2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Mart 2009 Pazartesi

Muhalefetin ve Secmenin Kimligi

Cok basit, ve de istatistik bilimine de biraz aykiri bir analiz olacak bu. Ama tartisilabilecek baska bir konu su; CHP, sol alternatif oldugundan mi arttirdi oylarini, yoksa AKP karsitliginin meyvesini topladi muhalefet partileri? CHP yerine guclu bir ANAP ya da DP olsaydi ne olurdu? Bu durum CHP'nin kimligini nereye koyar?
Ben bu sorunun cevabini biliyorum zaten de, CHP kurmaylarinin dusunmesi gereken bir konu bu. Oy kaymalari, en basit varsayimlarla incelersek su sekilde:
Antalya'da DP'nin oylari gecen secime gore %25.1 dusmus; AKP oyunu %0.66 arttirirken, CHP %14.62, MHP %11.83 arttirmis.  Tekirdag'da ANAP ve DP'nin oylari toplam %13 duserken CHP'ninki %20.90 artmis. Edirne'de diger partilerin oyu %0-2 araliginda sabitken; DP'nin %13 oraninda dusen oyunu CHP %25 ile toplamis (GP diye bir parti de vardi tabii, unutmamak lazim.) 
Trakya ve Turkiye batisinda oranlar boyle devam etmekte zaten, butun illere deginmeye gerek yok; ana motivasyonun "AKP'den kurtulmak" oldugunu soyleyebiliriz. Tabii bana biri "DP'nin, ANAP'in oylarini CHP toplayacak" dese yillar once, inanmazdim. 
Peki CHP AKP karsitligi ile mi insanlarin umudu olacak, iktidara gelecek? Kurmaylari bunu dusunsun iste. Ekonomik krize karsin bu kadar oy geliyorsa muhalefet adina CHP'ye, burada bir yanlis vardir. 
-----------------------------------------------
AKP'nin kazandigi ve gucunu devam ettirdigi, Anadolu kaplani-kalvinist-muhafazakar sermayenin guclu oldugu Turkiye'nin ortasindan bazi yerlere bakalim. Kayseri'de AKP %70'ten 60'a dusmus; AKP'nin oyu %9 azalirken MHP'nin oyu %13 artmis, geri kalan partiler %0-2 araliginda gene. AKP Yozgat'ta %3.6 kaybetmis, MHP %4.8 kazanmis, diger partiler %0-0.8 araliginda. Ama bu iller istisna; genelde resim AKP'nin guclendigi seklinde Ic Anadolu'da, ki Bati ve Dogu'daki siddetli dusus boyle karsilanabilirdi ancak.
Bir de gundemi geriden takip eden iller var; mesela Tokat'ta SP'nin oylari %15.74 dusmus; ama bu dususun %12.84'unu MHP kapmis, AKP degil. Yani diyebiliriz ki "AKP karsitligindan SP'ye oy vermis adam, vazgecip MHP'ye donmus". Konya'da SP'nin %11'lik dususu fifty-fifty olarak AKP ve MHP arasinda paylasilmis. SP'nin guclendigi iller de mevcut ayni sayida. 
-----------------------------------------------
"Su kadar rakam vermissin, ee, diyecegin nedir?" sorusuna su cevabi veririm. Bati kiyisinda CHP butun kaymagi AKP muhalefetinden topluyor, yaninda MHP de gucleniyor. Doguda, daha once Feryaz'in ve benim de degindigimiz gibi, Kurt kimligi ile ilgili sorunlar var. Ortada ise muhalefeti basarisiz bulup AKP'nin oyunu arttiran yerler varken, buyuk oy kaymalari AKP muhalifleri arasinda gerceklesmis. CHP'nin oylarinin dustugu yerde MHP'nin oylari artmis. AKP'nin hedef secmen kitlesi belli, ve klasik "kemiklesmis kitle" lafini hangi bolgede realize etmeye basladigi acik. 
Yani neticede diyecegim cok farkli birsey yok; zaten amacim ne kadar kisir bir dongude siyaset yapildigini gostermek bir yerde. Batida Kemalist ruzgarlar, ortada milliyetcilerin celiskileri, muhalefetin celiskisi, ve muhafazakar kimligini daha da guclendiren bir AKP, doguda Kurt sorunu hususunda ihanete ugradigini dusunen bir halk. Ne degisti ki o zaman?

Ne garip secimdir bu...

01:20 -- Su anda sayimlarin cogu bitti. Istanbul ve Ankara'da secimlere hile karistigi yonunde ciddi iddialar var, ama oylarin %89 ve %87'si sayildigi icin iki ilde de AKP'nin secimi alacagini soyleyebiliriz sanirim. Istanbul'da ben CHP'den bu kadarini da beklemiyordum acikcasi. Kilicdaroglu icin buyuk basari. Ankara'da I. Melih Gokcek yine yine cirkef, ve yine galip. Ankara hakkinda tarafsizlik taklidi bile yapamiycam. Ne diyeyim - tum insanlari bilemem ama Ankara gercekten de hakettigi gibi yonetiliyor. Alin Melih'inizi de tursunu kurun... Kurt yogunluklu illerde ilginc bir durum olustu. AKP'nin bircok ilde oy kaybettigi cok acik. Diyarbakir %65 oy oraniyla DTP'yi secti. Van tekrar DTP'ye dondu. Ama Bingol, Mus, Bitlis ve Agri AKP'de kaldi. Dogu'da Kurt'lerin cogunlukta olduklari iller icerisinde Diyarbakir ve Van'i diger illerden ayirmak gerekiyor. Farkli olan sadece nufus boyutlari degil, bu nufusun son on bes yil icinde bosaltilan koylerden gelmis olmasi. Bu iki ilde asiret ve kanaat onderlerinin onemi, kucuk yerlere gore daha azalmis, yok olmaya yuz tutmus durumda. Ben Bingol ve Mus'ta daha yakinda 2 ay kadar arastirma yaptim. Bingol'un AKP kalesi haline gelmesinde asiret baglantilarinin ve kanaat onderlerinin buyuk rolu var. Mus'taysa AKP belediyeyi alirken il genel meclisi secimleri yine DTP'nin oldu. Bu illerin merkezlerinde, ama ozellikle kasabalarinda mikro-etnik fakliliklar ve kanaat onderleri one cikiyor. Karliova (Bingol) ve Varto (Mus) Alevi'dir ornegin - DTP'nin egemenligine sasmamali. Mus Korkut ve Haskoy Arap'tir - DTP neredeyse hic oy almaz. AKP ozellikle genis aile onderlerini toplu bir sekilde kendine baglayabildigi yerlerde kazaniyor. Ama Mus merkez gibi bazi yerlerde bu aileler kendi aralarinda bolunebiliyorlar, bir cok partiden aday olan aile mensuplari oylari boluyor ve dagitiyor (anlasilan Mus merkezde bu sefer yasanmamis bu). Dogunun guneyinde ve Mus ve Bingol gibi sehirlerin bazi kasabalarinda PKK'nin organizasyonel gucu bahsettigim aile-asiret-kanaat onderi bazli siyaset makinasinin calismasini engelleyebildigi icin AKP'ye gecit vermiyor. Degisimin hasi Van'da yasandi. Oradaki baglantilarimdan aldigim duyumlar (vay be, duyum da aliyorum valla...)mevcut AKP'li baskan ve parti makinasinin popularitesini coktan yitirdigi yonunde. Acikcasi ben AKP'nin adayini degistirmesini bekliyordum. Agustos 2007'de Van'dayken mevcut baskana yakin kisilerden baskanin yeniden aday gosterilmesini beklemediklerini duyuyordum. Sanirim AKP'nin bu adayda israrci olmasi ciddi bir oy kaybina yol acmis olabilir. Daha genel dusunecek olursak da, insanlarin oylarini kime ya da hangi partiye vereceklerini son bir-iki ayda kararlastirmadiklarini vurgulamamiz gerekir. Dogudaki Kurtler arasinda AKP'nin Kurt sorunu acisindan verdigi sozleri tutmadigi kanisi oldukca yaygindi. Anlasilan son birkac ayda yapilan TRT-Ses acilimi ve "yakinda cok guzel seyler olacak" gibi kriptolu bir vaad bu izlenimi degistirmeye yetmedi. Cok net iddia ediyorum - AKP'ye oy getiren dagitilan yardimlar degildir. Bu yardimlarin nasil dagitildigi, secmenle nasil bir iliski kuruldugu cok daha onemlidir. PKK organizasyonunun bahsettigim AKP-aile buyukleri arasinda gelisme ihtimali olan particularist\clientelist iliskileri dogmadan engelleyebilme kapasitesine sahip oldugu cogu kucuk ilde zaten DTP onde (bakiniz Hakkari, Sirnak, Mus'un Bulanik'i ve Malazgirt'i, Batman). Diger il ve ilcelerde asil belirleyici faktor AKP'nin hangi aile ve asiretleri yanina cekebildigi, bu aile ve asiretlerin kendi iclerinde collective action problemlerini cozup cozemedigidir. Ve kurulan bu patron-client iliskisinde AKP'yi one cikaran faktor bir cok yerde yalnizca dagitilan goodies ve favors degil, secim donemi disinda da teskilatin secmene duzenli bir sekilde ulasip kendini hatirlatmasi, hal hatir sormasi ve ihtiyaclarini ogrenme cabasidir. Kimse secim cikari icin gelen partiyi sevmez, ama secim disinda da sizinle ilgilenen bir organizasyon basarili bir patron portresi ciziyor. Ama yine de AKP'nin kendine bagladigi ailelerin yogun oldugu yorelerde daha iyi isliyor bu makina. Van ve Diyarbakir'in dinamikleri biraz daha farkli olabilir - sonucta nerden baksaniz koca koca sehirlerden bahsediyoruz. Beni daha cok sasirtan MHP'nin bir cok yerde, CHP'ninse bazi yerlerde yaptigi cikislar oldu. Ornegin Ege'nin tarim kasabalarinda ben AKP'nin dusus yasamasini bekliyordum. Ama yasanan AKP'nin dususunden cok, AKP karsiti muhalefetin inanilmaz canlanisi oldu. Yine Mus vs Bingol gibi iki benzer ornek alalim. Izmir Odemis ve Manisa Salihli tarim ekonomisine dayali, 70 - 110 bin nufusa sahip, agirlikli olarak Ege'lilerin yasadikleri cok benzer iki kasaba. Tarim'da yasanan ciddi cokuntu ikisinde de hem issizligi arttirmis, hem de isi olanlarin gelirini daraltmis. Son iki secimde AKP'nin egemen oldugu Odemis'te parti teskilati cok iyi isleyen bir makine kurmus. Merkezi devletin sundugu sosyal yardimlasma benefitleri cok aktif olarak calisan, adeta partiden ayri bir sivil toplum\yardimlasma orgutu gibi davranan bir teskilatla harmanlanarak kenar mahallelere ulastiriliyor. Yine secimler arasinda community building yapan bir teskilattan soz ediyoruz. Burada AKP oy kaybetmedi - oylarini %5 civarinda arttirdi. Ama AKP muhalefeti tamamen CHP'ye yuklenmis gorunuyor. DP'den son donemde kopan oylarin bile CHP'ye gittigini dusunuyorum . CHP %16'lik bir artis yakalayip AKP'yi %5 farkla yendi. Bu durum, Kemalpasa, Gaziemir ve Buca gibi AKP kale(!)lerinde de yasanmisa benziyor. Dedigim gibi, ben bu ilceleri AKP'nin kaybettigini dusunmuyorum. Bu tamamen muhalefetin zaferidir. Odemis'te yasanan bu diger ilcelerde de yasandiysa eger, muhalefet kendine cok ciddi ceki duzen vemis demektir buralarda. Mesela Odemis'te son yerel ve genel secimllerde CHP tam bir dovus ringi gibiydi. Teskilat baskani ve arkadaslarinin istifa edip DSP'ye gectigi, belediye baskan adayinin Yeni Turkiye Partisi'ne gecitikten sonra CHP'ye donup kavga-dovus icerisinde, merkez mudahalesiyle yeniden aday gosterildigi bir partiden bahsediyoruz. Bu secimdeyse tum teskilat yeniden birlesmis ve beraberlik mesajlarini bas bas bagiriyorlardi. Bunlar hep baglantili surecler tabi. Salihli'de, Manisa'nin ve Balikesir'in bir cok ilcesinde (ve merkezlerinde) MHP onde su anda. Salihli'deki AKP'nin durumu, Odemis CHP circa 2004'u andiriyor. Refah Partisinin hic basarili olamadigi bir yerde Milli Gorus kokenli, Bulent Arinc'in yakin dostu politikacilar AKP teskilatinin ust kadrolarini ellerinden birakmiyorlar ve kapsayici bir koalisyon kuramiyorlar. Bu tabi ki CHP'nin ve laik kimligi one cikan secmeninin gozunden kacmiyor. AKP'nin hem teskilatinda hem oylarinda onemli yerler tutan gocle gelmis Kurt'ler de zaten mevcut olan milliyetci tabani AKP'den uzaklastirip MHP'ye yoneltiyor. Yani Salihli'de AKP, basarisinin bir prerequisite'i olan (ve Odemis'te cok net gorebildigimiz) merkez sagin onder partisi olmasi konumunu kazanamiyor cunku "teskilatin ust kadrosu Refah'li, parti aktivistlerinin bir cogu da Kurt" diye guclu bir kani olusmus. Bu durum AKP'nin bu bolgede varlik gostermesini engelliyor. Benim mikro - analizim gordugunuz gibi teskilat-secmen iliskileri uzerine. Daha makro sebepler (ekonomi, Kurt sorunu vs.) belirleyici olamaz mi derseniz, tabi olur. Ama bu makro sebepler birbirine benzeyen yerlerde benzer sonuclara yol acmali. Eger bahsettigim farkli sonuclari anlamak istiyorsak bu micro-processler one cikiyor o zaman. Dedigim gibi, bence bu secimi belirleyen AKP'ye olan muhalefetin canlanmasi ve dinamiklesmesi oldu, AKP'nin tembellesmesi ya da dinamizmini yitirmesi degil. Yalniz sunu da belirteyim, saat gece 02:25, secim yeni bitti, ben uyukluyorum artik, yarin fikrim ne olur bilemem valla... simdilik boyle :DD

29 Mart 2009 Pazar

Yerel Secimler 2009

22.43 - Ben rakamlari vereyim de, Feryaz'in analizinin yolunu acayim:
An itibariyle AKP Kars'ta %16.38, Erzurum'da %5.13, Agri'da %9.35, Van'da %13.78, Hakkari'de %15.36, Urfa'da %21.61, Diyarbakir'da %5.6, Siirt'te %7.4 oy kaybetmis. Bu rakamlara bakarken sunu unutmamamiz lazim; AKP genel secimlerde, bu illerin cogunda ciddi bir oy patlamasi yasamisti, yani genel secimde aldigi oy ile yerel secimlerde aldigi oyu karsilastirirsak (ki ben muhalefet temsilcisi olsam bunu yaparim) daha carpici rakamlar ortaya konur.
22.26 - AKP'nin oyu genelde yuzde 40'in altina dustu; psikolojik limiti %40 olarak dusunursek, ve hatta secim oncesinde AKP ve CHP'nin oy yuzdeleri uzerinden yuruttukleri atismalari goz onunde bulundurursak, AKP'nin ufak capli bir hasara ugradigini soyleyebiliriz. Ekonomik kriz, milliyetcilik ve Kurt sorunundan hangisi en buyuk oy kaybina yol acti tartismasi ongoruyorum ben.
Tabii en nihayetinde bunun bir yerel secim oldugunu; partizan insanlarin gene tuttuklari partilere oy verdiklerini, genel secimlerdeki oynamalara sebep olan "kararsiz grubu"nun isimlere gore oy verdigini ve bu minvalde AKP'nin belediye baskan adaylari seciminin basarisiz oldugunu da soyleyebiliriz. 
Tabii AKP tarafindan "Bu kriz ortaminda oyumuzu %40 civarinda koruduk, bu bir zaferdir" aciklamasi duyacagimiz kesin. 
21.43 - An itibariyle AKP Turkiye genelinde 47 ilce, 10 il ve 2 buyuksehir kaybetmis gibi gozukuyor. Son genel secimlerde aldiklari oya kiyasla yuzde 8 gibi bir kayiplari oldugunu da goz onunde bulundurursak bunun AKP icin bir kayip, muhalefet partileri icin de bir kazanc oldugunu soyleyebiliriz ilk bakista.
Neden ilk bakista? Cunku gordugum kadariyla AKP'nin oy kaybinin sebepleri, DTP'nin Guneydogu'daki oy artisi ve de Trakya/Bati Turkiye'de AKP'ye tepkinin CHP'ye kanalize olmasi. Kendi sehrimden bahsedecek olursak, gecen secimleri AKP adayi %32.45 ile kazanmisken, bu secimde %5 civari oy kaybetti; CHP adayi Adem Dalgic (ki kendisi Inanc'tan Deniz Ece'nin ('07) babasi olur) CHP'nin oylarini yuzde 20 arttirdi. Bunun iki sebebi var; birincisi gecen secimlerde CHP adayinin merkezden belirlenmis, taninmayan bir insan olmasi, ikincisi ise milliyetci/Kemalist dalganin iyice tepkisellesmesi. Edirne'de gecen secimi ayni CHP adayi %1 farkla kazanmisken, bu secimde fark %26. Trakya'daki geleneksel koylu DP-AP cizgisi ile kentsoylu CHP cizgisi catismasinda, DP cizgisi saf degistirdi; AKP ile ilgili endiseler artti diyebiliriz.
Guneydogu'ya gecersek, Siirt'te DTP kazanmak uzere, Hakkari'de AKP'den DTP'ye kaba hesap %15 oy akmis, AKP Urfa'da %22 oy kaybetmis vs. Rakamlar AKP'nin Kurt sorunu acilimindaki yavaslamanin cezasini cekmekte oldugunu soylese de, Guneydogu sonuclari ile ilgili analizi muhabirimiz Feryaz'a birakiyorum. 
Istanbul'da, gecen secimlerde AKP'nin aldigi bazi ilcelerde bu secimlerde CHP'nin galip gelmesi cok ilgi cekici mesela. (Sariyer, Pendik, Kartal vs.) DP'nin yasadigi cok buyuk oy kaybinin AKP yerine CHP'ye yansimasi ilginc. SP oylari boldu diyorlar, lakin bu uc ilcede boyle bir durum soz konusu degil. AKP'nin ulke genelinde 40-50 kusur ilce kaybedecegini dusunursek; bu kayibin %10'unun Istanbul'da olmasi ilgi cekici. 

27 Mart 2009 Cuma

yaman çelişki

perşembe günü yazmıştım, pek tamamlanmamış bi' yazı, ama konu zaten karışık, kafam da dağınık şu ara, tamamlayamıyorum.. fazla gecikmeden kaldığı haliyle göndereyim istedim. ben gönderene kadar kazanın üzeridnen neredeyse 3 gün geçti ve 48 saatin sonunda (cuma akşam) enkaza ulaşıldı sonunda.. 1 muhabir, 1 pilot, 4 bbp üyesinin hayatını kaybettiği kesinleşti. sivillere rahmet, ailelerine sabır diliyorum.. bir de varsa bi' "öbür dünya", adalet... ----------- an itibariyle neredeyse 30 saat oldu helikopter düşeli, henüz ses yok.. şahsen kimsenin canına kıymamış, kıyılmasına aracı olmamış, günahını almamış muhabir, pilot ve varsa diğer 'sivil' şahıslar ve aileleri/sevenleri adına gerçekten üzülüyorum. yazıcıoğlu'nunsa yalnızca 'ölmesinden korkuyorum'. badem gözlü olmasından, kahraman olmasından korkuyorum. ölenin arkasından kötü konuşulamamasından sebep korkuyorum. bilmiyorum başka yerlerde, başka topraklarda, kültürlerde de var mı -ki sanıyorum vardır- ama bur'daki o malum "ölünün diriden daha büyük saygı görmesi" gibi, yaşarken saygıdeğer ol(a)mayanın öldüğü an garip bir saygınlık kazanması gibi ebleh bir kural var. bu kural da meftanın hayatını hiçbi' şekilde göz önünde bulundurmadan, neredeyse herkes için geçerli bir kural.. (gerçi bi' yandan da tabii ki kendisi gibi düşünenlerce zaten 'harika' işler yapmış bi' insan..) haliyle kendisine de yarayacak, acıklı fon müziklerinin eşliğinde sunulan ne kadarr da muhteşem haltlar karıştırmış bir insan olduğuna ilişkin programlar, belgeseller yapılacak ve televizyonlarda yayınlanacak, yandaşları ve kendisine benzeyen politikacılar ne kadar vatanperver, ne kadar süper olduğundan dem vuracak falan.. o 'uğruna öldüğü' bayrakla sarmalanacak, "vatan uğruna şehit oldu!" diye haberler yapılıp 'dava'sı için bayrağı başkası/başkaları devralacak.. öyle bir şey yapacakları yoksa eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek istemem ama, belki de adı kazanın gerçekleştiği çevredeki bir ilköğretim okuluna verilecek! aynı senaryo, bildiğimiz, tanıdık şeyler.. ölmesinden korkarak yaşamasını ve dolayısıyla düşüncesi doğrultusunda kendine 'öteki' olanların ölümüne doğrudan ya da dolaylı olarak neden olsun istiyor değilim, ancak ölmesini de 'istiyor' muyum, bilemiyorum.. kurtulduğu takdirde 'öldürülmesini' falan asla istemiyorum, yanlış anlaşılmasın, ama şu anki durumuyla ilgili olarak böyle 'ölümüne' bir çelişki içindeyim sadece.. varlığı, asla bana göre yanlış olan düşüncelerle sınırlı kalmadığı, haddinden fazla eyleme dönüştüğü için, varlığı başkalarının yokluğu anlamına geldiği için, 'katil de olsa, o da insan' d(iy)emiyorum.. böyle düşündüğüm/yaklaştığım için de kendisinden bi' ölçüde farksız olduğumu düşünüp bi' suçluluk hissediyorum sanırım..

26 Mart 2009 Perşembe

Seni Fethullah Hoca mi gonderdi?

