29 Aralık 2010 Çarşamba
Köşelerde Dün - 28 Aralık 2010
Cüneyt Ülsever: Bu sözde liberal yazarımızın ulus-devletsel paradigmada yaşadığı endişeler gözlerimi yaşartıyor. Kendisi özetle demiş ki: Anadilde eğitim olursa ülke bölünür, insanlar birbirlerini tanımaz vs.
Şu mefhumu anlamadım ben: Ülkenin bölünmesi ne demektir? Bugün birden fazla resmi dili olan İspanya, Kanada, Hindistan, Belçika, Finlandiya, Hollanda, İsviçre vs. ne kadar bölünmüş haldedir? Bölünmüş olmaları onları dünya ölçeğinde ne kadar geriletmiştir? Bugün Türkiye bu ülkelerden daha mı az, daha mı fazla bölünmüştür?
Anadilde eğitim kısa vadede pratik bir çözüm değil demek başka şey, resmi dil tartışmasını alıp dolaştırıp bambaşka bir yere götürmek başka şey.
Fatih Altaylı: Kendisi, nasıl desem, kütüklüğün kitabını yazmış:
"Hani yıllardır bu köşenin altında “Ne zaman adam oluruz?” diye soruyorum ya.
Aslında o soruyu cinsiyetten bağımsız olarak düşündüm hep.
Fakat acaba bundan böyle“Ne zaman kadın oluruz?” diye sormak mı lazım diye düşünüyorum.Hiçbir erkek onlar kadar adam olamıyor çünkü."
O kadar cinsiyetten bağımsız düşünmüş ki, en son cümlesinde bütün krediyi erkekselliğe atfetmeden içi rahat etmemiş. Oksimoronların kralısın Altaylı!
Ertuğrul Özkök: Tüm iyiniyetiyle (!) bir türban yazısı yazmaya çalışan Özkök, sınıfsal kodlarından gene de kurtulmayı başaramamış, altmetni bir güzel örmüş. Sadece o değil tabii, alıntıladığı Merve Kavakçı da aynı dertten muzdarip. "Benim dinim-senin dinin" ikileminde hangi dinin resmi-kabul gören din olması gerektiği kavgasını yapan, dini bireye değil de otoriteye devretmeye çalışan anlayışın güzel tezahürleri var satır aralarında. Okuyunuz.
Yılmaz Özdil: İroninin hasını yapmış. "Nasıl yalaka olunur?" dersini Bekir Coşkun, "suya sabuna dokunmadan mizah yapma" dersini Levent Kırca'nın falan vereceği bir televizyon okulu olacakmış. Hani yazının mantığı şu: İnsanlar yapmadıkları şeylerin dersini verecek.
Peki Özdil'in vereceği ders ne? Basın etiği.
Tam isabet dostum, tam isabet.
28 Aralık 2010 Salı
Okuduğumuzu Anladık Mı?
Sorular:
1. Türk kimliğinin içindeki etnik ve bölgesel anlamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş sürecine göre değerlendiriniz. Tek milleti savunmak etnik milliyetçilik nasıl olmaz, açıklayınız.
2. Türk kimliğinin içine yedirilmiş Müslümanlık yollu asimilasyonu savunan bir konuşma yapmak, dinsel milliyetçilik olmaz mı? Erdoğan'ın yapmadığı dinsel milliyetçilik nedir, nasıl yapılır/yapılmaz? Anlatınız.
3. Erdoğan'ın kırmızı çizgileri dolayısıyla yapmadığı, fakat takip eden cümlede açıkça yaptığı milliyetçiliği sosyal bilimsel açıdan tanımlayınız.
4. Erdoğan'ın "yeni demokratik Anayasa" talebinden eski Anayasa'nın temel direğini savunur hale gelişini seçim sürecinde değerlendiriniz.
Süreniz: 6 ay kadar.
Panzehiriniz: Doğan Akın'ın bu yazısı ve Ayşe Hür ile yapılan bu röportaj.
23 Aralık 2010 Perşembe
Özkök ve Polis
Son günlerde Ankara ve Aydın'da polisin restoran basıp aileleri fişlediğini duyduk. Bu tutumun Emniyet teşkilatının kendisini sivil sorumlu değil de şerif gibi görmesinin sonucu olduğunu sağduyulu insanlar biliyor, milyar defa da irdelendi bu hal zaten. Ama mesela Ertuğrul Özkök gibi saygın kalemler olayı iktidara karşı nerede eklemlendiklerine göre yorumladıklarından, acayip sularda yüzüyorlar.
Ne demiş bugünkü yazısında bu son polis uygulamalarını -işin içinde içki olduğu için- eleştiren Özkök? "Ben devletin polisine hayatı boyunca saygılı olmuş, onu savunmuş, korumuş, o yüzden de aydın kesimden epey dayak yemiş bir insanım. Polisimize hâlâ inanır, hâlâ güvenirim."
Yalanı yok cidden, zira polisimiz Hrant'ın katili ile hatıra pozları verirken mükkemmel bir Chewbacca savunması ile "Öteki pozların hepsi, bana göre kahramanlaştırma değil, hatıra pozları." buyurmuştu zamanında. İnternet unutmaz.
Gene aynı Özkök, İzmir'de polisin açtığı uyarı ateşinin aracın tekerleğinden sekip sürücünün ensesinden kazara girmek suretiyle ölüme sebep verdiği (zerre abartmıyorum) durumda da muhteşem sosyolojik gözlüklerini takıp "Önünüzden kaçıp giden bir arabada 'masum gençler mi', yoksa 20-25 kg. C4 patlayıcı taşıyan teröristler mi var nasıl bilebilirsiniz?" savunmasıyla o kaza kurşununu makul görmüştü zamanında.
Bugün geldiğimiz noktada Özkök'e göre polisin eylemleri "3-5 kendini bilmez"in işi, polisimiz çok da merhametli, çok da süper insanlar. Hep o AKP yok mu AKP; kanına giriveriyor canım polisimizin.
Bazen beynimin "On-Off" tuşu yok diye çok üzülüyorum cidden.
Ekleme: Polisin işkence yaptığı bir insanı görünce "işkencenin hayvani bir uygulama olduğu" yönünde beyanat veren Mahmut Alınak, polise hakaret ettiği gerekçesiyle 14 ay hapis cezasına çarptırılmış bugün.
Off.
22 Aralık 2010 Çarşamba
Halka İnme Kılavuzu
1. "Halka ineceğiz, halka ineceğiz" deyip durursanız halka inmezsiniz, halkın bilincinde o mesafeyi korumuş olursunuz. Halka inmek sessizce yapılan bir iştir.
2. Türkiye'ye gelmiş geçmiş en karizmatik liderlerden olan Erdoğan'ı alt etmenin yolu, sürekli onun gündemini konuşmak ve onun laflarını eleştirmeye çalışmak değildir. Erdoğan'ı aşağıya alamazsınız, siz onun yanına çıkacaksınız. Bu da alternatif söylem geliştirmekle olur.
3. "Halk dilini konuşmak" önemlidir, lakin siz parti adına en ciddi organizasyon olması gereken kurultayda parti programını açıklarken "Benim adım Kemal, o parayı bulurum" derseniz sizi kimse ciddiye almaz. Siz modelinizi açıklarsınız, ondan sonra seçim mitinglerinde "Ben o parayı bulurum" dersiniz. Yoksa halka değil Bakırköy'e inmiş olursunuz.
4. Halka inmek için önce parti içinde bir sağlamlık oluşturmak şarttır. Kurultayın üzerinden 24 saat geçmeden dava açar ve iç çekişme yaşarsanız halk sizin bir halt becereceğinize güvenmez.
