "E Pluribus Unum" - yani "birçokların arasında bir tane"; klasik milliyetçi bir söylem değil, "Tevrat'ta kullanılan tanrıoğlu ayrıcılığının simgelenmesi" imiş. Cümleyi anlasam bir kulp takacaktım da, videoyu hazırlayan arkadaş beni aştı burada.
Veeeeeeee işte beklenen son iki öldürücü darbe:
4.35: "Piramidin altında ki rakamlar "MDCCLXXVI" 1776 tarihini gösterir. Bu tarih de, İlluminati'nin kuruluş tarihidir."
Bilmeyenler için not; ABD bağımsızlığını 1776 yılında ilan etti.
4.57: "Paranın ortasında In GOD WE TRUST yazar. Bu da güvendikleri Tanrı'nın, para olduğu anlamına gelir."
Başka söze gerek yok. Amerika'nın dini imanı paraymış meğersem, boşuna paranoya yaptık Yehova, Tanrı'nın birleyici ayrıcılığınıın simgesel resimselliği falan diyerek. Bir dakika, biz de Allah'a emanet olmaktan bahsediyoruz hep, yoksa?? Hayır, bizi de Yahudiler yönetiyor!!!
Bir başka komple komploda görüşmek üzere, hoşçakalın.
Bu arada daha hala fark edemeyenler için son not: Kartalın 33 tüyü + 13 zeytin yaprağı + 1 Yehova = 47. Anladınız mı şimdi Facebook'un ne yaptığını?

UEFA Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi Kuraları

Dün (27 Ağustos 2009) Şampiyonlar Ligi, bugün de Avrupa Ligi kuraları çekildi. Önce temsilcilerimizin gruplardaki şanslarına bakalım, sonra da genel bir yorum yaparız.
Öncelikle son şampiyon Beşiktaş’ın grubuna bir göz atalım. Rakipler Manchester United, CSKA Moskova ve Wolfsburg. 1. torbadan çıkabilecek takımlara söylenecek çok şey yok. Fakat Beşiktaş’ın, 2. torbanın en kolay, 4. torbanın en zor takımı ile eşleştiğini söyleyebiliriz. Manchester United her ne kadar geçen seneki kadar etkileyici gözükmese de Beşiktaş’tan birkaç gömlek üstün bir takım. Tek umudumuz İnönü’de Liverpool maçındaki gibi bir atmosfer oluşturup, biraz da şansın yardımıyla onlardan puan alabilmek. CSKA Moskova gözümüze kestirebileceğimiz bir takım. Deplasmandaki maçı eylül ayı bitmeden oynamak iyi olacak. Rusya’daki kış şartları malum. Gerçi eylül ayında oralar nasıl olur bir fikrim yok. Sadece olaya “eylül, ekim-kasım-aralıktan iyidir” diye düz mantıkla bakıyorum. Beşiktaş’ın CSKA’dan en az 4 puan alacağını düşünüyorum. Wolsfburg için ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Beşiktaş-Wolfsburg maçlarında her şey olabilir. Gerçi Grafite-Dzeko-Misimovic üçlüsüyle Sivok-Ferrari-Üzülmez-Erhan dörtlüsünün karşı karşıya gelmesi Almanlar açısından çok eğlenceli olabilir. United forvetlerinden +5 gol yenileceği neredeyse kesin olduğu için asıl bakmamız gereken Wolfsburg forvetleri olacaktır. Geçen sene şampiyon olmalarını sağlayan Magath’ın yerine takımın başına Veh’in gelmesi Beşiktaş’a umut verse de yukarıdaki üçlüye bakıp ne kadar umuda sahip olduğumuza siz karar verin.
Şampiyonlar ligi için iyi bir kura aslında. Barcelona-Inter arasına girip Şampiyonlar ligi tarihinin en şahane eksi averajını yapmak varken yine iyi bir kura çektik. Beşiktaş’ın gruptan çıkıp çıkamayacağını belirleyecek maç VW Arena’daki Wolfsburg maçı olacaktır. Beşiktaş oradan puan çıkartabilirse, ufak bir kutlama yapabiliriz.
Avrupa liginde ise iki temsilcimiz Fenerbahçe ve Galatasaray’ın rakipleri de bugün belli oldu. Şöyle bir baktığımızda 2. torbadan kuraya katılan Fenerbahçe, 1. (Steaua Bükreş) ve 4. (Sheriff) torbanın en zayıf 3. (Twente) torbanın ise orta karar takımlarıyla eşleşti. Açıkçası çok fazla takip etmediğim liglerden gelen bu takımlardan Fenerbahçe’ye sıkıntı yaşatma ihtimali olan tek takımın Twente olduğunu düşünüyorum. 2008 yazında Steve McLaren’i takımın başına getiren Hollanda ekibi geçen sene kendi çapında bir mucizeye imza atarak ligi 2. bitirdi ve Şampiyonlar Ligi elemeleri biletini cebine koydu. Elemelerde Sporting Lisbon’a son dakika golüyle teslim olup dramatik bir şekilde elendiler ve yolları Avrupa Ligi’ne düştü. Bu seneye de iyi başlayan Twente’nin en büyük eksikliği tecrübesi olacaktır. Fenerbahçe’nin en zorlu rakibi olarak seçerken bile garip oldum. Normal bir Fenerbahçe’nin bu gruptan rahat çıkması gerekir. Steaua Bükreş ise eskisi kadar göz korkutan bir rakip değil. Yine de Romanya deplasmanı şartları itibariyle her zaman zor olmuştur. Son olarak Sheriff için söylenecek çok şey yok. Kupaya katılan 48 takım arasında en zayıf olanı. Fenerbahçe’den alacakları bir puan onlar için tarihi başarı olacağı gibi Fenerbahçe için de Pendikspor etkisi yapacaktır. Aziz Yıldırım ve Daum her fırsatta ligi, Avrupa kupalarından önde tuttuklarını söylüyorlar. Fakat bu Avrupa’ya yedeklerle çıkacakları anlamına gelmiyordur. Yine de Fenerbahçe’nin işin ucunu bırakmayacağını ve gruptan çıkacağını düşünüyorum.
Galatasaray’ın kura şansını bilmeyeniniz yoktur sanırım. Bu sene Şampiyonlar Ligi’nde olsalar Sevilla, Rangers ve Unirea’lı gruba düşeceklerinden adım gibi eminim. Avrupa Ligi’nde de yine “lokum” gibi bir kura çekti Galatasaray. 4. torbadan gelen Sturm Graz ile oynanacak 2 maçtan 6 puan ve farklı galibiyetler bekliyorum. Her ne kadar Sturm Graz geçen senenin sürpriz takımı Metalist’i elemiş olsa da Galatasaray Avusturya takımlarını sever : ) 3. torbadan gelen Dinamo Bükreş ise Galatasaray’ın kuralarda ne kadar ballı olduğunun bir göstergesi. Eleme turunda Liberec ile evinde oynadığı maçta çıkan olaylar yüzünden 2 maç ceza aldılar. Bu sebeple grupta oynayacakları 3 iç saha maçın da 2’si seyircisiz olacak. Henüz fikstürü görmedim ama Galatasaray’ın bu deplasmanda seyirci baskısı görme ihtimali üçte bir. Zaten Galatasaray çapında bir takım olmayan Dinamo Bükreş, bir de iç saha maçını seyircisiz oynarsa pek şansları kalmayacak. O zaman Fenerbahçe için dediğimiz “Romanya deplasmanları zordur” sözü Galatasaray için geçerli olmayacaktır. Bu grupta Galatasaray için tek zorlu rakip Panathinaikos olacaktır. Yine baktığımda Galatasaray kadar güçlü görünmeseler de Avrupa kupalarında yaptıkları şaşırtıcı işler gözümü biraz korkutuyor. Kadrolarını Djibril Cisse ve Kostas Katsouranis gibi isimlerle güçlendirdiler. Bu sene Şampiyonlar Ligi elemelerinde Atletico Madrid’e elenip Avrupa Ligi gruplarına kaldılar. Galatasaray’ın Ali Sami Yen’de kazanacağını düşünüyorum ama Yunanistan deplasmanı için bir şey söyleyemeyeceğim. Son olarak takımın başında Rijkaard’ın eski yardımcısı Ten Cate’nin olduğunu da dipnot olarak düşmek lazım. Pana’nın gruptaki performansına bağlı olarak Galatasaray’ın 1. veya 2. olarak gruptan çıkacağını düşünüyorum.
Türk takımları dışında her iki kupada diğer gruplar için de bir iki kelam edelim. Şampiyonlar Ligi’nde çok enteresan gruplar var. Kaka transferinden sonra Milan-Real Madrid, Ibra ve Eto’o transferleri sonrası Barca-Inter eşleşmeleri çok ilginç olacak. Bu takımların gruplarındaki Marsilya, Zurich, Dinamo Kiev ve Rubin için söylenecek tek şey var; “İspanya ve İtalya tarihi ve turistik ülkelerdir. Gidin güzel güzel gezin.” En zorlu grup Chelsea, Porto, Atletico Madrid ve Apoel’li (Apoel hariç tabii) D grubu görünüyor. En kolay grup ise Sevilla, Rangers, Stuttgart ve Unirea’lı G grubu.
Avrupa ligi grupları için daha az şey yazacağım. Yeni formatta toplam 12 grup olduğu için her gruba bir şeyler yazsak, yeterince uzattığım bu ilk yazım daha da bunaltıcı bir hal alacaktır. Onun için sadece en zor ve kolay bulduğum grupları yazayım. En zor grup Valencia, Lille, Sparta Prag ve Genoa’lı B grubu gibi görünüyor. En kolay grup ise bence Fenerbahçe’nin içinde yer aldığı H grubudur.
Yazısı çok iyi birisi değilimdir. Ama bundan sonra elimden geldiğince Komünal İşkembe’ye özellikle sporla alakalı yazılarla katkıda bulunmaya çalışacağım. Umarım keyif alarak okursunuz.
----------
Komünal İşkembe sportif konuk yazarı Güven, Ankara'dan bildirdi. Teşekkür ediyor, ellerine sağlık diyor, her zaman olduğu gibi devamını bekliyoruz!

28 Ağustos 2009 Cuma

Şark kurnazı Avvvvea Avvea!

Zavallı bir kullanıcısı olduğum Avea, hizmetten yana oldukça beceriksiz bir kurum. Bu sanırım hemen herkesin malûmu zaten? İtirazı olan bir tek tanıdığım vardı, o da Avea çalışanı. Garibim... Kuzgun ve yavrusu işte.