Bir suredir Turkiye’de, ilce ilce dolasarak AKP’nin ve yaristigi partilerin secmenlerle iliski kurma bicimlerini inceliyorum. Bingol, Mus ve Malazgirt’ten sonra uc Ege ilcesindeki arastirmami da bugun bitirdim. Dogudakinden farkli olarak Ege’de cok garip tepkilerle karslasiyorum bazen. Bir cok kez sadece doktora tezi icin arastirma yapan bir ogrenci oldugumu, ajan olmadigimi aciklamak zorunda kaldim! Ajan deyince akliniza Bond’lar, Bourne’lar gelmesin. Paranoyak memleketimde siyasetle ilgili sorular soruyorsaniz, ve son zamanlarda Amerika’ya gitmisseniz bir numarali ajan adayisiniz! Emperyalizm ve Paranoya

Siyaset bilimciler uzunca bir suredir Refah – Fazilet ve son olarak da AKP’nin Turkiye’deki yukselisini aciklamaya calisiyorlar. One cikan bir cok arguman, uluslararasi bazi faktorleri goz onunde bulundursa da, daha cok ulusal sebepler uzerinde duruyor. Ben cok daha yerel duzeyde dusunuyorum ornegin – parti teskilatlari ve yerel toplumlar bazinda aciklamalar uretiyorum. Odadaki “emperyalizm” filini gormezden geliyoruz. Amerikan dis politikasini ve emperyalizmi goz onunde bulundurmayan aciklamalar ne kadar saglikli olabilir gercekten suphelerim var, ve bu konu daha cok tartisilmali. Ama simdi deginmek istediklerim agizlarindan emperyalizm sakizini dusurmeyen, onu da dogru durust tanimlayamayip komplo teorilerine indirgeyenler. Gevsek bir tanimla “ulusalci” olarak adlandirabilecegimiz milliyetci-laik, bazen de Ataturkcu kanatta inanilmaz bir emperyalizm paranoyasi olusmus ki, sanirsiniz Washington’dan izin almasa tuvalete bile gidemiyor bizim Tayyip Erdogan.

Tipik senaryo soyle gelisir: (Su an daha iyi bir terim bulamadigimdan) ulusalci diye niteleyebilecegimiz insanlarin bulundugu bir parti ya da dernege gidersiniz. Onlarla bir soylesi yapmak istediginizi soyler, karsilarina oturursunuz. Siz soru sordukca onlar iskillenir, acaba neden bize bu sorulari soruyor diye dusunur bu insanlar. Tabi burasi cok dogal. Ama siz ne kadar aciklarsaniz aciklayin arastirma konunuzu, siyasi bir beklentiniz olmadan arastirma yaptiginiza bir turlu ikna edemezsiniz bu kisileri. Hele bir de Amerika’dan geldiyseniz bittiniz. Birkac test sorusunu atlatsaniz da artik siz bir Fethullah ajanisinizdir. Yalnizca bir ABD kuklasi olmaktan ibaret AKP’nin onunu acmak amaciyla gorevlendirilmis, ulusalci kanadi cozmeye niyetli bir mandacisiniz. Cunku ABD hep boyle yapiyordur: gelecek vaad eden gencleri bunyesine alip, onlari Amerikanci bir bilincle yetistirip, kendi cikarlari icin Turkiyeye saliyordur. Zaten bu kisilerin gozunda ABD de yekpare bir butundur – icinde bagimsiz universiteler, bilim kuruluslari ya da muhalif gruplar barindirmaz! Bilimsel bir calisma yapiyor gibi gorunmeniz ancak bir aldatmaca olabilir. Bu kurtlar sofrasinda herkes cikar pesindeyken, gercekten tarafsiz bir arastirmayi kim yapar ki di mi?

Ataturkcu ve milliyetci kanattaki bazi kisilerde bolca bulunan bu korku nereden kaynaklaniyor acaba? Bence altta yatan ana sebep, bu grubun iktidari AKP gibi bir partiye, hem de ozgur secimlerde kaptirdigini kabullenmeye hala niyetli olmamasi. Bu gercek oyle bir kognitif disonans yaratiyor olmali ki, bunun altinda yatan nedenleri anlamaya calismak yerine sucu yine ic ve dis mihraklara atmak yureklere su serpiyor.

Peki sorun ne?

Bu dunya tezahurune gore Amerika’nin elleri her yere uzanmakla kalmiyor, Turkiye’de politikanin her alanini bire bir kontrol ediyor. Tayyip Erdogan Washington’dan emir almakla kalmiyor, “buyuk ortadogu projesi” kapsaminda Turkiye’nin cikarlarini hice sayip Amerikan mandaciligi yapiyor. Tabi bu teoride baba ABD, ogul Erdogan ise, kutsal ruh da Fethullah Gulen. Ilimli Islam denilen planin dislilerini o yagliyor. Bu senaryoda benim gordugum sorun, son derece basit ve ilkel bir emperyalizm anlayisina dayali omasi. Neo-emperyalizmi bu fotografin icine sokacaksak siyasi, ekonomik ve kulturel politikalar uzerinde kritik kararlar almasi gereken politikacilarin secenek alanlarinin sinirlandirilmasi ve sekillendirilmesinden sozetmeliyiz; buyuk kuklaci ve kuklalarindan degil.

Daha da onemlisi, modernlesmenin ve kalkinmanin tek yolunu temsil ettiklerine inanan, devleti icselestirmis gruplarin, yukselen muhafazakar siniflarin varligini kabullenememeleri. Bu gruplari ya irrasyonel ve gerici guruhlar, ya da baskalarinin kuklalari olarak gormek istemeleri. Iceride ve disaridaki bolucu mihraklar mitine inanmasa ulusalci kanat, siyasi yenilgilerini nasil anlamlandiracak? Allah muhafaza, belki gercekci olmalari, oturup kendilerini yeniden yaratmalari gerekir…

25 Mart 2009 Çarşamba

Barack Obama'nın 25 Mart Tarihli Basın Toplantısı

Dün akşam ABD başkanı Barack Obama Beyaz Saray'daki ilk basın toplantısını verdi. Ve herkesin önceden tahmin ettiği gibi ekonomik kriz en çok hakkında soru sorulan konuydu. Ama benim en çok dikkatimi çeken Barack Obama sabırlı olunması gerektiğini söyledikten ve bu krize getirilen hiç bir çözümün çabuk olmayacağını vurguladıktan sonra kendisine yöneltilen, zamanlaması hakkında olan ve önemli problemlerle karşı karşıya kalınca yavaş davrandığını ima eden bir soruydu.
AP Images, Charles Dharapak
Ed Henry (CNN) Obama'ya neden AIG ile ilgili haberleri duyup iki gün ne olup bittiğini bildiği halde hiçbir şey söylemeden beklediğini sordu. Obama da konuşmadan önce ne dediğimi bilmek isterim dedi. ABD başkanının bu kadar dikkatli davranması çok sık uzaktan suflör kullanmasının da nedeni. Dünkü basın toplantısında da giriş konuşması önceden hazırlanmıştı, ve Obama söyleyeceklerini suflörden okudu. Obama'nın tarzı "politika bazen kendinden emin ama çabuk adımlar gerektirir" diyen kritikler tarafından hoş karşılanmıyor. Ispanağı çürümeden pişirmek gerek, doğrudur, ama düşünmeden yaptıklarımızdan başımıza gelenler, hızlı yemek yemekten çektiğimiz hazımsızlıkların sayısı her zaman daha fazladır. İhtiyatın kimseye zararı olmaz.

Nereye Bakıyor Bu Bakanlar ?

Hani bir Türk filmi vardı,1976 yapımı; “Nereye Bakıyor Bu Adamlar ” isminde. Zamanın müthiş ikilisi Zeki Alasya ile Metin Akpınar'ın baş rollerini paylaştığı, beşik kertmesi ve yurdumda yeni yeni gelişen medya-reklam kampanyaları gibi mevzulara ilişkin. Yerel Seçimlere sayılı gün kala başkent Ankara'da iyice hararetlenen tartışmalar ve bu tartışmaların baş rollerinde iki bakan ile ilgili haberleri okuyunca nedense bu film ile bütünleşmiş soru cümlesi gelip takıldı aklımın imla kılavuzuna, sahi nereye bakıyor bu bakanlar? “ İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor.” dedi önce Devlet Bakanı Şimşek. Günün ve hatta geçmiş onca yılın en büyük derdinin aslında o kadar da büyük(!) olmadığını açıkladı bizlere. İş aramasak işsizlik diye bir sorun olmayacaktı. Hele de kadınlar kriz var diye telaş yapıp iş aramaya koyulmasaydı bir bir, onca işten çıkarılmalara rağmen eğer hala bir işe sahip olma şansını yakalamış mutlu azınlıktan iseler kocalarının eline bakmaktan , onların getirdiği ile yetinmekten vazgeçip, biz de üreteceğiz demeselerdi, bu kadar yüksek çıkmayacaktı ülkenin işsizlik oranı. Zaman zor zamandı ve fakat yurdum insanı tahammül etmeyi, kemer sıkmayı, fedakarlığı iyi bilirdi. Zira kendisine “siyaset” diye hep bunlar öğretilmişti. E adına fedakarlık dediğin de bu coğrafyada ilkin kadına düşerdi. Şimşek gibi gelen bu açıklama ilham vericiydi yurdun yönetimden sorumlu tüm bürokratlarına. Mesela bir kaç ay sonra her yıl olduğu gibi yine bu yıl yaşanacak olan ÖSS faciasıyla ilintili halinden şikayetçi olursa birileri, Milli Eğitim Bakanı da çıkıp “ÖSS neden her geçen gün büyüyen bir sorun haline geliyor biliyor musunuz? Çünkü liseden mezun olan öğrenci sayısı her geçen gün artıyor. Bir de kız çocukları okusun deniliyor, kampanyalar düzenleniyor. Hal böyle olunca ÖSS iyice çığırından çıkıyor. ”diyebilir. Şimşek' in işsizlik sorununun bilinmeyen gerçekleri konulu açıklamasını takiben bir ilginç konuşma da Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Güler'den geldi. Ordu'da AKP'nin tek kadın adayını tanıtmak isteyen Güler; “Türkiye'de 80 tane oğlan... Genç erkek diyelim,oğlan demeyelim.80 tane erkeğe bir hanım şey olacak, belediye başkanı olacak. Böyle bir durumu düşünün. Ne kadar kıymetli olacağını...” dedi. Güler'in dem vurduğu tek kadın adayına ilişkin biraz düşünmekte fayda var kanımca. Her fırsatta halkın büyük kesiminin desteği ile yönetime geldiğini ifade eden bir parti yerel seçimlerde ülke sathında sadece bir tane kadın belediye başkan adayı çıkarabiliyor, yarısını kadınların oluşturduğu seçmen kitlesinin karşısına ve hükumetin bir bakanı da çıkıp bunun kıymeti harbiyesinden bahsediyor. İş aramasanız işsizlik diye bir sorun olmazdı demekle maalesef mevcut sıkıntılara bakmak bizi esasında halk olmasaydı hiç bir sorun olmaz, gül gibi yönetirdik şu ülkeyi özlemine götürüyor ki bilinen siyaset literatüründe böyle bir yönetim şeklinden söz edilmemektedir. Nüfusu 70 milyonu aşmış bir ülkenin karşısına neşe ile tek bir kadın aday çıkarmakla da kadın sorununun çözümüne dair büyük bir adım atılmış olmuyor. Görünen o ki bize baktığını görebilen, gördüğünü içselleştirip gerçekçi çözümler sunabilen yeni bir bakış açısı lazım!!!

23 Mart 2009 Pazartesi

Bir sansür daha

Radikal'de çikan habere göre Hadise'nin Eurovision 2009 için hazırladığı şarkının klibi TRT tarafından seksi bulunduğu için kabul edilmemiş. Klip masking denilen yöntemle alevlerin içinde Hadise'nin görüntüleri ile başlıyor. Daha sonra siyah kravatlı takım elbise içinde sahneye yürüyor. Sonra bir erkeğe istediğini vermeyerek onu sandalyeye oturtuyor. Daha sonra Hadise'nin elbiseleri dansçıları tarafından yırtılıyor ve klibin sonuna kadar Hadise seksi kıyafetleriyle, ateş ve altın rengi temalar eşliğinde göbek dansı vb. yapıyor. Klibi buradan seyredebilirsiniz. Geçen hafta ortaya çıkan Bilim ve Teknik dergisinde Darwin'in sansürlenmesi olayının ardından, Hadise'nin bu çalışmasının sansürlenmesi devletimizde bilime güven ve saygının ne kadar az olduğunu tekrar gözler önüne sermiştir. (konuyla ilgili yazıyı buradan okuyabilirsiniz) Asırlardır süregelen bilimsel araştırmalar göstermiştir ki popüler müzikte başarılı olmanın en büyük şartlarından birisi sanatsal son ürünün belli heteronormatif standartlara uygun olarak sunulmasıdır. Burada Hadise hanım kollektif güzel/seksi/prezentabl normlarına mükemmel bir hassasiyet ile uymaktadır. Giyiniş tarzı, sesinin sertliği, cazibeli dansı ile dominatrix/istediğini alan imajı, kadının liberasyon-objektifikasyon oranını aynı profesyonellikte ortaya koymaktadır. Bununla birlikte batı uygarlığının yüzyıllardır vazgeçemediği oryantal göbek dansı fetişi göz önünde bulundurulmuş, ve Hadise hanım'a bu bağlamda kareografi ve orkestrasyon hazırlanmıştır. Sonuç olarak, analitik, empirik ve bilimsel yöntemler kullanılarak hazırlanmış başka bir çalışma, Türkiye Cumhuriyeti devletine bağlı bir kurum tarafından engellenmiştir. Uff... amma çok nefret ediyorum bu şarkıdan...

20 Mart 2009 Cuma

David Hilliard: Görsel Süreklilik

Süreklilik nedir? İnsan gözü ile mesafe arasındaki bağlantı nedir? Uzaklık kavramı aslında kişiye göre değişir mi, yani öznel midir? Kitabını şans eseri Cambridge'de bir kitapçıda keşfettiğim Amerikalı fotoğrafçı David Hilliard'ın eserleri işte bu soruları sorduruyor bizlere. 1993 senesinden beri üç parçalı tablolar halinde sunduğu fotoğrafları hem alışagelmiş manzara ve panorama geleneklerini kırıp süreklilik kavramını sorguluyor, hem de fotoğrafçının roman yazarı şapkası takıp, hikaye anlatmasına olanak tanıyor.
David Hilliard, Letting Go of the Day
Örneğin, Hilliard'ın Günü Bırakmak [Letting Go of the Day] adlı eseri üç parçaya bölünmüş olmasına rağmen insan gözüne ilk başta aralıksız devam ediyormuş gibi geliyor. Ama aslında divanda tek başına uyuyan bir erkek çocuğunu gösteren eserin ilk karesindeki yorgan ikinci karede de aynı büyüklükte değil, ya da aynı odak noktasına sahip değil. Üç karenin her birindeki perspektif değişik. Bu teknik, David Hilliard'ın dikkatimizi ilk karede evin gelişigüzel bırakılmış haline (divanda yorgan kıvrılı kalmış), ikinci karede uyuyan erkek çocuğunun hareketsizliğine, ve son olarak da üçüncü karede büyük ihtimalle aynı erkek çocuğuna ait olan bir köşeye bırakılmış oyuncaklara çekmesini sağlıyor. Böylece Hilliard bize kendini koyvermenin, günün geçişini umursamadan kendini gelişigüzel salıvermenin üç halini göstermiş oluyor. İnsan beyni olaylar ve kişiler arasında bağlantılar ve hikayeler kurmaya cok yatkındır. Üç parçalı tablo tekniği de işte bizlerin bu yatkınlığından faydalanır. Mesela eminim ki bu esere bakarken "Herhalde ilk tabloda camdan içeri bakan kız çocuğu kendisiyle oynamayan arkadaşını arıyor" dediniz. Hemen diyoriz ki işte arkadaşı da oyuncaklarını bırakmış divanda uyukluyor. Üç parçalı tablo tekniği aslında Orta Çağ'daki dini eserlerden kalan bir teknik. Fotoğraf eserlerinde de kullanılması yavaş yavaş yaygınlık kazanmaya başladı. David Hilliard'ın eserlerine buradan ulaşabilirsiniz.

Die Neue Papa est Deutsch! (und dummkopf)

Din kurumunu kendi tekellerine alanların, dini yobazlıkla eş tutanların, bilim kisvesi altında din satanların Türkiye'de başımıza sardığı bela "evrim teorisine inanmak" gibi bir saçmalık. Bilimsel bir teoriye inanmak ya da inanmamak tercihinde bulunmak; aynı bireyleri pistlerde "ben yerçekimine inanmıyorum ama bir güç var,""hücre teorisi saçma, ben fötonlardan oluşuyorum,""izafiyet teorisi ne lan, bir gösteririm görürsün ne izafi ne değil" derken de görmek isteriz. Her neyse. Türkiye'de tüm gerikalmışlık İslam'a atfedilir ya bazı çevrelerce, sanki sorun sadece özel olarak bir dinde gibi, buna Papa XVI Benedict tokat gibi bir yanıt verdi geçenlerde. Kendisi Afrika gezisinde "Prezervatif kullanmayın, çünkü insanlar prezervatif yüzünden risk alıyor, daha çok insan AİDS'li oluyor" mesajı vererek, Afrika'nın fakirleşmesinde etken olan doğum artış oranını düşürmek isteyenlere ve de Afrika'yı AİDS belasından kurtarmak isteyenlere karşı savaş açtı. Çünkü Hristiyanlık insanları iyiye ve doğruya götürmek için var. Hadi Papa'nın dili sürçtü diyelim ve geçelim diyorduk, ki sürçmemiş. Vatikan dün açıklama yaptı "Papa'mız ne dediyse arkasındayız" diye. Tekeşlilik kurumunu din adına yüceltmek farklı (ki bununla sorunum yok), çokeşliliği prezervatif kullanımına bağlayıp, bir de "kullanmayın" mesajı vererek diğer faydalarını da çöpe atmaya çalışmak farklı. Tabii Papa'nın esas açıklamasının sebebini biz biliyoruz, hatta Monty Python's The Meaning of Life'ta da bu mesaj çok güzel dile getirilmişti: Every sperm is sacred (her sperm kutsaldır) Every sperm is great (her sperm harika) If a sperm gets wasted (tek sperm boşa giderse) God gets quite irate (Tanrı'nin sinirleri zıplar) Bu yazının sonuna en güzel Uçan Spagetti Canavarı Kilisesi'nin kurucusu Bobby Henderson'ın sözü gider: "I don't have a problem with religion. What I have a problem with is religion posing as science." (Benim dinle bir sorunum yok. Benim sorunum dinin bilim kılığına bürünmesinde.) Not: Haklı olarak Die Papa değil das olacak diyen Almanca konuşan arkadaşlara Nekropsi'den geliyor: Papa. Süper şarkıdır.

