2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

28 Ocak 2011 Cuma

Oscar'a Doğru: The Social Network

Birkaç gün önce 83. Oscar Ödülleri'nin adaylıkları açıklandı. Her sene yapmaya çalıştığım ama beceremediğim "Oscar'a kadar bütün aday olan filmleri izleme" projemi bu sene blog'a yazma motivasyonuyla birleştirip nihayet muvaffak olmayı tasarlıyorum. Bu bağlamda izlediğim ilk film "Feys'in filmi" The Social Network oldu. (Diğer adaylardan önceden izlediklerim var, ama bunu daha yeni izlediğim için sıcak sıcak kritiğini yapalım)

Kısım I: Oscar perspektifi


The Social Network, çok başarılı bir Hollywood prodüksiyonu. Hollywood evreninin belirlediği kurallar dahilinde yapılabilecek en iyi işlerden birisi. Fincher, mükemmel bir yönetmenlik göstermiş, Sorkin ödüle oynayan diyaloglarını yazmış -ki zaten kendisi senaryo hot shot'ı bir adamdır-, düz anlatımla sıkıcı olabilecek bir hikaye, ortalama izleyicinin kafasını karıştırmayacak geridönüşlerle süslenmiş. O yüzden Oscar bağlamında baktığımızda en güçlü adaylardan birisi bu film, lakin kişisel olarak tatmin olmama hakkımı saklı tutuyorum.

Oyunculuğa gelelim: Jesse Eisenberg, Mark Zuckerberg karakterini harika canlandırmış. Senaryonun vermek istediği Zuckerberg imajını birebir gösteriyor bize, bir geek (inek) ama aslında kafasının içinde türlü tilkiler dönüyor, senaryonun kendisine biçtiği "istemeden kötü adam/cool olma zorunluluğu" rolünün hakkını veriyor. Aynı şeyleri Eduardo Saverin karakterini canlandıran Andrew Garfield için söylemek mümkün değil, onun oyunculuğu bazı sahnelerde karakter dışına çıkıyor. Kızarken Al Pacino, şaşırırken Keanu Reeves performansı verince biraz sırıtıyor. Özellikle çatlak kız arkadaşının odasını bastığı sahneyi kaldıramamış diye de ayrıntılandırayım. Filmin sürprizi ise Justin Timberlake. Kimi yerlerde Saturday Night Live havasından çıkamasa da, oldukça başarılı bir performans sergilemiş kendisi. Zaten kendisinin N'Sync sonrası gelişimini takdir ediyoruz ailecek.

Nine Inch Nails adlı tek kişilik grubun dahi çocuğu Trent Reznor, bu filme de imzasını atmış müzikler konusunda. Zaten gençliği konu alıp herkese hitap etmeye çalışan, ama bunu yaparken entelektüeliteyi de kaybetmeme kaygısı güden; hem eğlenceli, hem de karanlık olmaya çalışan bir filme karakter olarak yakışan bir adam aransa akla Reznor gelirdi. (Bu cümleyi ikinci defa okuduğumda kendimden iğrenebilirim gerçi)

Özetle, anaakım kalite standartları açısından baktığımızda, kesinlikle bekleneni veren, o misyonu Inception'dan daha iyi kotaran (bu ayrı bir yazı konusu olacak) bir film The Social Network, Oscar adaylığı da sağlam. Ama bu demek değil ki eleştirilerimiz olmayacak:

Kısım II: shelbyl ile Sıkıntı Var


Öncelikle: David Fincher. Biz seni Holivud'un olasın diye sevmedik Fincher. Sen Se7en ile, The Game ile, Fight Club ile bizim sınırlarımızı zorlardın; kült filmler yapıp kendini tekrar tekrar izlettirirdin. 40'lı yaşlara gelince sana bir haller oldu, ödül peşinde koşmaya başladın; önce Benjamin Button, şimdi bu. Sinema yeteneğini böyle stüdyo işlerinde harcamayıp da eski günlerine geri dönersen çok müteşekkir oluruz.



İki: Film buram buram mizojini kokuyor. Burada bir çizgiyi iyi çekmek lazım: filmde tasvir edilen dünya zaten ağırlıkla mizojinik, teknoloji endüstrisinde kadına üst bir değer atfedilmesini beklemiyoruz, lakin bu dünyayı tasvir ederken aynı zamanda kadın tarafını da bir şekilde yansıtmak lazım. Mad Men dizisini izleyenler bilirler, 60'ların Amerikasında kadınların sosyal statüsü pek de iç açıcı değil. Fakat dizi bu kadın düşmanlığını öyle bir yansıtıyor ki, hem karakterlerin o hareketlerini anlayabiliyoruz, hem de ona dışarıdan bakabiliyoruz. The Social Network'e baktığımızda, elimize psikopat kız arkadaş, sadece sevişmeye gelen bir otobüs dolusu kız vs.den başkası geçmiyor kadın babında. Rashida Jones'un canlandırdığı avukat karakteri dahi "ezik" hissiyatı uyandırıyor izleyende. Facemash adlı, öğrencilerin hangisinin daha güzel olduğunun karşılaştırıldığı site aktarılırken sadece kadınlar karşılaştırılıyor gibi gösteriliyor mesela, lakin o sitede erkeklerin resimleri de karşılaştırılmakta idi gerçekte. Filmin çizdiği dünya bu yüzden tasvir boyutunu aşıp tasvip boyutuyla flörtleşiyor, bu da bana rahatsızlık veriyor.

Üç: Eğer "gerçek hikaye" anlatacaksanız, gerçek hikaye anlatacaksınız. Benim biyografik filmlerle ilgili temel sıkıntım bu, A Beautiful Mind'dan da bu yüzden nefret etmiştim zaten. John Nash'in hayatını anlatıyorsan eğer, John Nash'in hayatının en önemli ayrıntısı olan homoseksüel ilişkilerini, gayrimeşru çocuğunu vs. de anlatacaksın. Öyle "drama olsun, tatlı olsun, etliye sütlüye karışmasın" kafasıyla biyografik film çekilmesi beni sinir ediyor.

Tarihi gerçekleri farklı anlatma lütfuna sahip olamaz mı bir film? Hayır, bal gibi de olur. Inglorious Basterds'daki gibi çizdiğin dünyanın masalsı sınırlarını en baştan belli edersin, o çerçevede hikayeni anlatırsın, biz de sonunda "Aaa Hitler sinemada mı öldü gerçekten?" diye sormayız. Ama daha 2 yıl önce yaşanmış olayları aktarırken "Şunu bir Hollywood sosu ile süsleyelim" diye yaklaşıp hikayesi anlatılan insanların hepsine "Ya iyi de öyle değildi bizim olayımız" dedirtirsen, orada bir yanlış vardır.

Sonsöz: Filmin kendi içinde yapmaya çalıştığını takdir etmekle beraber, film dışı elementleri de göz önüne alınca "favori filmim" diyemiyorum. Oscar'ı alır, ama benim gönlümün Oscar'ı başkasına gidecek herhalde. 7.5/10   

25 Ocak 2011 Salı

Hakaretin Bu Mu Dünya?

Bu hakaret davası mefhumu artık bıkkınlık verici duruma geldi. En son Melih Gökçek, Tansel Çölaşan'dan 5 bin lira kazanmış. Dava ise ortaoyunu kıvamında.

Tansel Çölaşan; "12 Eylül referandumunda ''evet'' oyu kullananların ''gaflet, dalalet ve ihanet içinde olduklarını'' söylemiş. Bu kadar. Saçmasapan bir laf, ama bir laf yani. Olayın içinde hakarete dair hiçbir şey yok. Peki karar ne? "Milletin iradesini tahkir ve hakaret" etmiş bu sözler. Bu ülkenin politikacıları her gün birilerini ihanet ile suçlarken, sapkınlık (dalalet) içinde olduklarını söylerken hakaret yok da, birden şimdi mi aklınıza geldi milletin iradesini korumak? Millet verdiği oydan dolayı bir kamptan "bidon kafalı", "göbeğini kaşıyan", "kendini kömüre satan", diğer kamptan "bu ülkenin değerlerine sahip çıkmayan", "dini elden götüren" falan olurken iradenin tecellisine zeval gelmiyor muydu?

Hadi onu kabul edelim, sıfırdan bir hakareti yaratalım. Bunun Melih Gökçek ile alakası ne?

"Gökçek'in, referandumda ''evet'' oyu kullandığı ifade edilen dilekçede, Çölaşan'ın her ne kadar genelleme yaparak konuşmuş olsa da, ilk etaptaki muhataplarından birinin Gökçek olduğu savunulmuştu."

Bu ne ya? Buluttan  nem kapmak değil mi bu? Yargı ne zamandan beri aşırı alınganlığı ödüllendirmeye başladı?
*   *   *
Ha, diğer yandan ne olmuş? Erdoğan'ın "Hayır diyen darbecidir" sözlerinde hukuka aykırı bir durum bulunmamış.

Ya bu milletin iradesi değil mi o zaman? Darbecilik yasalara göre bir suç iken, ve de "gaflet içinde bulunmak" diye bir suç yok iken; bir kişiyi bir suçla itham etmek mi iftira ve hakarettir, yoksa gaflet ile itham etmek mi? Türkiye ne zaman eyalet sistemine döndü de, Ankara'nın hukuku ile İstanbul'un hukuku farklı oldu?
*   *   *
Hayır esas üzüldüğüm, anaakım medya bu kararların saçmalığına ve tutarsızlığına, hakaret kavramının cılkının çıkarılmasına odaklanmaz da, gider "yandaş yargı/candaş yargı" kavgası çıkarır buradan. Bahse girerim yarın bu temada bir yazı yazılacak. Favorim Yozdil, plase Mengi.

24 Ocak 2011 Pazartesi

18. Yıl

"Biz siyaset olarak karşıtlarımıza özgürlük tanımazsak, birer gizli faşistiz demektir."

"Batı demokrasileri, emek ve sermayeyi belli dengelerde tutmaya çalışan bir siyasal çerçeve içinde gelişiyor. Sözüm ona Batılı olmaya çalışıyoruz, çeyrek yüzyıldır Batı demokrasilerine özenip duruyoruz. ama Batılılık adına baskıyı, Batılılık adına sansürü, Batılılık adına sömürüyü sürdürüyoruz. Batı’da hiçbir düşünce yasağı yoktur. “NATO ülkeleri kadar özgürlük istiyoruz” diyenlerin de üzerine taşla, sopayla, kurşunla, kelepçeyle, yasakla, beş yıldan on beş yıla kadar uzanan hapis cezalarıyla gidiyoruz."


"Demokrasi, her türlü düşünceye söz ve örgütlenme hakkı tanır. Bu, Batı türü demokrasidir. Örneğin, Fransa'da, örneğin İtalya'da, örneğin İngiltere'de böyledir. Bizim kafamızda demokrasi için seçtiğimiz "fraksiyon" budur. Böyle bir demokrasi, böyle bir hukuk devleti, böyle bir özgürlükler demeti... İstediğimiz, özlediğimiz, böyle bir demokrasidir."


"Bu ülkede komünist partilerin de kurulmasını istemekle Marksist-Leninist olmak arasında dağlar kadar fark vardır. Batı'da burjuva liberalleri bile komünist partilerin varlıklarına karşı çıkmazlar, ama liberaldirler ve görüşlerini, karşıtları ile tartışa tartışa benimsetmek isterler."

Bu sözlerin yazarı, bugün ölümünün 18. yılını andığımız Uğur Mumcu. Bu sözleri Uğur Mumcu, 1980'lerde, bugünün sonradan demokratlarının darbe şakşakçılığı yaptığı dönemde yazıyor. 

