Modern dünyada ideolojiler en basit ifadeyle üretim üzerinden şekillenir (Bir çok etken tabii ki sayılabilir, ancak uzatmamak adına basit bir tanımlama yolunu seçtim). Ülkemizde ise durum biraz farklı, çünkü bizde insanlar kendisini genelde tüketim şekillerine göre ve dine olan mesafelerine göre ifade ediyorlar.
Örneğin gelirden daha çok pay alan ve ağırlıklı olarak kıyı şeridinde yaşayan insanlar kendilerini solcu olarak tanımlıyorlar (Son zamanlarda ulusalcı demeye başladılar). En basit ifadeyle sol aslında üretim modelinden doğan bir ideolojidir, işçi-işveren ayrımı ve işçi sınıfının hakları sol ideolojinin bir yerde temelidir. Ancak ülkemizde işçi-işveren ayrımı bir taraf insanlar tüketim şekilleriyle kendilerini ifade etmekteler. İşverenler solcu, işçiler sağcı!
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım izahı kabul edecek olursak, solun dine ve dindara karşı yapılan her türlü haksızlığa göz yumması, kayıtsız kalması normal oluyor. Sonuçta burası çelişkiler ülkesi değil midir? Sağ-sol çatışmasının en yoğun yapıldığı yetmişlerde milliyetçi akımlar içindike ırkçı unsurları temizleyebilmişken, sol ırkçı, faşist, seçkinci, bürokrat takımının elinde kalmıştır.
Kusturica’nın faşistliği dine olan mesafesi kadar anlam ifade eder bizim solcular için. Dolayısıyla Beyaz Türklerin Bosna dramına uzak kalması benim için şaşılacak bir durum değil. Kusturica’ya kızıyoruz da, biraz haksızlık etmiyor muyuz? En azından adama “FAŞİST” diyebiliyoruz. Dersim katliamını meşru gören zihniyete evrensel bir tanım bile getiremiyoruz. Yani faşist bile diyemiyoruz, çünkü onlar Kemalist.
İrtica korkusu diye dayatılmaya çalışılan korkuların temelinde bu insanların tüketim alışkanlıklarının değişme ihtimali yatmaktadır. Dini yönetim gelirse kadınlar denize giremez, içki içilemez vs. Böyle olunca da kendisine solcu diyen insanların önemli bir çoğunluğunda dine, İslam'a karşı bir antipati doğuyor. Ülkemiz solcularının bu temel yanlışlığının sonucu olarak ortaya sol yerine ulusalcı, Kemalist denen ve hiçbir evrensel kabulü olmayan seçkinci ve antidemokratik bir zihniyet çıkıyor.
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım izahı kabul edecek olursak, solun dine ve dindara karşı yapılan her türlü haksızlığa göz yumması, kayıtsız kalması normal oluyor. Sonuçta burası çelişkiler ülkesi değil midir? Sağ-sol çatışmasının en yoğun yapıldığı yetmişlerde milliyetçi akımlar içindike ırkçı unsurları temizleyebilmişken, sol ırkçı, faşist, seçkinci, bürokrat takımının elinde kalmıştır.
Kusturica’nın faşistliği dine olan mesafesi kadar anlam ifade eder bizim solcular için. Dolayısıyla Beyaz Türklerin Bosna dramına uzak kalması benim için şaşılacak bir durum değil. Kusturica’ya kızıyoruz da, biraz haksızlık etmiyor muyuz? En azından adama “FAŞİST” diyebiliyoruz. Dersim katliamını meşru gören zihniyete evrensel bir tanım bile getiremiyoruz. Yani faşist bile diyemiyoruz, çünkü onlar Kemalist.
Hatırlarsanız refarandum sürecinde kimi sanatçıların tutumu kamuoyunda çok tartışıldı. Benim uzun zamandır kafama taktığım bir konu var: “Sanatın herhangi bir dalında başarılı olan insanların söyledikleri tartışılmaz mıdır?” Mesela Fazıl Say’ın söylediklerini bir hatırlayalım. Destek verenler genelde şu tür gerekçeler sunuyordu: “Say dünya çapında bir sanatçı. O bir deha! Katlanmak zorundayız.” Halbuki bir insana saygı duymak için onun sanatçı olması gerekmiyor. Bir sanatçının da sırf sanatçı kimliğinden ötürü fikirlerinin kabul görmesi, eleştirilmemesi de beklenmemeli. Emir Kusturica olayına da bu açıdan bakıyorum. Hiçbir film buram buram faşizm kokan fikirlerin eleştirilmesini engelleyemez.
Dikkat ederseniz bir sanatçı eleştirildiğinde o sanatçı konuyu kişiselleştiriyor ve sanatının eleştirildiğini iddia ediyor. İyi bir müzisyen olmak, iyi bir sinemacı olmak vs. eleştirilemez şeyler söylemek anlamına gelmiyor. Hele bizim gibi ülkelerdeki sanatçıların değişim konusundaki performansları söz konusu olduğunda, eleştiriyi fazlasıyla hakettiklerini söylemek lazım.
Bir samimiyet testi de muhafazakarlar için. Tertip komitesi demiş ki “Biz Kusturica’nın sanatçı kişiliği ile ilgileniyoruz.”
Bir samimiyet testi de muhafazakarlar için. Tertip komitesi demiş ki “Biz Kusturica’nın sanatçı kişiliği ile ilgileniyoruz.”
Evet hatırlayın, birkaç sene sövdük, sonra en muhafazakarımız, en milliyetçimiz, ülkücümüz bile MODA, REKLAM etkisi altında kalıp Ahmet Kaya için “ya çok da güzel söylüyor, şarkıları çok güzel” demedi mi? Yani Ahmet Kaya’nın sanatçı kişiliği ile ilgilendiler.
Fakat PKK gibi bir terör örgütü Türkiye’nin gündemini bunca yıl meşgul etmese idi, Anadolu insanının Kürt sorununa bakışı, veya Ahmet Kaya’ya çatal fırlatanların bakışı böyle olur muydu? (riyakarım, riyakarsın, riyakar..)
1 yorum:
Ben yazıyı genel olarak beğendim (Valla bravo!lardan biri de bana ait). Bir de benim bu tartışmalarda tavrını doğru bulduğum Semih Kaplanoğlu'na değinilebilirdi. Bütün değersizleştirme çabalarına rağmen, ben şahsen en başından beri en sahici duruşun Kaplanoğlu'ndan geldiğini düşünüyorum.
Tabii yazının son kısmı benim için biraz sorunlu, ya da en azından "PKK gibi bir terör örgütü" ifadesinin biraz açılması gerekiyor. Çünkü böyle başlayan ifadeler genelde Kürt Sorununu "üç beş eşkıyanın işi"ne indirgeyen yaklaşımlara gidiyor. Anadolu insanının (Baykal'ın Edebali solculuğu değilse bile böyle kullanınca coğrafi bir ifadeden fazlası oluyor) Kürt sorununa bakışını ise Kemalist ideolojinin irtica söylemiyle kaybettiği mevziyi, bu sorun üzerinden geliştirdiği söylemle yeniden kazanma çabası olarak görüyorum.
Yorum Gönder