19 Mart 2009 Perşembe

tercih meselesi

prikôşın: işbu metin, seçimle ilgili bir yazı olabilir ama süper siyasal analizler beklemeyin, olay tamamen bendeniz sokaktaki adamın gözünden bir ankara irdelemesi, seçim yordamasıdır. zira 'siyaset bilimi'yle organik bağımı koparalı yıllar oldu. beklentilerinizi düşürdüyseniz, hazırsanız buyrun bu taraftan; pek telaşlı bi' haller, haddinden fazla gürültü ve görüntü kirliliği var her yanda şu sıralar malum.. ankara'da yaşayan garibanlar olarak da bu saçmalıktan oldukça büyük bi' pay da ne mutlu ki bize düşüyo'! 15 yıldır saltanat süren, 7 ceddini zengin edip, hala o 'dünyaca ünlü sırıtışı'nı bizlerden esirgemeyen biri var. olmaz olsun! bugün seçimle ilgili en yakın teması sağladım seçim öncesi. maalesef bu bahsettiğim adam yaşadığım yere gelip, yalandan bi' "aile yaşam merkezi" açlışı yapıyo'du, aynen daha önceki seçimlerde 32 kısım tekmili birden g.tüm gibi altlı üstlü kavşaklı köprülü geçitleri açtığı gibi. açılan eden yoktu oysa ki o zaman, şimdi de olduğunu sanmıyorum, laf olsun diye işte.. belki bi'kaç safı kendi safına çeker diye.. ki işin kötüsü de başarılı oluyo', onca saf toplanıp alkış tutuyo'.. gerçi ben de burdan atıp tutmaktayım şimdi, or'da değildim açılış esnasında, yoksa or'da olup en kibarından bi' yuh çekmek, belki bi' uzaktan da olsa onaylamama emaresi göstermek isterdim, kısmet olmadı.. zaten dolmuşum (hepsinin) yaptıklarına, bugün otobüs durağında beklerken 'büyük düşün' otobüsüyle etimesgut belediye başkanı ve de adayı serhat kemal yılmaz ve zafer çağlayan beyler, seçim otobüsüyle 'halkı' selamlayarak önümden geçtiler. durakta 3-4 kişi kadarız, zaten gideceğim yere geç kalmışım, bi' de dar yolda onların arkasına takılmış olan belediye otobüsünün tıngır mıngır gelişini gördükçe delleniyorum.. neyse, geldiler, yaklaştılar, kafamı yedikleri haltlara hiçbi' şekilde onay vermediğimi ifade etmek istercesine sağa sola sallamaya başladım. ısrarla sırıtıp ısrarla el salladılar, ısrarla salladım. zaten kimse yok etrafta, serhat kemal yılmaz'la göz göze geldik, dönüp sol taraftaki boş parkı selamlamaya başladı. zafer çağlayan daha pişkin çıktı, "sen de gel hadi, sen de gel allasen" hareketi yaptı eliyle. kafamı sallamaya devam ederken gülümsedim, geçtiler gittiler.. aslında bir çift pek şahane arkadaşımın mustafa sarıgül'e yaptığı gibi çığırıp, hayran olunduklarını zannettirip, dikkatlerini çekip ondan sonra "gerekeni" yapmalıydım ama, o kadar pratik zekalı değilim.. ya da kolumu gösterip "geç kalıyoruz, hadi yörüyün gidin hele" desem de olurmuş. içimden daha kaba şeyler geçti, bununla yetindim ama n'apayım.. serhat bey etrafa üçbuçuklar saçıyo' sanırsam, zira ne yazık ki mhp bu seçimde gümbür gümbür geliyo' mansur yavaş'la büyükşehir belediyesine. oturduğum muhit de akp-mhp arasında kalmış ve fakat özü mhp olan bi' yer olduğu için, paşamın son günleri sanırsam, ondan öyle göz kaçırmalar, falan.. her ne kadar benim de aklımdan geçmiş olsa, gayet isabetli/mantıklı ve tutarlı şeyler söylese de, mansur yavaş'a vermem, veremem oyumu. ha, karayalçın'a ve de dolaylı olarak baykal'a onay vermek çok mu iyi olacak, yüreciğim çok mu rahat edecek, hayır! ama yine de işte ehven-i şer.. (gerçi atatürk'ün vakti zamanında bir manda ve bir himaye arasındaki tercihi sorulduğunda "ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür." demiş olmasını göz önünde bulundurarak ve çok da hak vererek aslında iki mandanın arasında kaldığımız şu günlerde meseleyi kökten çözmek lazım ama, o da g.t ister malum..) diğer adamın adını bile anmak istemiyorum, şur'da yazıyoruz ne güzel, şu güzel ortamı bozmasın hiç.. zaten her yeri bozdu, bi' burası kaldı, burası da kalsın artık.. çevremde o kadar çok insan var ki "abi mansur yavaş ya, thüper ya!" diye gezen, şaşarsınız.. evet, ben de kendimi aslında bi' yandan garip hissediyorum; zira belediye seçimi yani bu, yerel yönetim, adamın beypazarı'nı getirdiği nokta ortada, ama yine de faşist bi' partiye onay veresim hiç yok. gerçi chp gibi bir alternatif aşırı sağ partiye vermiş oluyorum böyle de ama, işte dedim ya, ehven-i şer.. bi' karış solunda kalıyo' mhp'nin, idare edeceğiz artık.. ama pek çok insan "partiye değil, adama veriyorum" ben diyo' oyunu ve mansur yavaş'a çoktan bağlanmış durumda. buna muntazaman alışveriş yaptığım "ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi'nin eski komünistlerinden" bakkal abi de dahil, hayatta aklıma gelmeyecek arkadaşlarım da.. çemkiremiyorum da, hak veriyorum zira.. bir kısım da "karayalçın'ın hiç şansı yok, bari sağın bölünmesinde adam gibi hizmet verebilecek birine destek olalım" diye düşünen insan var. demişken bağlayayım konuyu; bana öyle görünüyo' ki, mansur yavaş bu seçimi alacak. yani evet, ben vermeyeceğim oyumu kendisine, dahil olduğum familyadan da pek insanın vereceğini sanmıyorum, ama maalesef bizim familya biraz küçük kalıyo' ankara'da.. dediğim gibi, mhp tabanı var gayet, etimesgut olsun, bala olsun, binlerce insanın çalıştığı ve etki ettiği askeri kişi/kurum/kuruluşlar olsun (olsun derken, olmaz olsun yani işte), gayet ciddi bi' destek var.. ki %25'lik bi' payı varsa karayalçın'ın normalde, ondan geriye taş çatlasa %20 kalır gibi geliyo' bana (hadi normalde %30-35 çıkarabilecek olsun, bu sefer yine normalinden -her neyse o normali 5-10 puan düşük kalacak), çünkü dediğim üzere, yavaş'ın sağdan aldığı oylar zaten gani, soldan da epey toplayacağa benzemekte.. öte yandan daha önceki seçimlerde bir eliyle refah partisi'nin hareketini yaparken diğeriyle bozkurt işareti eyleyip oy toplayan ve bu seçim için son bi'kaç ayda içine düştüğü panikle yaptığı hamlelerle bu sefer de ülkücü kesimin nefretini epey bi' toplayan 3. adayın 15 sene içinde avuçla yediği nane zaten ortada, bire bir geçimini sağladığı insanlardan ve partinin sıkı bağlanmış tabanından başka kimden ner'den oy alacak, bilemiyorum. gerçi o allah'tan güçlü buralarda, hiçbir şey yoktan var olmaz, varken yok edilemezken o gerekirse oyları yoktan var da eder, var olanları yok da eder.. sonra alırız haberlerini üstüne içilen damacana damacana suyun ardından.. bur'da damacana damacana su derken de gayet gerçek anlamda kullanıyorum, zira bizi damacanalara mahkum eden, hepimizin hayatının orta yerine 19 litrelik damacanalar oturtan adam bu adam.. oturtma sırasının 4 milyon insanda olduğunu düşünmekteyim ve bölünmeye karşın, karayalçın da olsa, yavaş da olsa, bu adamın karşıtlarının kazanacağına can-ı gönülden inanmaktayım.. öyle ummam tamamen ayrı, gerçekten inanıyorum.. sokaktaki adam ankara'dan bildirdi.. ---- p.s. özellikle küsuratlı sayı vermedim ki salladığım anlaşılsın. p.p.s. "ehven-i şer" için tdk "ehvenişer" demiş, ama böyle kullanmayı tercih ediyorum. çok da matah bi' nedeni yok sanırım, tdk'nın "oysaki" şeklinde kullanılmasını salık verdiği sözü de "oysa ki" şeklinde kullanmayı tercih etmem gibi. bu ikisi için mutlak doğrular olmadığından tercih ettiğimi kullanıyorum sadece, yoksa "ben öyle seviyorum, bundan böyle 'ya da' yerine 'yada' kullanacağım, yaşasın yadalar!" diyecek halim yok.. türkçe'de "yan yana iki nokta" diye bi' noktalama işareti de yok zaten aslında, o tamamen ayrı bi' mesele.. ehvenişer -rri isim, eskimiş (ehve'nişer) Arapça ehven + şerr

Kötü olanların içinde iyisi.

oysaki bağlaç (oysa'ki)

Oysa: "Oysaki daha önce onunla tanışmayı çok istemiştim."- N. Cumalı.

AIG Skandalı ve 165 Milyon Dolar Prim

Ekonomik krizin aciliyetinin ve işsizliğin dünyanın heryerinde arttığı bir dönemdeyken dünyanın en büyük sigorta şirketlerinden American International Group (AIG)'nin "değer verdiği" çalışanlarına 165 milyon dolar prim verdiğini öğrendik. Hatırlarsanız AIG geçen sene son anda iflasın eşiğinden dönmüştü ve geçtiğimiz Eylül'den beri de ABD hükümetinden yaklaşık 180 milyar dolar yardım aldı. Amerikan Merkez Bankası yaptığı bu 180 milyar dolarlık yardımın karşılığında AIG'de yüzde seksen hisseye sahip.
Durum böyleyken, AIG üst yöneticisi Edward Liddy bugün öfkeli bir Amerikan Kongresi'nin karşısına çıktı ve primleri savundu. AIG eleştirildiği halde şu an itibarı ile kimse tam olarak soruna bir çözüm getirebilmiş değil. AIG çalışanlarıyla yaptığı sözleşmelerde söz verdiği primleri vermek zorunda mı? Kongre, prim alan çalışanlardan aynı miktarda vergi alsa olur mu? Önümüzdeki günlerde Kongre'nin ne yapmaya karar verdiğini hep beraber göreceğiz. Bizlerin ama AIG skandalından çıkarabileceği sonuç basit: sistem, sistemi çökertenlere yaradı. AIG'de finansal ürün geliştirenler önce fırtınanın oluşmasına katkıda bulundular, sonra da kriz dalgaları nedeniyle herkesin sandalı batarken, fırtınanın ortasında yepyeni teknelere sahip oldular. Peki bu durumdan ABD hükümetinin öğrendiği ders nedir? Devlet, özel sektöre bulaşmamalı, ama illa da zorunlu ise daha dikkatli davranmalı, gözünü dört açmalıdır. ABD hükümetinin bu primlerden daha önce haberi oldu mu? Evet ise, neden işler düğümlenmeden fırtına engellenmedi? Peki ABD hükümetinin gerçekten bu primlerden haberi olmadıysa, neden bu kadar geç öğrendi? Kimse mi akıl edemedi sözleşmelere bakmayı? Raya kulak dayayıp tren beklemektense, trenin arkasından koşmak bu olsa gerek!

18 Mart 2009 Çarşamba

Biopolitik Yoğurt

Yaz lann dedi Shelbyl insanı, ben de oh evet Musa'msın sen, dedim - yazayım madem. İçimin politikayla dışımdan bir adım önde ilgilendiği zamanlar bu sıralar. İç hesaplaşmalar desem değil, eyleme dökmekle sorunum var desem değil. Yalnızca sabrediyorum diyerek geçiştireyim. Yaklaşık iki haftadır benim gözlemlememe gerek kalmadan (o da ne demekse) gözüme sokulan bir çok gelişme oldu allaan belası İstanbul şehrinde. Her zamanki gibi, seçim geleneklerine, örf, adet ve hep-yutturduk-yine-yuttururuz'larına uyacak bir şekilde, şehir hooop diye değişmeye, eğilmeye ve bükülmeye başladı. Bir metrobüs hattı açıldı ki en azından benim dilime destan. Köprülü kavşaktan Söğütlüçeşme'ye uzanan bitmemiş bir yol, bitmemiş/girişi belirsiz duraklar (öyle ki akbilini nereye basacağın belli değil), rahatlamaktan zerre nasibini almamış bir trafik ve televizyonlarda, billboardlarda "Koduk mu? Bunu da bitirdik işte, süperiz." diyen kelleler... Onca zaman varken niye şimdi? sorusuna nanik yapıyorlar. Aynısı neredeyse-memleketim Adana'da da var. Neredeyse on yıllık yılan hikayesi olan metro hooop diye açıldı. O da rayların üzerinde göstermelik bir seferden ibaret. Yoksa istediği kadar kassın, Aytaç Durak o hattı bi dört sene daha yarım yamalak bırakır. Sonra bir hızlı tren vakası var tabii. İstanbul-Ankara arası "ışınla beni Scotty" kıvamında bir deneyim vadeden bu muhteşem hattın Eskişehir-Ankara arasında çalışmaya başlamasına ancak "beyler hızlı tren demişsiniz ama bildiğiniz hızlı banliyö bu" diyebilirim. Hayıf hayıf hayıflanmaktan başka bir şey yapmamaktan da hiç hoşlanmadığımdan, en azından şehir/ülke halete ve onun efendisi ruhiyeye ne yapıyor onu söyleyeyim istedim. Bunlar önsevişmeydi yani. Gelelim o halin ta kendisine. Tüm o medyatik faslın, ekonomik götünden sallayışın, politik kehanetçiliğin dışında bir iki zırvalamak istediğim şey var. Zamanın ruhunun arkadaş canlısı hayalet Casper'dan çıkıp yüz yıl öncemizin hayaletlerine -hem de ulusal devlet başlıklı rezaletler olarak- dönüştüğü son birkaç yılda önce Türkiye'nin 'mantık'ı dumura uğradı. Şöyle bir 40 yıl gecikerek yaşadı dumurunu ama olsun. Geç kalmanın da bir üstünlüğü var zira. Özgürleşme hareketlerini muhafazakarlar üstlendi yine. Lann, diyorsun böyle bir manzara karşısında. 80 yıllık "demokrasi" tarihinde niye hep böyle olageldi bu? Hayır edebiyata bakıyorum, sinemaya bakıyorum, coşagelip felsefeye bakıyorum, Türk-İslamcı denilebilen insanlar çalışıyorlar didiniyorlar tüm bir öğrenilecek üretilecek alanı yeniden ve yeniden köreltip 2 haftalık hafızaları inandırıyorlar tüm bir kurgunun doğruluğuna. Dahası, yüzyılların Kuran-ı Kerim'inin doğru düzgün okumasını yapmadan "Batı" teolojisinin/felsefesinin (iki kelime arasındaki yedi farkı bulun) altını üstüne getirip ümmetlerine bağlıyorlar ya, işte ben buna hayranlık duyuyorum arkadaş. Hayır olmuyor arkadaşlar ama, aferin. Sıçtıysam da en azından ıkınarak sıçtım, diyen herkese duyduğum bu hayranlığı hakettiniz. Mantık körelmesi de en basit haliyle tümdengelimlerin eşekten düşen karpuz metaforuna taş çıkartır parçalanmalar sergilemesi şu halde. Solcular derken "kimden bahsediyorum lan ben" diyorsun mesela. Başörtüsü mü türban mı, din özgürlüğü mü sömürü mü, vatanseverlik mi ahmaklık mı, milli mi etnik mi vs vs sorup dururken ben yine tek bir çıkış görüyorum bütün bunlardan. Edimsellik. Tüm bir muhalefet, tüm bir okumuş etmiş insanlar kitlesi, tüm bir "düşünüyorum öyleyse açım... hassiktir." camiası dönüp dolaşıp şöyle eylem, böyle görünürlük, şöyle proje, böyle kroşe diye dolanıp dururken egemenliğin ve hegemonyanın, burjuvazinin ve neoliberal sınıfsızların hepsinin kurulumundaki o basit olgunun nasıl yine unutulduğunu görüp görüp çıldırıyorum. Ha bu Heidegger'in ontik ontolojik ayrımıyla alakalı değildir, onu da ekleyeyim - bir ilgi var ama buraya böyle atılmaz tabii. Gerçi siz bunu bir de Hece dergisinden okuyun! Maşallah Sunay Akın bile haltediyor neyin neyle bağlanabildğini gördüğünüzde. Evet kültür, evet özdeşleşme, evet din, ahlak, bilim ve ekonomi. Bunların hepsi tamam. Ama insanlar - o seçmen kitlesi dediğimiz var ya, o- görüp de beğendiklerini alıyorlar. Onlara iyilik yapmakla olmuyor artık. Kötülüklerin en paşasını yapmak gerek. Şeytan nasıl farkındalık verdiyse o elmayla, öyle. Özgür bırakamazsın. O bambaşka bir otorite. Ama özgürlüğü tattırmakla başlar hepsi. Jean Valjean'ın ruhunu satın almakla, üç beş adamı Fransa'lara gönderip hoop Jöntürk diye başına geri bela niyetine getirmekle, yerinde duramayıp sağa sola yeni fikir sıçan insanlar yaratmakla başlar hepsi. Bu ülkenin başbakanından öğrenecek çok şey var. (Bayılırım böyle klişelere) "Güvenilir olmak" ya da "güven vermek"ten gelen otoritenin o bahsettiğim körelen mantığın -körelmeden hemen önce- karşısında durabilmesinin ayrıntılı özeti bir beden olarak başbakan insanında mevcut. Ve madem "farkındalık yaratalım arkadaşlar" muhalif örgüt toplantısı klişesi olmuş; kullanılan/tüketilen/tüketmeye ihtiyaç duyulan muhalefetler üretmekten başka ben bir çıkış görmüyorum. Gördüğüm diğer yollar 'çıkış' kelimesine küfrederler, o ayrı mesele. Ne idüğü belirsiz olan o 'toplum' için virüsler, matrixik deja vous'lar ve sarsıntılar olmadan nereye çıkıyorsun zaten? Devrim deyince Blanchot'nun anladığı da buydu zaten. ama ben piç ettim, kusuruma bakmayın. Edebiyat konuşamayacak kadar sakinim. Ne diyorduk? Ha evet, her yere giden yollarımızdan geçerek hiçbir yere gidemeyişimiz yine kutlu olsun. Kuru gürültü kuru da olsa gürültüdür; gürültü de olsa kurudur. Islatmak lazım. Bilmem sesimdeki Stavrogin duyuluyor mu?

