Yaz lann dedi Shelbyl insanı, ben de oh evet Musa'msın sen, dedim - yazayım madem. İçimin politikayla dışımdan bir adım önde ilgilendiği zamanlar bu sıralar. İç hesaplaşmalar desem değil, eyleme dökmekle sorunum var desem değil. Yalnızca sabrediyorum diyerek geçiştireyim.
Yaklaşık iki haftadır benim gözlemlememe gerek kalmadan (o da ne demekse) gözüme sokulan bir çok gelişme oldu allaan belası İstanbul şehrinde. Her zamanki gibi, seçim geleneklerine, örf, adet ve hep-yutturduk-yine-yuttururuz'larına uyacak bir şekilde, şehir hooop diye değişmeye, eğilmeye ve bükülmeye başladı.
Bir metrobüs hattı açıldı ki en azından benim dilime destan. Köprülü kavşaktan Söğütlüçeşme'ye uzanan bitmemiş bir yol, bitmemiş/girişi belirsiz duraklar (öyle ki akbilini nereye basacağın belli değil), rahatlamaktan zerre nasibini almamış bir trafik ve televizyonlarda, billboardlarda "Koduk mu? Bunu da bitirdik işte, süperiz." diyen kelleler... Onca zaman varken niye şimdi? sorusuna nanik yapıyorlar. Aynısı neredeyse-memleketim Adana'da da var. Neredeyse on yıllık yılan hikayesi olan metro hooop diye açıldı. O da rayların üzerinde göstermelik bir seferden ibaret. Yoksa istediği kadar kassın, Aytaç Durak o hattı bi dört sene daha yarım yamalak bırakır.
Sonra bir hızlı tren vakası var tabii. İstanbul-Ankara arası "ışınla beni Scotty" kıvamında bir deneyim vadeden bu muhteşem hattın Eskişehir-Ankara arasında çalışmaya başlamasına ancak "beyler hızlı tren demişsiniz ama bildiğiniz hızlı banliyö bu" diyebilirim.
Hayıf hayıf hayıflanmaktan başka bir şey yapmamaktan da hiç hoşlanmadığımdan, en azından şehir/ülke halete ve onun efendisi ruhiyeye ne yapıyor onu söyleyeyim istedim. Bunlar önsevişmeydi yani.
Gelelim o halin ta kendisine. Tüm o medyatik faslın, ekonomik götünden sallayışın, politik kehanetçiliğin dışında bir iki zırvalamak istediğim şey var. Zamanın ruhunun arkadaş canlısı hayalet Casper'dan çıkıp yüz yıl öncemizin hayaletlerine -hem de ulusal devlet başlıklı rezaletler olarak- dönüştüğü son birkaç yılda önce Türkiye'nin 'mantık'ı dumura uğradı. Şöyle bir 40 yıl gecikerek yaşadı dumurunu ama olsun. Geç kalmanın da bir üstünlüğü var zira. Özgürleşme hareketlerini muhafazakarlar üstlendi yine. Lann, diyorsun böyle bir manzara karşısında. 80 yıllık "demokrasi" tarihinde niye hep böyle olageldi bu? Hayır edebiyata bakıyorum, sinemaya bakıyorum, coşagelip felsefeye bakıyorum, Türk-İslamcı denilebilen insanlar çalışıyorlar didiniyorlar tüm bir öğrenilecek üretilecek alanı yeniden ve yeniden köreltip 2 haftalık hafızaları inandırıyorlar tüm bir kurgunun doğruluğuna. Dahası, yüzyılların Kuran-ı Kerim'inin doğru düzgün okumasını yapmadan "Batı" teolojisinin/felsefesinin (iki kelime arasındaki yedi farkı bulun) altını üstüne getirip ümmetlerine bağlıyorlar ya, işte ben buna hayranlık duyuyorum arkadaş. Hayır olmuyor arkadaşlar ama, aferin. Sıçtıysam da en azından ıkınarak sıçtım, diyen herkese duyduğum bu hayranlığı hakettiniz.
Mantık körelmesi de en basit haliyle tümdengelimlerin eşekten düşen karpuz metaforuna taş çıkartır parçalanmalar sergilemesi şu halde. Solcular derken "kimden bahsediyorum lan ben" diyorsun mesela. Başörtüsü mü türban mı, din özgürlüğü mü sömürü mü, vatanseverlik mi ahmaklık mı, milli mi etnik mi vs vs sorup dururken ben yine tek bir çıkış görüyorum bütün bunlardan.
Edimsellik. Tüm bir muhalefet, tüm bir okumuş etmiş insanlar kitlesi, tüm bir "düşünüyorum öyleyse açım... hassiktir." camiası dönüp dolaşıp şöyle eylem, böyle görünürlük, şöyle proje, böyle kroşe diye dolanıp dururken egemenliğin ve hegemonyanın, burjuvazinin ve neoliberal sınıfsızların hepsinin kurulumundaki o basit olgunun nasıl yine unutulduğunu görüp görüp çıldırıyorum. Ha bu Heidegger'in ontik ontolojik ayrımıyla alakalı değildir, onu da ekleyeyim - bir ilgi var ama buraya böyle atılmaz tabii. Gerçi siz bunu bir de Hece dergisinden okuyun! Maşallah Sunay Akın bile haltediyor neyin neyle bağlanabildğini gördüğünüzde.
Evet kültür, evet özdeşleşme, evet din, ahlak, bilim ve ekonomi. Bunların hepsi tamam. Ama insanlar - o seçmen kitlesi dediğimiz var ya, o- görüp de beğendiklerini alıyorlar. Onlara iyilik yapmakla olmuyor artık. Kötülüklerin en paşasını yapmak gerek. Şeytan nasıl farkındalık verdiyse o elmayla, öyle. Özgür bırakamazsın. O bambaşka bir otorite. Ama özgürlüğü tattırmakla başlar hepsi. Jean Valjean'ın ruhunu satın almakla, üç beş adamı Fransa'lara gönderip hoop Jöntürk diye başına geri bela niyetine getirmekle, yerinde duramayıp sağa sola yeni fikir sıçan insanlar yaratmakla başlar hepsi. Bu ülkenin başbakanından öğrenecek çok şey var. (Bayılırım böyle klişelere) "Güvenilir olmak" ya da "güven vermek"ten gelen otoritenin o bahsettiğim körelen mantığın -körelmeden hemen önce- karşısında durabilmesinin ayrıntılı özeti bir beden olarak başbakan insanında mevcut.
Ve madem "farkındalık yaratalım arkadaşlar" muhalif örgüt toplantısı klişesi olmuş; kullanılan/tüketilen/tüketmeye ihtiyaç duyulan muhalefetler üretmekten başka ben bir çıkış görmüyorum. Gördüğüm diğer yollar 'çıkış' kelimesine küfrederler, o ayrı mesele. Ne idüğü belirsiz olan o 'toplum' için virüsler, matrixik deja vous'lar ve sarsıntılar olmadan nereye çıkıyorsun zaten? Devrim deyince Blanchot'nun anladığı da buydu zaten. ama ben piç ettim, kusuruma bakmayın. Edebiyat konuşamayacak kadar sakinim.
Ne diyorduk? Ha evet, her yere giden yollarımızdan geçerek hiçbir yere gidemeyişimiz yine kutlu olsun. Kuru gürültü kuru da olsa gürültüdür; gürültü de olsa kurudur. Islatmak lazım. Bilmem sesimdeki Stavrogin duyuluyor mu?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder