3 Ağustos 2009 Pazartesi
Bir Direniş Oratoryosu
Geçen Cumartesi akşamı Rumeli Hisarı'nda Jeanne Moreau'yu dinledik kız arkadaşımla. Yom Yom ve Kippur gibi filmlerini izlediğim, en son da Serbest Bölge ile artık kendisine iyice kızdığım Amos Gitai'nin yönettiği epik-trajik bir oratoryoydu bu. Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğulları'nın Savaşı adındaki oyuna açıkçası beklentisiz gittim. Çünkü bir önceki gün gitmiş olan bir arkadaşım beni minör bir Yahudi ajitasyonu izleyeceğim, Türk oyuncu Cüneyt Türel'in yetersiz olduğu ve Jeanne Moreau'nun yalnızca artık iyice zayıflamış sesiyle oyuna katıldığı konusunda uyarmıştı. [Bu arada hemen uyarayım, resimler Hisar'dan değil, dinletinin yer aldığı başka ülkelerden, fikriniz olsun diye koyuyorum. Ama sondaki resim ve video benim telefonumdandır - dinleti öncesi ve sonrasında uyarı görmedim, duymadım, almadım - yasaldır yani]
Genel olarak bir oyuna ya da gösteriye gitmemde en çok bilet fiyatları belirleyici oluyor. Bu açıdan uzun süredir tiyatro izlemediğimi not düşmem gerek. Zira bir oyunu ya da filmi beğenmemde ve onunla ilişki kurmamda izleme sıklığımın çok etkisi oluyor. Festivallerde çok film harcarım mesela... Ve en son Bilgi Üniversitesi'nde Oyunbaz Tiyatro Topluluğu performansıyla izlediğim Peer Gynt'ten (bilmeyenler için: "per günt" okunurmuş - ben bilmiyordum :)) çok memnun çıkmış olduğum için açlığım katbekat artmıştı zaten. O yüzden belki de günler geçtikçe üzerimdeki etkisi azalacak bu oyunun.
Bir olumsuz ve bir olumlu etken saydım. Ama ikinci paragraftan oyunu beğendiğim anlaşılmıyorsa, baştan söyleyeyim, gayet mutlu ayrıldım oradan. Beni uyaran arkadaşıma ise bir tek Cüneyt Türel konusunda katılıyorum. Ezberlenmemiş replikleri ve tamamen umursamaz tonlamalarıyla çıldırttı beni Türel. Örneği ileri bir noktada vereceğim.
Oyun Flavius Josephus'un Yahudilerin Savaşı metnine dayalı. Milattan sonra 66-73 yılları arasında geçen savaş, Yahudiler'in Roma'lılara karşı gösterdikleri şok edici direnişi merkeze alıyor. 7 bölüm var.
Birinci bölüm olan İsyan, Sema'nın ağıdıyla Türkçe başladı. Açıkçası duyduğumuz duru ses tatlı bir giriş oldu oyuna. Arkaplana kurulmuş olan asma kulenin tepesinden Kudüs'e bakan Shimon'un henüz anlam veremediğimiz tepkilerinin başlangıcına denk gelen bir bateri dinletisi başladı daha sonra. Bu kısım açıkçası oratoryonun en başarılı kısımlarından biriydi. Broşürden adının Shahar Even Tzur olduğunu öğrendiğim müzisyen(?), kurulu platformun metal çubukları, merdiven basamakları ve eklemleri üzerinde hayatımda duyduğum en vurucu ritmik cümleleri kurdu. Bu kısmı Rumeli Hisarı'nın rüzgarıyla beraber insanı baştan aşağıya titretecek bir etki bırakıyordu insanın üstünde.