Avea'ya ilişkin çevremde eşimden dostumdan ve hatta kendimden dahi -kendi kendime Avea'ya söverken- duyduğum türlü türlü şikayet var. İşte "şehrin göbeğinde çekmiyor" diyen oldu, ki ben de Ankara'nın göbeğinde Avea'yla iletişemezken, Acun televizyonda "bakın, dağın başına geldik, Avea cayır cayır maşallah!" diye reklamlara çıkıyordu. Gönderdiğin mesajları kafasına göre iletiyor, iletmiyor, geç iletiyordu bir zamanlar, şimdilik bir sorun yaşamadım ne yalan söyleyeyim. En sık yaşanan sorunlardan biri de, özellikle evden eve numara taşımacılığı başladıktan sonra şebekenin sürekli bir şeylerle meşgul olması, insanları konuşturmaması. Yani gerçekten, ucuz biliniyor tarife ve ucuzluğundan başka hiçbir avantaj sağlamıyor. Ucuz etin yahnisi tam olarak Avea'yı tanımlıyor. Ancak ucuz da değil ki kardeşim? Yani en azından 2 ay önce baktığımdaki hallerine göre öğrenci tarifelerini bir ucuzluk sırasına sokacak olursak düşükten yükseğe doğru Vodafone > Turkcell > Avea şeklindeydi. Bu esnada perhizden ve lahana turşusundan dem vurmayın, çok fazla kullanmıyorum zaten. Valla bak... Hem ne demiş ecnebiler, "keep your friends close, but your enemies closer." Her adımında ensendeyim Avea!

Neyse, bahtsız insanların olumsuz Avea deneyimlerinden bahsetmiştik. Şimdi örnek bir deneyimi ve bir başka deneyimi görmek isterseniz bu cümle içerisindeki iki bağlantıdan buyrun. Avea kullanıcıları için uyarı: çok orijinal bir şey yok, demedi demeyin. Her gün yaşadıklarınız.

Her neyse, sonuçta Avea yamulmuyorsam şu her yöne sınırsız tarifesini ilk ortaya atan şirket. Çılgınlar gibi de müşteri topladılar. Bu hizmeti, diğerlerinden daha ucuz veriyorlardı. Hatta Turkcell'in tarifesini görünce (vergiler dahil 70-80 TL civarıydı sanırım) "çüş!" dediğim daha dün gibi aklımda. Oysaki Avea da "55* TL" diye reklam yapıyordu. Altındaki 0.5 kalemle yazılmış yazıda da "vergiler dahil 66 TL"yi görebiliyorduk, ki bu da şaşırtmıyordu bizi. Avea enteresan şekilde aylar yıllar boyu "dandik ama ucuz be abi?" muhabbeti yapılmasını sağlamış. Oysaki dandikliği tamam, ama hiç de ucuz değil yakından bakınca? İşte bu her geçen gün biraz daha fark ediliyor.


Avea reklam sloganından da tasarrufa gitmiş. Yeni slogan: "Kapat! Kapat!"

Avea, milyonlarca numarasına (telefon numarası değil) bir yenisini daha eklemiş. Ya da bundan yeni haberimiz oldu, bilemiyoruz. Sınırsız tarifesindeki binlerce abonesini -ilgili protesto sitesinde yazana göre 40.000 abone- kafasına göre -ki sitede genel müdür asistanıyla yapılan bir konuşmanın bir ses kaydı var, kendiniz de dinlersiniz ama kadın gerçekten imzalanan taahhütnamedeki ucu apaçık bir şeyi öne sürüyor sadece- 1.000 dakika ve 75 farklı numarayla sınırlı, onun üstü ücretli bir tarifeye geçiriyor. Neye dayanarak? Müşteriye! Öhm...

Bir önceki paragrafta bahsettiğimiz ucu apaçık madde şu:
"Tarifeye kaydedilen hatların, FCT ya da benzer cihazlarla veya ticari amaçla yahut kötü niyetli olarak ya da haberleşme maksadı dışında ya da konferans görüşmeleri maksadıyla kullanılması halinde, hattın sahibi olan aboneye SMS gönderilerek veya arama yoluyla bilgi verilerek, bu bildirimin ardından ilgili hat Avea tarafından görüşmeye kapatılabilir, tarifesi değiştirilebilir, ara ödeme talep edilebilir veya abonelik sözleşmesi feshedilebilir." - Kaynak


Neyse. Sonuç olarak neyse ki şahsın biri, milyonlarca insanın her gün yaptığından farklı bir şey yaparak, oturduğu yerden söylenmek yerine eyleme geçmiş. Aramış işte genel müdürü, sekreteriyle görüşmüş, tükedici dernekleriyle iletişime geçmiş, bir de site kurmuş. Bu siteden ve Facebook'tan -konuşmada da duyacağınız üzere- binlerce insanın sesini duyurması için aracılık etmeye çalışıyor. Başarıya ulaşmasını umarak, belki bir parça katkımız olur diye yer verelim istedik.

Komünal İşkembe'den Avea'ya alternatif kampanya metni:
"Psikolojisi bozulmuş Avealılar! Avea'dan sizlere yepyeni bir tarife! Her yöne sinirsiz konuşma!
Hemen şimdi en yakın Avea olmayan telefon operatörü bayiine gidin, "ben kazığımı sizden, hiç olmazsa dürüstçe yemek istiyorum!" deyin, gerekli işlemleri yapın, ve da taaa! O andan itibaren, her yöne sinirsiz konuşabilirsiniz. Veya Avea bayiine gelin, hattınızı kapatana kadar size kırk takla attıralım. Kapattığımız zaman zaten aklî dengenizi hepten yitirmiş olacağınız için, gerçek manada her yöne -sağa, sola, ağaca, duvara- sinirsiz konuşabilirsiniz! Bir ağaçla ayda 10.000 dakika sakin sakin konuşma garantisi veriyoruz! Yalnız çok fazla ağaçla konuşursanız, 75 ağaç ve 1.000 dakikayla sınırlayabilrbrbrbrbrp!"


Konuya dair birkaç bağlantıyla şimdilik biz susalım, Avea'yla konuşamayanlar konuşsun;

- Mevzubahis boykot sitesi - boykotediyorum.tk
- Şikayetvar.com - (Şimdilik) 4.050 Avea şikayetine giden en kısayol!
- Avea'nın meşhur HerYöne Sınırsız tarifesi
- Feysbuk grubusuz olmaz - Avea'ya iletilemeyen mesajlar yüzünden küfürbaz olanlar

27 Ağustos 2009 Perşembe

Gerçek, film oldu!

Taraf'ta dün yayınlanan haberden az önce Everfever sayesinde haberdar olmamın ardından bir kez daha enteresan hislere gark oldum.

Haberi okumaya üşenenlere özetini vereyim; bir teğmen, 4 askeri öldürmüş. Nokta. Daha sonra gençler şehit düştü diye haberler yapılmış, törenler düzenlenmiş. Muhtemelen konuşmalar da yapılmış ve gençlerin ne kadar yüce bir amaç uğruna kan akıttıkları falan da söylenmiştir. Bir sonraki gün de işte "Afyon şehidine ağladı" temalı haberler. Hep tanıdık, bildik senaryo.
Yaygın medyayı iyi kötü takip eden herkesin bir yerlerden duymuş olacağını tahmin ettiğim replik son zamanlarda sürekli bir yerlerde çınlıyor. Nefes, fragmanından anlaşıldığı kadarıyla enteresan film. "Halkı askerlikten soğutmak" diye bir 'suç' tanımlanmışken, halk askerlikten bu kadar güzel soğutulabilirdi! Levent Semerci, ilgili suçu işlemeden, suçu en güzel şekilde işleyerek bile yapılamayacak güzellikte bir işe imza atmış. Yalnız şöyle bir sorun var; sanırım amacı ne yazık ki bu değil. Fragmandan anlaşılan, filmin, askerliğin ne kadarrr kutsal, nasılll ulvi, zor bir görev olduğunu anlatmaya çalışıyor olduğu. Pek çok insanın bu fragmanı izlerken gözyaşı döktüğünü de biliyor muyuz, onlarca Feysbuk durum güncellemesinden, video paylaşımından, televizyondaki haberlerden vs. biliyoruz. Oysaki bence aslında doğal olan, dökülen gözyaşlarının, orada insanlara alenen, en yasal -belki de ondan dolayı, en zorba- yollarla yapılan fiziksel ve psikolojik işkenceye, hatta tehditlere dönük olmasıdır.
Taraf'ın haberine baktığımızda, filmin fragmanıyla bire bir örtüşen bir şeyler var. Fragmanda bir komutan, takımına “uyursanız ölürsünüz!” diye bağırıyor ve psikolojik şiddetin, işkencenin kralını uyguluyor. Fragmanın sonunda da “bir daha uyuyan olursa kendi ellerimle öldürürüm, altına da imzamı atarım 'eğitim zayiatı' diye!” diyor. Everfever'ın Komünal İşkembe'ye not düştüğü habere yorum olarak yumurta-tavuk ikileminden bahsetmiştim. Ancak ikilemin yönünden eminim. Başlıkta da belirttiğim üzere, film gerçeğe dönüşmemiş, aksine “gerçek, film olmuş”...

Hafızanızı şöyle bir yoklayın. Ölümle sonuçlanmasa bile, dinlediğiniz onlarca insanın yüzlerce askerlik anısından benzer şeyler duydunuz mu? Bir yerlerde bu işittiğiniz anıların izleri var mı? Bende varsa, askerliğini yapmış veya bu anılara maruz kalmış pek çok insanda da olsa gerek. Ama ne hikmetse, bir haber kanalından duyana kadar ciddiye alınmıyor. Daha doğrusu “orduyu yıpratmaya yönelik” çaba olarak görülmesinden korkularak belki alınamıyor. Taraf gibi dikkat çekici bir kaynaktan geldiği zaman da haber genelde zaten inkâr ediliyor, ki yine olacak olan budur muhtemelen. Televizyonlarda ve yaygın medyada epey gürültülü bir “Tü kaka Taraf!” saldırısı olacaktır. Bildiğimiz şeyler. Haber doğru mu yanlış mı bilmiyoruz şunu bu an ama devletin resmi kaynaklarında hiç bulunmasa da, onun dışında bu tarz pek çok şey bildiğimiz için, ben doğruluğundan çok şüphe etmiyorum şahsen.