Mumcu'nun katilleri tam 18 yıldır bilinmiyor. Eh, siz bir davayı 18 yıl aydınlatmazsanız, bazı çenesidüşükler de giderler maktülleri sınıflandırırlar "bu demokrasi şehidi, bu demokrasi şehidi değil" diye. Hatta bir polisi "demokrasi şehidi" sınıfına sokarlar da -ki haklıdırlar-, Mumcu gibi bir düşünce adamını ve gazeteciyi oraya yerleştiremezler.

Mumcu Kemalistti, Kemalizm ile anlattığı da "antiemperyalizm" idi. Bu yüzden liberallerle aynı noktada değildi, burası tamam. Lakin Mumcu, bu memlekette Kürt lafı dahi anılmazken, Kürt kimliğini resmen tanıdığı için ANAP'ı takdir edecek kadar da sağduyulu bir insandı. Bugünün partizanlarını cebinden çıkarırdı yani. 90' öncesi Türkiye ile bugünün Türkiyesinin konjonktürel farklarına bakmadan, yalakalığın verdiği kudretle sıvayanlara duyurulur.

Boşboğazlara ayarın en güzelini oğlu iliştirmiş zaten, ama biz de üzerimize düşeni yapalım. Kimileri artık gemi azıya aldılar zira.

23 Ocak 2011 Pazar

Kafa Atmak Serbesttir

Hatırlar mısınız Akın Birdal'a kafa atan şuursuzlar kralını? Yalnız da değildi hani, zira haberi veren ultra duygusal gazete Hürriyet, şu başlıkta eleştirdiğimiz güzide bir metin kullanmıştı: "BDP mitinginde olay çıktı: Kafa atan genci linç ettiler." Adam sanki kafa atmamış da peynir almaya gitmiş gibi...

Bu kafası güzel arkadaşın tek yanında olan bazı medya da değilmiş, adalet sistemi de yanındaymış kendisinin. Zira kendisi daha ilk duruşmada tahliye edilmiş.

Peki biz şaşırdık mı? Hayır. Zira bu memlekette Ahmet Türk'e yumruk atan şahıs da serbest bırakılmıştı. "Her şehit için 5 DTP'li öldürün" diye yazan yazarın söyleminde bir "suç unsuru"na rastlanmamıştı. (TCK 216 da nedir ki?) Tabii bu arkadaşların en büyük avantajları Türkçe savunma yapmaları, yoksa Lozan'ın kendilerine verdiği hakka dayanarak Kürtçe yapsalar neler olur kim bilir...

Eh, zaten artık hükümetimizin değerli ögeleri Arınç ve Eroğlu da "kızıl elma" demeye başladıklarına göre, gideceğimiz yol belli:

Ötügen yolu yokuştur, kafaları tokuştur.

Haydi Türk genci, kafatasına kuvvet! Belki öyle öyle neslin tükenir de kurtuluruz.

19 Ocak 2011 Çarşamba

4 Yıldır Hrant Yok

4 sene oldu Hrant Dink ensesine sıkılan bir kurşunla aramızdan ayrılalı. Dink'in canına kıyılmasından sonra iktidar söz verdi bu cinayetin failinin ya da failerinin ceza alacağına. Zanlı yakalandı, bağlantılar ortaya çıkarıldı falan derken... Sus. Her zamankinden.

Bu haberde, soruşturmadaki aksaklıkların ve abuklukların ne derece olduğunu okuyacaksınız.

Bu haberde, o gün sorumluluğu olanların bugün nerelerde olduklarını, nasıl mükafatlandıklarını göreceksiniz.

Etrafınıza baktığınızda göreceksiniz ki, 2004'ten 2007'ye kadar olan Hrant'ı bitirme sürecinde hiç sesi çıkmamış bir sürü medyacı bugün "Dostumdu, arkadaşımdı, mücadelesi en büyük mücadelemdir" deyip yarın Çiçek'lerin, Batum'ların, Bahçeli'lerin partilerini savunan yazılar yazıyorlar.

Bir daha bakacaksınız, kimileri "Hrant'ı asker bitirdi, Ergenekon bitirdi" diyor; kimileri "Polis bitirdi" diyor politik ekseni uyarınca. Hrant bahane, suçu atma şahane. Tabii siz "Ama devletin azınlık karşıtı tutumu hep aynı, polisin de askerin de kırmızı çizgileri kesişir" falan demek isteyeceksiniz ama, dinlemeyecekler.

Hem Başbakanımız da dedi, Türkiye'de faili meçhul cinayet mi kaldı yahu? Yapmayın böyle şeyler. Cık cık cık.

Bugün gene bir yerlerde bir şekilde gidip "Hepimiz Hrant'ız" diye bağıracağız ya, aslında hiçbirimizin hakkı yok. Bu "devletlü" döngüsünü kıramayan insanlar olarak kaldıkça da o hakkımız olmayacak.

18 Ocak 2011 Salı

"Erdoğan Şimdilik Milliyetçi!" Hikayesi

Son zamanlarda benim de dahil olduğum liberal kesimde haklı bir telaş havası var. Son 8 yılda icraatları ve söylemleriyle Türkiye'ye demokratikleşme adına en çok fayda getirmiş olan popüler siyasi figür Erdoğan, özellikle 12 Eylül referandumundan sonra tanımlanamaz bir "majeste" tutumu içine girmiş bulunmakta. Polisi yedirtmeyen, verdiği hizmetleri tehdit aracı olarak kullanan, azınlık hakları ve anayasa konusunda 180 dereceye yakın dönüş yapmış bu Erdoğan'ın nereden peydah olduğunu anlamaya çalışıyor liberal kesim.

Bir görüş şu: "Erdoğan seçimler yaklaşıyor diye milliyetçi kesime yaranıyor, seçimlerden sonra eski haline dönecek." Bu görüşe katılmıyorum, ve de bu yazıda neden katılmadığımı anlatmaya çalışacağım.

