2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

24 Nisan 2012 Salı

1915'i Yeniden Yazmanın Dayanılmaz Hafifliği

Daha bir-iki gün önce, "Abdülhamid iyiydi, muhalefet yoktu, İttihatçılar geldi, ülkeyi bozdu" tekerlemesi ile şekillendirilen yeni tarih anlayışını eleştirmiş, İttihat ve Terakki'nin Abdülhamid'e karşı bir şemsiye oluşum olmasından, o oluşumdaki liberallerin dahi "silahlı müdahale" opsiyonunu düşünmesine değinilmemesinden, "darbecilik = İttihatçılık" denkleminin Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın Halaskâr Zabitan destekli muhtırasını yok saymasından dem vurmuştum.

Gelgelelim Hilal Kaplan 23 Nisan 2012 tarihli yazısında bambaşka bir kapı açtı bizlere, daha önce hiç düşünülmemişi -en azından benim bildiğim kadarıyla- yaptı ve "1915 Olayları Anadolu'yu İslamsızlaştırma hareketinin başlangıcıdır" diyerek 1915 soykırımından müslümanlara mağduriyet çıkardı. Kendisine bu yazıyı yazarken hangi birincil ve ikincil kaynaklardan yararlandığını sordum, 24 saatir cevap alamadım. Bu yüzden de bu yazının tamamen en başta bahsettiğim anakronik tekerlemeye iliştirilmiş altyapısız bir yeniden tarih yazımı denemesi olduğu kanaatim pekişti.

Kaplan'ın tezinin doğru olabilmesi için veri ile desteklenmiş birkaç önkabul lazım. Mesela öncelikle İttihatçıların kafasında "laik" bir "ulus" tanımının o zaman olduğunu, tehcirin bu amaçla yapıldığını ve daha önceki olaylarla ilişkisinin bu temelde kurulabileceğini göstermeniz lazım. Sonra destekleyici olarak Ermenilerin İttihatçı iktidarına kadar "Osmanlı'nın çok dinli, çok dilli" yapısı altında sıkıntılarının olmadığını da gösterebilmeli ki 1915'in salt yaratılmış bir "laik ulus yaratma büyük planı"nın ürünü olduğunun altını çizebilelim.

Tabii bunları yaparken, çok somut bazı şeyleri de açıklayabilmek lazım. Mesela Taşnaktsutyun (kısaca Taşnak) neden İttihat ve Terakki Cemiyeti ile 1909'a kadar işbirliği yapmıştı Abdülhamid'e karşı? Jöntürk Kongreleri'nde neden Taşnak mümessilleri bulunmakta idi? 1894-96 Hamidiye Katliamları, "laik ulus yaratma" büyük planının neresine düşmekte idi? İttihat ve Terakki'ye karşı ayaklanma olarak başlayıp Ermeni pogromuna dönüşen 1909 Adana Katliamı hangi "laikçi" yapılanmanın tertibi idi? 1914'te Taşnak ve Hınçak Kongreleri'nde alınan -özetle- "savaşmayalım, savaş çıkarsa da devletin yanında olalım" kararları ve İttihat ve Terakki ile geçici işbirliği planları "İslamsızlaştırma" büyük planına dahil midir, bu komplo da Ermeniler de mi rol oynamıştı yoksa?

Eğer Hilal Kaplan yazısını bir "alternatif tarih teorisi", bir "sesli düşünme" olarak şekillendirse amenna, ilginç  olur, tartışılır vs. Yalnız şu tür ifadelerin olduğu bir yazıda insan doktora tezi ciddiyeti ve inanmışlığı görüyor: "Özetle, laikçi toplum mühendisliğinin ilk aşaması gayrimüslimsizleştirme (toplumsal/dinî önderlerinden başlayarak nüfusu ve onları hatırlatan eserleri yok etme veya kapatma), ikinci aşamasıysa İslâmsızlaştırmadır."


Hilal Kaplan "Atalarınız bu çok dinli yapıyı oluşturup koruyanlardan mı, yoksa onu hoyratça harcayanlardan mı diye düşünmeye değmez mi? Çünkü ikisi aynı anda olamaz... Bir Müslüman olarak benim yüreğim ne ata fetişizmiyle ne de Avrupa Birliği müktesebatıyla bağlı; ancak ve sadece 'adaleti ayakta tutanlardan' olmamı emredene bağlı..." cümleleriyle de bu ironik çalışmasına güzel bir nokta koyuyor gerçekten. Ataların çok dinli yapıyı oluşturup koruması önkabulü, yakın tarihi bir çırpıda siler atarken, Kaplan'ın yarattığı dikotomiden sonra "ata fetişizmi"ni reddetmesini mantık ile açıklayabilmek mümkün değil, ya da benim zekamın hakim olamadığı girift bir örgü var.

