2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Ekim 2012 Pazartesi

Polis şiddetinin farkına varan masum Kemalist


En başta bir sorum var; öncelikle TGB’nin neden 1. Meclis konusunda ısrarcı olduğunu merak ediyorum. Şimdi, Ankara’da toplantı-gösteri-yürüyüş-eylemler için mekânlar belli mi? Bildiğim kadarıyla belli. Nedir buralar, Sıhhiye Meydanı, Kolej, Sakarya Meydanı, Yüksel Caddesi, Tandoğan vs. Kızılay Meydanı bunların arasında değildir mesela. Şu anki meclisin önü için de bildiğim kadarıyla bir engel yok, zira orada da eylemler oldu. Peki neden daha önce hiç bu amaçla kullanılmamış olan 1. Meclis? “Hükûmet izin vermesin de, mağdur edebiyatı yapabilelim.” mi amacı? Gerçekten, bilmediğim için soruyorum, cehaletime verin. Buna “Demokratik hakkımız, bizim bayramımız, cumhur biziz, istediğimiz yerde kutlarız!” diyenlere soruyorum; yani çıkıp BDP “Biz Kızılay Meydanı’nda Newroz kutlayacağız.” dese, “Demokratik hakkınız, istediğiniz yerde kutlarsınız!” diyecek misiniz? Bana art niyetli geliyor bu yaklaşım, kutlamanın ötesinde provokasyon amaçlı –ve hedefine ulaşmış- gibi geliyor. Şimdi TGB mağdur, CHP mağdur, Kemalizm mağdur. Cumhuriyetçi bütün buluşmalar yasal çerçeveye sığarken bugün neden taşıyor? Cumhuriyet Bayramı kutlamasından öte bir “meydan okuma” değil mi bu? “Biz x’iz, siyasetle işimiz yok, bu siyaset değil, siyasi bir olay değil, cumhuriyeti kutlamaya gidiyoruz!” diyen lobotomi mağdurları (örneğin) da bir tekrar düşünsün bunu (mümkün olmasa bile çabaları yeter).
Çok olağandışı bir olay yaşandı bugün Ankara’da. 1 Mayıs barikatlarına direnenleri, Nevruz kutlayanları terörist/provokatör addeden, kendisine dokunmayan polis –daha geniş ölçekli konuşacak olursak “devlet”- şiddeti bin yaşasıncı, Roboski’yi (Uludere) şenliklerle kutlayan, devletin izin vermediği her şeyi gayrımeşru gören bir kitle, “diğerlerine” reva gördüğü muameleye maruz kaldı. Belki de ilk defa polis şiddetinin hedefi doğrudan safi Kemalist bir kitle oldu ve bugün mağdur olan pek çok kişi ilk defa polis şiddetinden şikayetçi olarak, aslında polisin hiçbir zaman haklı olmadığını, her zaman için iktidarın maşası olduğunu algılayacak. Evet, o maşa çoktur sizin elinizde olduğu için bugüne kadar fark etmemiştiniz belki.. Ama muktedir el değiştirince baskı da el değiştirmiş sayılır, öğrenmiş olduğunuz üzere, böyle bir şey polis şiddeti de. O da aynı şekilde el değiştirir. Bugün orada değilsem bunun için değildim; biz devlet şiddetini –belki bu kadar abartılı olmasa da- sizden de gördük ve sizin istediğiniz o şiddeti uygulama hakkını yeniden ele geçirmek. Özgürlük falan değil, başka türlü bir şey değil. Yetvart Danzikyan da tam bunu söylüyor.
“Oh olsun!” demedim, çok samimiyim bunda (diyen de var haliyle). Zira söz konusu şiddetle karşılaşmış olduğum için biliyorum; haklıyken, zaten gasp edilen bir hakkını ararken daha fazla haksızlıkla karşılık bulmak iğrenç bir şey. O gaz ve suya maruz kalan kitlede de ani bir aydınlanma ve empatik tepkime beklemiyorum, hayalperestlik olur. Ama yine de kafalarında bir yerde bir ampul yandıysa hani –ampul dedi, vurun!-, “Ha yallah, Nevruz’da ateşi söndürmek için sıkılmıyor muydu o su?” diye sorguladıysa birileri, ne âlâ.
Bu esnada, “izinsiz gösteri”lere bık bık eden aydın Türk kadınları, erkekleri ve niceleri; gördüğünüz üzere izinsiz şeyler de pek âlâ “masum” isteklerle olabiliyor. Trafikte bisiklete binmek için bile gerekmediği halde devletin iznini almak için yalvaranlar, bakın, başkalarının izinsiz yaptıkları illa çok rerörerö olmuyor.
Polisin bugüne kadar halkı koruduğunu ve fakat bugün b.k yediğini sananlar; aramıza hoş geldiniz. Polis o b.ku yıllar yıllardır yiyor! Evet, polisin halkı falan koruduğu yok, olmaz öyle şey. Polis sermayeyi korur, devletin baskısını kurar, devletin gayrımeşru eylemlerini korur-kollar. İktidar sizin elinizden gittiğinde de size “hani bana hani bana?” demek düşer. Boşuna demiyorlar, “bugün sana, yarın bana”.