5. Ecevit'i getiren koşullar günümüzde atıl kalmıştır. Karaoğlan bir esinlenme kaynağı olabilir, lakin günümüzde Türkiye'nin o zaman konuşulmayan öncelikteki sorunları vardır. Sadece ekonomik söylem ile olmaz bu iş, paşa paşa Kürt ve türban lafını ağzınıza alacaksınız. Zaten AKP fobili/alerjili kesim ne olursa olsun size oy verecek, korkmayın, biraz daha özgürlükçü olmaktan zarar gelmez.
Şimdilik bunlarla başlayın, eğer sizde bir ışık görürsek devamını getiririz.
21 Aralık 2010 Salı
AKP: Durmak Yok Yanlışa Devam
Bu öğrenci olaylarında AKP Emniyet teşkilatını sıkıştırmak ve de olayların en azından üzerine gitmeye çabaladığını gösteren göstermelik bir iki jestte bulunmak yerine, akıl sınırlarını zorlayan savunmalarda bulunmaya başladı. Erdoğan'ın "polisi kimseye yedirtmemesi"ni, Bağış'ın "polise karşı aşırı şiddet kullanıldığı"nı savlamasını vs. kanıksayamadan Beşir Atalay'ın daha da garip bir savunması çıktı piyasaya. "Kendilerini yere atanlar var." Eylemler sırasında görüntülerde kendilerini yere atanlar olduğunu tespit etmişlermiş. Tabii burnu kırılanlar, yüzü gözü şişenler, bebeği düşenler falan hep kendilerini yere atmaktan dolayı o haldeler, evet. Polisimiz hiç şiddet kullanır mı, bunun yakın siyasi tarihte örneği var mı? Bakanımız ne demiş: "Polis, belirli noktadan sonra öğrencileri uzaklaştırmak için gaz sıkmıştır, vurmamıştır." Aaa, ne ayıp, ne kadar kötü iftiracılar var.
Aynı haberde fantastik bir cümle daha var: "Biz öğrencilerimizin düşüncelerini ifade etmelerinden rahatsız olmayız, polis de rahatsız olmaz." Değil mi, o yüzden başbakanı protesto eden pankart açan öğrenciler 15 ay hapse mahkum oldu, o yüzden "parasız eğitim" talebini dile getiren öğrenciler 8 aydır tutuklu, o yüzden vicdani ret hakkını destekleyen açıklama okuyanlar 6 ay hapis cezası alıyorlar. Öğrencilerimizin düşünce ifade etmesinden kesinlikle rahatsızlık duymuyoruz, onları en lüks nezarethanelerde ve mapus damlarında ağırlıyoruz ödül olarak.
Bu mevzuda artık sözün bittiği yere gelindi benim nazarımda.
Ben AKP'ye hiçbir zaman tam destek vermemiş, özellikle demokrasi anlayışları konusunda her zaman kişisel çekincelerimi saklı tutmuştum. Bu bağlamda son zamanda gerek Kürtçe, gerekse öğrenciler konusunda ciddi yanlışlar yapmaktalar. Bu cümleyi daha önce söyleyeceğim aklıma gelmezdi, lakin dinamikler bu şekilde giderse AKP hem Güneydoğu'da, hem de metropollerde oy kaybı yaşayacaktır. Şu anki stratejilerini onlara kim empoze ediyor, kim akıl veriyor bilmiyorum ama ciddi ciddi yanlış yoldalar. Kendilerine çekidüzen verirler, ve de "demokrasi" kelimesinin anlamını daha bir özümsemeye çalışırlar bu vadede, çünkü hazır CHP yavaş yavaş da olsa aklını başına devşirirken iktidar partisinin zıvanadan çıkması memleketin selameti adına hayırlı olmayacaktır.
20 Aralık 2010 Pazartesi
Seçmece Arama Öbekleri Serisi #3
1. "beylıkduzunden lıselı pasıf gey varmı" - Burada dehşete düşüren ayrıntılar lokasyonun ve de yaş grubunun özellikle belirtilmiş olması. Neden illa Beylikdüzü be abi, yani daha bir açılsan belki?
Bir de arkadaş bu arama öbeğini 2 defa aramış ve ikisinde de bizim blog'a gelmiş. Trajik.
2. "ebruavcininfeyisbuki" - Abi feyisbuk kasma, direkt al çiçekleri git kapısına bence, böyle sana iş çıkmaz. Bir de kelime arasında boşluk bırakırsan işin daha kolay olabilir bir dahaki sefere derim ben.
3. "holwud" - Acaba Afrika'da bir yer mi falan diye şüpheci yaklaşmaya çalıştım ama yemedi, arayıcı sinema endüstrisine yeni bir açılım getirmiş bu noktada.
4. "bayan eşekporno" - Eşeğin cinsiyeti mi bayan, yoksa bayan ile eşeğin mi ilişkisi aranıyor çözemeyen Google, çareyi bu arkadaşı bize yönlendirmekte bulmuş.
Aslında şimdi düşündüm de, "eşek gibi porno" da denmek istemiş olabilir. Çok mistik.
5. "ara http com gerçek atla sexk yapan kadınlar" - Yukarıdaki arkadaşın kuzeni. Bir de lisede bilgisayar derslerini ekmemiş ki arama öbeğinin başına "http" ve "com" eklemiş, takdire şayan. Sexk ne bilmiyorum ama abinin şüpheciliği de dikkat çekici: Gerçek at. Baba gerçek at olmayınca ne fark oluyor, bir daha bizim blog'a gelirsen anlatırsın değil mi?
6. "japonporno" - Ya bu adamlar niye bizim siteye gelip duruyorlar birader?
7. "arabesk rap dinle buragın sevdigine bakın" - Bu benim kişisel favorim. "Arabesk rap" adlı müzik janrının varlığını sorgulamaya fırsat kalmadan Burak'ın sevdiğine bakmamız tavsiye ediliyor ki bilemedim olay nedir, ben öyle şeyler de dinlemem aslında..
8. "biz 10 kasım’da herkes dururken yürümeye devam ettik" - Helal.
9. "yahukontrol" - Bunu çözmem zaman aldı. Arkadaş sanırım Yahoo Control tarzı bir yere gitmeye çalışıyor. Değişik fikirlere açığım.
10. "+shelbyl +london" - Bu beni bulmaya çalışmış ama lokasyonu tutturamamış, kısmet bir dahaki sefere.
Bizi aramaya devam edin anacım, baaay.
17 Aralık 2010 Cuma
Genelkurmay Gene Kurcaladı
Neyse, gelin bu efsanenin geri dönüşünü belgeleyen açıklamanın metnini kıralım.
"Büyük Önder Atatürk'ün Türk ulusuna armağan ettiği en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti" - Bzzt, yanlış cevap. Atatürk, Türk ulusuna cumhuriyeti armağan etmemiş, cumhuriyeti toplumla beraber bir mücadele vererek kazanmıştır. Cumhuriyetin kurulduğu zamanda, toplumsal bilinç düzeyinde baktığımızda bir Türk ulusundan bahsedemeyiz bile. TSK'nın, Milli Mücadele'yi ve Türkiye Cumhuriyeti devletini bir kazanım olarak değil de Atatürk'ün bir lütfu olarak görmesi, zihniyetin nasıl çalıştığının en güzel göstergesidir.
"demokratik bir yapı ve sağlam hukuki temeller üzerinde yükselerek bugünlere ulaşmıştır" - Ordunun siyasete dair yaptığı bir açıklamada "demokratik" bir yapıdan bahsetmesi, ironinin en güzel örneklerinden birisi değildir de nedir? Bakın devletin üzerine oturduğu "sağlam" hukuki temellere hiç girmiyorum, kafayı taşlara vururum yoksa.