Adaleti ayakta tutma isteği önemli ve bu konuda hemfikiriz, fakat tarihi böyle yeniden yazarak, günahlardan el yıkayarak, başkasının mağduriyetinden yeni mağduriyetler inşa ederek adaletin ayakta tutulabileceğini hiç zannetmiyorum.

Günün anlam ve önemine uygun olarak da Talin Suciyan'ın şu güzel yazısını dipnot olarak düşüyorum.

Ekleme: Hilal Kaplan yazısıyla ilgili bir açıklama yapmış meğer ben bu yazıyı yazarken. Açıklamasında tezini doğrudan destekleyen bir kaynak yok. Özetle: "Gayrimüslimlerin tasfiyesi ve Türk olmayan Müslümanların asimilasyonu amaçlanıyordu, İttihatçılar da laikti hepimiz biliyoruz, İslam kisvesiyle Müslümanları da kandırdılar ne yazık ki, o yüzden tezimin arkasındayım." ,

Yazımda da dediğim gibi bu ilginç bir akıl yürütme olabilir ve tartışılır, lakin bunu doktora tezi kesinliğinde yazmak, üzerine açıklamada yazıdaki tez ile alakasız alıntılar verip "ödevinde yeterince referans olmadığını fark edip cümle serpiştiren lisans öğrencisi" taktiğini benimsemek hiç ikna edici değil.

Zira sonuçlara bakıp sebep uyduran bir bilim değildir tarih.

21 Nisan 2012 Cumartesi

İttihatçılar Darbeci de, İtilafçılar Çiçek mi?

Baştan söyleyeyim, bu bir İttihat ve Terakki aklama yazısı değil, lakin o dönemin tek kötüsünü İttihat ve Terakki olarak lanse edip bütün bir Osmanlı devlet ve düşünce geleneğinin günahlarının bu cemiyetin boynuna asılmasının da pek isabetli olmadığını düşünüyorum. Özellikle de konuyla alakalı her köşeyazısında dile getirilen "darbe denince akla İttihatçı gelenek gelir, Babıali Baskını ilk darbedir" tezinin eksiklik sebepli yanıltıcılığını rahatsız edici buluyorum. (Esas anlatmak istediğim yer ikinci kısımda, ama konuyla ilgili bilgilerini tazelemek isteyen birinci kısımı da okusun.)

Kısım I: İTC'nin kısa geçmişi ve 1913'e giden yol


Öncelikle cemiyetin kısa bir özgeçmişini vermek lazım: İTC, Abdülhamid yönetiminden memnun olmayan ve Kanun-i Esasi'yi yeniden ilan ettirmek isteyen birçok muhalif hareketin içinde bulunduğu bir şemsiye örgüt olarak teşkil olunan, İTC adını alana kadar 20 yıllık bir geçmişi olan bir oluşum. Öyle ki, bugün "liberal prototipi" olarak anılan Prens Sabahaddin dahi bu cemiyetin bir parçası cemiyet içinde "adem-i merkeziyetçi" ve "merkeziyetçi" çatışması başlayana kadar. Bunun yanısıra, "istibdat" döneminde birçok üyesi sürüldüğü, tutuklandığı vs. için de "gizli" çalışma prensibini benimsemiş bir hareket (y.n. çağrışım yapmak serbesttir). Böyle bir dönemde Abdülhamid yönetiminden kurtulmak için "her yolun denenebileceğini" tartışmaları da beklenen bir hal olsa gerek. Ayaklanmalar tehdit unsuru olarak kullanılarak 1908'de II. Meşrutiyet'in ilan ettirilmesi, ve şemsiye oluşum olarak İTC'nin desteklediği vekillerin Meclis-i Mebusan'da çoğunluğu elde etmesi de bu sürecin sonucu. Bu şemsiye, zamanla bölünmesi, İTC'nin içinde "paramiliter" bir kanat oluşması, 31 Mart vak'ası ve bahaneyle Abdülhamid'in tahttan indirilmesi de İTC'nin kendi otoritesini sağlamlama döneminin başlangıcı oluyor.