İşsizlik Neden Artıyor?

Mehmet Şimşek bugün işssizlik artışını "Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde iş gücüne katılım oranı daha artıyor." diye açıkladı. Tabii bu lafı söyler söylemez "Sen de ekonomi bakanı mısın?""Benim çevremdekiler neden işten çıkıyor o zaman?""Bu lafı söyleyeni okuldan mezun etmezler" gibi ithamlara maruz kaldı. Öncelikle Mehmet Şimşek'in söylediği hal hiçbir koşulda geçerli olamaz diye bir şart yok. Şöyle düşünün, nüfus artış oranı düşük, gelişmekte olan bir ülke. İstihdam oranında değişme yok. Lakin işsizlik artıyor. Bu durumda sebep Mehmet Şimşek'in de belirttiği gibi, sosyoekonomik gelişmenin sonucunda iş arayan insanların artması, "cyclical unemployment" verisine daha fazla insanın katılması olur. Ki Mehmet Şimşek "Kriz sebebiyle işini kaybetmeyen yok" dememiş, bilakis "Kriz nedeniyle işini kaybedenlerin sayısının 150 bin veya 200 bin civarında olduğunu" ifade etmiş kendisi. Peki Türkiye'de durum bu mu hakikaten? Bunu anlamak için, TÜİK sitesine gidip son 3 aydaki datayı incelemek bir fikir verecektir, keza krizin etkilerini en kuvvetli 2008'in son çeyreğinde hissettiğimizi söyleyebiliriz. Mehmet Şimşek'in açıklamalarındaki tutarsızlıklara madde madde bakalım: 1. İşgücü: İşgücü kalemi ile ifade edilen, nüfusun aktif olarak iş aramakta olan kesimi. 2008 Ekim'inde işgücü 24 milyon 632 bin kişi iken, bu kalem 2008 Aralık'ta 24 milyon 9 bin kişiye düşmüş. Diğer bir deyişle, işgücüne katılma oranı iki ayda %49.1'den %47.7'ye gerilemiş. Bu sırada Türkiye'nin 15 yaştan yukarıdaki nüfusu 122 bin kişi artmış. İşgücündeki bu azalmaya karşın, işsiz sayısı 2 milyon 687 binden 3 milyon 274 bine çıkmış, yani fark 587 bin. Buradan kabaca şu sonuç çıkmakta; devirsel olarak işgücüne katılım, artan nüfusa karşın azalamaktadır, bu durum yaşlı nüfusun fazlalığı ile, ya da işgücündeki insanların iş aramayı bırakmaları ile açıklanabilir. Türkiye şartlarında ikinci açıklama daha mantıklı. 2. İşsiz nüfusundaki cinsiyet oranı: Bu basit bir yüzde hesabı. 2008 Ekim ayındaki işsizlerin %70.8'i erkek; yani %29.2'si kadın. Bu da 784 bin 604 işsiz kadın demek. 2008 Aralık ayındaki işsizlerin %74.2'si erkek, yani %25.8'i kadın. Bu da 844 bin 692 işsiz kadın demek. İlk maddedeki sayılarla karşılaştırdığımızda, işsiz erkek sayısındaki artış 500 binden fazlayken, işsiz kadın sayısındaki artışın 60 bin kadar olduğunu görüyoruz. Her ne kadar işsiz kadın sayısı artmış olsa da, işsizliğin artışındaki aslan payı kesinlikle "ev hanımlarının iş aramaya başlaması"na ait değil. Burada da bir halkı yanlış bilgilendirme söz konusu. 3. Daha önce bir işte çalışmış işsiz sayısı: Bu istatistik ise, işten çıkarma ile, yeni iş aramaya başlama konusunda bize bir fikir verecek. 2008 Ekim'inde 2 milyon 259 bin işsiz daha önce bir işte çalışmış. Bu sayı, 2008 Aralık'ında 2 milyon 901 bin kişi. Aradaki fark 642 bin. Bu dönemde, ilk maddede belirttiğimiz üzere, işgücüne katılımın da azaldığını göz önüne alırsak, işsizliğin ana sebebinin "işgücü yaşında olup da daha önce iş aramayıp yeni iş aramaya başlayanlar" olmadığını söyleyebiliriz. Durum bu olsa bile, yeni iş aramaya başlayan genç nüfusun iş bulamaması, işçi talebindeki daralmaya işarettir, ki bu da krizle ilişkilendirilebilir. 4. Krizin doğrudan etkisi: 2008 Aralık raporunda, işsizlerin %19.3'ünü işten çıkarılanların, %8.5'ini iş yerini kapatanların/iflas edenlerin oluşturduğu söylenmekte. 3 milyon 274 bin işsizin %27.8'inin krizden doğrudan etkilendiğini göz önüne alırsak karşımıza 910 bin 172 işsiz gibi bir sayı çıkıyor. Unutulmaması gereken bu sayının "yıllık" olduğu, ve de iflasın ya da işten çıkarmanın sadece "kriz"e bağlanamayacağı. Fakat buna karşın, Mehmet Şimşek'in verdiği "150 - 200 bin" fazla iyimser bir rakam. 5. İşgücüne katılmayanlar: Bunun yanısıra; 2008 Aralık döneminde, daha önce bir işte çalışmış olup sözkonusu dönemde işgücüne katılmayan (yukarıdaki verilere dahil olmayan) bir grup var. Bu grubun nüfusu 11 milyon 790 bin kişi, ve de %4.4'ü işten çıkarılma ve de işyerinin kapanması sebebiyle çalışmayı/iş aramayı bırakmış durumda; ki bu da 518 bin 760 kişi demek. Bir de sosyoekonomik gelişmişlik üzerine konuşalım: Evlilik ve de eşinin isteği sebebiyle işgücünden ayrılan insan sayısı 577 bin 710. Sözün özü: Mehmet Şimşek'in beyanatı belirli durumlar için mantıklı olsa dahi, TÜİK'in rakamları yorumlandığında durum pek de öyle gözükmüyor. Kriz ortamında işsiz olup da iş aramayanların iş aramaya başlaması yerine, iş arayanların iş bulamaması daha akla yatkın bir senaryo. Ekonomik küçülmeyi de göz önüne alırsak diyebiliriz ki krizin etkisi artarak geliyor, önümüzdeki ayki işsizlik rakamları bize çok daha vahim bir tablo çizebilir, o zaman suçu atacak "iş arayan kadınlar" da olmaz, o bahane bir kere kullanılır çünkü. Not: Veriler için http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?tb_id=25&tb_adi=%DD%FEg%FCc%FC%20%DDstatistikleri&ust_id=8 adresinden yararlanabilirsiniz.

Siyaset içeri, siyaset içeri...

İbrahim Altınsay benim bildiğim kadarıyla meslek olarak doktorluk yapıyor. Ancak tıp doktoru mu yoksa futbol, siyaset, vb. alanlarda çeşitli doktoralara mı imza atmış bilemiyorum. Bugunki yazısını virgülüne dokunmadan aşağıya koyuyorum - tahminim spor ve siyaset alanındaki doktora tezinden kısa bir bölüm... --------------------------------------------------------------------------------- Bank Asya 1. Lig gerçek Türkiye ligi ama sansasyonel haberler dışında merkezi medyanın ilgisine mazhar olamıyor. Olunca da yarım yamalak oluyor... Geçen pazar Bolu’da yaşanan protesto gibi. Efendim o gün Boluspor, Kasımpaşa ile karşı karşıya geliyor. Başta Bakan Murat Başesgioğlu olmak üzere siyasi erkân, seçim meydanlarının vazgeçilmez aksesuarı takım atkılarını boyunlarına dolamış, tribünde yerlerini almış... Rakip, Bolu’nun Süper Lig’e çıkma mücadelesi verdiği Kasımpaşa. Böyle olunca, akla saha dışı kaygılar gelmiyor değil. Kaygılar İstanbul takımının adında ‘Paşa’ sözcüğünün bulunuyor olmasından değil tabii. Başbakan’ın resmi kulübü olmasından. Neyse, dakikalar 44’ü gösterdiğinde ev sahibi takımdan Ilgar Gurbanov kırmızı kart görüyor. Neden kart gördüğünü medyadan bir türlü öğrenemiyoruz. Pek önemli değil. Çünkü Bolulu seyirciler o anda kararını veriyor: “Bu işte Başbakan’ın, dolayısıyla hükümetin parmağı var.” Başlıyorlar Şeref Tribünü’ne pet şişe yağdırmaya. “Yahu Bolu’da sokaklardan memba suyu akıyor, şişe suyuna ne ihtiyacı var” demeyin. Biliyorsunuz, pet şişenin futbolda başka işlevi var; aktif protesto... Şişe yağmurunda AKP İl Başkanı isabet alıyor, Bakan tribünü terk etmek zorunda kalıyor. Devamı için buraya.