Özetle, hakikaten söyleyebilecek fazla bir şey yokken, olay ve film fragmanı tamamen kendini anlatırken ne desek boş. Ama oğlu öldürüldüğünde “vatan sağolsun!” demeyen, “bir oğlum olsa, onu da gönderirim!” demeyen anne-babaları yaygın medyada göremiyoruz ya hani hiç, hatta çokça öyle insanları yok da sayıyoruz belki?.. İşte bu haber ve bu film, o anne-babaların da, bu habere ve filme dair olayların da daha görünür olması gerektiğinin en önemli göstergesidir, belki de bir adım bile olur. Kim bilir?

----------
Bu tarz haberleri takip etmek için;

- Savaş Karşıtları

Taraf'ta konuyla ilgili bir haber daha;
- Taraf - Herkese yalan söylediler

Barışa Adanmış Filmler

1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla DOCUMENTARIST Hollanda Başkonsolosluğu'na bağlı Union Church'de ücretsiz film gösterimleri düzenliyor. İlgilenenler buradan daha ayrıntılı bilgiye ulaşabilir. Facebook'taki etkinlik sayfasında filmlerle ilgili daha detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.

25 yaşına geldim. 75 gün askerliğim kaldı. Beni öldüreceksiniz

Haberi burada

24 Ağustos 2009 Pazartesi

İran Dosyası (2) - İran’a tek bir pencereden bakmak


Kitlelerin hareketini görmek istemeyen veya görüyorsa ona dış tetikçi bulamaya çalışan düşünce, sol ve sağın toplumsal hareketleri değerlendirme mekanizmasını oluşturmuş durumda. Her iki taraf da aynı metodu kullanırken sadece nereye bağlayacakları farklı. Bu mekanizmanın en son ve en yakın örnek değerlendirmesi ise İran’daki son cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonraki seçim sonuçlarına karşı itirazlara yapılan yorumlar.
Bir hareketin kaynağını araştırmak ve hangi faktörlerin kitleyi harekete geçirdiğini öğrenmek sadece akademik olarak değil, siyasi örgütlerce de çok önemli. Eğer bu hareket kendi yaşadığımız, tarihini, kultürünü ve iç dinamiklerini çok iyi bildiğimiz bir toplumda gerçekleşmiş değilse o zaman değerlendirmelerimizde dikkatli olmamız gerekiyor. Yoksa ezberlemiş olduğumuz birkaç faktör üzerinden gidersek sonuç zaten baştan belli, hata var.
İran yapısı itibari ile ve Ortadoğudaki önemi ile aslında analizi zor bir ülke, iç ve dış etki ve tepkileri her zaman çok açık ve net olamamaktadır. Dini yönetime sahip olan ve İslam devrimi örneğini başka İslami ükelere de yaymak isteyen İran, enerji kaynakları ile de dünya enerji piyasasında da etkili bir ülkedir. ABD ile aralarında olan gerginliği İran’da değil başka yerlerde sürdüren İran, kendi iç problemleri ile de çok meşgul.
İran’daki son seçimlerin sonuçları açıklandıktan sonra İranlı seçmenler az şaşırmadı. Çoğu insan ve hatta muhafazakâr ve reformist taraflardan siyaset adamları ve yorumcular seçimlerin ikinci turda sonuçlanacağını beklerken Ahmedinejad seçimleri açık ara kazandı (İran’da cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adaylar toplam oyun yarısından fazla oy kazanma şartı ile cumhurbaşkanı olarak belirlenir, yoksa seçim sonucu en çok oy kazanan iki aday arasındaki yapılan ikinci bir oylama ile belirlenir.). Bunun üzerine sonuçlardan hoşnut kalmayan seçmenler yürüyüşler düzenleyerek ilan edilen sonuçlara itirazlarını bildirdiler. Hatta ilk günlerde sokağa çıkan insanlar Musevi ve Kerrubi’nin (seçimlere katılan iki reformist aday) çağrısı olmadan protestolar düzenlediler, yani kitlesel bir hareketti bu.
Hemen İran’da yetkililer protestoları dış kaynaklara bağladılar ama İran’da insanlar buna alışıklar, başka insanlar alışık olmasalar da. İran’da her zaman bir muhalif hareket oluşursa o hareketi bastırmak için onu İran İslâm devrmi muhalifleri olan büyük güçlere bağlarlar. İran hükûmetinin ayakta kalmak için aslında bir düşmana ihtiyacı var ve en elverişli seçenek doğal olarak zaten açık bir şekilde İran’ı tehdit eden Amerika Birleşik Devletleri’dir ve İran’ı bir çok yönden sıkıştırmaya çalışan ülkedir de kendisi. ABD'nin yanısıra İsrail ve son zamanlarda onlara eklenen İngiltere de genelde farklı zamanlarda farklı olaylardan dolayı İran içişlerine karıştıkları için suçlanır. Daha da önemli olan nokta ise, buna dayanarak İran’da her türlü itiraz, mümkün olan her yolla bastırılır ve devrimi ve İslâm'ı koruma adına yapılan işler doğrulanır ve temize çıkarılır. İran, Azerilerin ayaklanmasını ABD ve Türk ülkelerine, Arap bölgesindeki hareketi ise İngilizlere bağlar. Kürt bölgesi zaten onlarca ABD destekli.
Ama bu sadece İran devletine has bir yorum değil. İran olaylarını değerlendiren birçok araştırmacı, gazeteci ve yazar aynı mekanizmayı kullanmaktadır. Bu değerlendirmenin solu ve sağı da yok. 2006 yılında İran’da Azerilerin ayaklanması ile beraber birçok insan hemen bu olayda ABD’nın izlerini aramaya başlayıp İran’da 80 yıldır demokrasi mücadelesi veren etnik grupların hareketini dikkate almadılar. İran çoklu-etnik bir yapıya sahip ve doğal olarak İran’a karşı birçok yolu deneyen ABD bundan da kolay vazgeçmemiştir. Ama herhangi bir olayı, özellikle kitlesel bir hareketle karşılaştığımız zaman aynı yolla değerlendirmek ne kadar sağlıklı? Böyle durumlarda kitlelerin haklı isteklerini dinlemek ve belki onlara ses vermek yerine nasıl milyonlarca insanın sokağa çıktığını hiç düşünmeden, oradaki şartları bilmeden dış kaynaklara bağlarız.
İran’da kitlesel hareketleri yönlendirebilecek çok fazla seçenek olmadığı için, genelde bu hareketler İran reformistlerinin eline geçiyor. Reformistler de genelde muhafazakârların, özellikle Ahmedinejad’ın dış politikada sergilediği sert tavrı eleştiriyorlar. Bu eleştirilerden dolayı reformistlerin devlet mekanizmasını ele geçirmeleri ABD, İsrail ve AB’yi büyük bir krizden kurtarabilir gibi görünmektedir. Hâlbuki, İran dış siyaseti sadece cumhurbaşkanı tarafından belirlenmekte değildir ve belli kırmızı çizgileri de geçmemek mecburiyetindedir.
Özetle diyebiliriz ki, İran’da ortaya çıkan olayları değerlendirirken kitlesel hareketlere İran dışında tetikçi bulmaya çalışmak ve onun üzerinden düşünmek, en kısa yoldur ve en kolaya kaçmaktır. Biraz da İran’ın iç dinamiklerini göz önünde bulundurmak ve onları da dikkate almak hiç de kötü olmayacaktır.
---
Bu yazının sahibi konuk yazarımız Hikmet'e ibnialheysem@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz.

23 Ağustos 2009 Pazar

Direne direne...

Görünüşe bakılırsa, devletin İzmit'te depremzede konutlarına yerleş(tiril)en bürokratlarına ilişkin direniş, polisin baskısına, uyguladığı şiddete rağmen zafere doğru gidiyor. Konuya dair Komünal İşkembe'de depremin 10. yıldönümü olan 17 Ağustos 2009'da yer alan ilgili yazıya buradan ulaşabilirsiniz.
Radikal'in haberine göre, Milli Eğitim Müdürü Nevzat İspirli'nin "en kısa sürede boşaltacağım" sözünün ardından, bir bürokrat işgal ettiği daireyi boşalttı bile!
Muktedire karşı koyun olmamanın ne kadar da güzel işe yaradığını yakın zamanda bir de "harç zamlarının geri alınması" konusunda görmüştük. Yapılan her eylem istenen sonuca ulaşmıyor olabilir, ama herhangi birinin hedefine ulaşması bile, diğerlerinin gerekliğinin göstergesidir.
Eylemlerde pek sık kullanılan sloganlardan biri olan "Direne direne kazanacağız!"ın bu şekilde amaca ulaşma yolunda ilerlemesini sevinç ve takdirle karşılıyor, tamamına ermesini diliyorum!
Bu esnada çöpe sokulamayınca bayır aşağı yuvarlanan genç adamı da merak etmiyor değilim..