(Yalnız burada ilginç bir nokta var: Darbeci İTC'nin 1909'da Kanun-i Esasi'de yapılan bir takım değişiklikler, "demokrasi ve özgürlük" adına oldukça terakkiperver: Madde 10 ile hürriyetin esas olduğu ve kanun harici hiçbir şekilde tevkif edilemeyeceği, madde 12 ile matbuatın kayıtsız serbestliği, madde 119 ile posta evrakının mahkeme kararı olmadan açılamayacağı, madde 113'ün iptali ile padişahın sürgün hakkının elinden alınması, sadrazamın yetkilerinin arttırılması, madde 54 ile padişahça veto edilen kanunların mecliste yeniden görüşülüp kabul edilebilmesi... O zamanın koşullarında "Kafi Değil Velakin Münasip" hissiyatı uyandıracak değişiklikler bunlar.)

Konudan çok sapmayalım.  Başta iktidar hedeflemeyen bir oluşumun o cazibeye kapılması, cemiyetten fırkaya dönüşse bile "gizlilik"ten kurtulamaması, İTC içindeki bölünmelerin önüne geçmek için yapılan baskılar, baskınlaşan militer zihniyet ve muhalefet karşıtı tutum, 1911 yılında güçlü bir muhalefet hareketinin doğmasına sebep olur: Hürriyet ve İtilaf Fırkası. Prens Sabahaddin'in de desteklediği bu hareket, sıkıyönetim zihniyetinin yanısıra İTC'nin Türkçü (ve İslamcı) çizgisine ve Almancılığına da karşıydı.

Kısım II: 1912 seçimleri, "muhtıra" ve "darbe"

Mecliste muhalefetin sesinin yükselmesi ve ülke çapında desteğinin artması, ülkenin durumu, çıkan savaşlar vs. Sait Paşa hükümetinin istifaya zorlanması sürecini başlatmıştır. İktidar yolundaki entrikaları ile ünlü Sait Paşa, şapkadan bir tavşan daha çıkararak padişahtan meclisi feshetmesini istemiş, bunun üzerine Şubat 1912'de "sopalı seçim" olarak da bilinen seçimler yapılmıştır. Bu seçimler sonucunda İTC ezici bir üstünlük sağlamış (6 muhalif mebus haricinde İTC adayları seçilmiştir), fakat muhalefetin seçimin meşruiyetini reddetmiştir.

Bunun üzerine Meşrutiyet yıllarının en bilinen taktiğine geri dönülmüş, Halaskâr Zabitan adlı silahlı bir güç oluşturulmuştur. Bu güç Arnavutluk'ta isyanların tetiklenmesinde rol oynamış, Temmuz 1912'de de bir muhtıra vermek suretiyle Said Paşa hükümetinin istifasına sebep olmuştur. Babıali Baskını'na kadar devam edecek olan Hürriyet ve İtilaf hükümetinin arkasındaki güç de bu askeri grup olacaktır. Bu muhtıradan sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti gene "cemiyet" örgütlenmesine geri dönecek ve Ocak 1913'te yapılacak darbenin altyapısını hazırlamaya başlayacaktır. Balkan Savaşı'ndaki verilen kayıplar, Babıali Baskını'nın bahanesi olacaktır.

Bu güç çatışması burada da kesilmeyecek, Prens Sabahaddin'i lider yapmak isteyen bir grup Mahmud Şevket Paşa suikasti ile "muhtıraya karşı darbeye karşı darbe" yapma girişiminin fitilini çakacak, lakin emellerini gerçekleştiremeyeceklerdir. Tabii bu olay İttihatçıların muhalif avını iyice sıklaştırması ve iktidarını perçinlemesi anlamına gelmiştir.

Sonuç: Bir devlet geleneği olarak darbe ve eksik okumalar


Babıali Baskını "ilk darbe" değildir. Nitekim 1912'de seçimleri kazanan ve hükümeti kuran bir örgütün kendi kendine darbe yapması beklenemez. İttihatçıların darbelerini günümüzdeki geleneklerle özgürce birleştirenler, nedense İtilafçıların militer gücünü ve muhtırasını es geçerler. 