17 Mart 2009 Salı

An Islamic Creationist Stirs a New Kind of Darwinian Struggle

Bugunku WSJ'in on sayfasindan.

An Islamic Creationist Stirs a New Kind of Darwinian Struggle

Mr. Oktar Has Plenty of Fans in Turkey, but Biologists Beg to Differ

ISTANBUL -- As scientists around the world celebrate the 150th anniversary of Charles Darwin's seminal work on evolution, Adnan Oktar, a college dropout turned theorist of Islamic creationism, is working on the fifth volume of a 14-part masterwork that he says will bury Darwinism once and for all.

"Darwin and his theory are dead," says Mr. Oktar, founder and honorary president of the Science Research Foundation, an Istanbul outfit dedicated to debunking the Victorian-era English naturalist. Darwin, says his 52-year-old Turkish scourge, is "Satan's biggest trick on humanity."

Mr. Oktar, who briefly studied interior design, hasn't had much success swaying scientists with the weight of his research. "He is a complete and utter ignoramus," says Richard Dawkins, an evolutionary biologist and Oxford University professor.

Devamı için buraya.

Taş - Kağıt - Makas

Bilmeyen yok herhalde bu oyunu: Taş makası kırar, makas kağıdı keser, kağıt taşı sarar, kaybeden bulaşıkları yıkar, biraları dolaba koyar, yemek siparişi verir vs. Sadizm ve de tahayyüle bağlı olarak yaptırımlar daha da acımasız olabilir, karışmam. Nereden çıktı peki bu durup dururken? Çünkü tesadüfen United States of America Rock Paper Scissors League diye bir organizasyonun varlığını öğrendim. USARPSL (Amerika Taş Kağıt Makas Ligi) 9 Nisan 2006'da kurulmuş, Las Vegas'da düzenlenmiş ilk yarışma (ya Las Vegas'a, ya da Japonya'ya yakışırdı zaten bu absürdite) ve de kazanan talihli (talihli ağır bir ifade mi acaba?) 50,000 USD'yi cebine indirmiş. 2007 yılındaki yarışma ise ESPN2'de yayınlanıp prestij kazanmış diyebiliriz. Nedir taş - kağıt - makasın cazibesi? Yazı-tura gibi sırf şans işi değil, karşındaki insanı tanıman, ne tür bir hamlede bulunacağını kestirmen vs. gerek. Hatta "oyun teorisi" dehlizinde kaybolup "bu adam kağıt oynar, o yüzden ben makas seçeyim; ama dur, ya bu yüzden makas seçeceğimi düşünüp de taş seçerse? O yüzden kağıt seçmeliyim. Ama dur... (gider böyle)" demek de mümkün. En nihayetinde hiç düşünmeyip, ya da çok düşünüp de verdiğin kararın isabeti de bir yerde şansa bağlı olacağından, talihli çok da ağır bir ifade olmaz. Tabii bu talihi milyon dolarlık getiriye çevirenler de var. 2005 Ocak'ına gidelim. Takashi Hashiyama diye, Maspro Denkoh adlı bir Japon (demiştim değil mi?) elektronik firmasının CEO'su, şirketin sahip olduğu birkaç ünlü tabloyu satışa çıkaracakmış. Bu sebepten ABD'deki iki ünlü açık artırma şirketi Christie's ve Sotheby's ile temasa geçmiş. İki firma da Hashiyama'yı ikna edemeyince, ve de Hashiyama da resimleri iki şirket arasında paylaştırmak istemeyince, "arkadaşım gidin taş-kağıt-makas oynayın, kazanan beni görsün" demiş. İlk tepki ne olmuştur bilmiyorum ama, paranın gözü kor olsun ki, bu iki firma da teklifi kabul etmiş. Christie's adına kararı bir çalışanın 11 yaşındaki ikiz kızları vermiş: "Herkes taş seçmenizi bekler, o yüzden makas seçin". Sotheby's konu üzerinde pek düşünmeyip kağıt seçmiş. Oyun teorisi uyarınca bir aşama daha derin düşünen Christie's'in 11 yaşındaki ikizleri "maç"ı ve de milyon dolarlık komisyonu kazanmış. Olay sonrası Hashiyama "iki tane eşit derecede iyi teklif arasında en adil şekilde böyle karar verilebilirdi" diyerek kendince açıklamış olayı. Peh. Bir de gene 2006'da, Florida'lı Federal Yargıç Gregory Presnell'in, uzun süren bir davada iki tarafın temsilcilerinin uzlaşmaz tavrından bıkıp "Eeh, eytere bea, taş-kağıt-makas ile halledin bu işi" deyip, iki tarafı rezil etme girişimi var. Hashiyama'nınkinden daha saygın bir davranış bence bu. (Las Vegas ile Japonya'nın yanısıra, ABD'nin önde gelen eğlence şehirlerinden Tampa'nın hakkını da bu şekilde yemiş olmayalım.) ------------------------------------------------------ Buraya kadar nispeten geyikti, bundan sonrası bu oyunun kökenini merak edenlere, ve de gereksiz tarih bilgilerini rastgele ortamlarda satmayı sevenlere yönelik. Bu konuda rivayetler muhtelif. Bir teori, bu oyunun M.Ö. 200'lü yıllarda Japonya'da çıktığını iddia etmekte. Oyunun orijinal adı Janken. Jan-ken-pon diye de geçiyor. Etimolojik kökeni, Çince bağlantıları vs. ile ilgili teorilere şuradan ulaşabilirsiniz. Başka bir teori oyunun Afrika'dan çıktığı üzerine, diğer bir teori ise oyunun İskandinavya kökenli olduğu ve oradan Avrupa'ya geçtiği yönünde. Avrupa teorisinin alternatifi ise "İrlanda'da doğdu, Portekizli oldu, oradan da Avrupa'ya yayıldı" şeklinde. Bu en son teori oyunun orijinal adını "Pihedra, Papelsh e Tijhera" olarak göstermekte, ve de çıkış tarihi olarak M.Ö. 6. yy'ı vermekte. Otantik bir teori olduğu halde, ben oyumu Japonlardan yana kullanıyorum. Bir de oyunun bilindiği başka bir ad var: Rochambeau (roşambo okunur). Oyunun Avrupa'ya 18. yy ortalarında yayılması ve de Rochambeau Kontu Jean Baptiste Donatien de Vimeur (ki kendisi Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda Amerikalılara yardımcı olmuştur) ile özdeşleştirilmesi konusunda birçok rivayet üretilebilir. Bir tanesi şu: San Francisco'da Rochambeau Parkı var, orada 1943 yazında 3 adet çocuk taş-kağıt-makas oynarlarken "One-two-three" demek yerine "Ro-şam-bo" demeye başlıyorlar, oradan yayılıyor bu yeni deyiş. Yersen. -------------------------------------------------- Tekrar geyiğe geri dönelim. Oyun dünyanın farklı yerlerinde, farklı şekillerde de oynanıyor. Mesela Japonya'da oynanan bir versiyonda, köyün şefi kaplanı avlıyor, kaplan köyün şefinin annesini yiyor, köyün şefinin annesi de şefi yeniyor (hangi fiil ile olduğunu bulamadım). Endonezya'da oynanan bir halinde ise fil insani eziyor, insan karıncayi eziyor, karınca filin kulağına kaçıp onu delirtiyor. Hayalgücü genişliği diyelim. Tabii akla gelen şey ellerle bu işaretlerin nasıl yapıldığı. Hadi fildir falan anlıyorum da, köyün şefinin annesini nasıl anlatıyorlar acaba? Mesela bir de Kuma Ken diye birşey var. Bu oyunda 0'dan 5'e kadar rakamlar yapıyorsunuz elinizle. Normal büyüklük-küçüklük ilişkisiyle belli oluyor kazanan ile kaybeden, lakin bir istisna var, 0 5'i yeniyor. Bunda oyun teorisi modeli daha ilginç; mesela 1 yapmanın hiçbir anlamı yok, çünkü 0'ı 2 ile de yenebilirsiniz, ama 1, 0 hariç tüm rakamlara yenilir, bu yüzden domine edilen strateji haline gelir. 1 anlamsızlaşınca, adımları geriden takip edersek 2 yapmak da anlamsız oluyor. Bütün mücadele 4, 5 ve 0 arasında; o yüzden taş-kağıt-makas tarzı bir üçlem var gene ortada. Ama kafayı çalıştırmayan biriyle oynuyorsanız, ve karşı tarafın 1-2-3'ten birini seçeceğini düşünüyorsanız gönül rahatlığıyla 5 seçebilirsiniz, keza 1-2 ya da 3 seçen birisi karşı tarafın 0 seçeceğini düşünüp saçmalamış demektir. Bu kadar yazıdan sonra "Çok karışık lan bu, ben yazı-turamı atar keyfime bakarım" diyeni taş ya da makas ile kovalarım, kağıt kesinlikle kullanmam.