"Dil, kültür ve ülkü birliği, bir millet olmanın başta gelen vazgeçilmezleridir. Dil birliğinin olmaması durumunda bunun sonuçlarının neler olacağı, tarihteki birçok acı örnekleriyle gözler önündedir." - Bu Milli Güvenlik kitabından fırlamış cümle çok önemli. Dil birliğinin olmaması durumunda çökmüş devletler varmış. Şu link'te, şu andan dünya üzerinde dil birliğini sağlamamış olan, bünyesinde konuşulan dilleri resmi düzeyde bir şekilde tanımış olan ve de buna rağmen sapasağlam duran 90 küsür ülkeyi bulabilirsiniz. Şöyle özet geçeyim ya da: Belçika, Finlandiya, Polonya, Portekiz, İsveç, İsviçre, Hindistan, Singapur, Kanada gibi ülkeler, tarihsel açıdan bize ne tür bir "acı örnek" sundular? Esas acı örnekler, bu dil ve kültür birliğini sağlama yolundaki yıkıcı tutumdan kaynaklanmıyor mu zaten?
"TSK ... Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir." - Beni anlamadın ya, ben ona yanıyorum TSK. Sizin böyle bir misyonunuz yok, olmadı ve olmamalıydı. Ben TSK'nın üniter devlet gibi soyut ve tartışılan bir kavramı korumasını istemiyorum. Ben TSK'nın, beni dış mihraklara karşı korumasını istiyorum. Ben TSK'nın beni -varsa eğer- dış düşmanlara karşı güçlü hissettirmesini istiyorum. Eğer dış düşman yoksa da, kendine sıkıntıdan ve var olan otoritesini kaybetmemek adına misyon yaratmasını istemiyorum.
16 Aralık 2010 Perşembe
Yumurta Davası
Buradan birisinin ceketinin sol üstünü yumurta ile kirletmenin alenen hakaret olduğu sonucuna varmamız gerekiyor sanırım. Ya da bir kamu çalışanını bir sebepten yumurta ile protesto etmek, ona "görevinden dolayı alenen hakaret" olmakta. Bundan sonra bana çamur sıçratan arabaların hepsine "yaya kişiliğime hakaretten dolayı" dava açmayı planlıyorum, Türk adaletine bu konuda güvenim sonsuz.
Not: En fazla Egemen Bağış'ın ceketinin kirlenmesi sebebiyle açtığı davadaki kadar demagoji barındırmakta bu post. O açıdan bakarsanız bu yazının derdini anlarsınız.
14 Aralık 2010 Salı
Yumurta ve Şiddet Mevzusu
Uzun uzadıya açıklamamı yapmadan diyeceğimi en başta diyeyim: Yumurta atmak en medeni ve masum protesto çeşidi değildir, lakin Türkiye'de daha modern protesto şekillerine karşı güç odaklarının tutumu malumdur. Bunun tepkiselliği unutularak yapılan değerlendirmeler havanda su dövmeye eşdeğer olurlar. Hele ki bu yumurta mevzusunda siyasi pozisyona göre taraf belirlemek ve belirlenen taraf doğrultusunda da polisi savunur hale gelmeyi hafif bir tabirle tanımlamak imkansızdır.
I. Yumurta ve Eylem: Teorik Düzlem
Tezi böyle açıkladıktan sonra biraz kavramsal ilerleyelim. Soru şu: Yumurta atma eylemi, modern dünyada kabul edilebilirlik açısından nerededir? Bu eylem, ifade özgürlüğü paradoksunda nereye düşer?
Öncelikle politik altmetini olan yumurta atma eylemini "şiddet" olarak tanımlamayı kesinlikle yanlış buluyorum. Yumurta atılan bir insan, eğer yaşı çok ileri/çok küçük değilse ve de ekstrem bir sağlık sorunu yoksa hiçbir şekilde fiziksel anlamda zarar göremez. Tek sıkıntı, yumurtaya maruz kalan kişinin duş alana/üstünü değiştirene kadar etrafına yaydığı kötü kokudur. Bu yüzden yumurta ve pasta gibi protesto araçlarını "şiddet aracı" olarak lanse etmek konuyu saptırmak olur.
Yumurta, pastadan daha ucuz ve daha kolay erişilebilir olduğundan daha sıklıkla tercih edilen, nispi olarak zararsız bir araçtır. Lakin bu, yumurta atmayı tek başına haklı bir protesto yöntemi yapmaz. Bu kısmın ilk paragrafında belirttiğim paradoks şudur: Yumurta atmak bir ifade olarak kabul edilirse, yumurtanın atıldığı insanın ifade özgürlüğü ile çelişir mi?
İşte bu noktada, yumurtanın atıldığı koşullar çok önemli olmakta. Örneğin bir politik figür bir konuşma sonrası aracına binerken ona yumurta atılırsa, mağdurun hiçbir ifadesel durumu olmadığı için bu eylem kabul edilir olur. Gene bir konuşma bittikten sonra atılan yumurtalar da aynı şekilde değerlendirilir. Bir konuşma esnasında dahi atılacak bir yumurtayı tolere edebiliriz duruma göre. Fakat yumurta atma eylemi, yumurta atılanın ifade hakkını gasp edecek şekilde/sıklıkta yapılırsa, o noktada haklı bir protesto olmaktan çıkıp saçmalık ve densizlik haline gelir.
Özetle: Yumurta en medeni protesto şekli olmasa da kullanılabilir, fakat yumurta hiçbir zaman atılanın ifade özgürlüğünü engelleyecek şekilde atılamaz. En uygunu, fikirlerin beyanı ve teatisi nihayete erdikten sonraki çözümsüzlük aşamasında atılacak sembolik değerdeki yumurtadır.
II. Yumurtayı Doğuran Koşullar: Pratik Düzlem
Daha önceki referandum sürecini değerlendiren bir yazımda "Konjonktür gereği aynı potaya yaklaşmış olan "muhafazakar liberal" ve "sosyal demokrat/liberal"lerin ayrışma sürecinin de referandum sonrasında başlayacağını öngörebiliriz." demiştim. Bu ayrışma sürecinde çizgi görevi gören olaylardan birisi de bu öğrenci eylemleri oldu.
Olaylar sonrasında öncelikle AKP'li/muhafazakar olup demokratlığını bu çizgide şekillendiren Akif Beki, Mümtaz'er Türköne ve Yıldıray Oğur gibi yazarlardan ardı ardına "orantısız güç diyorsunuz da, polisleri de anlamak lazım" minvalinde yazılar geldi. Ben bu refleksin sebebini, bu cenahta sol kimlikte eylemlere duyulan 1980 öncesi kaynaklı alerji olarak değerlendiriyorum. Haklılığı-haksızlığı ayrı bir potada tartışılabilir, lakin bu çizgide düşünenlerin analizlerinde es geçtikleri çok önemli bir nokta var: Yumurta atmak, tam da bu "anlamak lazım" diye niteledikleri polislerin yıllardır "anlamak lazım" diye pışpışlanmasından dolayı geliştirdiği tutum sebebiyle mümkün.