Abdülhamid'in iktidarını övenler, bu iktidarın "hak ve özgürlükler" konusundaki zaaflarını, cemiyetlere yapılan baskıları da atlarlar. Bu cemiyetlerin "darbe" zihniyetini çare olarak görecek konuma gelmeleri, liberal Prens Sabahattin'in dahi "darbe" planları ile haşır neşir olmasına da pek değinilmez.

31 Mart Vak'ası'nın (ki buna darbe demek hiç de mübalağa olmaz) politik boyutu da nedense atlanır. Resmi tarihe göre "gerici ayaklanma" diye kestirip atılır zaten de, olayın arka planındaki paramiliter çatışmalar, göz önüne çıkmayıp "cemiyet" olarak iktidara hükmeden bir oluşumun varlığı, indirilip kaldırılan hükümetler vs. teferruat olarak kalır bu azamiyetle çizilen "Abdülhamidçi - İttihatçı" genel kalıbı içinde.

Şunu da söyleyeyim: Mutlaka ki tarih farklı yorumlanacak, tarih biliminin esası da bir yerde budur, çeşitli değerlendirmeler olması beklenendir. Nitekim ben kendimi tarihçi olarak da addetmiyorum. Bu halde beni şaşırtan, maddi bazı verilerin atlanması, tarihin sadece belirli bir noktaya kadar götürülmesi ve "İttihatçı" kavramı ile bir devlet geleneğinin fazlasıyla basite indirgenmesi.

13 Nisan 2012 Cuma

İtibarsızlaştırdıklarımızdan Mısınız?

Not: Bu yazı belirli bir olaya, kişiye vs. atfen yazılmıyor. Son birkaç gündür ne zamandır aklımda olan bir rahatsızlığı yazmak için ekstra bir motivasyon geldiği doğrudur.


Mizah, eleştiri, hakaret ve önyargı arasındaki çizgiler karman çorman haldeyken dipnotsuz/ön açıklamasız bir şeyler anlatmak zor oluyor. Kurumlar adına alınanlar (bkz: Atatürkçülüğe/dine hakaret etti), ifade özgürlüğünü "her dediği onaylanacak" olarak algılayanlar (bkz: hani ifade özgürlüğü vardı, bana faşist/homofobik diyemezsin!) falan gibi çok güzel insanlar var. Son zamanlarda da çeke çeke uzatılan yeni bir fenomen katıldı aramıza: İtibarsızlaştırma.

Böyle bir kavram var, evet, ve hatta suç teşkil ettiği durumlar da mevcut. Bir kamusal figür hakkında yalanları gerçekmiş gibi sunmak suçtur, bu yüzden davalar açılır, tazminatlar ödenir. Ama bu kadar. Bir kamusal figür hakkında ağır eleştiri yapmak, ürünlerini yerden yere vurmak, "fikir/yorum" olarak kategorilenecek herhangi bir şeyi söylemek serbesttir. Çünkü "kamu figürü" olmak demek, bir yerde budur.

Bunun haricinde "doğru olduğuna gerçekten inanılarak yapılan beyanlar", "kamunun inanmayacağı belli olan beyanlar", "kamu menfaatini ilgilendiren konularda yapılan yorumlar", "dümdüz küfür" vs. de itibarsızlaştırma sayılamaz. Bu şekilde mizah, eleştiri, politik tartışmalar vs. dışarıda tutulmuş olur.

Kamu figürleri, ellerinin altında kitlesel iletişim araçları olan insanlardır. Siyasetçiler ve hukukçular en özgürce eleştirilebilmesi gereken insanlardır, çünkü erk sahibidirler. Ondan sonra medya insanları gelir. Bu tür durumlarda yasaların esasen koruması gerekenler, kendilerini kitlelere ifade etmesi en zor olanlardır.

Şimdi esas kafama takılan noktaya, sosyal medyaya sıçrayalım buradan. Sosyal medya denen kurum, içindeki insanların birbirleriyle iletişim kurması, tepkilerini göstermesi için var zaten. Buraya katılan insanlar, bu olguları kabul ederek buraya geliyorlar. Yukarıda bahsettiğim gibi kişi hakkında iftira atmak, ya da kişiyi tehdit etmek, şiddet uygulamak vs. zaten yasalar uyarınca suç olduğundan bunun tartışması dahi yapılamaz, suçtur. İster sosyal medya olsun, ister otobüs durağı olsun...