Mesela Türkiye'de hak arama eylemlerinin hep aynı yöntemlerle bastırıldığını söyleyen Gürsel Tekin şöyle demiş: “Bundan sonra AKP'nin anlayacağı dilde konuşacağız.”. Bugüne kadar neredeydiniz? 4+4+4 eyleminde, Tekel direnişinde, dün Diyarbakır’da bir İl Genel Meclisi üyesi polis tarafından başından vurulduğunda neredeydiniz? Bıçak kemiğe dayandı he mi? Hadi canım, hadi…
“Elinde Türk Bayrağı olan kitleye tazyikli su ve biber gazı!1!!!1” diyen arkadaşlar, bayrak sizi faşizmden korumaz. Bayrağın faşizmden koruması zaten olsa olsa oksimoron olur. Vay efendim bilmem ne savaşında düşman süngüsüne Kuran sayfaları takıp Türk askerine saldırmış da asker onun için onlara saldıramamış. Bugün itibariyle gözlerinizle gördünüz; yalan o iş. Bayrağı asıp 6-7 Eylül’den muaf kalmayı başaranlar –azınlık da olsa- olmuştur; ama o çok başka ve acıklı bir hikaye. Bayrağın yol açtığı bir hikaye hem de. Ağır Roman’da değiliz, İstiklâl Marşı’yla dayak yemekten kurtulamazsınız.
Pazartesi 29 Ekim cumhuriyet bayramı unutmayın bu bayramı siyasete çekmeye çalışanlar olacaktır. Buna izin vermeyin. Bizler bisikletçiyiz siyasetle işimiz olmaz eğer farklı düşünen varsa lütfen grubu terk etsin. Ben grubumda bayramları siyasi olaylar olarak gören kişiler istemiyorum.” Diyenler de var bu dünyada. Grup hangi grup, kim kimi nereden kovuyor belli bile değil ama siyasetin adı geçince dahi insanlar yerinden sıçrıyor, korkuyor. Sonra da bizim işimiz değil. Be şaşkın, tam da senin işin aslında ama neyse ki olmadığını sanıyorsun, kendi adıma sevindim şu an.
Bir de bu esnada AKPci zevat; hani bayramları halka açıyordunuz, hipodromlardan kurtarıyordunuz? N’oldu da “Lütfen bayrama siyaset karıştırmayalım, kutlamalar yasal zeminde hipodromda yapılıyor, ona katılalım.” der oldunuz? Tamam, gençlere ve çocuklara işkence edilen faşist/militarist stadyum kutlamalarına karşıyım aynen sizin gibi, ama n’oldu bizim iş? Bir “Halk plajlara akın etti vatandaş denize giremiyor!” durumu mu? Halk sokağa döküldü vatandaş kutlama yapamıyor he mi? Basiretsizlik böyle bir şey, iki yüzlülükle pekişince de tadından yenmiyor gerçekten.
Kitlenin çok şeyini eleştirirken, direncini de tebrik etmek isterim, yiğidi öldürdüm hakkını yemeyeyim. Açıkçası daha zayıf, daha çıtkırıldım bir kalabalık bekliyordum ama bence gösterilen direnç, polise karşı mücadele ve hedefe (yani meclise) ulaşma açısından takdir etmek gerekir kalabalığı.
Son olarak da cumhuriyetin ne anlama geldiğini ve ille “cumhuriyet olsun çamurdan olsun” mu demek gerektiğini düşünün. Cumhuriyet insanın kendine yakışanı giymesi olsun, tamam. Ama adı cumhuriyet olan ülkeleri, bunların uygulamalarını ve kimi cumhuriyet olmayanlarınkini de bir düşünün, tartın. Yakkuli’nin twiti üstüne bunu da buraya not edelim dedim (Hatta düşünmenin yanında biraz da okumak isteyenler için kaynak verelim: http://www.bianet.org/bianet/siyaset/141710-cumhuriyet).
Siyasetten, gösteriden, gazdan bahsetmişken, kavramları sizin için yeniden tanımlayalım, hatırlatalım, dönüştürelim bu vesileyle:
İzinsiz gösteri: Kürtlerin, anarşistlerin, bölücülerin, tü kakaların yaptığı gösteri değil; “Devletin/hükûmetin canının istemediği ama bir kitle tarafından, kendince haklı nedenleri olan gösteri/kutlama/eylem/şenlik.”.
Biber gazı: Hak edene sıkılan değil; bilakis, hak arayana karşı kullanılan kimyasal silah. Organik miymiş siz söyleyin?
Polis ve barikatı: Belli bir bölgenin güvenliği için oluşturulan, provokatörlerin saldırdığı bariyer değil; “Muktedirin ‘benim topum’ diye sizi kovduğu bölgeye işeyen ve siz işaretli alanına yaklaşınca üzerinize panzerle işeyen kitle ve bölgesi.
Provokasyon: Molotof kokteyli atanların içinde bulunduğu gaflet ve dalalet değil; “polisin kitlelere saldırmak için kışkırtması”. Bunu şuradan da hatırlayabilirsiniz, hani darbe için, ordunun ortalığın canına okuması için gerekli şartlar oluşmuş ya hep vakti zamanında... Hah, işte o hesap. Şimdi anladığınızı tahmin ediyorum.
Bayrak sopası: Saldırı aracı değil; bilakis, “ortamdaki en etkili meşru müdafaa aracı”.