Gösterinin ve toplaşmanın sebebi 1 Mayıs, futbol maçı, Cumartesi Anneleri, bildiri okumak isteyen gomünis gençler vs. olsa da, bu ülkede uzun zamandır değişmeyen bir şey polisin bu eylemcilere karşı olan önyargılı tutumu. Yolda duran adamı tokatlayanlar, tuttuklarını çöp tenekesine atanlar, alakasız kişileri polis şiddetine maruz bırakanlar ve sonrasında "İçimizde hallederiz" şeklinde savunulanların bulunduğu bir cemaatten bahsediyoruz. Unutmamak lazım ki daha 2 sene öncesine kadar biber gazı stoğu bitirmekle övünen bir Emniyet Genel Müdür vardı İstanbul'un tepesinde, hoş yenisi de çok farklı değil Can Dündar'ın yazısı uyarınca. Tüm bunları göz önüne alınca, bir eylemcinin kendisine bir müdahale yapılacağı beklentisi ile gösteriye hazırlanmasını beklemek çok da garip olmasa gerek.
Burada göstericilerin şiddete meyilini haklı çıkarmaya çalışmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Tabii ki en güzel ve en istenen protesto yöntemi diyalog temellidir. Lakin sözün dahi cezalandırıldığı bir memlekette yaşayınca, öğrencilerin buraya sürüklenmesi de beklenmelidir. Yumurta olayından önce, pankartla ve sloganla zarasız bir şekilde protesto düzenleyen 18 adet İTÜ'lü öğrenci 15 ay hapis cezası almışlardı mesela, ki bu pankart cezalarını kanıksamış bir ülkedeyiz. Bu saçma adalet örneklerinin getirdiği tepkisellik yumurta olursa, bu noktada öğrencilerden öte bir sorgulama yapılması gerekir.
III. Siyasi Eklemleşme: Yanlış Düzlem
Üstteki kısımda değindiğim durumun en tehlikeli uzantısı, gene bu seçim maratonunun hızlanmaya başlayacağı zaman dilimindeki eklemleşme ve de sağduyu yitimi olacaktır.
Hani icraatlerine artık şaşıramıyoruz bile, ama yumurtaya öncül polis şiddeti olaylarını takiben Vakit Gazetesi şöyle bir karikatür yayınladı:
Altmetin itibariyle hamile bir kıza uygulanan ve bebeğin ölmesine sebep olan şiddeti haklı gören, üstmetinde daha cenin halinde bir bebeği bomba olarak resmeden; bir de en alakasız biçimde bütün bu olayı kontekstten koparıp darbe boyutuna indirgeyen bir kepazelik bu.
Peki bu noktaya nasıl geliniyor? Bu karikatüristin, bilinçli ya da bilinçsiz olarak olayı darbe kelimesiyle ilişkilendirmesi ve böylece haklı çıktığını sanması/umut etmesi nedendir? Cevap arabaşlıkta gizli.
Bu siyasi eklemleşme halini, protestolara getirilen başka eleştirilerden de anlıyoruz. Mesela belli bir süre "Protestocuların arkasında CHP var, Ergenekon var vs." gibi bir söylem benimsendi. Öyle olması ya da olmaması, yaşananların niteliğini değiştirmez. Hamile kızın evli olmadan neden hamile olduğu bile tartışıldı ki, buradaki ahlakçılığın konuyla hiçbir alakası yok. Muhalefet de, polisin, askerin ve yargının onlarca yıllık günahlarını hiçe sayarak olayı hemen AKP'nin boynuna asmaya çalıştı. Seçimler yaklaşırken, refleksler de sürece adapte oluyorlar tabii.
IV. Sonuç
Halbuki burada tartışılması gereken şu: Protesto neden yapılıyor? Neden gençler kendilerini farklı bir şekilde ifade etmiyorlar/edemiyorlar? Neden polis bazı olayları seyrederken -mesela önceki haftasonu yaşanan Bursa - Beşiktaş gerginliği- bazı olaylarda ekstra önlemler alıyor? Neden polisin devletin şımarık çocuğu olduğu defalarca tescillenmişken, hala daha tartışmanın öznesine o konmuyor? Askerin ve biraz da yargının "hesap sorulabilirliği" (accountability) bu ülkede -haklı olarak- tartışma konusuyken, neden polis bu muameleden muaf kalıyor, ve hatta ona siyasi otoritece sahip çıkılıyor? Neden bu yaşanan yarı-ilişkili olaylardan "yumurta" olanı gündemde kalırken, ötekisi sayfaların dibine doğru iniyor? Bu ülkenin içine iyiden iyiye sinmiş klasik sol alerjisi ile hesaplaşılmadan, doğru dürüst bir demokrasi hayal edilebilir mi? Söyleyenler, söylemlerinde ne kadar samimiler?
Yumurtanın o tavukla polemiksel ilişkisi siyasi düzleme de sıçramış haldeyken, bu soruları doğru düzgün tartışacak zemin bulmak da zorlaşıyor.
10 Aralık 2010 Cuma
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü
4 Aralık 2010 Cumartesi
Tembel Ayaklanması - Yan gelip yatmanın manifestosu
2 Aralık 2010 Perşembe
Vikiliks: Ne İşe Yarar, Ne Beklenmeli?
Öncelikle Wikileaks'teki belgeler nedir anlamamız lazım: En kaba tanımıyla bunlar çeşitli ülkelerdeki Amerikan diplomatların şifreli bir ortak dataalanına belli konular hakkında attıkları elektronik telgraflar, ya da teknik adıyla kriptolar. Bu belgelerde, azamiyetle sözkonusu diplomatın duyumları, yorumları, bildirimleri var. Dolayısıyla buradan, herhangi bir devletin kendi içindeki büyük sırlarını ifşa etmesini beklemek biraz hayalperestlik olur. Diğer bir deyişle, gidip de şimdiye kadar yayınlanmış zibilyon tane ipsiz sapsız komplo teorisinin ispatlanacağına dair umut beslemeyin.
Wikileaks'in iki öne çıkan fonksiyonu olacak: Bir, diplomatların bu yazışmalarındaki ayrıntılara odaklanıp mikro düzeyde çıkarımlar yapmak. İki, devletlerin kamu önünde söyledikleri/ima ettikleri dış politika oyunlarının iç yüzüne biraz daha hakim olmak bir yerde bilineni/bekleneni/"ya böyleyse?" tahminini teyit etmek.
Konumuz Türkiye olduğu için, Türkiye üzerinden ilerleyelim: Birinci fonksiyona örnek teşkil edecek bazı cümleler okuduk bu belgelerde. Örneğin Mehmet Şimşek'in Londra'daki bir yatırımcı toplantısında "Doğan Grubu hissesini satın, onlar gidici" demesi; ya da Abdülkadir Aksu hakkında "kendisinin genç kızlara ilgisi var, eroin kaçırıyor, oğlu mafya" tarzı ağır ifadelerin kullanılması, ya da Nimet Çubukçu için "Bakan olmak istiyor, ondan Emine Erdoğan ile sıkı fıkı" denmesi, ya da Kürşat Tüzmen için söylenen "her türlü avantaya açıkmış" sözü... Bu ifadelerin doğruluğunu otomatikman kabul edemeyiz, fakat Amerikan diplomatların bu bilgileri neden yazdıkları ya da bu bilgi/söylentilere nasıl hasıl oldukları araştırılmalı ve konuşulmalıdır. Gene örneğin Vecdi Gönül'ün Davutoğlu için "fazlasıyla tehlikeli" demesi, Sadullah Ergin'in verdiği bilgiler, İran'a bazı Türk şirketlerin silah sattığı şüphesi, Türkiye'de nükleer silahların bulunduğu -ki bunu daha önce de okumuştuk bir iki yerde- gibi konular da zira kamuoyunda tartışılmalıdır.