Ama şunu da bir kenara koyalım: Hitap ettiği insan sayısı, kamu figürlerinin anaakım medya yoluyla hitap edebileceğinin %1'i olan insanlar, bir kamu figürü hakkında yoğun eleştiri yapıyorsa ona "linç" demek, "itibarsızlaştırma" demek insafsızlıktır. İki sebepten:

1. Kişi hakkında yalan bilgi saçılmıyorsa, bu açıkça "ifade özgürlüğü" kısıtlaması olur.
2. Bunun ucu "kimseyi eleştirmeme"ye varır, kaygan zemin oluşur.

Bugün Twitter'da bir sürü insan makaraya alınıyor. Nagehan Alçı, Nazlı Ilıcak ağzını açınca binlerce tweet ortaya saçılıyor. Bu da mı itibarsızlaştırma o zaman? Ya da onlar "itibarsızlaşma"yı hak edecek ne yaptılar? Mütemadiyen köşe yazıları üzerine yorumlar dönüyor, örneğin Ahmet Altan, Yılmaz Özdil her gün tartışılıyor. Bunlar da onları itibarsızlaştırmaya mı yönelik? Bizim arkadaşımız, eşimiz dostumuz olunca itibarsızlaştırma, zaten sevmediğimiz biri olunca OK mi oluyor?

Bir insan eyleminde/söyleminde saçmalamışsa (ki bu subjektif bir yargıdır) "saçmalamış" denir (bu da subjektif bir yargıdır). Karşılığında da "hayır saçmalamamış, çünkü..." denir (doğru tahmin ettiniz, bu da subjektiftir). Fikir başka, "gerçek" başkadır.

Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim. Muhalefetin dereceleri vardır. Kimisi idealisttir, kimisi daha hesap yapar, pragmatisttir, kimisi iktidara yakın durup onu etkileyebilecek pozisyon almaya çalışır vs. Bu insanlar birbirlerini sağa sola çekmekle yükümlüdür. Tren böylece ilerler. Bu iletişim sürecinin sonunda, eleştirilerin neticesinde "küsme, darılma, gücenme" olacaksa muhalefet çekilsin kenara, iktidar at koştursun dilediği gibi. Takım tutar gibi kişi tutarak, iktidar mekanizmasının simetriğini alarak muhalefet yapılacaksa, kişi kültü ön kabul ise, ne diyeyim, eyvallah.

7 Nisan 2012 Cumartesi

Fethullah Gülen ve Alevilik (1995)

(8 Temmuz - 10 Temmuz 1995 tarihleri arasında Milliyet gazetesinde yayınlanan Ruşen Çakır mülakatını buraya alıntılayacağım. Çakır, Gülen, Doğan grubu, Alevilik anahtar kelimeleriyle ilgi çekici olmayan bir mülakat olması düşünülemezdi zaten, nitekim öyle de olmuş. Fethullah Gülen'in Alevilik üzerine görüşleri resmi sitesinde de mevcut zaten, fakat oradaki çoğunlukla 1995 tarihli alıntılarda bu mülakata başvurulmamış pek. Alevilik'in makbul sınırlarda tutulması çabasının yoğunlaştığı, İzzettin Doğan isminin ön plana çıkarıldığı, buna karşın Aydınlık çizgisinin Alevilik'e sahip çıkmaya çalıştığı 1990'lara dair ilginç bir perspektif olduğu kanaatindeyim. İkinci soruda bahsedilen istihbarat bağlantısı, Çiller'i mafya konusunda uyarması, DHKP-C militanı Sibel Yalçın üzerinden gerçek Alevilik çıkarımları da işin bonusu olsun.)

Son dönemdeki çıkışlarıyla ve cemaatinin faaliyetleriyle hep gündemde kalan Fethullah Gülen, Gazi olaylarının ardından "Ben de Aleviyim" demesiyle dikkatleri çekmişti. Son olarak İzmir'de Başbakan Tansu Çiller'den cemevi açmak için destek istediği öne sürülen Fethullah Hoca kendisine ilettiğimiz soruları yanıtladı.


- Alevi - Sünni ayrımı konusunda ne düşünüyorsunuz?