Şimdi olaysız dağılabilirsiniz.

28 Ekim 2012 Pazar

Yeni başlayanlar için vejetaryenlik - 1

Yeni mi başladınız? Ya da yakınınızda birisi mi başladı? Önce adını söylemeyi öğrenin: ve-je-tar-yen. Bu "öğrenin şunu lan!" bir tavır değil, yanlış anlaşılmasın, sadece kendimden biliyorum, kelimeyi söylemeye çalışan herkes merak etmiştir sanırım nasıl yazıldığını. Yani konuşurken mesele yok, "vejeteryan" deniyor genelde, ki kulak alışkanlığımız o yönde, ama yazacağı zaman kilitlenip ter döken, yazmaktan vazgeçip yerine etyemez veya otobur diyen var, ki yanlış değil. İngilizce biliyorsanız vegetable üzerinden düşünün, daha kolay olur, zira kelimenin İngilizcesi "vegetarian". Evet.

Girişimizi yaptıktan sonra, "ner'den esti?" diyeceklere kısa not; kurbandan değil, hayır. İlla  bir bağlantısı vardır bilincimin en altında bir yerlerde, ama "çok uzun zamandır yazı yazmadım lan, ne yazsam?" sorusu kaynaklı bir yazı bu daha ziyade. Hem de 30 Ekim itibariyle vejetaryenliğe geçişimin 3. ayını dolduruyor ve tüm vücutta şenliklerle kutluyorum, bu 3 ayda olan bitenden, başıma gelenlerden biraz bahsedeyim istedim. Aslında belki soru-cevap olarak da yazabilirim, bakalım.

Şimdi kelimenin yazılışından bahsettikten sonra, hiç fikri olmayan insanlara durumun gerektirmesi sonucu "vejetaryenim" veya "et yemiyorum" dedikten sonra gelen ilk soruyu yanıtlayarak devam edeyim; "hayır, balık da...". (Hani bir yazı yazarken sonunu hiç getiremeyeceğinizi ve birkaç parçaya bölmeniz gerekeceğini fark edersiniz ya, işte o noktaya geldim şu an. O nokta bu nokta ->.) Vejetaryenliğe ilişkin çok enteresan bir algı var memlekette. Belki ben bir süredir vejetaryenliğe ve vejetaryen (ve hatta vegan) insanlara aşina olduğum için kafamda daha net bir şekil/şemal vardı. 

(Buraya bir parantez irisi açmak istiyorum: Bu esnada veganlık mefhumunun varlığından da ta lise zamanında blog insanlarından the black cat sayesinde haberdar olmuştum. Aslında natura horror vacui sayesinde haberdar olmuştum desem daha doğru olur. Zira the black cat kendi halinde vegan olmuş takılıyor, ne mutlu ona. Ama natura horror vacui bu, durur mu? Onun okulun koridorlarında "Vegan ne olm i.ne misin lan? Et yemeyen g.t olur hem bak! Ahı ahı ahı..." diye inlediğini hatırlıyorum. Kendisini ilk gördüğümde muhtemelen bana da "Et girmeyen yere dert girer bak." diyecektir. Ama olsun, lanet olsun ki onu böyle de seviyoruz. Parantez irisi kapaması. Bu arada şu an fark ettim ki natura horror vacui'den bağımsız olarak bir "parantez irisi" açmıştım, anca sığıyo' işte. Canım benim, ben de seni seviyorum.) 

Vejetaryenliği çeşitlendiren mi diyeyim, adını kirleten mi diyeyim ne diyeyim türlü türlü insan var. Kimi sadece kırmızı et yemeyerek kendini vejetaryen olarak adlandırıyor, kimi hayvanlardan sadece deniz ürünleri yiyerek kendini vejetaryen olarak adlandırıyor, eski sevdiceğim (hey gidi..) gibi kimileri de et familyasından sadece sosis ve inegöl köfte yemek suretiyle kendini vejetaryen olarak adlandırabiliyor. Hiçbirine "Hayır! Kendine vejetaryen diyemezsin!" diyecek halim yok elbet. Gerçi zaten bunların farklı isimleri de oluyor. Tanımları verelim o vakit:

Konuyu merak edenler için bir temel/basit kaynak olabilecek şu kaynağa göre (ki ben tanımlarına ne derece katıldığım konusunda emin değilim) vejetaryen şöyle tanımlanıyor: "Vejetaryenlik, bitkisel kaynaklı besinlerin ağırlıklı olarak tüketilmesini içeren bir beslenme tarzıdır. Vejetaryen ise; bitkisel besinleri tüketen, hayvansal besinleri (kırmızı et, tavuk, balık, süt ve sütten yapılan ürünler, yumurta gibi) sınırlı miktarda veya hiç tüketmeyen kişilere verilen isimdir." Dolayısıyla "normal" insanlar ölçeğinde et yemeyenler de pek âlâ vejetaryen oluyor bu tanıma göre. Yani insanlardan gelen "Dana yemiyorsun, peki kuzu da mı? Peki tavuk da mı? Ördek? Balık? Midye? Sincap?" sorularını yadırgamamak lazım.