21 Ağustos 2009 Cuma

Inglourious Basterds

Komünal İşkembe yemiyor, içmiyor; film gösterime girer girmez gidiyor, izliyor, yorumluyor! Özel galalara bilet bulacağımız günleri de görürüz de, gecenin köründe bir göz açık bir göz kapalı film kritiği yapmayız umarım gelecekte. (Sözüm sana Tarantino!)
Bu film olmuş bir film. Bir Reservoir Dogs, ya da bir Pulp Fiction mı; üstadın en iyi filmi mi? Bence hayır. Ama bu ikisinin arkasına gelir, rahatlıkla oturur.
Şimdi, soru şu: Basterds'dan ne beklemeyin? Basterds bize orijinal bir kurgu, twist'lerle dolu bir senaryo, teker teker geliştirilen, özenle yazılmış karakterler, heyecanla sonunu merak ettiren bir hikaye vs. vermiyor. Amacı da bu değil zaten. Hikayenin kendisinden çok, hikayenin anlatışına bakmamızı istiyor. Tıpkı fragmanında dediği gibi, "savaşı Tarantino'nun gözlerinden görüyoruz". Bu gözler de bize süper bir alternatif dünya kuruyor, buraya biraz Sergio Leone katıyor, biraz Truffaut; üzerine eğlenceli, Tarantinesk diyalogları serpiyor, şiddeti kendine yakışır şekilde sunuyor bize, et voila! Tadından yenmeyen bir film ortaya çıkıyor. Tarantino, kendisini takip edenleri de düşünmüyor değil; barda Reservoir Dogs'a da selam çakıyor, bir The Bride vardı n'oldu ona dedirtiyor vs.
Oyunculuğa gelirsek; önce eksiler ve yarım artılar. Diane Kruger, sen kötü bir oyuncusun; istersen Helene ol uğruna savaşlar açılsın. Bunu bil, ayağını denk al. Brad Pitt, hocam adam yememiş içmemiş sana özel rol yazmış, versene bize bir 12 Monkeys, bir Snatch performansı? Hani iyisin de abi, daha çok çaba sarf edermişin aslında. Eli Roth ise aktörlük kariyerine devam edecekse, bundan daha iyi bir noktaya ulaşamaz. Yani düz çizgi olur kariyeri. Ka(ri)zma aynı Emrah, aynı Keanu Reeves. Eğilip bükülmez.
Artılara geçelim. Christopher Waltz, sen neymişsin be abi! Cannes'da aldığın ödül sonuna kadar helaldir. Adamın 10 parmağında 20 marifet, kendisini Avusturya'nın Haluk Bilginer'i ilan ediyorum, evet. Sonra Melanie Laurent. Maşa'allah. Çok başarılı. Kendisi 2007'de "Gelecek Vaat Eden Aktris" Cesar'ını kapmış zaten, o vaat ettiği geleceğe de bu filmde kavuşmuş. Til Schweiger, sen de karizma abiymişsin, eyvallah.
Son söz olarak şunu diyeyim: Fragmanından daha iyi bir film ile karşı karşıyayız. Lakin diyaloglardan anlam yerine eğlence çıkaran, karakterlerin bireysel gelişimi yerine toplu kompozisyonuna odaklanan, "Ay acaba n'olacak" diye nine moduna girmeyen, hikayeye değil, anlatana bakan, ve de kan-beyin vs. görünce "Ayyyyy, İyuuuuuuv" demeyenler (sözüm sana tüm sinema salonu, ettiniz zevkimin içine..) sevsin bu filmi. Eh, zaten bunu sevenler Tarantino'yu da seviyorlar.

Bir dev hizmet daha! Rakı masasına türkü önerileri!

acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun, ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle büyük bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin. -Birhan Keskin, Iz Birhan Keskin, acının insana kendini öğretmesini çok güzel anlatmış "ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin" diyerek. Acılar içimizin tellerini titretiyor, başka deneyimlerden daha fazla, ya da sadece daha tiz. Yaşananların dışında da içimizde ses veren, içimizi ısıtan başka şeyler yok mu peki? Türküler mesela. Öyle türküler var ki, içimizi ısıtıyor, şiirde dediği gibi içimize gerdiğimiz telleri titretiyor. Söyledikçe, ya da dinledikçe, içimizde bir yerlere dokunuyorlar. Hepsine yer vermek imkansız burada. Ama aklıma gelen birkaç tanesinden bahsetmek istiyorum. Yazarlarımızdan en azından bir kısmının türkü dinleyip söylemeyi çok sevdiğini, ve biraz daha az bir kısmının da çaldığını düşünürsek, aslında biraz geç kalmış bir yazı bu! Şimdi Neşet Ertaş'tan, Gönül Dağı adlı türküyü dinliyorum. "Kalpten kalbe bir yol vardır, görünmez, gönülden gönüle gider yol gizli gizli." Beni benden alan bir başka Neşet Ertaş türküsü de Evvelim Sen Oldun. Özcan Deniz'in Neredesin Firuze'deki yorumunu çok beğeniyorum. Erkan Oğur'dan da bahsetmek lazım tabi. Ama türkülerinden bir tanesini seçmek çok zor, çok. Yarım Senden Ayrılalı dursun burada. Bir de Kardeş Türküler var. Bu bahsettiğim her sanatçı için geçerli tabii ki ama özellikle Kardeş Türküler'i canlı dinlemek, bambaşka bir deneyim. Fırsatınız olursa mutlaka gidin. Türkü sevmeseniz de gidin. Sizinle gelen kimse olmazsa da gidin. Gidemezseniz de, en azından canlı performanslarını bir yolunu bulup izleyin. Onlardan da, son zamanlarda çok severek dinlediğim Gülsüm'u tekrar dinlemek istedim: Gülsüm yolun açık olsun Gurbet elde bahtın gülsün Gözünden yaş döktürenin yollarına duman çöksün Youtube'dan son alıntıyı da, Aynur Doğan için yapmak istiyorum. Bu da sözlerini anlamasam da, içimi titreten bir türkü. Dar Hejiroke. (Yazımında yanlışlık yaptıysam çok özür dilerim. Uyarın, hemen düzeltelim.) Daha o kadar çok o kadar çok var ki bahsedilmesi, dinlenmesi ve de söylenmesi gereken türkü... Bunlar sadece akla gelen 3-5 tanesi. Keyifli dinlemeler.

Adalete(,) doğru bir adım daha

Memlekette yaşanan envai çeşit polis şiddetine sıklıkla yer veriyoruz. Daha öncekilere denk gelmemiş olanlar için şöyle ufak bir liste çıkarıverelim hemen:
Olur Böyle Vakalar, Türk Polisi Çöpe Atar - 17 Ağustos 2009 Sana Numara Verdiler mi? - 11 Temmuz 2009 Bir Macera Filmi - 19 Haziran 2009 PVSK Öldürür! - 20 Mayıs 2009
Şöyle bir kabaca baktığımızda, yaklaşık olarak ayda 1 sefer polis şiddeti konu oluyor Komünal İşkembe'de. Hatta daha sık oluyor da, polis şiddeti olarak etiketlenmesi unutulmuş kiminin. Yoksa 1 Mayıs var, Beşiktaş taraftarına yapılan var vs. Neyse, bunları Komünal İşkembe'nin geçen aylarında bulabilirsiniz.
Bu yazıların tümünde ortak bir nokta var; polisin üstüne vazife olmayan haltlar yapmasına, yaptıklarının da tamamıyla yanına kâr kalmasına dönük eleştiri. Polis, Türkiye'de alenen suç işliyor, işlediği suçu gözümüze sokuyor, akabinde almadığı ceza da bonus olarak giriyor gözümüze gözümüze. Tekrar tekrar aynı şeyleri söylemeye gerek yok, Uğur Kaymaz'ı öldürenler beraat etti, en çarpıcı örnek olarak bunu not düşelim sadece. Dur ihtarı özelindeki cinayetleri merak edenler de şuradan görebilir.
Adalet biraz daha yakın
Bugüne kadarki polis cinayetlerinin sonuçları oldukça benzer. Shelbyl'in yazdığı Uğur Kaymaz'la ilgili yazıda da, Bianet'te yer alan şu yazının son bölümünde de, karşılıksız kalan suçlara vurgu var. Farklı olaylar, aynı sonuç. Suç işleyen polis, ölen insanlar, beraat eden aynı polis! Çağdaş Gemik davasındaysa bu sefer sonuç biraz daha farklı. Önceki vakalarla benzer olarak yine bir dur ihtarı, yine bu ihtara uymayan bir insanın öldürülmesi var. Ancak bu sefer, sonuçlanan davada ödül değil, ceza alan bir polis mevcut. Yani nasıl bir cezanın (ceza verildiğini farz ediyoruz tabii bunu demek için) gerçekten "ceza", nasıl bir cezanın "ödül" görüleceği tabii ki kesin çizgilerle belli değil. Ancak bu tarz davalarda bugüne dek alınan en olumlu sonucun bu olduğunu ve 16 yılın, ortalama bir insan ömrünün yaklaşık çeyreği olduğunu düşünürsek, bence bu sefer biraz daha bir cezadan, bir caydırıcılıktan bahsediyoruzdur. Ha, bence yine bir insanın ömrüne karşılık kesinlikle değil, ama aza tamah etmeyen çoğunu bulamaz malûm (teorik olarak, öldürdüğü gencin yaşadığı ömürden -18 yıl- daha uzun bir ceza -20 yıl, ama iyi halden 16 yıl 8 ay- almıştır bu esnada. kesinlikle ölçünün bununla alakası yok, ama yine de dikkat çekici, önemli bir nokta bence. Bu yönde bir hastalıklı mantık çocuk öldürmeye götürür zira.)... Sonuçta bu karar (ki temyize açık bir karar, hala cezanın son hali olmayabilir), kafasına göre insanları iten, kakan, bayır aşağı yuvarlayan, ölümüne döven ve dahi öldüren polislerin kafasına kafasına dank etmiş midir? Bence hiç olmazsa bir ölçüde etmiştir.
İşin hukuki boyutu
Bu tamamen benim yorumum, ama cezanın, suçun "kasten insan öldürme" yerine "olası kasıtla insan öldürme" olduğu düşünülerek verilmesi bence makûl (ki, davanın savcısına göre kasten öldürme suçunun işlenmiş olması için yeterli gerekçe var, ama savunan tarafa göre de yok tabii). İlla "polise en en en ağır ceza verilsin! Oh canıma değsin!" diye bir derdim yok. Ha, işlenen suçun muhatabı ben olsam aynı şekilde düşünür müydüm, bilmiyorum. Ama şu an bu yaklaşım bana yeterince objektif geliyor. "Kasten insan öldürme"de doğrudan öldürme amacından bahsedilirken, "olası kasıtla insan öldürme"de "ölüm riskine rağmen mevcut riski dikkate almadan davranma" gibi bir durum olduğu varsayılıyor. Ama elbette yine yüce adaletin affına sığınarak, aslı 20 yıl olan bir cezanın, -iyi hâl dedikleri- süt dökmüş kedi tavrından 3 yıl 4 ay indirime gitmesini gerçekten anlayamadığımı belirtmek istiyorum. Bir şahsın bana yönelik işlediği suçun cezasının, benden, benim rızamdan bağımsız olarak azalmasını aklım almıyor.
Burada başlayan yol çözüme gider mi?
Bu olayın ve cezanın, bir başlangıç olarak görülmesi isabetli olabilir. Çağdaş Hukukçular Derneği, "hükûmetin derhal halktan kamuoyu önünde özür dilemesi ve başka cinayet işlememeleri için güvenlik güçlerini uyarması gerektiğini" söylemiş. Haklı ama sürreal bir istek olmuş. Polisin silah kullanma yetkilerinin o meşhur "makûl seviye"ye çekilmesi -yani keyfi cinayet/suç işleyip cezasız kalamayacak, hafif cezayla yırtamayacak kadar daraltılması-, hem suça meyilli olan, insan öldürmekte beis görmeyen polislerin kendilerine daha hakim olmalarını, kendilerini, sevenlerini ve başka insanları üzmemelerini, hem de insanların daha güvende olmalarını sağlayacaktır. Polisin silahına daha az davranması demek, dur ihtarına uymayan insanların kaçma olasılığının yükselmesi demek olabilir. Ee? Ayrıca bu tabii ki sırf polisin silah kullanımıyla ilgili bir mesele değil. Polisin genel olarak kendine, silahının yanında eline, diline, koluna, bacağına da hakim olması, üzerine vazife olmayan şeylere burnunu sokmaması gerekir. Bir kez daha söyleyelim, polisin hiçbir cezai yetkisi yoktur. Hatta kimi, cezai ehliyeti dahi yokmuş gibi davranıyor, orası ayrı. Polis insanları cezalandıramaz. Suç işleniyorsa uyarır, gözaltı gerekiyorsa gözaltına alır, gerekli yerlere gerekli bilgileri verir. Bu kadar. Kaçan insanı vurarak temelli durdurmak da polisin vazifesi değildir, parkta oturan insanı tekmeleyerek öldürmek de.
PVSK'nın daha insancıl koşullar için değiştirilmesi, İçişleri Bakanlığı'nın ve emniyet teşkilâtının gerekli -ve yeterli- uyarıyı yapması, eğitimi vermesi sorunun çözümü için mutlaka gereklidir. Yargının elinden gelen, testi kırıldıktan sonra bir şeyler yapmak olabilir ama testinin kırılmamasını sağlamak, yalnız polise değil, yetkisi iradesine fazla gelen her nevi güvenlik gücüne dönük yeterli önlemin alınmasıyla gerçekleşir ancak. ----- Çok uzattığımın farkındayım, aslında bitirmiştim yazıyı ama son olarak bir şey daha eklemeden geçemeyeceğim. Radikal'de yer alan haberin altındaki yorumlardan biri -noktasına virgülüne dokunmadan- şöyle: "Bu kararin adaletli olduguna inanmiyorum.Hakimin tarafli,ibretlik,göstermelik veya gözdagi verdigi kesin. Nihayet bir kazadir.Polis memuru o suçu islemeyebilirdi.Kendini kontrol edememis,suç islemis tamam. Ama bu kadar agir cezayi Fransada planli,kurgulu(meditation) cinayetlere veriliyor. Hakim bey O polisin yerinde olsa ne yapardi acaba ?."
Karar adaletli değil? Hakim taraflı? Gözdağı verdiğine ben de katılıyorum! Vermesin de polis, bir nüfus planlama sistemi olarak devam mı etsin katliama? Kendini kontrol edememiş ne demek? Eline o silahı vermeleri demek, kendini ortalama bir insandan daha iyi kontrol etmen gerekiyor demek. Hakim bey sağduyulu düşünüp, öncekilere göre fazlasıyla ağır ve görece yerinde bir ceza verdiğine göre, o polisin yerinde olsa belki de silahını hiç çekmezdi?