Temelinde sevgi, muhabbet, birlik, düzenlik, yardımlaşma ve birleştiricilik bulunan bir yol ne yazık ki, Alevi değil, birtakım sol, komünist ve tamamen bölücü, kan dökücü örgütlerce sahipleniliyorsa, biz bunun Alevilikle alakası olmadığını kabul ediyor ve Alevi kardeşlerimizin de aynı inançta olduğuna inanıyoruz. İslam içi siyasi kavgaların, sahabe arasındaki birtakım hadiselerin tamamen tarihte kaldığı bir zamanda Sünni - Alevi ayrımının yersizliği ortadadır ve şu anda böyle bir ayırımı destekleyecek hiçbir unsur sözkonusu değildir.


Aleviliği istismar etmeye çalışan bazı komünist örgütler ve onlara alet olan ateistler, hem İslam'ın, hem bu ülke ve milletin, hem de arkasına sığındıkları Atatürk'ün düşmanıdırlar. Yıllarca onu en büyük faşist ve burjuva devrimcisi olarak suçlayanlar, eğer emellerinde muvaffak olurlarsa -ki, inşallah olamayacaklardır- ilk defa Kemalizm'i dinamitleyeceklerdir. Çoklarının habersiz bulunduğu bu hakikatı ilk defa burada ifade ediyorum.

- Özellikle 1980 sonrası başlayan ve Alevi aydınlarınca Alevi Rönesansı" olarak tanımlanan hareketliliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

80'den sonra dünyanın her tarafında dine dönüş başladı. Demir perdenin çökmesi ile bu daha da hızlandı. Protestanların protestanlığa, Katoliklerin katolikliğe, Budistlerin Budizm'e dönmesi gibi, elbette Müslümanlar da Müslümanlığa dönecekti. Gayet tabii olan bu vetirede, yıllarca sol ve komünistler tarafından istismar edilen Aleviliğin de özünü araması tabiidir. Alevilik, solculuk ve komünistlik değildir. Hele hele sevgi, muhabbet, hoşgörü, diğergamlık, fütüvvet adına vampirler gibi kan içicilik değildir. Kaynakları Hz. Ali (ra)'nın Nehcûl-i Belaga"sı ise, Mevlana'nın Mesnevisi, Yunus Emre'nin deyişleri, Hacı Bektaş*i Veli'nin Makalatı, Ahmed Yesevi'nin Hikmetleri ise onlar da kaynaklarına döneceklerdir. Dönecekler ve her türlü istismar ağından kurtulacaklardır.

Gaziosmanpaşa hadiselerinden birbuçuk ay kadar önce birisi vasıtasıyla yukarılara bir rapor ilettim. İstihbaratta profesyonel bir dostumun verdiği bu raporda, PKK tarafından Almanya'da büyük hazırlıklar yapıldığı, Türkiye'de bazı hassas yerlerde Alevi ocak ve bucaklarının kundaklanacağı, Aleviler'den bazılarının vurulacağı ve bütün bunlar Sünnilere isnad edilere Aleviler'in ayaklandırılııp, bir Sünni-Alevi çatışması meydana getirileceği bu raporda yazılıydı. Bunun arkasında da PKK ve Abdullah Öcalan vardı.

Bütün bunların dışardan destek gördüğü, Batılı büyük güçlerin hiçbir zaman birlik halinde gelişmemizi istemediği açıktır. Ve çok acıdır, Türkiye'de Alevi olmadıkları halde Alevilik iddia eden birtakım ateistler, temelde din ve Atatürk düşmanı, dolayısıyla din ve vücdan hürriyetini garantiye alması gereken laiklik düşmanı çevreler Kemalizm arkasına sığınarak, ateizm adına buna destek verdiler. Fakat bereket versin, Aleviler de, polisimiz de çok basiretli davrandı. erçi askerle polis karşı karşıya getirilmeye çalışılıyordu, polisin basireti buna imkan vermedi. Bu münasebetle işin başındaki şahsa telefon ederek polisimize tebriklerimizi arz ettim.

Niyetleri, ülkeyi parçalamak, polisi yıpratıp askeri bir cuntaya gel demek, Müslümanları ve milli, dini hizmet veren müesseseleri ezmekti. Ayrıca, yıllarca istismar edilen Alevileri yine aynı istismar çevrelerinin ağına bir defa daha çekmek ve gerçekleri görerek, bu ağdan kurtulmalarına fırsat tanımamaktı. Allah izin vermedi.