1. Erdoğan'ın sahip olduğu gücü iktidar sürecinde mümkün mertebe olumlu yöne kullandığı gerçeğini yadsıyamayız. Lakin bu tutum, Erdoğan'ın kimliği hakkında bir ilüzyona yol açmış durumda. Unutulmaması gereken şu; Erdoğan en nihayetinde bir politikacıdır, ve de politikacının birincil amacı oy toplamak ve iktidarda kalmaktır. Erdoğan, yola sadece Türkiye'yi daha demokratik bir yer yapmak için çıkmış bir iyilik meleği değildir.



2. Tarih boyunca "Önce bazı kesimlere hoş gözükeyim, koltuğumu garantileyeyim sonra reform yaparım" diyen bir lider olmamıştır. Reformist bir lider, her şeye karşın reformlarını yapar ve de sonuna dek savaşır. Erdoğan, iktidarının en başında reformlarını kararlılıkla yapmışken ve de karakterini ortaya koymuşken; bu karakter ona büyük bir oy artışı getirmişken şimdi kendisinin geçici bir politika benimsediğini düşünmek aşırı iyimserlik olur. Erdoğan şu an bir makyaja ihtiyaç duyacağı bir pozisyonda değildir.

3. AKP hiçbir zaman "liberal" bir parti olmamıştır, kurulduğundan beri bir çatı partisidir. AKP'nin esas amacı liberal bir hüviyet kazanmak olsa idi, Cemil Çiçek ve şürekası isimler partiden, parti güç ve otoritesinin zirvesindeyken uzaklaştırılırdı. Çiçek'in temsil ettiği 12 Eylül zihniyeti AKP'nin en önemli pozisyonunda ikamet etmeye devam ederken, "Erdoğan geçici role soyundu, aslında liberalleşecekler" düşüncesi tarihsel süreçte reddedilmektedir. Nitekim Erdoğan'ın son bir haftada sırt çevirdiği isimlerin Ertuğrul Günay ve de Ahmet Altan olması tesadüf olamaz.

4. Tarihin önümüze serdiği bir başka gerçeklik şudur: "Güç adamı şaşırtır." 8 yıl boyunca iktidar koltuğunda oturmuş bir lider, kendisi farkında olmadan mağdur ve mazlum mertebesinden mağrur ve müstebit mertebesine yükseliverir. Nasıl zamanında demokrasi için yola çıkan Menderes işi Vatan Cephesi kurmaya, protestoları bastırmaya vs. götürmüştür (ve de sonucunda 1957 seçimlerinde oyları %10 oranında azalmıştır); nasıl ki ANAP ekonomik sinyalleri ciddiye almayınca ve Özal'dan sonra kendisini statükoya angaje edince tarih sahnesinden silinmiştir; benzer icraatlere icazet vermeye başlayan Erdoğan'a farklı gözle bakmayı gerektirecek baskın bir sebep yoktur.

Erdoğan ister bugün tüm samimiyetiyle iyi bir şeyler yaptığını düşünsün, ister milliyetçi kesimin suyuna gitmeye çalışıyor olsun; o gücün ve rahatlığın tadını aldıktan sonra geri bırakması zor olacaktır. Statükoya geçici taviz verilemez çünkü.

5. Erdoğan'ın, ordunun hiç bu kadar zayıf olmadığı bir dönemde ordunun denetimini Sayıştay yetkisi dışında bırakmıştır. Erdoğan, Kürt realitesinin hiç bu kadar dile getirilmediği bir dönemde Kürt açılımının ucunu bağlamış, Kürtlere sırt çevirmiştir. Davutoğlu sıfır sorunun milli politika olduğu zamanlarda Sarıkamış'ta 90 bin tane daha şehit vermekten bahsetmeye başlamış, Ermeni sorunu konusunda uzun zamandır olumlu bir girişimde bulunulmamış, Erdoğan Yunanistan Başbakanını paylamış ve Ege'de jetler uçmuş, AB süreci askıya alınmıştır. Erdoğan bu ülkedeki gerçek sorunları dile getirmek yerine heykel, içki vs. gibi konuları polemik malzemesi yapmıştır.

Bu hamleler şikayet edilen statükonun bizzat kendisidir, ve de AKP'nin yorgunluğunun resmidir.

Sonuç: İçinde bulunduğumuz bu süreç, DP gibi, ANAP gibi bir konjonktür partisi olan ve gücünü öncelikle o konjonktürden alan AKP'nin, varoluş sebepleri azaldıkça ideolojik bocalama ve de gücün koridorlarında kaybolma yoluna girdiğini göstermektedir.

AKP gibi, tabanı kadrosunun çoğunluğu (hepsi olmasa da) demokratik idealleri öncelik yapmayan; demokrasiyi kırmızı çizgileri rahatsız etmeyecek şekilde algılayan bir oluşum iken, "aslında çok liberaller de şimdilik böyleler" düşüncesi fazla iyimser olmaktadır. CHP'nin bile gerçekliği kavrayıp kadrolarını güncellediği bir zamanda, AKP'nin bu uzlaşmadan uzak ve agresif yönetici kadrosuyla fazla uzağa gidemeyeceği aşikardır.

Önümüzdeki günlerde ve seçim sonrasında şaşırtıcı bazı gelişmeler olmadıkça, bu ülke liberalinin "AKP = Avrupai Müslüman Demokrat" hayali ne yazık ki nihayete erecek gibi durmaktadır. Özellikle de Erdoğan'ın bu hamlelerinin altında yatan planı, bu çürük kamusal ve kurumsal yapı ile "Devlet Başkanı" olmak ise.

Şimdiye kadar "Umut fakirin ekmeğidir" demiştim. Artık "Sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına" diyorum.

16 Ocak 2011 Pazar

Bir Stadyum Açılışının Düşündürdükleri

15 Ocak 2011 tarihinde Galatasaray'ın yeni stadyumu Türk Telekom Arena açıldı. Ama ne açılış... Gündeme damgasını vurdu törende yaşananlar, yani Başbakan Erdoğan'ın yuhalanması. Yalnız olay sonrası verilen tepkiler, olayın dinamiklerinin doğru okunmaması, ve törende söylenmeyenler vs. tam bize yakışır bir işler.