16 Mart 2009 Pazartesi

Mustafa Hakkında Birkaç Şey

Can Dündar'ın Mustafa filmi için kopan kıyametler duruldu, ben daha filmi yeni izledim. Gerçi şöyle bir soruşturma vardı, sonunda ne çıktı bilemem. Üşengeçler için alıntılayalım: "Türkiye tarihinin en büyük sigara reklamı Atatürk kullanılarak yapılmaktadır." "Filmle, "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanuna Muhalefet" suçunun işlendiğini savunan Soydan, Atatürk'ten vasat, sıradan, herhangi bir kişiden bahseder gibi "Mustafa" diye söz edildiğini belirti. Soydan, "Hepimizin babasına 'Mustafa' demek cüretiyle ismini kısaltmak, kabul edilemez bir saygısızlıktır" denildi." "...filmin müziklerini yapan Saraybosna doğumlu Goran Bregoviç'in Ermeni asıllı olduğu öne sürülerek, "Ermeni soykırımı konusunda lobi çalışmaları yapıldığı şu günlerde film için bilinçli olarak cımbızla seçilmiş kişilerden biridir" ifadesine yer verildi." "Filmi Warner Bross dağıtıyor. Dünya çapında bir firma nasıl oluyor da Dündar'a destek çıkıp dağıtımı yapıyor? Bu, uluslararası yabancı destekli bir programın parçası olduğunun ispatıdır." "Atatürk'ün karga kovaladığı sahnede 'Yorgo' isimli Yunanlı bir çocuğun oynatılması, Ata'ya saygısızlıktır. Türk çocuğu kalmadı da Yunanlı bir çocuk Atamızı canlandırıyor" ---------------------------------------------------------------- Hayır, bir paragrafta koca dilekçeyi çökertmek mümkün, yazanların kalbi vardır diye birşey demediydik vakt-i zamanında. Baskın Oran'ın Karşı İddianamesi'nden daha güzel malzemeler var burada. Mustafa'ya geri dönelim (pardon saygısızlık mı ettik?) Kötü bir film. Film değil, diğer bir blog yazarı Alper'in deyişinin az değişmiş haliyle şudur: "Arkaya müzik ve anlatı konulmuş PowerPoint sunumu". Kronolojik anlatı sıkıcı, Atatürk'ün ailesinden insanların vefatlarının anlatıldığı sahneler Beetle Juice filmindeki gibi, grafik anlatılarda ciddiyet eksikliği var, filmin hedef kitlesinin kim olduğu Can Dündar'ın kafasında netleşmemiş vs. vs. Aristoteles'in Retorik'ine göre üç temel öge vardır: Ethos (kitleyi ahlaki olarak güvenilir olduğuna inandırmak, yeterli bilgi ve uzmanlık göstermek), logos (sağlam veriler, dayanaklar, bilgiler kullanmak) ve pathos (kitleye duygusal açıdan hitap edebilmek). Örneğin manipülasyonun kralını yapan, gerçekleri çarptırmada çok başarılı Michael Moore amcamız bunu çok iyi yapar; daha ilk dakikadan girer çarpıcı bir bilgi, bu üç ögeyi de çok iyi kullanır. (mesela Fahrenheit 9/11'ın başlangıcı; orada Al Gore'un kutlaması seçim zaferi değil, seçimden önceki herhangi bir "umut verici konuşma"dır, ama o kadar üzülür, kızar, ve de gerçek olduğuna inanırsınız ki, Moore 1-0 önde başlar maça) Bu açıdan baktığımızda Can Dündar'ın geçmişteki eserlerinden dolayı bir kredibilitesi var, ve de bunun üzerine oynayıp, Mustafa'yı "Atatürk hakkında kronolojik sıralı rastgele bilgiler" şeklinde dizayn etmiş. Duygusal yönü de, şu ana kadarki çekilmiş Atatürk belgesellerinden alıştığımız "propaganda filmleri" tadındaki mağrurluk değil, daha Hollywoodvari "lider güçlü olduğu kadar yalnızdır da, hadi sempati/empati kurun" tadında bir mağdurluk ile sağlanmış. Zaten bütün tartışmaları yaratan da bu, Atamız "zayıf" gösterilirken kızacak kimsemiz yok bu sefer, mesela Sarı Zeybek'te "Atamıza iyi bakmadılar, Atamız iyiydi de doktorları kötüydü, daha verecek neleri vardı!" hissiyatıyla hüzünlenirdik. Ya da Cumhuriyet'te, Kurtuluş'ta vs. "Selanik'te doğdu/Yunan'a da koydu/Helal olsun sana/Mustafa Kemal" tezahüratı yapasımız gelirdi. Bu filmden sonra "Atatürk de yalnızmış, niye o kadar içmiş ki, karanlıktan korkarmış" deyip bu zamana kadar beynimize akıtılmış "korku ile karışık saygı"nın yerini "sempati ile karışık sevgi" alıyor, bu da kısa devre yaptırabiliyor. Filmdeki ender güzel sahnelerden biri, Atatürk Bulgaristan'daki bir baloya yeniçeri kostümüyle katılır. Ama Can Dündar'ın yönetmenlik haricinde çuvalladığı başka bir yer var ki, o da logos. Araya bilinçli serpiştirilmiş, birden izleyicinin dikkatini toplayan kışkırtıcı ifadeler var filmde. Atatürk için net olarak "kadına, içkiye, gece hayatına düşkündü" ifadelerinin kullanılması (sanırım iki defa), din hakkındaki ifadeler bunlara örnek. Burada anlatılanların doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmıyorum (ki bence sonuna kadar doğru), fakat bütün filmdeki "mantık" şimdiye kadar duyduğumuz argümanlar olup, yenilik getirdiği açılar bu "tartışma yaratacak" konular olunca, Can Dündar belgesellerinde hep aldığımız samimi hava zedeleniyor. Bu noktada en başta değindiğim hedef kitle konusuna geri döneyim: Bu film Atatürk'ün bilinmeyen, ve yahut daha doğru bir deyişle bilinen fakat üstünkörü geçilen özelliklerini Türkiye halkına anlatmak için mi yapıldı? Eğer öyleyse başarısız, çünkü daha güzel bir olumlu-olumsuz nokta dengesi gözetilerek, sırf bu noktalara odaklanarak, belgeselin kimliği oturtulabilirdi. Bu film Atatürk'ün insani yönünü mü anlattı? İnsani yön sadece bilinmeyen zayıflıklar, eğlence düşkünlüğü, karanlık korkusu, aşksızlık gibi nispeten olumsuz yönler değildir. Bu film Batı'ya Atatürk'ü anlatmak için mi yapıldı? Başka liderlerin hayatlarını anlatan belgesellere göre çok zayıf, kurgusu sıkıcı, anlatımı çarpıcı değil, yabancıların ilgisini toplayacak düzeyde bir çalışma değil. Peki bu filmdeki bazı gerçeklerle, hikayelerle vs., Atatürk'ün hayatının belli bir bölümünü anlatan, militer yerine insani ögelerin ağır bastığı, bir Gandhi gibi, bir The Motorcycle Diaries gibi prodüksiyona altyapı çıkar mı, bu yönde bir yabancı prodüktörün dikkati çekilebilir mi? Evet çıkar, çekilir. Bu filmin benim nazarımdaki en önemli başarısı da budur. Bu filmi izleyip soruşturma açanlara, "Atamıza hakaret var!" diye yaygara koparanlara, ya da sırf Atatürk'ü biraz daha alışılmış dışında gösterdi diye "İşte cesaret budur, süper film, Atatürk'e bakışım değişti" diyenlere bir çift lafım var: Bırakın Allah aşkına.

13 Mart 2009 Cuma

Kılıçdaroğlu'nun sevme hakkı

Kılıçdaroğlu'nun 10 aylık torununun sigortalı olduğu haberinde Kılıçdaroğlu'nun çok komik bir açıklaması yer alıyor: "Yapılanı etik olarak doğru bulmuyorum. Ben İstanbullulara her zaman doğru söyleceğime dair söz verdim. Yapılan yanlış. Ancak bu benim torunumu sevme hakkımı elimden alamaz." Olur, bebek bir hata yapmış olabilir. Büyüklere düşen küçükleri affetmek, koşulsuz sevgi göstermektir...

12 Mart 2009 Perşembe

Yılmaz Özdil Fenomeni

Bu adam köşe yazısı yazıyor, ve bu adamı okuyan, ciddiye alan, ne güzel muhalefet etmiş diyen geniş bir kitle var. Kendisini en iyi tanımlayan şey herhalde e-mail adresi (yozdil@hurriyet.com.tr; ne guzel denk gelmiş "yoz dil" öyle?) En son eserine şuradan ulaşabilirsiniz; hayır bu adam hiciv yapıyorsa ben hiciv nedir bilmiyorum, bir daha da hicve bulaşmıyorum. (Hiciv dediğin böyle olur.) Benim cidden merak ettiğim bir şey var, onu da kendisine sormadan öğrenemem herhalde. Yazdıklarına cidden inanıyor mu, düşünce denizi bu kadar sığ mı; yoksa bir spekülatif Vaka-yı Bush ile, bir kendini basit gösterme, halkı böyle manipüle etme çabasıyla mı karşı karşıyayız? Belki de "ulusalcı" kitleyi aptallaştırıp oyları arttırmak üzere programlanmıştır kendisi. (Programlanmış deyince, bir robot ithamı akla gelmesin, daha çok lejyoner diyelim.) Kendisine meslek hayatında başarılar, onu okuyup ciddiye alanlara da derin düşünme yeteneği, mizah anlayışı, eleştirellik falan diliyorum. Bunlardan biri tutacak gerçi, ikincisi tuttuğu anda bu adam işsiz kalır, ben de her gece daha rahat bir uyku çekerim.

"808s & heartbreak" hakkında düşünceler

Kanye West son albümü 808s & Heartbreaks'den bahsederken, hepimizi güldürerek, "pop art" tabirini kullanmış. Tabii ki Bay West bu sözleriyle aynı terimi kullanan sanat akımının bir parçası olmanın aksine albümüne hakim olan popüler duruş ve sanatsal yöntemine dikkat çekmek istiyor. Rock kültüründe Sonic Youth, Brian Eno, Tv On the Radio, Deerhoof gibi oluşumların müziğinden bahsederken genelde "art rock" denir. Art Rock müziklerde genelde avant-garde etkilenimler, müziğin oluşturulmasında kullanılan yöntemler ve muziğin formal yapısı ön plana çıkar. Bu paralelde Kanye West'in albüne belki de "art pop" demek daha doğru olabilir. Son albümünde Kanye West'in sanatsal yaklaşımına dair en büyük ipucu Kanye West'in müziğin kendisiyle birlikte müziğini nasıl oluşturacağına verdiği önemdir. Albümün adında yer alan 808s, Kanye West'in tüm albüm boyunca kullandığı Roland TR-808 marka ritim programlayıcısından esinlenilmiştir. Kanye West bu enstrumandan çıkan sesleri transpoze ederek melodik ritimler oluşturmuştur. Kalın seslerden dolayı perde değişimlerini farketmek ekstra ilgi gerektirmektedir. Robocop adlı parçada ağır elektronik davul girişi beklenmedik bir şekilde aşk ve heyecan dolu Kissing in the Rain melodisine dönüşüyor. Nakaratta tekrar ritmik kırılma yaşanıyor ve girişteki davullara geri dönülüyor . Bu noktada kalın bass davul seslerinde gizlenmiş melodik altyapıyı duymaya başlıyoruz. Ritimlerin yanısıra Kanye West vokallere de büyük bir teknik önem veriyor. Kanye West'in şaşırtıcı miktarda şarkı söylediği bu albümde, kanye west'in sesi büyük oranda auto-tune ve vocoder efektleriyle harmanlanmış. Auto-tune, adından da anlaşılacağı gibi, kendine gelen sesleri belirli frekanslara yönlendirir, akort eder. Sonuç olarak Cher'in "Do you believe" sesi ortaya çıkar. Vocoder ise belli bir enstrumandan çıkan frekansları başka bir kaynaktan (ağzından mesela) çıkan seslerin frekanslarının şiddetiyle çarpar. Genelde bir enstruman ile insan sesi çarpıştırılır ve sonuç olarak, örneğin, Daft Punk'ın "Harder, Better, Faster, Stronger" şarkısında (gerçek anlamda) bize bir şeyler anlatan gitar solosu ortaya çıkar. Albümdeki şarkıların neredeyse hepsinde bu efektleri duyabilirsiniz. Şarkı söylemek Kanye West'in forte'si olmadığı aşikar, dolayısıyla bazi eleştirmenler bu vokal efektlerinin Kanye'nin eksiklerini kapatmak için kullanıldığını savunmaktadır. (dineyin: Love Lockdown) Bütün bu teknik altyapıdan öte, günün sonunda Kanye West bir pop/r&b albümü ortaya çıkarmıştır. Albümde aşktan, kalp kırıklıklarından ve üzüntülerinden bahsetmiştir. Genelde başkalarının yanında dinlemeye utanacağınız basit sözler yazmıştır. Fakat şarkılardaki raplerin azlığı, retro sentetik ritim ve melodilerin kullanılması albüme indie bir uç kazandırmıştır. Kanye West özgün, düşünce kokan, başarılı bir albüm ortaya çıkarmıştır.