20 Ağustos 2009 Perşembe

Site Tanıtmaca: cingeneyiz.org

Ali Mezarcıoğlu tarafından kurulup 4 senedir editörlüğü de yürütülmekte olan Çingeneyiz.org, Türkiyeli Çingeneleri bir araya getirmek, Çingeneleri daha iyi tanıtıp, seslerini duyurmak üzere kurulmuş bir internet sitesi. Site, yalnızca Türkiyeli Çingenelere değil, sitenin gönüllüleri tarafından yapılan İngilizce çevirilerle çok daha geniş bir kitleye hitap etmeye çalışıyor. Şu anda, 4. yaşın şerefine site, fondaki Kibariye (Kara Gözlü Çingenem) eşliğinde yeniden yapılandırılma aşamasında ve bu akşam (20 Ağustos 2009 - Perşembe) TSİ saat 20:00'da açılacak.
Site tekrar açıldığı zaman, Çingenelerin geçmişine ilişkin doğrudan, kaynağından, kendilerinden bilgiler, Türkiye ve dünya Çingenelerinden haberler, Türkiye Çingeneleriyle ilgili kampanyalar (örneğin, "mahalleni tanıt kampanyası"), Çingene müziği çalan bir radyo ve daha pek çok şey bulabilirsiniz. Şu an site kapalı olduğu için, aklımda kaldığı kadarıyla yazmaya çalıştım, devamını bu akşam saat 20:00'dan itibaren siteyi ziyaret ederek kendiniz keşfedebilirsiniz.
Siteye ilişkin -bence- iki ufak sorun, sitenin çok sık güncellenmemesi ve çok fazla tanınmıyor/desteklenmiyor olması (veya öyle görünmesi). Bu da, siteye destek vermek isteyenlerin daha fazla uğramasıyla, daha sık güncellemeler sonucu daha fazla insanın düzenli olarak siteye gelir gider olmasıyla kolaylıkla çözülebilecek bir sorun. Yeni bir tasarımla geri dönmenin sağlayacağı bir güzellik bu olabilir mesela? Bakalım, hep birlikte göreceğiz...
Bu esnada, cingeneyiz.org adresinden zaten her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz ama kolaylık olması açısından 1-2 adres de vereyim. - Çingeneler - Facebook grubu - Çingeneler ve Romanlar - Facebook grubu - Cingeneyiz.org - Yahoo iletişim grubu - Site editörü Ali Mezarcıoğlu ile iletişim için: cingeneyiz@yahoo.com Bunların yanında gönüllü olarak siteye katkıda bulunmak isterseniz, bu akşamdan itibaren ilgili formu sitede bulabileceğinizi tahmin ediyorum. Siteden bir alıntıyla da veda edelim: "Amacımız, buçuğu tam yapmaktır."

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Sağ, Sol, Penaltı, Gol

Deniz Baykal, CHP'nin soldan uzaklaştığı yönündeki eleştirilere tokat gibi bir cevap vermiş. Demiş ki:
Avrupa solu sağa kaydığı için bizi eleştiriyor.
Aslında dediği kendi içinde tutarlı, çünkü kendisinin sol anlayışı ile Avrupai sol anlayış farklı; bu durumda böyle bir beyanat da verebilir. Kendisi ile Avrupa solunu ayrıştırması normal o yüzden. Fakat şu cümlesi o yarattığı farkın neresine düşüyor, onu anlamadım ben:
Avrupa'da ırkçı, ayrımcı ve yabancı düşmanlığının aktörleri, sağcılar kadar solculardan çıkıyor.
Yani CHP, Avrupa solcularının sağa kaymış halinin aksine; kesinlikle ayrımcı ve de yabancı düşmanı değil. Benim konu ile ilgili yorumum, atalarımın birinden gelsin; "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır."
Beni Türk sosyal demokratlarına emanet ediniz.

Hastasınım Yıldırım Türker!

Yıldırım Türker bugün Radikal'de, geçen ay Topkapı'daki konser esnasında ve sonrasında yaşanan olaylara ilişkin 'tertipçi' Hakan Erdoğan'ın görüşlerine yer veren Radikal'deki yazıyla da bağlantılı olarak pek nefis bir şeyler söylemiş. Tam olarak takip etmek denemez ama, okuduğum zaman keyifle ve büyük ölçüde katılarak, hak vererek okuduğum yazarlardan biri Yıldırım Türker. Bir diğerini ise tabii ki hepiniz biliyorsunuz... Evet, şakası bile kötü, özür dilerim! *** Neyse, lafı daha fazla uzatmadan sözü Yıldırım Türker'e bırakayım.

Vahşiler müziğe karşı

O gün İdil Biret’den muhteşem bir Çaykovski yorumu dinlemiştik. Topkapı Sarayı avlusunun akşam serinliğinde kendini müziğe ve virtüözün hipnotik gücüne kaptıran seyirci, konser bitmesin istiyordu. Biret defalarca bise çıktı. Kapının önünde yaşananların farkında olmayan biz, Topkapı’nın aşağı kapısından çıkarken bekleyen polis otobüsleri karşısında şaşkınlığa kapıldık. Meğer organizatör Hakan Erdoğan’ın konser başlamadan önceki huzursuzluğu boşuna değilmiş. Meğer seyirciye belli etmeden kapının önündeki yiğitlerin tehdidine karşı önlemler alınsın diye çırpınıyormuş o sıra. Yazının devamını okumak için tıklayınız... --------- Sokaktaki Adam'ın notu: Konuya dair, okumaya değer ve bütünleyici bir başka yazı için şuradan buyrun: Hasan Cemal - Topkapı Sarayı'nda konser, kanser!