(Bu noktada bir parantez açmak istiyorum: Başbakan Erdoğan'ın dün yaptığı açıklamadaki bazı tabirler, tam olarak Wikileaks'in misyonunu açıklayan/destekleyen türde. Kendisi demiş ki:
"Onurlu basın mensubu, 'Sayın Başbakan var mı böyle bir şey?' diye sorar. Başbakan, 'Yok' dediği halde çamur at izi kalsın mantığıyla hareket edersen bu seviyesizliktir. "
Hayır, onurlu basın mensubu bu iddiaları, iddia olduğunun altını çizerek yayınlamak mecburiyetindedir. Başbakana sorar ve de yalanlama alırsa, o haberin altına "Başbakan yalanladı" diye not düşer. Yoksa başbakandan izin alıp haber yayınlamak onurlu gazetecilik ile alakasız bir durumdur.)
Bu kamuoyu nezdindeki tartışmalar neticesinde iç politika düzeyinde bazı şeylerin açığa kavuşması mantıklı olacaktır. Bu noktada unutmamak lazım ki, Ergenekon soruşturmasındaki birçok bilgiye "telefon dinlemesi" yoluyla ulaşıldıysa ve bunlar gerçek kabul edildiyse, bu kriptolardaki ifadeler de aynı çerçevede değerlendirilebilir ve bu doğrultuda soruşturma yapılabilir. Eğer bu yapılmayacaksa, bu ifadelerde itham edilen milletvekilleri derhal tazminat davası açmalı ve de kendileri hakkında bu ağır ifadeleri kullanan diplomatlar karşısında haklılıklarını kanıtlamalıdır.
Gelelim ikinci fonksiyona: Bu da, bazı ülkelerin diplomatlara verdikleri bilgiler, ettikleri ricalar vs. boyutunda. Mesela Ürdün Kralı'nın Ortadoğu konusunda Arap olmayanların müdahilliğinden şikayeti, Slovenya ile Guantanamo için yapılan pazarlıklar, Ermenistan'a yollanan çakma Johnson mektubu vs. gibi konular bu maddeye dahil oluyorlar. Böyle ayrıntıda gizli birçok çözümlemeye yardımcı olur nitelikte ifade bulunacaktır belgelerde.
Bir de unutmamak lazım ki, bu belgeleri önceden teslim almış ve didik didik incelemiş olan New York Times, Le Monde, The Guardian, Der Spiegel ve El Pais gazetelerinin yetkilileri (bu gazete isimlerini özellikle veriyorum ki, olaya "iki tane ne idüğü belirsiz belge" gözüyle bakılmasın), daha şaşırtıcı bilgilerin ileride ortaya çıkacağını söylemekteler. O yüzden Wikileaks'in geçerliliğini reddetmeden sabırlı olmakta yarar var.
Özetle: Wikileaks çok büyük şeyler değiştirecek bir hareket değildir zira dünyayı değiştirecek sırlara bir diplomat kriptosunda rastlanamaz, fakat özellikle mikro düzeyde bazı konulara ışık tutulmasını ve de bazı uluslararası ikili ilişkilerdeki oyunların kurallarının gözden geçirilmesini sağlayacağı da aşikardır. Bu yüzden, ortalama hızda yayınlanacak bu belgelerin sürekli taranması ve de ilgi çekici noktaların gündeme taşınması, basın kuruluşlarının ya da alternatif medya oluşumlarının mesuliyetindedir.
1 Aralık 2010 Çarşamba
Raif Efendi'yi Rahat Bırakın!
Öncelikle, filme sponsor olan dairenin adı Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı. Hayır, romanın üstünden altından, sapından solundan bakıyorum; insan hakları ile alakalı hiçbir yeri yok! Acaba diyorum, bu başkanlığın sponsor olması tesadüf mü, yoo, gayet ciddi şu cümleler var alakalı haberlerde:
"Bu çerçevede senaristlerden hazırladıkları insan hakları odaklı senaryoları isteyen Başkanlık bunları incelemeye aldı."
"Yurtiçinde insan hakları konusunda çarpıcı mesaj verilmesi, yurtdışında Türkiye’nin etkili biçimde tanıtımını amaçlayan Başbakanlık..."
"İnsan odaklı, aile, kadın, çocuk vurgusu olacak...Şimdi Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna adlı kitabından uyarlanan senaryo inceleniyor. Senaryoya ikna olmamız lazım."
Aman aman aman. Yahu Raif Efendi kendini insanlardan soyutlamış, ailesiyle idareten yaşayan bir karakter. Kadın - çocuk desek, Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnu uyarlamalarını bile sakıncalı bulan bir kabinemiz var, Kürk Mantolu Madonna'daki tutkulu aşk ve yasak meyveleri oraya hiç sığmaz. Hal böyleyken filmin baş kahramanı, Raif Efendi'nin karısı Mihriye mi olacak? Filmin sonunda Raif Efendi anlatıcıya "Yaa, bak iyi ki böyle maceralar peşinde koşmamışım da, ailem ve çocuklarımın mutluluğu için kendimi heder etmişim" falan mı diyecek, yaşadıkları kurgu/kabus mu çıkacak, n'apıyorsunuz efeler?
Aklıma bir tek olasılık geliyor bu insan hakları bağlantısı için, o da Sabahattin Ali'nin üzerine oynanması. Ya iyi de, o zaman adamın hayatının belgeselini çekin? Sonunda da deyin ki "Bu cinayetle ilgili yoğun şüphe devletin kendisini komünist olduğu için öldürttüğü, ama olay bugüne kadar hep münferit bir vaka olarak aksettirildi, doğru düzgün araştırma/soruşturma yapılmadı, gerçekten katilin Ali Ertekin olup olmadığı bile bilinmiyor..." Tabii bunu diyebilecek kadar demokrat olduk mu, orasını bilemiyorum.
Sesimi duyan var mı bilmiyorum ama, yol yakınken elinizi Raif Efendi'den çekin, rica ederim. Hayır sanki memlekette insan hakları ihlali kalmadı da, mesajı Kürk Mantolu Madonna'yla vereceğiz. İşgüzarlığa gerek yok.
(İlgili habere şu linkten ulaşabilirsiniz.)
23 Kasım 2010 Salı
Hani Geçmişle Hesaplaşıyorduk?
2 gün önce 8 bin 335 askerin katıldığı, 20 binin üzerinde gaz bombasının ve de yasaklı olan fosfor bombasının kullanıldığı, ve neticesinde 2 asker ve 28 hükümlünün öldüğü, 6 asker ve 237 hükümlünün yaralandığı "Hayata Dönüş Operasyonu"nun yargılama süreci başladı nihayet 10 yıl sonra. Peki yargılanan kim? 39 tane er. Er. Operasyondan sonra çıkıp "Biz aslında çok masumduk da mahkumlar saldırdı" diyen dönemin İçişleri Bakanı Tantan (ki durumun öyle olmadığı Adli Tıp raporu ile kanıtlandı) masum. Dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun daha da masum, zira kendisi şu anda Devlet Üstün Hizmet Madalyası'na sahip bir HSYK üyesi. Suçlu bu 39 er. Kendi başlarına gidip operasyonu çığırından çıkarmışlar. Cık cık cık. Yersen.
Bugün de 12 yıllık komplonun kurbanı Pınar Selek yine yeni yeniden suçlu ilan edildi. Mısır Çarşısı bombacısıymış kendisi, su götürmez bir gerçekmiş bu. Tabii olayın ilk önce gazetelerde ve polis raporlarında "tüp patlaması" diye lanse edilirken sonra birden Selek'in başına yıkıldığını, suç arkadaşı olduğu iddia edilen Abdülmecit Öztürk'ün değiştirdiği ifadeleri, olay hakkında verilen 4 "bomba değil", 2 "bomba", 2 "bomba olabilir" ve 3 "belirlenemez" (toplam 11) sonucuna varmış çelişkili Adli Tıp raporlarını göz ardı etmeniz lazım bu "şüphe götürmezlik" sonucuna ulaşmanız için.