Biz henüz ürpertimizi üzerimizden atarken Jeanne Moreau en öne kurulmuş masasına geçip Josephus olarak tarih dinletisine başladı. Açıkçası öyküyü baştan aşağıya anlatmak anlamsız olur. Ancak Josephus-u Moreau'nun ağzından dinlediğimiz öykünün Yahudiler'in Romalılar karşısında önce iç çöküşünü sonra da gerçek yenilgisini anlattığını söylememde fayda var. İki kentin; Kudüs'ün ve Massada'nın yenilgileri anlatılıyordu. Kudüs'ün önce kendi iç savaşı, sonra da sonradan imparator olacak olan Romalı general Vespasianus'un oğlu Titus'un karşısında verdiği savaşı dinledik bu noktada. Titus karşısında açlıktan kırılan Kudüs halkının resminiyse en net Kudüs'lü Meryem'i canlandıran Sedef Ecer veriyordu. Bir noktada kendi bebeğini insanlara aş edecek kadar deliren Meryem'in Ecer elinden devlet tiyatrosu tadında yorumlanan portresi yerinizde kıvranmanıza neden oluyordu yer yer. Acıyı hissedememenin yarattığı bir kıvranmaydı bu...
Öte yandan Titus'u Türel'in sesinden dinlemek ise en başta anlattığım üzere tam bir işkenceydi. Örneği de burada vereceğim. Çünkü en iyi bu örnek kalmış aklımda. Yahudilerin direnişi karşısında sabretmeye karar veren Titus'un şöyle bir repliği vardı: "Onların ne kadar kararlı olduklarını görmeye karar verdim." Türel bu cümleyi görece nötr ve kinayeli/aşağılayıcı bir tonlamayla vermek yerine tam da "ne kadar" kısmında belgesel dublajına kayan bir fazla-vurguyla tonlama yapmaya kalkınca sanki cidden Yahudilerin kararlılıkları hakkında bir fikri varmış gibi, her şeyi bilen bir anlatıcının mevkiinden konuşur gibi konuşuyor ve seyirciyle aynı yerden oyuna katılıyormuş izlenimi veriyordu... Hayır be adam! Sen orada bir karaktersin ve bizim "kaddar" bilmiyorsun ne olduğunu. O yüzden artık sesine güvenmeyi bırak da karaktere gir ama, değil mi?
Oyunun genel akışına dönmek gerekirse: Jeanne Moreau en ortadaki masasında, soğuğa karşı önlem olarak bacaklarına örttüğü kırmızı battaniyesiyle ve kendisine göre solda kalan bacanın üzerine ve aynı anda kendi üzerine yansıtılan Türkçe konuşma metni çevirisiyle sesini bize sunarken, şömine önüne oturup anneannesinden tarih dinleyen çocuklara dönmüştük hepimiz. Olayı iyice romantikleştirmemek adına, bunun bir de eksisi olduğunu söylemeliyim. Jeanne Moreau'yu tanıyıp yalnızca sesini dinliyor olmak biraz rahatsız ediciydi. Oyuna dahil olmasını istemiştim açıkçası. Ancak L'Amant filmini yalnızca onun sesi için bile tekrar izleyebileceğimi düşününce (gerçi başka sebepten izlemem - sevmem zira o filmi), kendisinin ne kadar iyi bir ses olduğunu ve ne kadar iyi bir seçim olduğunu tekrar tekrar anlıyorum.
Bu noktada da bu yazının tek -nasıl denir- dişe dokunur saptamasını sunabilirim herhalde. Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğulları'nın Savaşı tamamen seslere dayalı bir "gösteri"ydi. Bu açıdan bir dinletiydi pek tabii. Tüm gücünü seslendirenlerinden ve müzisyenlerinden alıyordu. İsyanı, açlığı, direnişi hep seslerde duyuyordunuz. Mekan olarak Rumeli Hisarı'nın seçilmesi de boşuna değildi tabii. Arkaplanda bazen Anadolu yakasından atılan havai fişekleri görüyor ve duyuyorken, bazen de öyküde/tarihi anlatıda bahsi geçen kalelerin, surların ve meydanların hissini başka nerede daha iyi alabilirdiniz ki? Gerçi Türel de, bir noktada 'surlar' derken hisarın surlarını göstermiş ve aslında gayet anlamlı olabilecek bu jesti kendi beceriksiz yabancılaşmışlığıyla piç ettiğiyle kalmıştı.
Oratoryo'nun bölümlerinin adları sırasıyla şöyle: İsyan, İç Savaş, Kuşatma, Açlık, Kentin Düşüşü, Zafer Alayı ve Massada. Özellikle 3. ve 4. kısımları uzun sürüyorlar. Massada kısmıysa en vurucu olması düşünülen kısım. Bana Fritz Lang'ın 1924 yapımı Nibelungen'inin ikinci kısmı Kriemhild's Rache'yi (Kriemhild'in Siegfried'i öldüren akrabalarından Attila Han yardımıyla intikam almasını anlatır bu kısım) anımsatan bu son bölümde Massada'ya kaçan Eleazar, tüm halkı intihar etmeye ikna eder ve Romalılar'ın zaferini böyle engeller...