Olur Böyle Vakalar, Türk Polisi Çöpe Atar

Yazıya başlamadan önce, 10 yıl önce bugün yaşanan felaketin yanında, 10 yıldır her gün türlü felaketlere de maruz kalan herkese sabır dilemek istiyorum. Şu an, tüm iyi niyetimle güzel şeyler dilemek isterken de fark ettim ki, devletin basiretsizliği nedeniyle hiçbir şey dileyemiyor insan. Yahu 10 yıl geçmiş, hala daha hiçbir şey yapılmadıysa, hatta üstüne utanmadan bir de yapılanlar bozuluyorsa ne dilenebilir ki? Bugün "geçmiş olsun" geçerli bir dilek değil, "en yakın zamanda yaraların sarılması" geçerli bir dilek değil... 10 yıl geçmiş zaten. Ben yine depremi yaşayan, ondan doğrudan ya da dolaylı zarar görenlerin şahsında, bütün Türkiye için basiretli bir devlet ve yalnızca gölge etmeyen bir hükûmet dileyeyim, başka ihsan istemez. İnsanlar hâlâ aç biilaç yaşarken Çırağan'da orucunuzu açacağınız hurmalar boğazınızda kalsın. Çaresizlik ancak bu kadar güzel öğretilir... -----------------------------
Medyada dün yer alan bir habere göre Kocaeli Valiliği, deprem sonrasında Saddam Hüseyin tarafından yapılan 10 milyon dolarlık bağışla inşa edilen Arızlı Irak Konutları'nda oturan depremzedelerin yerine bürokrat takımını yerleştirmekte imiş. Radikal'de yer alan haberde, Özel İdare Müdürlüğü'nün mülkiyet sahibi olduğu, orada oturan vatandaşların mülkiyeti almak için dava açtığı ancak kaybettiği iddiasından bahsedilirken, Sol.org'da yer alan haberdeyse "Valilik ve Özel İdare Müdürlüğü'nce hazırlanan protokolle konutlar, 2001 yılında 5 yıllık süreyle depremzedelerin yerleştirilmesi için tahsis edildi ve bu süre daha sonra 5 yıl daha uzatıldı." Yani eğer bu ikinci haber doğruysa, şu anki hükûmetin bayıla bayıla sayıkladığı 5+5 formülü burada teorik olarak uygulamaya konmuş, ama uygulamada aksi yönde hareket edilmekte. Bu esnada Radikal'in haberine göre bir önemli nokta da, "Kocaeli Valiliği'nin konu hakkında açıklama yapmama kararı almış" olması. İşte bu kadar kolay! Koskoca devlet seninle benimle uğraşmak zorunda mı kardeşim? Haşa! Devletin sağ yanağı polis dururken! Önce Polis Bu esnada, geçen hafta da konutlara Kocaeli Emniyet Müdürü Osman Çapalı taşınmış. Aynı kaynaktaki habere göre bir de "Arızlı Konutları" 'yalnızca depremzedelerin oturması' koşuluyla yapılmış. Ki, makûl olan da budur. Varını yoğunu kaybetmesinde, onda olmasa bile sonraki rehabilitasyon sürecindeki başarısızlıkta devletin ciddi payı olan insanlara birkaç yıl koklatılıp sonra devletin yanakları otursun diye kimsenin hibe yapacağını sanmıyorum şahsen. Ama ne yazık ki, "burası Türkiye". Gelelim Asıl Meseleye Üzgünüm, bu başlı başına önemli bir sorun olan "depremden bugüne olan biten" konusunun bir alt başlığı olan "depremzedelere verilen desteğin kesilmesi" meselesini dahi bir bırakmak zorunda kalmak istemezdim ama olayın içinde yine dikkatimizi artık daha az çekmeye başlayan çok tanıdık bir şey var. Polisin insanlara saldırması! Aynı olayın farklı kaynaklardaki fotoğraflarına ve Kanal D haberden alıntı videosuna bakalım. Sağ üst taraftaki ilk fotoğraf, Mynet Haber'den alıntı. Polis milli marşı tersten okutmaya çalışıyor gibi görünse de pek öyle değil. Hemen aşağıda Kanal D Haber'in videosuna bakın: İkinci fotoğrafımız, Radikal'in "Depremzede çöpe gitti!" başlıklı fotoğrafından: Bu iki fotoğrafta lütfen özellikle ilkinde saldırıya uğrayan şahsın aldığı pozisyona, onu alıp kenara atmaya çalışan iki polisten birinin hırsla adamı aşağı yuvarlama çabasına dikkat edin. Üçüncü fotoğrafa bakalım: Konudan biraz sapıyoruz ama bunu paylaşmazsam çatlardım. Bu fotoğraf da, Cihan Haber Ajansı'nın (CİHAN) ve Samanyolu Haber'in olaya nasıl yaklaştığını gösteriyor sanırım. Aynı haber, aynı olaylar ve arkadaşlarının yanında muhabbetten kalkmış elleri arkaya bağlamış yürüyen bir dayının fotoğrafı. Haber7'nin de aynı fotoğrafı kullanmış olması şaşırtıcı değil elbet. Son olarak da Hürriyet'in, habere ilişkin foto galerisinden bir fotoğraf: Videoyu izlediyseniz bu kareyi gördünüz zaten. Polis meğer adamı çöpe sığdıramayınca kenara atmaya karar vermiş! Ayrıca bu muamelede başı çeken, "şef garson" misali farklı kılıklı polise de dikkat etmeden geçmeyelim. Ama ne yazık ki kaskı yok ve kaskındaki numarayı göremiyoruz. Tüh! Hakkında hiçbir şey iddia edemeyeceğiz demek... Ama bizim IP'miz belli, yerimiz yurdumuz belli. Bir şey olursa polis bize bir cop kadar yakın! "15x İmdat! Polis!" hattı henüz uygulamaya geçmedi ne yazık ki memlekette. Bu İlk Değil Bu ilk değil derken, polis şiddetini kast etmiyoruz tabii ki. Yeni Şafak'ın bu sefer 2003 yılında Bingöl'deki depremde mağdur olanlara ilişkin haberine baktığımızda da çok benzer bir şey görüyoruz. Çadır alamadığı için valilik binasına yürüyen insanlar, üzerlerine minibüs süren ve -umuyorum havayadır- ateş açan polis. Tarih bu kadar da spesifik olarak tekerrür etmemeli yahu! Eğer ki "suçu ve suçluyu övmek" (TCK 215) diye bir ceza varsa, polis hakkında olumlu bir şey ifade edeni hemen içeri almak lazım. Polise karşı olan hislerimi daha fazla ifade etmemi yüce devlet "ifade özgürlüğünü engelleme özgürlüğü"nü kullanarak engellediğinden, sıradaki şarkı Özcan Deniz'den onlara gelsin! Lütfen yanlış anlaşılmasın, vatandaşın üzerine minibüs süren, haksız yere itip kakıp yerlerde sürükleyen, hastaneye biber gazı atan, keyfi olarak insan öldüren polise karşı çok olumlu hisler belirtmemin "suçu ve suçluyu övmek" (TCK 215) kapsamına girmesinden korktuğumdan böyle bir yola başvurmak durumunda kalıyorum; "Derin duygular besliyorum sana karşı, Sevgi değil içimdeki..."

16 Ağustos 2009 Pazar

Parakalo!