I. Niye Yuh? Nedir Yuh?


Öncelikle olaydan bağımsız olarak yuhalama konusunu konuşalım: Eğer politikacıysanız yuhalanırsınız. Nokta. Bu ülkede Ecevit de yuhalandı, Demirel de, Özal da, Çiller de, Erbakan da, şu da bu da. ABD'de Obama da yuhalandı, Bush da, Clinton da... Sarkozy de protesto edildi, Blair da. Bunun lamı cimi yok. Diktatörlük ile yönetilmeyen hangi ülkeye giderseniz gidin, sizi beğenmeyecek ve de beğenmediği için de sesini bir şekilde çıkaracak bir topluluk olacaktır.

Bir ülkenin belli bir kesminin vereceği (ki bu kesimin oranı normal şartlar altında sosyal statü ile ters orantılıdır) tepki sadece "yuhalamak"tan ibaret olacaktır. Öncelikle bunu kabul edeceksiniz. Ama siz her protestoda cümbür cemaat "Bunlar ayıp, kıymet bilmezler, biz sizin için neler yaptık?" diye yuhlayanları paylarsanız, polis vs. yoluyla bu mutsuz kesimleri daha da sessizleştirirseniz, o yuhalayan kesimin nüfusunun statü tanımadan artmasına sebep olursunuz. Pankart açan, bildiri okuyan, yasal gösteri düzenleyen hapse gidiyor bu memlekette, insanlara hangi protesto kanalını bıraktınız da onu denediler başlarına bir iş gelmeden?

Ben Dünya Şampiyonası sırasında Erdoğan'ın yuhalanmasını gereksiz bulmuştum ve eleştirmiştim, ama bugün son birkaç aydır AKP'nin eylem ve söylemlerinden sonra yuhalayanlarla empati yapıyor pozisyondaysam eğer, oturup düşünülmesi gereken şeyler var.

II. Yuh Yuh! Esas Ayıp Kimin?


Gelelim Aşık Mahsunilik icraatte bulunanlara. TT Arena'daki olayları doğru okumak için orada ne olduğunu anlamak lazım. Galatasaray'ın yeni stadı TOKİ desteği ile yapıldı, lakin TOKİ'nin parası sizin benim ödediğimiz vergilerden çıkıyor, o stadda çalışan işçiler gene bu ülkenin vatandaşı. (Buraya sonra geri döneceğiz, bu cümlenin bir önemi var.) Herşeyden önemlisi, bu stat Galatasaray'ın stadı artık.

Peki TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar, nasıl bir açılış konuşması yapmayı uygun görüyor? Buyrun izleyin:



Yahu siz bir kulübün on binlerce taraftarının olduğu bir stat açılışında yaptığınız konuşmaya "Ali Sami Yen'de kiracılık hükümlülüklerini yerine getiremeyen Galatasaray yönetimi, ve aynı şekilde bu arazide de tahsis şartlarını yerine getiremeyen yönetim..." diye başlar mısınız? Bu konuşmanın ilk cümlesi, o takımı aşağılayıcı nitelikte olabilir mi? Siz zamanı 1970'ler, kendinizi de Zübük mü sandınız?

Tamam, TOKİ'nin ve de hükümetin yadsınamaz faydaları olmuş olabilir, ama Allahınız aşkına bu böyle mi anlatılır yahu?

Statta olanların anlattığı ve videodan da fark edildiği gibi en ciddi yuhalama bu konuşmadan sonra başlıyor, olayların fitilini bu yakıyor. O yüzden Bayraktar'a bir "yuh yuh" veriyoruz buradan.

İkinci "yuh yuh" Adnan Polat'ın. Kendisinin olay sonrası beyanatı nedir? "Bu protestoyu yapanları tespit edeceğiz." Neden? Ülkedeki zibilyon tane ırkçı, küfürlü tezahüratı yapanları, stadyumda olay çıkaranları tespit edemiyoruz da, sadece başbakan yuhalanınca mı akla geliyor? Yuhalamanın cezası tespit ve cezai yaptırım mıdır?

Son "yuh yuh" ise olay sonrası kraldan çok kralcı olanlara geliyor. Bu olaydan sonra Başbakan çıkıp rahatsızlığını bildirir, Galatasaray Kulübü özür diler vs. Yahu Mehdi Eker'inden Faruk Özak'ına, Egemen Bağış'ına kadar bütün kabine mi olayı kınar? Sadece kabine mi? Twitter gibi sosyal medyada yer alan AKP yöneticileri de sert çıkışlar yaptılar olayın dinamiğine tam hakim olmadan. Hele bir tweet var ki affedilemez. Bu satırların yazarı, Türkiye AB Genel Sekreterliği Müşaviri:

"Böle bi şerefsizlik yok. Nankörsünüz. Kimin sayesinde o statda maç izliosunuz. Kim yaptı lan o stadı size. Gerizekalı kuş beyinliler."


AB Genel Sekreterliği Müşaviri'nin üslubu bu iken AB ile müzakerelerin tıkanmasına şaşırmamak lazım.

III. O Stadı Kim Yaptı Peki?


Gelelim kimsenin umurunda olmayan sessiz kahramanlara. Raşit Ek ve Gökhan Yavuz isimleri sizlere bir şey anlatır mı? TT Arena'nın yapımı sırasında, bir bayram günü hayatlarını kaybettiler bu işçiler. Yavuz 30 yaşındaydı, Ek ise 20. Bu stadı bu adamlar yaptı, siz rant için imzalarınızı atar ve de fütursuzca takdir beklerken.

Dün o şaşaalı açılış töreninde, bu hayatlarını kaybeden işçilerin ismi okundu mu, onların hatıralarına saygı duyuldu mu? Medyada bu işçilerin isimleri geçti mi? O işçilerin adları bir yerlere asıldı mı?

"Kim yaptı lan o stadı size?" diye beylik taslayan müsteşar, "Başbakan olmasa o stat olmazdı" diyen ekabir, duydu mu bu isimleri, "bir yad edelim" dediler mi?

Hiçbir şey olmasa bile sırf bu düşüncesizlik, bu insan hayatını gösteri peşinde unutuvermek yüzünden protestoyu tümden hak ediyorsunuz siz, kusura bakmayın.

13 Ocak 2011 Perşembe

Seçmece arama öbekleri serisi #4

Sevgili İşkembeseverler, 

Bir arama öbekleri yazısıyla daha yine birlikteyiz. Sizlerle görüşmeyeli, daha doğrusu en son Shelbyl yazdığından beri kimler neler aramış, ararken İşkembe’ye nasıl gelmiş, geldiğinde aradığını bulmuş mu, bir kez daha hep birlikte bakacağız. Arama öbekleri, yaklaşık olarak son 2 ya da 3 hafta içinde aklıma geldikçe bakıp topladıklarımdan. Sizin için özellikle ilginç olanları seçmeye çalıştım. İyi okumalar efen’im…

Not: Aldığım günlerin tarihlerini not etmeyi akıl edememiş olduğum için hepsi aynı gün farklı saatlerde gibi görünse de, farklı günlerdeler. Hangi gün veya tarih olduğunu özellikle vurgulamam gerekirse vurgulayacağım. Yoksa çok bir önemi yok zamanlarının.
---

1 – 
21:28:26 -- 2 hours 57 mins ago

20:05:26 -- 1 hour 30 mins ago

01:34:23 -- 19 hours 35 mins ago

11:23:33 -- 4 hours 11 mins ago

09:22:13 -- 3 hours 20 mins ago

İzin verirseniz öncelikle beni mes’ud eden arama ve bulmalarla başlamak istiyorum. 2 haftadır epey birileri “bisiklet yazıları” ve türevlerini arayarak İşkembe’ye gelmişler. Kendi kişisel blogumda yazmıştım birkaç sefer, sanırım 1 kere buraya yazdım. Devamını da getirme yönünde heveslendim bunları görünce, mutlu oldum. Ama sanırım baharın gelmesini veya havaların 10 derecenin üzerine doğru çıkmasını bekleyeceğim. Ha, doğrudan kendi deneyimlerimle ilgili bir şeyler yazmayabilirim de tabii. Hatta şu an aklıma geldi! 3 vakte kadar…

2 - 
19:58:26 -- 3 hours 39 mins ago

Güzel kardeşim, eğer ki Elvankent’te Behzat Ç. izleyen var mı, varsa birasını cipsini alıp birlikte izlemek ister mi diye merak ettiysen yanıtlayayım; 1 – evet, 2 – evet. Müracaat: sokaktaki adam.

3 – 
21:23:03 -- 2 hours 15 mins ago

Bunu arayan arkadaş da yine kafası en karışık İşkembe ziyaretçilerinden. Bu esnada biraz empati eyleyebilme niyetiyle aynı aramayı ben de yaptım ve www.bayanlar.biz diye bir adres görerek, merakımdan tıkladım. Adından da anlaşıldığı üzere, kadınlara dönük bir site. Böyle başlıklar falan var, başlıklar altında farklı konular var. Genel başlığının altındakiler şunlar:

Minoxidil Minoxidin Sprey Kullanma Yöntemleri
Yeni Şirin Köpek Resimleri
Tatlı Kedi Resimleri
Yeni Rengarenk Hint Bülbülü Resimleri
En Komik Hayvan Resimleri
Yeni Panda Resimleri
En Yeni Yarasa Resimleri

Kadınları ya ben çok yanlış tanımışım, ya da sitenin kurucusu ya, hadi bakalım…

4 - 
18:52:30 -- 20 hours 42 mins ago
Eşeğine göre değişir. Patronum erkek mesela.


5 – 
00:56:11 -- 14 hours 38 mins ago
- Kısırdöngü nedir?
+ Kısırdöngü budur!
- Nedir?
+ Budur!
- …
+ …

6- 
21:06:34 -- 2 hours 18 mins ago

E abicim sen bi’ şey aramıyorsun ki ama? Esas bizim senin gibi Google arama kutucuklarına sığamayan ağabeylerimizi/ablalarımızı/cevherlerimizi arayıp bulmamız lazım. Git sen, biz gelir seni buluruz, ne istiyorsan da gelirken getiririz. Hem de ta nerelerden zahmet ettirmişiz seni, tüh bize!

7 – 
15:00:15 -- 5 hours 38 mins ago

Yaşasın! %60’ın ardından Aziz Nesin’in yeni bir sözü daha gün yüzüne çıktı demek! Şükürler olsun yüce Zeus!

“Aziz Nesin’in 2010’lu yıllara yine bir cümleyle damgasını vuracağı tahmin ediliyor.” -> derdi Zaytung

8 - 
17:03:14 -- 3 hours 31 mins ago

17:01:16 -- 3 hours 33 mins ago

Serinin bu sayısının en ilginç ikilisi bu bence. Ne gün olduğunu da keşke not etseymişim keşke. Gününü hatırlamasam da, bu ikisi aynı gün yapılan aramalardı. Hani aynı şehir de değil (Proxy olduğunu da sanmıyorum) ki biri öyle arayınca bulamadı öbür türlü aradı diyelim. O gün saat akşamüstü 5’te birilerini tetikleyen bir şey olmuş herhalde. Bir televizyon programı falan olabilir belki. Neyse, bunu hiçbir zaman bilemeceyeğiz galiba. Meraklardayım…

9 –
14:41:50 -- 6 hours 27 mins ago

Hah! Al başına belayı! Muhteşem Yüzyıl diye dizi yapıp, koskoca Kanunî Sultan Süleyman’ı şehvet düşkünü Sülüman olarak gösterirsen, olacağı budur! Osmanlı’nın torunlarının ceddini sorgulamaya başladığının resmidir. Tüh tüh, vah vah, ah ah, oh oh…
Yalnız, aramayı yapan sevgili arkadaşım: velev ki eşcinsel olsun, ee? Öldürecek misin?


10 -
20:43:05 -- 27 minutes ago

Ben de gerçekten bir bunu, bir de yangının neden yandığını çok merak ediyorum. Ama isabetli bir soru ve gelinen isabetli bir yazı, tebrikler!


---
Adet olduğu üz’re 10 öbekte bırakalım a dostlar. Aslında hala epey var ama onlar da bir sonrakinin konusu olsun.

Gelecek Program: Seçmece Arama Öbekleri Serisi #5

12 Ocak 2011 Çarşamba

Tekneyle mi Geldiniz?

(Bu post'u esasında Ekşibeşiktaş'a yazdım, ama futboldan daha çok toplumsal bir konu olduğundan buraya da taşımayı uygun gördüm.)

Örtük ırkçılık (latent racism) diye bir fenomen vardır toplumbilimde. Kabaca şöyle tanımlanabilir: Farkında olmadan ırkçı olmak. Bazı toplumsal kodlar, size eğitim veya kültürel araçlar vasıtasıyla işlenir ve siz gayet masumane bir şekilde kendinizi azınlıklardan yakınır bulursunuz.

Gece yolda yürürken bir siyah gördüğünüzde kendinizi tedirgin hisseder ve elinizi cüzdanınıza atar mısınız? Havaalanlarında sakallı insanları/Arapları gördüğünüzde kalbiniz pıt pıt atmaya başlar mı? İstanbul'da yolda yürürken hoşunuza gitmeyen bir şeyle karşılaştığınızda "Ah bu Kürtler de..." diye başlar mısınız cümlenize? O zaman aramıza hoşgeldiniz.1

İşbu örtük ırkçılık o kadar güzel işlenmiştir ki, mesela Mehmet Ali Erbil çıkar "N'oluyor orada, mumsöndü mü var?" der. Sonra da özür dilerken "Yani alt tarafı bir şaka, 21. yüzyılda hala böyle cık cık" falan der utanmadan. Fark etmez ki 21. yüzyıldaki sosyolojik araştırmalar bizzat bize öğretmiştir yıllardır ne kadar önyargılı yaşadığımızı. Ve tüm bunlar olurken neden yanlış yaptığını bilmez bile, cehaleten masumdur aslında.

İşte Okan Bayülgen de bu güzide fenomene en içten bir katkıda bulunmuş, stüdyodaki konuklar da altlarına imzayı basmışlar.

Konu Karabükspor'un futbolcusu Emmanuel Emenike. Yanlışların neresinden başlasam bilemiyorum: Bayülgen'in "tekneyle gelen arkadaşlardan mı?" diyerek her siyahı mülteci yapmasına mı, Ceyhun Yılmaz'ın "Zenci ama çok tatlı" tadında kıvırmaya çalışmasına mı, sonra gene Bayülgen'in "Emmanuel / zenci fantezisi falan istemiyorum" diyerek sözde durumu toparlamaya çalışmasına mı... Buram buram "Biz bu adamdan daha üstünüz!" altmetni ile kokan sözler... Neden? Sırf Emenike'nin teninin rengi yüzünden.

İnternette bu konuya değinen bloglardan Acetobalsamico'daki yorumlarda ya da sözlükte ise şöyle bir savunma gördüm ki, hakikaten ilginç: "Okan Bayülgen aslında iyi adamdır, yanlışlıkla demiştir, büyütülecek bir şey yok, ona bakacağımıza X'e bakalım!" Hayır, var. Çünkü sen bugün bu olayı hoşgörürsen, yarın başka bir şekilde farkında olmadan ırkçılık yaparsın, normalleştirirsin, sonra o olgular buradan Nijerya'ya yol olur. Mağduriyetin mukayesesi olmaz.

Sadede gelelim: Bu olay muhtemelen unutulacak gidecek. Okan Bayülgen çıkıp özür dilemeyecek, çünkü dilemek zorunda hissetmeyecek kendisini.

Unutmayalım, unutturmayalım. Arızalarımızı hep beraber düzeltelim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1Bana "Ama zenciler daha çok suç işliyorlar, Kürtler hakikaten x'ler, ama Araplar işte" diye gelecek olan varsa güzel güzel istatistik biriktirdim, buyrun beklerim.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Porno Tartışması - Ataerkillik ve Ahlakçılık

Bilgi Üniversitesi'nde bitirme tezi olarak porno film çekilmesi, beklendiği gibi, tartışma yarattı. Lakin teşkil olan tartışmanın aktörlerinden tartışılan konuya kadar elimize geçen bir cıvıklık, bir aterkil kusmuk sadece.

En baştan başlayalım: Üniversitede akademik amaçlı bir porno film çekilirse, bunun tartışması akademik çerçevede olmalıdır. Öğrenci bitirme tezini verir, kurul bakar ve notunu verir. Daha sonrasında "Bu bölüm bitirme tezi olarak porno filmi kabul edebilir mi?" tartışması yapabilirler, bunun artısı eksisi ortaya konur vs.