Yüce devletimiz Ergenekon'la tam gaz savaşırken ve de anamuhalefet de Ergenekon mağdurları için yaslar tutarken, sol (ya da insan) alerjili Gladyo/Susurluk/Ergenekon zihniyeti iktidarını sürdürmekte. Neticede önemli olan devletimize zeval gelmemesi, bu yolda yapılan danışıklı dövüşler kutsaldır.
Hem zaten Pınar Selek de Grup Yorum dinliyormuş, kesin bombacıdır değil mi Yıldıray Oğur?
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hayata Dönüş Operasyonu ile ilgili Ece Temelkuran'ın yazısına buradan, Pınar Selek ile ilgili habere de buradan ulaşabilirsiniz.
Ekleme: Bu iki olayın arasında bir de bonus varmış meğerse, fark etmemişim. Başbakan'ı protesto eden gençler 15 ay hapis cezasına çarptırılmışlar. İşte özlediğimiz demokrasi bu!
18 Kasım 2010 Perşembe
Light Aliye Kavaf: Halide İncekara
"Dizi yapımcıları ve reklamverenlerin, muhafazakâr kadınlar ve erkekler olduğunu söyleyen İncekara, dizilerin teşvik ettiği sapıklıkların insanları olumsuz etkilediğini belirterek, “Tabii kendi çocuklarını 5-6 korumayla gezdiriyorlar. Onlar için sorun değil” yorumunu yaptı."
Sonra salondan gelen sorulara cevap vermeye başladı.
Başında bere olan sakallı bir dinleyici Özal'ı, özel televizyonlara yol vererek milletin ahlakını bozmakla suçladı.
- Bu televizyon kanallarında sabaha kadar porno var. Ahlak elden gidiyor, benzeri şeyler söyledi.
Akıl ve kumanda aleti Özal şöyle bir baktı kendisini suçlayan bu kişiye.
Sonra cevap verdi:
- Allah sana akıl diye bir şey vermiş. Kul da uzaktan kumanda aletini yapmış. Beğenmediğin programı izlemek yerine uzaktan kumandayı kullanarak başka kanala geçebilirsin. Ama belli ki bu programlardan ayrılamıyorsun. Gözlerinin altı mosmor. Belli ki sabaha kadar bu programları izlemekten uykunu ihmal etmişsin. Özal'ın bu cevabı hem salondakileri güldürdü, hem de yoğun bir alkışla bu cevaba destek geldi dinleyicilerden.
Madalyonun Öteki Yüzü: Holivud Filmleri
17 Kasım 2010 Çarşamba
Meme Gazeteciliğinde Son Nokta
İnanamadınız değil mi? Screenshot'ımızı da koyalım o halde:
Link de verelim de, Google'dan anahtar sözcük araması sonucu bu post'a gelecek olan arkadaşlardan küfür yemeyelim.
Milliyet bugün kendini aştı. Bakalım kim görüp arttıracak, çok merak ediyorum.
12 Kasım 2010 Cuma
Köşelerde Bugün - 12 Kasım 2010
Ahmet Hakan: Karikatür krizi konusunda söyledikleri yüzeyde çok mantıklı, lakin kendisinin biraz daha derinden yüzmesini beklerdim ki özgürlük kavramını "ona varsa buna da var" boyutundan çıkarıp "ona da, buna da olmalı" boyutuna getirsin. Köşesini doldurmak için "süper demode tutumlar" falan diyerek ekşisözlük lingosu satmasına gerek yok.
Yılmaz Özdil: Diyanet İşleri Başkanları'nın soluğu siyasette almasını eleştirmiş. İyi güzel, lakin sonra da "Ali Bardakoğlu'nun başını yediler" tadına geçmiş. Ali Bardakoğlu ileride bir partiye katılırsa bu yazıyı dan diye suratına çarpmak esastır.
Engin Ardıç: Ardıç, dediklerinde her zaman doğruluk payı bulunan; ve de hiç ne tamamen haklı, ne tamamen haksız olmayan bir yazar. Bugün de doğru şeyler söylemiş de, yazının en baş ve en sonundaki gereksiz "kıssadan hisse" taraflarını geçeceksiniz.
Fatih Altaylı: Louis Vuitton'un Çin'e açılmasında Atatürk'ün dolaylı etkisini anlatıp (Çin lideri Atatürk'ü örnek alacakmış, bunu duyan Louis Vuittoncular hemen orada mağaza açmışlarmış), bunu "Hani bir grup “serseri” var ya, “Biz 10 Kasım’da herkes dururken yürümeye devam ettik” diye yazıyorlar sağda solda, iyi halt yemişler gibi. Kimi hazmedemediklerini görsünler diye." şeklinde bağlayabilmiş, tebrik ediyorum kendisini.
Mehmet Ali Birand: Liderlerin profillerine değindiği bir yazıda, BDP Genel Başkanı Demirbaş hakkında şöyle bir tabir kullanmış: "Kabul etmek gerekir ki, Türkçesi gayet iyi anlaşılıyor." Neden ilk etapta anlaşılmadığını varsaymamız gerekir, ben bunu anlamadım, anlayan anlatsın.
Kendisi bir de Denktaş'a yapılan ayıptan bahsetmiş. Ayıp şu: Denktaş'ın 7 bin lira olan emekli maaşı 5 bine düşürülünce, Denktaş o parayla geçinememeye başlıyor, çünkü çok borcu varmış. Garip bir durum.
11 Kasım 2010 Perşembe
Ama Siz Yanlış Gelmişsiniz?
Önce Erdoğan. Bildiğiniz gibi, Mehmet Ali Ağca adlı bir suçlu, devlet televizyonuna konuk oldu. Olabilir, normal. Ama bu konukluk süresince, "sağduyu" gereği, kendisine işlediği suçlar hakkında soru sorulmalı, ve de kendisi pişmanlık emareleri göstermeli. Peki Ağca ne yaptı? Elini kolunu sallaya sallaya kendini övdü, kitabını pazarladı, ve de hiçbir sıkıntı çekmedi, günah çıkarma gereği bile duymadı. Biz buna Türkçe'de "ayıp" diyoruz.
Erdoğan'a bu soru sorulduğunda ise kendisi ne cevap vermiş?
"Bunu özel kanal - devlet kanalı diye niye ayırıyorsunuz? Devletçilik geride kaldı, özgürlükler öne çıktı!"
Özgürlük demişken, buradan da Gül'ün kavram karmaşasına geçelim. BBC'de katıldığı Hard Talk programında kendisine, İsmailağa Cemaati ile ilgili yaptığı haberlerden dolayı yargılanan ve hakkında 97 yıl hapis cezası istenen İsmail Saymaz hakkında bir soru soruluyor. Gül ise buna "bu ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez, burada gizli belge ifşasından kaynaklanan bir sorun var" cevabı veriyor.
Şimdi soralım:
1. Madem devletçilik bitti, neden hala devletin televizyonu var?
2. Madem devletçilik bitti özgürlükler başladı, neden İsmail Saymaz'ın devlet ile ilgili yayınladığı belge sorunlu?
3. Madem gizli belge ifşası ifade özgürlüğü kapsamına girmiyor, Balyoz Darbe Planı vs.'yi yayınlayanlar neden yargılanmıyor?
4. İfade özgürlüğü, tam olarak gazetecinin belgesinin kaynağını açıklamama özgürlüğünü de beraberinde getirmiyor mu? Bu, Batı'da da hararetle uygulanan ve ayrıntıları tartışılan bir prensip değil mi tam da?
5. Devletin tezini destekleyici nitelikte haberler yargı sürecini etkilemez iken, bir tek devletin tezine aykırı haberler mi yargı sürecini etkiler?
Sevgili öğrenciler,
Siz siz olun, devletçilik ve de özgürlük kavramları üzerine düşünürken Başbakan ve Cumhurbaşkanınızı dinlemeyin, kafanız karışmasın.
10 Kasım 2010 Çarşamba
10 Kasım Sorusu
Lakin Kemalistlerin kullandığı bir dil var ki, benim çok garibime gidiyor. Birisi Atatürk'e laf atan bir şey dediğinde "Atatürk olmasaydı sen bugün bu havayı soluyabilir miydin? Atatürk olmasaydı baban belli olur muydu?" tarzı fundamental sorularla tepesine tepesine biniyorlar insanın. Bu münferit bir tepki değil, oldukça kitlesel bir fenomen.
Ben ABD'de birisi kurucu babaları (Founding Fathers) eleştirdiğinde "Onlar olmasa senin baban İngiliz olurdu dingil!" dediğini duymadım. Ya da sanmıyorum ki Hindistan'da biri Mahatma Gandhi'ye ters bir şey dediğinde ona "O olmasa bugün hava alır mıydın sen?" falan desinler.
Bakın, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bu tepki normal. 88 yıl olmuş yahu Kurtuluş Savaşı biteli, daha ne ana - baba edebiyatı? 88 yılda benim bugün hava almamam, ya da babamın farklı olması için Atatürk'ten gayrı 88 tane sebep hasıl olmuştur. Atatürk'ten bağımsız olarak babam kaç defa değişti bilinmez.
Bu dilin sebebi insanların aldığı ilkokul eğitimi diyeceğim de, ilkokuldan sonra hiç mi eğitim almıyorlar yahu?
Çok acayip.
Bu vesileyle Atatürk'ü de anmış olalım.
2 Kasım 2010 Salı
Ataerkil Fanatiğin Hakaret Hezeyanı
Öncelikle "ataerkil" konusunu "hakaret" ile bağlantılı olarak açıklayalım. Türkiye toplumu sapına kadar ataerkil olduğundan toplumdaki söylemler de bilinçaltında ya da üstünde o yönde gelişiyor. Penisyen (Freudyen gibi düşününüz) düşünce tarzında, sinirlenilince o yüzden analar satılıyor, kadın cinsel organına koyuluyor, eril karşı taraf "pembe kazak giymekle" itham ediliyor vs. Bu düşünce ile değerlendirilen iki eylem gerçekleşti bahsettiğim zaman zarfında, ve her zamanki kamplaşma kültürü bu iki olayın faillerini karşılaştırmaya başladı. "Bunlar analarını da satarlar" Oktay Ekşi vs. "Dansöz (şeklinde çizilmiş) Kemal Kılıçdaroğlu" Salih Memecan. İki olay, gerçekleştikleri medya uyarınca farklı aslında, ama algı kapıları ters şekilde açıldığı için tepkiler benzer oluyor.
Öncelikle Oktay Ekşi:
1. Yargı: Bu yazarın yazısında yazdığı ifade kesinlikle, en hafif tabirle, dingilce. Yani bir gazetenin başyazarı, bir şeyi değil yazmadan, konuşmadan önce dahi iki defa düşünmeli basın etiği vs. gereği. Yazdığı yazı bir mizah konseptinde olsa tamam, ama ciddi -olması gereken- bir yazıyı bu şekilde sonuçlandırmak saçmalık.
2. Algı: Lakin köşe yazarları önemli figürlere her gün bundan daha beter ithamlarda bulunurken, Ekşi'nin yazısının bu kadar tepki uyandırmasının baskın sebebi "anayı karıştırması". Ekşi yazıyı "bunlar babalarını da satarlar" diye bitirse bu kadar tepki uyanır mıydı mesela?
3. Karşı Algı: Ekşi'yi savunanlar ise öncelikle "Başbakan da ananı da al git demişti" silahına sarıldılar. Tamamen farklı kontekstlerde söylenmiş bu iki söz (Başbakan "anamız ağlıyor" lafına karşılık diyalog gelişimine uygun -ama hayli uygunsuz- bir yanıt verirken, Ekşi şapkadan tavşan çıkarıyor), sadece ortak eleman olan "ana" etrafında argüman - karşı argüman formatına giriyor.
Sonuç: Ekşi ile beraber, köşelerinden sırf asılsız itham ve etiksiz üslup saçan bir çok kalem kınanmalıyken, Ekşi anayı karıştırdığı için günah keçisi oluyor. Ekşi özür dilemeli ve hatta istifa etmeli, ama anayı karıştırmasından değil, titrine yakışmayan bir iş yapmasından ve etiğe aykırı davranmasından dolayı.
Bu olay üzerine Salih Memecan'ın fiili geldi: Kılıçdaroğlu'nu "dansöz, ağzı bozuk ve boykotçu" olarak nitelemek, ama ön plana çıkan "dansöz" çizimi oldu:
Aynı formülle inceleyelim:
1. Yargı: Salih Memecan'ın yaptığı bir karikatür, ve de mizahçının sınırları sıradan insandan biraz daha geniştir. Dansöz argoda "lafının arkasında durmayan" anlamında da kullanılır, ki Kılıçdaroğlu bunun örneklerini az zamanda fazlasıyla verdi. O yüzden burada Memecan'ın yaptığı yanlış bir şey yok, ama kalitesizlik diz boyu. Mizahçı dediğin kişi, bu tür işleri yaparken biraz ince ayar sahibi olmalı, biraz nüktedarlık, zeka pırıltısı falan katmalı işin içine. Bu bildiğin ilkokul esprisi yani. Yakın zamanda CHP Gençlik Kolları'nın bir sergisi oldu, iki olay işgüzarlık açısından aynı kulvarda koşmakta.
2. Algı: Kılıçdaroğlu'nun, ataerkil toplum değerlerine aykırı bir şekilde resmedilmesi, kullanılan dansöz kelimesinin de önüne geçti, Milliyet Gazetesi haberi "skandal" yorumuyla verdi. Burada Ekşi'nin intikamını alma gibi bir hissiyat da var içten içe. Sırf bu sebepten, bu karikatürün değerlendirileceği boyut sapıttı.
3. Karşı Algı: Gene kamplaşma kültürü uyarınca, Memecan'ın savunucuları da "Penguen de Erdoğan'a hakaret etmişti" şeklinde kontraya kalktılar, yani "o hakaretse bu da hakaret" savunması gündeme geldi. Bu da en sakat algıyı doğurur, karikatürde "hakaret" çıtası düştükçe düşer.
Sonuç: Memecan saçmalamıştır, ama bu saçmalama kabul edilemez sınırlarda değildir. Sıklıkla söylem değiştiren bir insanı dansöz olarak resmetmek normaldir. Lakin Memecan'ın savunmasını yapacak insanların boynunda Erdoğan'ın önüne gelen karikatüre dava açması asılı olunca olay sarpa sarmakta, insanların "ifade özgürlüğü" savunmak yerine ifadeyi kısasa kısas metoduyla kısıtlamaya çalışması gündeme gelmektedir.
Bu dağınık yazıyı nasıl sonlandırmak icap eder bilemedim, başlığa geri dönmek en uygunu herhalde. Neticede bizde hakaret/eleştiri/mizah/önyargı falan fian karman çorman işte, nereden tutabilirsek oradan çözmeye çalışıyoruz denk geldikçe.