*Bu yazı aslen 04.08.2009’da yazılmıştır ve fakat benim beceriksizliğim Telekom’un basiretsizliğiyle birleşince bir türlü yayınlanamamıştır. Ardından da yıllık izne gidince bugünlere kalmıştır.
Blogda ne zamandır bir gezi yazısı eksikliği hissediyorum. Bir süredir ertelediğim Ankara ve Amasra yazılarını daha da ertelemeye karar verip Atina’yı yazmaya karar verdim. Bilenler bilir, çok istediğim halde uzun süredir denk getirip de Yunanistan’a gidememiştim. Nihayet geçen hafta uğrayıverdik karşı kıyıya iş sebebiyle. İlginçtir hiç uzaklaşmış hissetmedim kendimi. İlginç olmayansa bu yazının da “ulan ne kadar benziyoruz bu Helen insanlarına” temalı olacak olması. Klişe olması yanlış olmasını gerektirmez.
Shelbyl’in memleket hasretini gidermek için uçaktan Tekirdağ’ı çektim
Daha gezinin başındaki klasik 1 saatlik THY rötarı ve Atina’ya indikten sonra pasaport kuyruğundaki yarım saatlik bekleyiş ipucu vermişti zaten bana. Pasaport kontrolü için 8 adet kontuar olmasına rağmen sadece 2 tanesi açıktı. Olabilir tabii ki, yoğun değildir, adamlar da diğerlerini açma gereği duymaz. Ama durum pek de öyle değildi. En ufak bir abartıya başvurmadan her iki kontuarda da yaklaşık 200 metrelik kuyrukların oluştuğunu söyleyebilirim. Anlattığımız herkes “welcome to Greece” dedi. Biz de yadırgamadığımızı belirttik, ziyadesiyle alışkındık böyle şeylere.
Tuborg’un sodası varmış da, benim haberim yokmuş. Cahil miyim neyim?
Sonrasında navigasyonun aslında süs niyetine kullanıldığını öğrendiğim Yunan taksilerinden birine bindik otele gitmek için. Hayatta Türk minibüs şoförleri, Türk otobüs şoförleri ve hatta Türk taksi şoförlerinden daha yavşak birileri varsa onlar da Yunan taksi şoförleriymiş, 2 günde bunu öğrendik. Sadece 45 Eurocuk kazıklanmakla kalmadık, diğer günlerde de bol bol taksicilerle kapıştık. Bir kere şehrin bazı yerlerinde taksi bulmak bir sorun; hele hele 40 derece sıcağın altında kravatla taksi beklemek daha büyük sorun. Hadi buldun diyelim, bu sefer de gittiğin güzergâh beğenilmeyebiliyor taksici tarafından. Bu da ne kadar tanıdık değil mi? Ama arada fark var; bizde genelde mesafe kısa olduğu için almak istemez taksiciler; komşularımızsa o tarafa gitmeyi sevmediği için, yoluna ters olduğu için, akşam eve geç dönmek zorunda kalacağı için vs. gitmek istemiyor. Yalan değil, bu bahaneleri duyduk. O yüzden taksiye binmeden önce mutlaka gitmek istediğiniz yeri belirtin. Gideceğiniz yeri bilip bilmediğinden emin olun. Ziridi 10, Marousi’ye (ki burası shelbyl ve kesik’in 2003 senesinde katıldığı MUN’in yapıldığı Alman Okulu’nun bulunduğu sokaktır) gitmeyin. Şöyle ki, taksiciye elimde bölgenin krokisinin olduğu bir çıktı verdim. “Ok” dedi, bindik. 15 dakika gittik, ki bir önceki ayrıldığımız yerde gideceğimiz adrese 10 dakikada ulaşabileceğimizi söylediler. Ben bir süre sonra dellenip “ne kadar var varmamıza?” dedim, anlamadı amca. Evrensel vücut diliyle anlaşarak saati gösterdim. O sırada saat 3:25 pm civarıydı. Aldığım cevap İbrahim Tatlıses “foro”su (i.e. van, tuu, tıri, foro) oldu. Taksiyi durdurduk, amca bir kez daha elimdeki krokiye baktı; sağa çevirdi, sola çevirdi, yukarı çevirdi, aşağı çevirdi, olmadı, nasıl gideceğimizi anlamadı. O sırada ben Kfissia Caddesi'nde olduğumuzu biliyorum ve hatta Yunanca karakterlerle yazılmış cadde levhasını ben bile okuyabiliyorum. Krokide Kfissia caddesinde bir yerlerden sağa girince o sokağa çıkmamız gerektiği görülüyor ve amcam bulamıyor. O taksiden indik nihayetinde. Bir sonraki taksici amca bagaja çanta koyduğumuz için ekstra 1 Euro istedi. Bir önceki gün de, toplantımızın olduğu bir yerde bizim için taksi çağırmışlar, taksi çağrıldığı için ekstra 5 Euro ödedik. Bunlar yetmiyorsa bir de şöyle bir şey söyleyeyim, taksiler dolmuş mantığında. Senin gittiğin yöne giden birileri olacağını düşünüyorsa yolun kenarına yanaşıp yanına birilerini alabiliyor. Buna itiraz hakkın yok çünkü sistem bu. Velhasıl kelam, metro, tramvay falan gayet iyi örgülenmiş Atina’da. Toplu taşımadan şaşmayın. Gerçi biz gittiğimizde her yerinde inşaat vardı metronun. Hangi durağa gidecek olsak o gün çalışma vardı; İSKİ’ye selam çaktık o ara. Bu arada hakkını yemeyelim taksilerin, şehir merkezinde bir yerden bir yere gitmek oldukça ucuz. Yine de siz 3 euro verin, günlük sınırsız metro biletinizi alın (tramvayda falan da geçiyor), paşa paşa raylı sisteminizi kullanın.
Plaka
Hazır taksilerden söze girmişken birazcık şehrin trafiğinden söz etmek gerek. Trafik deyince İstanbul’dan söz etmemek olmaz. Şu kadar net söyleyebilirim, dünyada bu kadar güzel iki yeri ancak iki millet bu derece bok edebilirmiş; Türkler ve Yunanlar. Atina’nın trafiği de bok gibi. Üstelik Temmuz sonundan söz ediyoruz, herkesin Mikonos’tur, Santorini’dir kaçtığı bir dönemden… Yollar dar, park edecek yer yok. O yüzden herkes ufacık arabalar kullanıyor. 100 metrede minimum 5 tane Smart görüyorsunuz. Smart sayısıyla orantılı olarak kadın sürücü oranı da had safhada. Bizim buralarda alışık olmadığımız şeylerden biri buydu mesela. Belki de kadın şoförün fazlalığıyla gelen doğal bir sonuç mudur bilemedim ama bunca sıkışıklığa rağmen hiç korna çalmıyorlar neredeyse. Sanırım Küçük Asya’da değil de, Avrupa’da olduğumuzu bize hatırlatan yegane şey buydu. Ama kırmızı ışıkta durmuş, kolunu açık camdan dışarı atmış amcanın arabasında, sesini sonuna kadar açtığı teypten yükselen “Zalim” (Levent Yüksel) hemen Avrupa’da olduğumuzu unutturdu bize. 7. Cadde'de amcanın arabasıyla turlayasım geldi.
Bizim kaldığımız otel de bu dar sokakların açıldığı yoğun caddelerden birinin üstündeydi, bir nevi oteller bölgesinde kuruluydu. Biraz Taksim’deki Talimhane bölgesine benzediği söylenebilir, ama sadece biraz, o da iyimser olunursa. Çünkü gerçekte Laleli-Beyazıt hattının kopyasıydı. Zaten otele girer girmez kazıklanmaya çalışıldık yine. Gelmeden parasını ödediğimiz oda için para ödetmeye kalktılar yeniden. Cebimden çıkardığım makbuzun üzerine iki erkek olduğumuzu görüp “one double bed or two single beds?” sorusunu yapıştırdı direk. Homofobik iş arkadaşım “… kodumunun çocuğu!” bıçkınlığında tepkiler verirken, ben şişkoluğuma da vurguyla sırıtarak “one double, one single please” dedim :) Neyse efendim, sonuç itibariyle otelin adı Parnon. Bok gibi otel, sakın gitmeyin. Biz çalıştığımız seyahat acentesine kandık, siz kanmayın. Merkeze yakın diye tuttuk, en azından Google Earth’ten (God bless Google Earth!) öyle görünüyordu. Gerçekten de yakınmış. Ama şehir merkezinin en boktan bölgesiymiş efendim burası: Omonia.
Omonia Meydanı. Sokaktaki Adam, doğru söyle lan, Gima’nın karşısıyla aynı değil mi?
Bu Omonia denilen yer aslında bir meydan; tahmin edileceği üzere adı Omonia Meydanı. Ve fakat çevre muhite de Omonia denegelmiş. Buranın olayı meğer güpegündüz uyuşturucu satan amcalar, duvarın üstüne çökmüş esrar çeken punk gençler, kaldırımın kenarına yığılıp kalmış ve kimsenin dokunmadığı, bizim “acaba ölmüş mü lan?” diye merak edip bakmaya niyetlendiğimiz, bizi görenlerin “kafası güzel, birazdan kendine gelir” diyerek bizi caydırdığı adamlarmış. Gece oradan yürüyerek geçmedik elbette. Meydanın özellikle fotoğrafta görünen bölümü Gima’nın karşısındaki Yapı Kredi’nin orayı andırması sebebiyle bir Kızılay havası verse de (Ankara’yı bilenler için soldan metroya, sağdan Samatya’ya giriş), meydanın tamamı ve sosyoekonomik görünümü daha çok Ulus kokuyor; ama aslında otelimizin bulunduğu Laleli-Beyazıt metaforundan hareketle Aksaray meydanı denilebilir :) Otelin bulunduğu bölgenin belki de tek heyecan verici yanı Omonia Meydanı’nın tam tersi istikametinde, çok yakınımızda Atina Politeknik’in bulunmasıydı. İnsan Kasım '73 direnişini hatırlayınca önünden geçerken bile heyecan duymadan edemiyor. Bir de Avrupa’da, bir Türkiye’de bir de Yunanistan’da kamyonetin arkasında kavun-karpuz satılıyordur herhalde.
Omonia’dan güneye doğru yürümeye kalkınca 500 metre sonra Townhall’un bulunduğıu Kotzia Meydanı’na geliyorsunuz. Şehrin eski yerleşimi olan Plaka’ya ve Plaka’nın merkezi Monastiraki Meydanı’na bu yoldan gidiliyor. Yol üzerinde de siyahi nüfusta giderek bir artış olduğunu gözlemliyorsunuz. Bu siyahi nüfustaki artış Plaka’ya vardığınızda tavan yapıyor. Her yer Nijeryalı, Eritreli, Etiyopyalı işportacılarla doluyor. Resmi rakamlara göre geçen sene kaçak yollarla Türkiye üzerinden Yunanistan’a girip Patra’dan İtalya’ya kaçmaya çalışan 200000 Afrikalı sınırdışı edlmiş (müşterimin yalancısıyım, ona “hadi len” diyin). İşin ilginç yanı bunların hemen hemen hepsi güneş gözlüğü satıyor, o yoksa da cüzdan. İnsan kendini Eminönü’de (yoksa “Eminönü’nde” mi olacak?) hissetmeden edemiyor. Hele hele bit pazarına girince tramvaydan balık ekmek satan amcaların oraya giden alt geçitle, Ankara Maltepe yer altı çarşısı karışımı bir yere ulaştığını sanıyor insan. Tek farkı üstünün açık olması :) Yoksa orada da bol bol asker malzemeleri satılıyor. Hatta dayanamadık, fotoğrafını çektik.
Kotzia Meydanı’nda ikinci nesil hayvansever siyahi yeğen. Hastası olduk
Monastiraki Meydanı ve Plaka gerçekten enfes, capcanlı. Meydanda müzik yapanından mim sanatçısına, dilencisinden işportacısına her şey mevcut. Nefis bir Akropol manzarası var. Biz akşam gidebildiğimiz için yavaş yavaş ışıklandırıyorlardı aynı zamanda, karanlık çöktükçe daha bir güzel göründü. Ya da tüm gününü şehrin dört bir yanında toplantılara yetişmeye çalışmakla harcayan ve de bu yüzden Parthenon’u gezemeyen adamlar olarak Polyanna’cılık oynuyorduk, bilemiyorum. Meydanda yüzünüzü Akropol’e dönünce sağınızda tren garı, solunuzda Osmanlı’dan kalma Tsisdaraki Camii (şimdi Grek Folk Museum) var. Kısa bir dipnot, Atina’da 250000 Müslüman yaşamasına rağmen bir cami ve de Müslüman mezarlığı yok (“ne güzelmiş lan” diyen komünal insanları duyabiliyorum :) ). Ben şahsım adına bu durumdan hazzetmedim. İnancımdan veya inançsızlığımdan dolayı değil, inançlara saygı gösterilmemesinden dolayı. Asıl can sıkıcı olan da Atina’daki –ve hatta Yunanistan’daki- İslâm tarihine ait neredeyse her şeyin bilinçli bir şekilde ortadan kaldırılmış olması. Konudan sapmayalım.
Geceleri Akropol’ün görüntüsü gerçekten muazzam
Plaka tavernaları, kafe-barları, az katlı, eski binaları, Akropol manzarasıyla akıllara zarar. Her memleketten insan mevcut. Saat 9-10 gibi her yer doluyor, yemekler, içkiler gırla gidiyor. Bol bol rakı ve uzo tüketildiğine şahit olduk. Akropol’ün arka tarafındaysa tüm kafeler yeşil-beyaz formalı amcalar tarafından doldurulmuştu, Panathinaikos maçı izleniyordu. Plaka’ya geri döndük tabi ki.
Monastiraki meydanı. 25. saniyede görünen Osmanlı’dan kalma cami, hemen ardından görünen Akropol, sonra da tren istasyonu. Son olarak da video boyunca “gel abla gel” diye bağıran meyve satan amca.
Değinmek lazım canlı müzik konsept olarak yok. Bir yerden sonra sıkılıyor insan. Allah’tan Yunan insanları pek bir cana yakın. Özellikle kızları daha da cana yakın. Üstelik ben çirkin ve şişkoyum, diğer arkadaşım da çirkin ve bücür. Dolayısıyla herhangi bir cinsel niyetle de cana yakın olmaları söz konusu değil yani, bildiğin sıcakkanlılar. Bunun dışında hem erkekleri, hem kızları fena halde bakımlarına düşkünler. Özellikle kızlar sabah 8’de de, gece 4’de de aynı; hepsi deli gibi makyajlı, dekolte olmazsa olmaz, ayaklarda topuklu ayakkabı, ufak ufak takılar… Şaşırtıcıydı. Yani her birinin böyle olması şaşırtıcıydı. Neredeyse hiç kot-tişört insan görmedik. Tüm seksistliğimle belirtmek gerekirse hiç şikayetçi olmadık bu durumdan.
Üstteki videoda sesini duyduğumuz dayı
Gece eğlenmek istiyorsanız Gazi’ye gidin. Adı çok fantastik değil mi? Daha da ilginci Pire’de “Paşalimanı” diye bir yer var-mış. Zira maalesef Pire’ye gidecek vaktimiz olmadı. Gazi denilen yer sadece eğlenceye ayrılmış bir semt gibi. Ortasında bir meydan var, meydandan metro istasyonuna iniliyor. Bu meydanın dört bir tarafında barlar ve kulüpler var. Ama başka hiçbir şey yok. Fiyatlar uygun sayılır. Biz mesela fıçı birayı 3 Euroya içtik. İşin güzel yanı daha yerel bir yer burası. Çok fazla turist bilmiyor. O yüzden öğrenci nüfusu çok fazla. Çok eğlenceli insanlarla tanışabiliyorsunuz. Ve ister istemez muhabbet “Karpuzi”ye, “imambayildi”ye geliyor. Türk kahvesi mi, Yunan kahvesi mi tartışmadan olmaz da, koskoca rakıya bile Girit menşeli dediler ya, işte o zaman tepem attı :)
Gazi denilen yer. Bu fotoğraftan yaklaşık 10 dakika sonra bana arkası dönük olan sarışın abla, onun kafasından gözükmeyen diğer abla ve de kadraja sığmayan başka bir ablayla baklavanın kime ait olduğunu tartışıyorduk. Göbeğimi göstererek Türkler adına tartışmayı kazandım.
Atina için “içinde denize girilen nadir başkentlerden biri” denilir hep. Ben de tüm saflığımla ve cehaletimle, mesela bankacıların öğle yemeğini yedikten sonra “hacı ben bir dalıp geliyorum, EFT’ni sonra hallederiz” dediğini hayal etmiştim (Ki yapabilseler derler. Hayatımda ben bu kadar rahat, bu kadar tembel bir topluluk görmedim. Bir de Türkler var işte… ). Meğer o deniz bildiğin 1 saat uzaktaymış tramvayla. Peki biz denize girebildik mi? Tabii ki hayır. Zira o tramvayın son durağına konuşlanmış bir firmayla toplantımız vardı. Ama 1,5 saat sürdü. Bir de Atina diyorlar oraya anasını satayım. Sonraki 2 görüşmemizi kaçırdık oraya gidip geleceğiz diye. Komple o semtin adı Glyfada’ymış. Atina merkeze (Syntagma Meydanı’nı point of reference alalım) Taksim dersek, Glyfada bildiğin Silivri’dir. Biraz uzak ama, deniz hakkaten güzel.
Syntagma Meydanı’nda otobüs beklerken
Bütün bu koşuşturmacanın arasında Syntagma’ya havaalanına yetişmeye çalışırken gidebildik sadece. Maalesef ponponlu ayakkabı, püsküllü yün içlik ve etek kombinasyonuyla rahmetli babaannemi, kafalarındaki bereyle Jackie Stewart’ı anımsatan askerlerin nöbet değişimine denk gelemedik.
Yine Plaka
2 günün yorgunluğuyla havaalanında Emrah bakışlı bir hale büründüm. Elbette THY’nin savsaklığıyla birleşen Yunan tembelliği işini görüp yine 1 saat rötarlı yatağıma ulaşmama sebep oldular. Siz siz olun, 2 güne 13 görüşme sığdırmaya çalışmayın. Hatta Atina’ya iş için gitmeyin diyeceğim ama şirkete ödettirmek de ayrı bir zevkli oluyor.
Bir üstteki fotoyla aynı saatlerde Venizelos’ta sürünen bir adam
Her şeye rağmen kaosu, kalabalığı, trafiği, düzensizliği ve hatta pisliğiyle bize evimizi özletmeyen bu güzel şehre uğrayın mutlaka. Ama her “İstanbul’dan geliyoruz” dediğinizde insanların nasıl hasret dolu baktığını da gözden kaçırmayın. Arkadaşımın “eziklik” dediği, benimse “sıla özlemi” dediğim bir bakış var ki yüzlerinde, anlatılmaz. Zaten ilginç bir şekilde çoğu gelmiş İstanbul’a. Gelenler anlata anlata bitiremiyor, “yine gideceğim” diyor. Henüz gitmemiş olanlar “gitmeyi çok istiyorum” diyor. Hatta metroda tanıştığımız 19-20 yaşlarında garsonluk yapan bir çocuk “bahşişlerimi biriktirip gideceğim” dedi, ben kendimden geçtim valla. Yaşı 60’ın üstünde olanların bazılarının Türkçe bilmesi, Türk olduğumuzun öğrenildiği yerlerde “Hoş geldiniz” diye karşılanmamız gibi ufak şeyler ortak tarihi anlatıyor adeta. Güzel insanlar vesselam.