Bununla birlikte en çok (yanlış) bilinen şu tanımlar da bir kenarda dursun:

Pesko-vejetaryen: Sadece deniz canlılarını yiyen vejetaryen

Polo-vejetaryen: Sadece kümes hayvanlarını yiyen vejetaryen (Veganizm hakkında çok geniş fikrim yok, ama tahminim bu gruptaki hayvanların "Kümes hayvanı" olarak adlandırılmasına da karşı olacakları yönünde)

Lacto-ovo vejetaryen: Süt/süt ürünleri ve yumurta da tüketen vegan denebilir bir bakıma. Hayvan eti yemeyen ancak hayvan ürünlerini tüketen grup diyelim.  (Yani öbür türlü pesko-vejetaryen ne kadar doğru bir vejetaryen tanımıysa, bu da o kadar doğru bir vegan tanımı.) Ben şu an buradayım.

Vegan: Hayvanların yalnızca öldürülüp etinin yenmesine değil, her türlü hayvan sömürüsüne, insanla hayvan arasında kurulan hiyerarşik ilişkiye, türcülüğe karşı duran grup. Bu yaklaşım, hayvanların deneylerde kullanılmasından, çiftliklerde esir alınıp sütünden/yumurtasından yararlanılmasına (bunların çalınmasına) karşı bir duruştur.

Kabaca bu şekilde bir giriş yeterli sanırım şimdilik. Yazının devamında biraz daha kişisel deneyimlerimden, nedenlerimden, sonuçlarımdan, yanıtlarımdan ve vapurlardan bahsedebilirim. Hem bu esnada belki blogun diğer vejetaryenleri/veganları da bir şeyler eklemek/yazmak ister belki?

1 Ekim 2012 Pazartesi

Ateist Nedir? Niye Ateisttir?

Aslında planda "derin devlet", "AK Parti kongresi" gibi yazılar vardı, ama Nişanyan'ın bir ateist için çok normal olan "yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideri" tanımından sonra ortalık karışınca şu yazıyı yazayım dedim. Daha geçen hafta İslamofobi ile anti-Semitizm'in aynı damardan beslendiğini yazmıştım, bunun üzerine ateistofobiyi de eklemek lazım herhalde.

Bakın, soru-cevap ile ilerleyelim. Ateist kimdir? Ateist, Tanrı'ya inanmayandır. Yani Zeus, Elohim, God, Vishnu, Allah fark etmez. Bunlara inanmayana ateist denir.

Allah'ın varlığına inanmayan birisinin, Allah'ın verdiği emirlere, gönderdiği kitaplara da inanması beklenemez değil mi? Aksi saçma olur.

Şimdi elimizde bir kutsal kitap var. Ateist bunu Allah'ın gönderdiğine inanmıyor. Ama o kitap mevcut yani. Bu durumda onun bir yazarı olmalı. Bu yazarın kim olması icap eder mantık kuralları çerçevesinde? Kendisine gönderildiği iddiasına sahip kişinin. Yanı bu durumda Muhammed'in.

Sonra ateist, mantık gereği Muhammed'in yazdığı kitaba bakıyor ve şu ayeti görüyor: "Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Kuşkusuz biz, hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliriz. (bu hususta ne yapmaları lâzım geldiğini onlara açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın."(Ahzab 50)

Şimdi bakınız, inananlar bu ayeti "mealen şöyledir, orada anlatılan budur" diye açıklayabilir. O inananların ilmidir. Ateistin o açıklamalara inanması için zaten en başta kitabın Allah tarafından gönderildiğine inanması lazım, ve ona inanmıyor.

Bu durumda, Muhammed'in kendisine cinsel menfaat yarattığı sonucundan başka bir sonuç bir ateist için geçerli olamaz. Çünkü o sonuç geçerli olsa idi, o kişi zaten ateist olmazdı!

hicisleri'nin dediği gibi, eğer ateistleri "gerçeği bildiği halde inanmayan/inanmıyorum diyen salaklar" olarak görmüyorsanız, bu bakış açısının onlar için neden çok normal olduğunu ve de "militanlık" içermediğini anlamanız zor olmayacaktır.