Bu kısmı çok düşündürücüydü oyunun. Zira ülke ülke dolaşarak bu oyunu sergileyen Gitai'nin gerek direniş, gerek tırnak içinde olması son derece önemli olan "Roma", gerekse gurur ve kimlik adına söyleyecek şeyleri olmalıydı. 'Toplu intihar' hemen hep faşistik ideolojileri içinde barındıran ya da onu karşısında bulunduran bir kavram olmuştur. Zira "kimliğimizi ve yurdumuzu kaybetmektense" koşullarıyla başlar bu girişimler. Filistinli intihar bombacıları bu çerçeveye ne kadar girer mesela? Amerika nasıl bir yerde durur bu sanat eseri karşısında? Yahudilerin kendileri nasıl hissediyorlar bu oyunu izlediklerinde? Böyle sorular geeldi aklıma.
Sonra tekrar Die Nibelungen geldi aklıma. Hitler'in favori filmi olması geldi. Filmin kendisi her ne kadar antifaşist ve insan merkezli politikanın karşısında olsa da, Hitler bu filmi Alman gururunun ve kararlılığının en saf örneği olarak görmüştü. yaklaşık 85 yıl sonra Yahudiler için de bu oyun öyle bir etki yaratıyor muydu? Bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki, bu oyun hiçbir zaman politikadan ayrı tutularak anlaşılamayacak. İçinde aslında direniş adına söylenen o güzel cümleler, "her şeyden önce varlığı unutuyoruz" diyen ağıtlar değil, küçük harflerle, yahudilik, romalılık, gurur, kibir, kararlılık, yücelik, kimlik, birlik, kardeşliksiz bütünlük gibi politik kirlenmelerle doldurulmuş kavramlar konuşulacak.
Oyunun beni en çok sarsan kısımları tek kelimesini anlamadığım İbranice ağıtlardı. (Broşürden adını yanlış almadıysam) Menachem Lang'ın sesi ilk olarak acıyı unuttuğumuzu, ilk olarak savaşların acısını unuttuğumuzu düşünmeme neden oldu benim. Oyundan bunu aldım. Savaşlar kazanan-kaybeden, değişen-değişmeyen gibi ayrımlarla değil, acıyı çekenler üzerinden konuşulmalıydı. Yahudiler-Romalılar olarak değil, anneler, babalar, çocuklar, açlık, yokluk, insanlık üzerinden konuşulmalıydı. Lang orada kim bilir ne diyordu halbuki...
Sonuna doğru kayıt almayı akıl ettim, o yüzden şu minnacık klibi de final niyetine buyrun dinleyin. Kalite hak getire tabii.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 yorum:
gitmiş kadar oldum resmen. bu arada madem hem filmin, hem de ağıtların bahsi geçmiş, belirtmekte zarar görmüyorum; free zone'un başında, natalie portman'ın ağlaması eşliğinde dinlediğimiz ibranice halk türküsünü dinleyesim geldi.
bir de ben mi ıskaladım lan? baskın oran etiketi ne alaka? Şu cümle midir anımsatması gereken: "Savaşlar kazanan-kaybeden, değişen-değişmeyen gibi ayrımlarla değil, acıyı çekenler üzerinden konuşulmalıydı." nil karaibrahimgil'den bana gelsin: "ben aptal mıyım?"
bir de ekşide şöyle bir şey var: #16603743
Ekşi'deki yorum tam da korktuğum türden yorumlardan. İşte oyunu kendi başına düşünmenin asıl politik jest olduğunu unutmaktan geliyor bu. Beklediğini alamayan herkes üzülür ama, sanat öyle bir şey değil ki...
Baskın Oran etiketi ben Oratoryo yazmaya çalışırken yapışmış oraya. Sonuç: Atoryo, Baskın Oran
Te allaam :)
ahahahaha... ben de diyorum benim alamadığım bir mesaj var herhalde derinlerde :-)
Yorum Gönder