"Hayır! Erken kalkanlar sağlıklı, varlıklı ve akıllı olur diye bir şey yoktur! Tam tersine, bunların çoğu hastalıklı, parasız ve biraz da akılsızdır; zira geç kalkıp keyif yapan insanların yerine çalışırlar."
Çalıştığım işyerinde 1 yılımın dolmasına 11 gün kaldı. Bu yazıyı okuyanların bazıları biliyor, 6 tam gün çalışıyorum. Bu sabah da yine "alt sınıf" olarak saat 9.30'da buradaydık, dolayısıyla yukarıdaki alıntıyla başladım güne. Yeri geliyor bir eğitim oluyor, konferans oluyor, 24 saat çalışıyorum (evet, insanlarla akşam bir yerlerde bir şeyler içmek bile iş icabı yer yer). Fazladan çalıştığım saatler görmezden gelinirken, geç kaldığım her dakika kayıtlara geçiyor neredeyse. Sağlığımla ilgili bir şey için izin istediğimde mırın ve kırınla karşılaşıyorum sıklıkla. Böyle bir kölelik.
Bu tempo, temponun da ötesinde bu anlamsız ve de pek çözümü olmayan hal tabii ki yalnızca beni etkilemiyor. Annemi ve babamı haftada 1 kere görüyorum genelde mesela. Aynı şehirde ve teorik olarak aynı evde yaşıyor olmamıza rağmen. Sevdiceğimi iki, belki üç kere, o da işte eve gidiş yolunda, ne bileyim, eve gitmeden Kızılay'da buluşup 2 laflama şeklinde... Şehir içindeki eş-dostu arada bir, şehir dışındakileri de Ankara'ya geldikçe görebilir oldum. Sırf beni etkilemiyor yani, bu şekilde etkileşim halinde olduğum herkesle ilişkilerimi de etkiliyor. Durum oldukça vahim aslında gördüğünüz üzere a dostlar. Zaten bana bu kitabı alarak beni kendisiyle tanıştıran da sevdiceğim, Esin'im. Nedenini üç aşağı beş yukarı tahmin edebilseniz gerek. Evet...
Her şeyden epey bezmiş ve çok yorulmuşken, okunmayı bekleyen onlarca kitabın arasından, tembelliğe çok ihtiyaç duyduğum bir bayram tatili günü (bayramda 8 gün tatil yaptık olm! Ki bu bayram tatili, 10 gün boyu 24 saat süren bir çalışmanın ardından gelmişti. Lütfedilmişti daha doğrusu "yukarıdan".), Tom Hodgkinson'ın Tembel Ayaklanması'nı alıp uzandım yatağıma. Dedim iki satır okuyup sızarım herhalde. Amma, lakin ki öyle olmadı. Kafamda yanan ampullerin aydınlığından cin gibi kesildim, uyuyamadım. Sonra da "lan ben mal mıyım?" derken derken fikrimden geceler yatabilmirem.
Zaten son 1 senedir sorgulayageldiğim hayatımı hepten anlamsız kıldı bu kitap. Tabii ki tek başına bu değil, biraz quarter life crisis, biraz yaşamsal çatışmalar falan, ama yine de kitabın çok değişik bi' etkisi oldu. "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti" cümlesi geçiyor ya Yeni Hayat'ta, öyle oldu işte biraz.
Her neyse, hayat hikayemden, biraz daha kitaba geçeyim. Orijinal adı "How to be Idle" olan kitap, 2004 yılında yayınlanmış. Türkçeye Neşe Olcaytu tarafından çevrilen kitap, 2007 yılında E Yayınları'ndan çıkmış. Benim elimdeki de Mart 2007'deki birinci baskıdan. Yazar ilk kitabından sonra 2006 yılında "How to be Free" ve 2009'da da "The Idle Parent" isimli kitaplarını yayınlamış. Kendisi aynı zamanda, kurucusu da olduğu yılda bir yayınlanan "The Idler" dergisinin editörü.
The Idler dergisinin 39. sayısının kapağı
Kitap, bölümler halinde yazılmış. Sabah saat 8'den başlıyor, her saate bir bölüm ayrılarak, ertesi sabah 7'de bitiyor gibi düşünebiliriz yani. Her saat için, günün o saatini aslında nasıl geçirmek gerektiğini, ama nasıl geçirmeye zorlandığımızı; zamanında nerede nasıl olduğunu, bunun bugün neye evrildiğini falan anlatıyor yazar. Kuru kuru sırf kendi düşüncelerini değil, örneğin "5 çayı" müessesesinin çıkışını, öğle yemeğine ayrılan zamanın azalıp yokolmaya yakınsamasını, Kore'de öğlenleri sandviç yemeye karşı olan direnci de anlatıyor. Anlattıklarını yer yer kendi yaşantımda bulduğum için (15 dakikada yemek yedikten sonra çalışmaya devam etmek, veya o öğle yemeğini saat 3'te yiyebilmek mesela), daha bir kanım kaynadı. Hemen bir alıntı yapalım bununla ilgili: "Yemek saatinin işe bir engel oluşturduğu görüşü, faşistler tarafından ortaya atılmıştır. Öğle yemeği, ancak iş verimini artırdığı takdirde gereklidir, şeklinde düşünen bu grup için yemek yeme zevki diye bir kavram yoktur."
Aslında gayet de bir "felsefe" kitabı Tembel Ayaklanması. Öyle "felsefe yapıyorum ulan!" diye bağırmayan, garip bir terminoloji kullanmayan, yaşanmışlığın varsıllığını imgelemeye veya irdelemeye çalışmayan ama çalışmak ve üretmek üzerine çok ciddi düşünülüp yazılmış, -en azından benim için- farklı düşünceler/yaklaşımlar sunan bir kitap. "Aptalca çalışma"yı eleştirirken, "akıllıca çalışma"nın aslında ne kadar yeterli ve verimli olabileceğini anlatıyor bazen. Demişken, bir alıntı yapalım: "İşverenleriniz sizi bir saat uyuyup üç saat çalışmanız için işe almaz; onlar dört saat dolu dolu orada oturmanızı yeğlerler." (s.90). Her öğrencinin aşina olduğu, halk arasında yumurta-kapı ikilemesi olarak tanınan "Ne kadar az çalışırsan o kadar çok üretirsin" (travailler moins, produire plus) yaklaşımının aslında ne kadar gerçekçi olduğunu bir kez daha gösteriyor. İş ahlâkının sadece patron bakış açısıyla değil de, aynı zamanda çalışan bakış açısıyla da değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Ha, bunu bana hatırlatmasının bir anlamı yok gerçi tabii ama, olsun.
Sözü daha fazla uzatmadan, aşağıdaki arka kapak yazısıyla ve Tom Hodgkinson'la yapılmış bir söyleşiyle veda edelim:
"Tembeller için, gerçek dünyanın dışında yaşıyorlar denir. Peki, gerçek dünya nedir? Bütün gün didinip durmak ve insanları daha mutsuz ve daha yoksul bir hale düşürmek için gereksiz şeyler üretmek mi? Gerçek dünya kurallar, yaşam sigortası, emeklilik planları, borç harç, hesap kitap, yağcılık mı demek? Aklı başında olmak, zamanında işine gitmek ve keyifsiz bir yaşam sürmek mi? Bütün bunlarla aslında sahte bir dünya yaratmıyor muyuz? Gerçek olan ve kendi içimizde yaşattığımız dünyadan bizi koparan bir oyalamaca değil mi hepsi? Evet, her iki dünya da hayal gücünün ürünü aslında. O halde, neden birinin öbüründen daha iyi olduğu işleniyor beyinlerimize?
Çözüm, bu iki dünyayı uyum içinde yürütmektir; tembellerin işi de budur aslında! Onlar gündelik yaşamla düşlerini dengede tutarak yaşamayı bilir.
Bir tembel ağır görünse de, canlı ve hayat doludur ve her an harekete hazırdır."
Dünyanın bütün tembelleri, birleşin!