Türkiye'de ateizme, din düşmanlığına kilitlenmiş bir kesim, Alevilerin devamlı surette belli bir siyasi çizginin oy deposu olarak kalmasını istemektedir. Özlerine, öz kaynaklarına ve şifahi kültürden yazılı kültüre geçmeye yönelen Aleviliğin ister rönesans deyin, ister reform deyin, aslıyla buluşması tabii bir vetiredir.

- Alevilik sadece Hz. Ali taraftarlığı mıdır?


Meseleyi lügati açıdan ele alacak olursak, Alevi deyince ilk akla gelen şey, Hz. Ali (ra) taraftarı olmaktır. Hz. Ali (ra) fütüvvetin, kahramanlığın, diğergamlığın, hasbiliğin temsilcisi idi. O yiğittir, pervasızdır, korkusuzdur, haksızlıktan fersah fersah uzaktır. Bu açıdan Alevilik Seyyidina Hz. Ali (ra)'nin amelde, davranışta, düşüncede arkasında olmak, ilave olarak da, Hz. Ali (ra)'nin bu yanlarıyla diğer sahabiye yaklaşmak demektir. Hz. Ali (ra)'nin, Efendimiz (SAV)'in velayetini temsil etmesi açısından Hz. Bediüzzaman Said Nursi buna bir de velayeti katar. Türkiye'de Aleviliğin ilk temsilcileri diyebileceğimiz Türkmenler, onun daha çok mertliğine meftun olmuşlardır. Ayrıca, birer delikanlı, yiğit ve akıncı olarak ordularımızın önünde yürümüş ve erler, erenler, alperenler halinde bu milletin i'tilasında büyük hizmetler vermişlerdir.


- Siz, Gazi olaylarından sonra Ben de Aleviyim" şeklinde bir açıklama yaptınız. Bununla neyi kastediyordunuz?


Doğup büyüdüğüm evde olsun, yetiştiğim medrese, tekkede olsun ve Bediüzzaman çizgisinde olsun Ehl-i Beyt sevgisi ve tasavvuf Aleviliği en önde gelen unsurlarından biriydi ve biridir de. O kadar ki, evimizde tüten Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı benim Hz. Ali (ra)'ye olan tutkum diğer sahabeleri gölgeliyordu. Fakat, en başta Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) olmak üzere bütün sahabinin büyüklüğü müsellemdir. Onlara da sevgi be bağlılık duymak gerekir. Bu yüzden yıllarca Hz. Ali(ra)'ye olan mahabbetimin diğer sahabiye olan sevgimi gölgelememesi için çok çalışmışımdır. Hz. Ali(ra) "Haydar-ı Kerrar"dır, Damad-ı Nebidir, pekçok huhusi fazilette ve bilhassa Efendimiz (SAV)'ın mübarek soyuna, bu soydan kıyamete kadar gelecek çok büyük velilere baba olmada bütün sahabiye üstündür. Bu cihetten Hz. Hasan da üstündür, Hz. Hüseyin de üstündür. İşte bu tasavvuf veya velayet Aleviliği açısından öyle demiştim. 


Fıkıhta takip ettiğim Hanefi mezhebi de büyük ölçüde Hz. Ali(ra)'ye dayandığı gibi, Hz. İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Hz. İmam-ı Cafer es-Sadık arasında da büyük bir yakınlık vardır.

Bizim mesleğimizde Hasenilik esastır. Hz. Hasan, Hzç Muaviye'ye karşı hilafet davasından vazgeçerek, İslam toplumunun birliğini sağlamış ve müslümanlar arasında kan akıtılmasını önlemiştir. Yani o, siyasetle, dünyevi makam ve mevkilerle alakasının olmadığını ve aslolanın müslümanların birliği olduğunu, bizzat davranışıyla ortaya koymuştur.

İşte bu manada Hz. Hasan'ın çizgisindeyim ve öyle düşünüyorum, Hz. Ali (ra)'yi, Hz. Fatıma (r. anha)'yı, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i seviyorum diyen Aleviler'e karşı bağrımız açıktır. Böyle çok engin, herkese açık bir yanımız var. Her seviyede bulunan Alevi'ye karşı da yardıma hazır bulunduğumuzu rahatlıkla söyleyebilir, hepsinin ayaklarının altına başımı rahatlıkla koyabilirim. Bu manada Gaziosmanpaşa olayları münasebetiyle "Ben de bir Aleviyim dedim. Annem de o kadar Alevi idi. Babam da o kadar Alevi idi. Öünkü o duyguyu, o düşünceyi bana telkin eden babamdı. Evet Hz. Ali (ra)'nin kahramanlıklarını anlata anlata ruhumda kahramanlık düşüncesini bana aşılayan o olmuştu.

- İzmir'de Başbakan Tansu Çiller'den cemevi açmak için izin istediğiniz doğru mu? Doğruysa, bu talepteki amacınız nedir?


Herhangi bir ferdin cami yapmak veya cemevi açmak için Başbakan'dan izin istemesi sözkonusu olamayacağına göre, böyle bir iddia fevkalade manasızdır. Başbakanlıkla görüşmeden önce, içlerinde Alevi dedelerinin de bulunduğu bazı Alevi vatandaşlarımızla elçiler vasıtasıyla veya bir sofrada yüzyüze gelerek konuştuk, bazı meseleleri müzakere ettik. Bana cemevi yapma hususunda işbirliği teklif ettiler. Cevaben "Bazı kardeşlerimiz, bazı Alevi vatandaşlarımız bizim böyle bir şeye doğrudan katılmamızdan rahatsız olabilirler. Siz, cemevi yapmak mı düşünüyorsunuz, yoksa kültür lokali veya okul açmak mı planlarsınız, her ne yaparsanız biz de arkadan destek veririz. Bu işe doğrudan karışmayalım." dedim.


Başbakanla İzmir'de görüşmem daha yeni gerçekleşti. Benim bu vaadim ise bundan çok önceydi. Başbakan'a İzmir'deki görüşmede, yeraltı dünyası ile, mafya ile alakalı endişelerimi aktardım. Ve bütün bunların faturasının kendisine çıkarılacağını söyledim.

Cemevi açma hususunda Alevi kardeşlerimize yardım vaadetmem konusunda şunu diyebilirim ki; Alevilik, yıllarca şifahi bir kültür olarak kalmıştır. Şu ilim asrında onun da yazılı kaynaklarına dönmesi gerektir diye düşünüyorum. Ayrıca, benim Alevi vatandaşlarımın cemevlerine saygılı olduğum ölçüde, o da benim duyguma, düşünceme saygılı olacaktır.

- İslami çevrelerin büyük çoğunluğu, kabaca Alevilerin Ehl-i Sünnet çizgisine çekilmesi olarak tanımlanabilecek bir strateji izliyor. Bu yaklaşım sahipleri Alevi yerleşim birimlerine cami yapılmasını da öneriyorlar. Halbuki siz cemevlerinin sayısının artırılmasını istiyorsunuz...


Alevi vatandaşlarımızın rızası olmadan bir köyde cami yapıldığına kani değilim. İçinden geldiğim meslek mensupları olarak şu ana kadar illa da bir Alevi köyüne cami yapılsın diye ısrar eden müftü veya düyanet görevlisi görmedim. Önceleri daha çok dağ başlarında yaşayan Alevi vatandaşlarımız zamanla yol kenarlarına indiler ve mütemeddin bir toplum olmaya yöneldiler. Kapalı bir toplum olmaktan açık toplum olmaya yönelince okulun yanı sıra caminin de yapılmasını isteyenler çıkabilir.


En son olarak, bir çatışmada ölen Sibel Yalçın'ın da bir imam tarafından yıkanıp, techiz ve tekfin edilmesini isteyen pek çok Aleviler oldu; hatta gerçek Alevi olanlar bu istekte bulundular. Bizzat kendilerine imam talep eden Alevilere de çok rastladım. Bu noktada devlet, Aleviler isterse imam hatiplere Alevilikle ilgili dersler koyabilir. Onların kaynaklarını okutabilir. Sanırım devlet, eğer bir Alevi yerleşim birimine cami yapmışsa, bu Alevilerin istekleri ile olmuştur.

Bu bakımdan bazıları cami yapmak istiyor, bazıları da cemevlerinin sayısının artırılmasını istiyor şeklinde ayrı mülahazaların varlığını düşünmek kanaatimce yanlıştır. Birtakım ateistlerin, komünist bölücü örgütlerin "Alevi köyünde caminin ne işi var?" demesinin ardında, "hilali, yıldızı koparalım da yerlerine orak-çekiç getirelim" mülahazası olsa gerektir.