29 Ekim 2010 Cuma
İkinci Bayram Yazısı
Efendim, her ülkenin bir kurucusu vardır. O ülkenin kurucusu da, o ülke devam ettikçe, anılmaya devam eder. Bizdeki sorun, nispeten daha hala yeni bir ülke olmamız, ve de dışarıya yeni yeni açılmaya başlamamız. Bu yüzden, Atatürk sadece bir "kurucu" mevkiisine indirgenemedi, hala daha kimi insanlarca "tek yol gösterici" olarak kabul ediliyor. Bu bakış açısı anlaşılabilir, lakin sonuna kadar da tenkit edilmelidir ve edilecektir.
Bugün ABD'de baksan Jefferson, Hamilton ve de Washington çoğu noktada farklı düşünmüş üç adet kurucu babadır. Ama bugün bu kurucu babalar, fikirlerinden bağımsız olarak o mertebedelerdir. Scalia gibi dingil Anayasa Mahkemesi üyeleri haricinde de bu babaların fikirlerine sadece temel düzeyde atıf yapılır (özgürlükler anlamında, çünkü günümüz retoriğine de uyar bu babaların fikirleri) Ya da ne bileyim, Almanya'nın kurucusu Bismarck'tır, Hollanda'nın kurucusu William'dır, Hindistan'ın kurucusu Gandhi'dir vs., ve bugün o isimlere fikirlerinden bağımsız bir saygı duyulmaktadır. Gandhi'nin fikirlerinden hiç haz etmeyen Hintlilerle konuşmalarımızda "Tabii ki sonuçta ülkeyi o kurtardı, kabul." motifi vardı. (Buradan bu isimler hiç eleştirilemez, haklarında espri yapılamaz falan gibi bir anlam da çıkmasın; sonuna kadar dalga geçilebilirler bu kurucu babalarla, geçilmelidir de ve hatta.)
Atatürk'ün statüsü, zamanla dekonstrükte edilecektir/edilmelidir, ve de o da normalleşmiş bir kurucu haline dönecektir/dönmelidir. Bu süreçte de Atatürk'ün eylemleri ve fikirleri tartışılacaktır. Bu tartışma sırasında, Atatürk'ün dogmalaştırılması da sorgulanacaktır. Lakin "Atatürk'ü peygamberleştiriyorlar" cümlesindeki "Halbuki bizim peygamberimiz belli" örtük anlamını es geçmeyelim, dediğim budur.
Tabii ki çeşitli günler anlamlıdır. 19 Mayıs anlamlıdır, 23 Nisan anlamlıdır. ABD'de de Kolomb günü var, Şehitleri Anma Günü var, İşçi Bayramı var vs., fakat bu bayramlarda kimse bu tür farslara girmiyor. Onlar "anlamlı gün" olarak, insanların dimağında yer ediyor sadece. Ve hatta "Oh be bugün okul yok" şeklinde bir anlam bile olsa da, normaldir bu.
Fakat bu tür -hala sürüp sürmediğini bilmediğim- kutlama çeşitleri minimuma indirilmelidir. Çocuk Bayramı'nda çocuklar için festiviteler olsun, Spor Bayramı'nda ülke çapında spor müsabakaları düzenlensin, Cumhuriyet Bayramı'nda coşkuyla ülkenin kuruluşunu kutlayalım vs., kabul. Ama her bayramda kortej geçmesin lütfen, her bayramda şiirler okunmasın, gözyaşları dökülmesin vs.
Sonuç: Kavramlar azamiyetle iç içe geçmiş halde olduğundan, bazen eleştirilerin nesnesi şaşabiliyor. Kemalizm'in erk düzeyinde algısı ile, Kemalizm'in birey düzeyinde algısı karışıyor; ya da bayram dediğimiz olgunun ne ifade etmesi gerektiği Atatürk'ün kişiliğine bağlanabiliyor vs. Yapmayın etmeyin gençler, onu diyorum.
Kalın sağlıcakla.
Atatürk'ün Peygamberleştirilmesi Eleştirisinin Eleştirisi
Lakin bu işin Levent Kırcalık boyutunu aştığı söylemler de görüyoruz. Benim taktığım "Atatürk'ü peygamberleştiriyorlar!" tadındaki yorumlar. Bu yorumların çok ciddi bir mantıksal çıkmazı var, bugün onu yazayım da, Cumhuriyet Bayramı'nı kutlamakta benim de bol iyotlu bir tuzum olsun.
Bakınız efendim, bugün her insan her insanı idol haline getirme hakkına sahiptir. Eğer o insanlar, idol haline getirdikleri insan uğruna baskı oluşturmuyorlarsa, bırakınız sevsinler yahu! Bırakınız Atatürk'ü peygamber olarak görsünler, size batan ne? Dışarıdan bir gözle bakarsak (dünya nüfusunun Müslüman olmayan 5.5 milyarının gözü bu bu arada), o adam Atatürk'ü peygamberleştiriyorsa, sen de Muhammed'i peygamberleştiriyorsun?
Bu "Atatürk'ü peygamber gibi görüyorlar" eleştirisini getirenlerin dayanak noktası "Bir insan bu kadar idolleştirilemez" değil, zira esas sıkıntı "Hz. Muhammed esas bizim peygamberimiz, Atatürk de kim?" noktasında. Bu durumda da aynı kazağın laciverti giyilmiş oluyor.
Dediğim o ki, bir Kemalist olmayan agnostiğin gözünden bakarsak hiçbir farkınız yok, o yüzden bu tür kıyaslar çok saçma oluyor. Hani sallamayacaksınız ama, ben sizi gene de uzaktan sopayla bir dürtükleyeyim. Neticede ikiniz de yanlış yoldasınız hocam, en gerçek peygamber DNA.
Özetin özeti: Bir dogmanın eleştirisi yapılacaksa, o eleştiri "Bu bir dogmadır." diye yapılmalı, yoksa "benim dogmamı çalıyorlar!" şeklinde değil. O zaman çıkmaz yola gireriz.
Hadi bayramınız kutlu olsun.
Arsızlık diz boyu
24 Ekim 2010 Pazar
Kusturica Üzerine...
Modern dünyada ideolojiler en basit ifadeyle üretim üzerinden şekillenir (Bir çok etken tabii ki sayılabilir, ancak uzatmamak adına basit bir tanımlama yolunu seçtim). Ülkemizde ise durum biraz farklı, çünkü bizde insanlar kendisini genelde tüketim şekillerine göre ve dine olan mesafelerine göre ifade ediyorlar.
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım izahı kabul edecek olursak, solun dine ve dindara karşı yapılan her türlü haksızlığa göz yumması, kayıtsız kalması normal oluyor. Sonuçta burası çelişkiler ülkesi değil midir? Sağ-sol çatışmasının en yoğun yapıldığı yetmişlerde milliyetçi akımlar içindike ırkçı unsurları temizleyebilmişken, sol ırkçı, faşist, seçkinci, bürokrat takımının elinde kalmıştır.
Kusturica’nın faşistliği dine olan mesafesi kadar anlam ifade eder bizim solcular için. Dolayısıyla Beyaz Türklerin Bosna dramına uzak kalması benim için şaşılacak bir durum değil. Kusturica’ya kızıyoruz da, biraz haksızlık etmiyor muyuz? En azından adama “FAŞİST” diyebiliyoruz. Dersim katliamını meşru gören zihniyete evrensel bir tanım bile getiremiyoruz. Yani faşist bile diyemiyoruz, çünkü onlar Kemalist.
Bir samimiyet testi de muhafazakarlar için. Tertip komitesi demiş ki “Biz Kusturica’nın sanatçı kişiliği ile ilgileniyoruz.”