İslâm'ın Mükemmeliyetinin 1 Cümle -215 Karakter- ile Kanıtı

16 Ağustos 2009 Pazar - Saat 00:35 Vatan gazetesinin internet sitesine göre, en doğru ve mükemmel dinin İslâm olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış! anasayfadaki manşetlerden birinde bu var. Diğer manşetlere baktığımızda Demet Akalın'ın bir fotoğrafı ve büyük puntolarla "geceliği 20 bin TL" yazdığını görüyoruz. Pek çok insanı heyecanlandırabilecek bu haberin devamına baktığımızda, Demet Akalın'ın eller havaya yaptığı bir gece 20 bin TL kazanıyor olduğuna dair bir haber metni görüyoruz. Sırf o manşeti atabilmek için bu kadar da dandik haber yapılmaz ki be arkadaşım? Zaten maşallah, internet gazeteciliği çıktı, manşet bozuldu. Her lafa manşet atılıyor, her şey birkaç dakikalığına da olsa manşetten veriliyor. Neyse, biz konumuza dönelim bu esnada. İşte bu bilimin kanıtladığı gerçeğin ne olduğunu merak edip tıklarsanız da şöyle bir görüntüyle karşılaşıyorsunuz (olmaz ya, olur da utanıp haberi kaldırırlar ve o haberi yapan dış haberler insanını kovarlarsa falan diye yedekledik resmi, şuradan görebilirsiniz.). Yahu tamam, popülist olunur, iktidar yalakası olunur ama hiç olmazsa biraz destekli olun.. Haber metninin bütünü, boşluklar dahil 250 karakter. Boşlukları çıkarınca kemiksiz 217 karakter. Sondaki 3 noktayı da yer kaplasın diye koymuşlar, yazım açısından doğru bir kullanım değil, 2 tanesini çıkar, kaldı mı 215 karakter? N'oldu? Vatan haber yaptı! Şimdi, "haberin bütününü kopyalamak" telif haklarına, adil kullanıma aykırı olabilir ama 217 karakter olduğu için, %30'unu alsak mesela 13. kelimede takılıyoruz. Onun için Vatan kusurumuza bakmasın ve haber metnini bütünüyle buraya alalım. "Japon bilim adamının yaptığı araştırmalara göre Kuran okurken veya hoca ezan okurken, sudaki moleküller meydana gelen titreşimle mükemmel bir dizilime ulaşıyor. İnsan vücudunun yüzde 70'i de sudan oluştuğu için İslam dünyadaki en doğru din oluyor..." İşte haber budur, yorum budur, habercilik bundan başka bir şey olamaz! 5N 1K'ya bakalım bir de; Kim? - Japon bilim adamı. Sarı çizmeli Mehmet Ağa'nın Uzak Doğu şubesi Ne? - Ne? İslam en doğru din mi?! İnaanmıyoruaaam! Biliyordum, biliyordum! Nasıl? - Moleküllerin dizilimiyle. Moleküller nerede diziliyor, neye göre diziliyor, neden diziliyor bilmiyoruz ama.. Neden? - Sırf İslâm en bir güzel din olabilsin diye. Gerçekten haberin içinde bulamıyorum neden? Nerede? - Japonya'dır herhalde? Bunu sormak durumunda bırakıldığım için kendimi aptal gibi hissediyorum. Ne zaman? - Muntazaman. Yapılan bir çalışma yok dikkat ettiyseniz, "Japon bilim adamının yaptığı araştırmalara göre...". Adam düzenli olarak bunu buluyormuş meğer. Komünal İşkembe bir haber sitesi olmasa bile, haber yapma konusunda Vatan'dan daha iyi olabileceğini göstermek için bir cümleyle sizlere veda edelim dostlar; "Vatan (kim), bugün (ne zaman) bir kez daha, internet sitesinde yayınladığı haberde (nerede), g.tünden sallamanın en güzel örneğini sergileyerek (nasıl) habercilikten ne anladığını ortaya koymuştur (ne). Nedenini çok aradık, mamafih bulamadık. Konu, Türk bilim ve İşkembe insanlarını uzun süre meşgul edeceğe benzer." -------------------- Komünal İşkembe İkinci Baskı - 16 Ağustos 2009 Pazar, Saat 15:15'te gelen ek haber: Vatan, İşkembe okuyor! Aldığımız flaş flaş flaş haberlere göre, Komünal İşkembe'yi takip eden Vatan gazetesi, haber metnine yaklaşık %287 zam yaparak kemiksiz 832 karaktere çıkarmış! Yine bir harf fazla, aslında 831 karakter (dua kelimesi duan olarak yazılmış) ama Sayın Emoto'ya "Emo" diyerek 2 harf zarar ettiklerine sayıyoruz onu bu seferlik. Sayelerinde artık islâm yaklaşık 2 kat daha, ilk halinin 3 katı mükemmel! Yeni haber metni ise şöyle; "Japon bilim adamı Masaru Emoto, su molekülleri üzerine yaptığı araştırmalarda Kuran okurken veya hoca ezan okurken, sudaki moleküller meydana gelen titreşimle mükemmel bir altıgen dizilime ulaştığını saptadı. Emo kısa bir süre önce Mısır'a giderek Kahire Üniversitesi'nde yaptığı araştırmanın sonuçlarını meslektaşları ile paylaştı. Mısır devlet televizyonunda Japon bilim adamının elde ettiği bulgular profesörler tarafında tartışmaya açıldı. Kuran okunurken suyun nasıl değiştiğini tartışan bilim adamları, insan vücudunun yüzde 70'inin sudan oluştuğundan yola çıkarak İslam'ın en doğru din olduğu sonucuna vardı. Ayrıca Kuran okuyan ve Allah'a duan eden insanların huzur ve mutluluk duymasının sebebinin de bu olduğu öne sürüldü. Bu konuda daha fazla araştırmalar yapılması gerektiğine işaret eden Mısırlı akademisyenler, Kuran sesinin su moleküllerini değiştirmesi ile ibadet edenlerin şiddetten uzak durması arasında da bir bağlantı olduğunu savundu." Haber metninin yeni haline biraz daha açık bir 5N ve 1K serpiştiren Vatan'ın dünkü haberiyle bugünkünü tefrik ediyoruz! Yemezler Vatan! İşkembe'den kaçmaz! Ama yine de gelişme için tebrik de edelim, yavaş yavaş öğreniyorlar galiba? Son olarak da, yeni metinden öğrendiğimiz üzere Masaru Emoto, "Vatan Dış Haberler" servisi elemanının asker arkadaşı. Emo diye hitap ettiğine göre?..