Peki biz bu sularda hiç yüzdük mü? Hayır. Üniversite "Eyvah toplum ne der?" zihniyetiyle bölümü kapattı. Bir üniversite "Veliler ne der?" zihniyetiyle yönetiliyorsa, o üniversite olmayı hak etmiyordur. Üniversite, toplumların gelişmesi ve değişmesi için çalışmaların yapıldığı, üzerinde baskı olmadığından özgürce düşünülebilen yer olmalıdır misyon olarak. Eğer ki toplum üniversiteyi şekillendiriyorsa, o toplum ileri gidemez. (Burada dediğim "üniversitelerde porno çekilsin" değil, üniversitenin porno çekme hususunu toplumdan bağımsız değerlendirme zorunluluğu)

Gelelim porno filmin tartışılmasına. Öncelikle bazı şeylerin altını çizelim: Bu bir ticari film mi? Hayır. Bu bir akademik proje. Nokta. Siz üniversitede üretilen her tezi okuyup üzerinde ahkâm kesiyor musunuz da, porno birden ilgi alanınız oluyor? Ki bu tartışma pornonun içeriğinden de bağımsız, zira film üzerine yorum yapan herkes filmin janrının kendi zihniyetinde canlandırdığı üzerinden yorum yapıyor. Trajedi burada. Kimse filmi izlemedi. Sadece ortada "porno" olduğuna dair bir söylem var. Buradan yaratılan bir öcü tartışılıyor, filmin kendisi değil.

Ataerkillik de tam bu noktada devreye giriyor. Bakın ekşisözlük'e, pornoda oynayan aktrisin isminin altında yüzlerce girdi var, adını çoğu kişi biliyor. Ya bu filmde oynayan erkek? Filmi yöneten? Yok. Bütün tartışma "karı pornoda oynamış la" düzleminden öteye geçemiyor. Nasıl olur da bir kadın pornoda oynar? Bu kadın nasıl bir kadındır? Vah vah tüh tüh. Yahu kadın tek kişilik proje yapmadı ki?

İşin en büyük ironisi de bu noktada başlıyor. Gamze Özçelik'in tecavüz videosunu kapış kapış arayan, "Liseli Serap" deyince yüzüne gülümseme konduran insanların yaşadığı, "Fatmagül'e bu akşam tecavüz ediyorlar!" diye reyting pompalanan bir ülkedeyiz. Kadının istemdışı ilişkiye zorlanma vaka sayısı bir dolu, bunlar kasete alınınca herkesin ağzının suyu akıyor. Lakin bir kadın akademik düzeyde kendi isteğiyle bir projede yer alınca "Vay ırıspı" düzeyini aşamayan tartışmalar başlıyor.

Porno endüstrisinin gelişimi, eril ve dişil bakış açıları vs. üzerine apayrı bir yazı yazılır, porno ve feminizm nasıl ortak bir platformdadır ya da değildir incelenebilir vs. Porno üzerinde herkesin farklı görüşleri vardır. Lakin biz o tartışma düzeyinden fersah fersah uzaktayız; "Oha lan yuh!"un ötesine geçemiyoruz.

Daha çok yolumuz var.

Enflasyon Efsanesi

Türkiye'de çoğunluğun enflasyon hakkında bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmasından bıkmama karşın, azamiyetle durum bu olduğundan bir kanıksama durumu sözkonusu bende. Hani gidip de "Amca enflasyon esasında şudur" diye anlatamazsın teknik detayını, gerek de yoktur zaten.

Peki ya sözde saygıdeğer bir gazetenin ekonomi köşesinin saçmasapan bir haber yapması? İşte buna rezillik ve kepazelik denir.

Milliyet'in haberi diyor ki: "Enflasyon bilerek mi düşük çıkarıldı? Sarımsak, lahana... gibi ürünler o listede yok, eklenirse %40 olur enflasyon!"

Yukarıdaki metinde iki tane okkalı yalan var: Birincisi, şu adresteki dosyadan görüleceği üzere, o yok denilen temel gıda ürünleri vs.nin hepsi var. İkincisi, şu adresteki dosyadan görüleceği üzere, gıda kategorisinin ağırlığı bir hayli fazla tüketici grupları için, sağlık hizmetleri de mevcut.

Bakınız, enflasyon herkes için farklı olabilir, zira insanların çok çeşitli bütçeleri var. İki adet aynı gelir grubundaki öğrencinin bireysel enflasyon değerlendirmesi bile farklıdır, bu analize mikro düzeyde girişmek imkansız. O yüzden normal insanların "Ne, yüzde 6 mı, ben yüzde 50 hissettim!" demesi.

Lakin Milliyet Gazetesi'nin Ekonomi bölümü bunu bilmelidir. Enflasyonun sadece bir beklenti oluşturduğunu, bir istatistik ve model olduğunu, enflasyonun herkesin bütçesini teker teker değerlendirmediğini ve de azamiyetle politika belirleyici bir konumda olduğunu da bilmelidir. O verdiği haberdeki gibi zırvalıkların sözkonusu olmayacağını bilmelidir. Şu 10 senedir geyiği dönen "pinpon topu var, domates biber yok!" geyiğinin dünyanın en büyük saçmalığı olduğunu bilmelidir. Hadi diyelim en basit ekonomi bilmeyen adamlar ekonomi muhabiri olarak çalışıyor, en azından TÜİK'in sitesine gidip de 30 saniyede bilgi doğrulamayı bilmelidir.

Ha, eğer bunları biliyor da, insanların gözünün içine baka baka yalan söylemeyi tercih ediyorsa da ortalıkta çıkıp "Saygın gazeteyim ben!" diye dolaşmamalıdır. Ancak Sözcü'nün yancısı olur işte böyle sonrasında.

Yozdil ile saymayı öğreniyorum - Güncelleme

Yozdil'e karşı Yozdil'in silahıyla savaşıyorum ve daha önce yaptığımın aynısını ufacık bir değişiklik yaparak yepyeni bir şeyler yapmış gibi davranıyorum, aklımla bin yaşayayım istiyorum.

Aşağıda bulacağınız yazı 12 Ekim 2010 tarihli aslında. Ben şimdi buna Yozdil'in 1 Ocak 2011 tarihli son eserini de ekliyor ve o eserinin her anlamda ~son~ olmasını temenni ederek tekrar önünüze sürüyorum. Yozdil'inki kadar minör değişikliği fark edemeyenler için, aşağıdaki dört maddeye bir beşincisi eklendi. Ben olsam tıklamazdım.

Bu yaptığını komik mi sanıyor, yoksa aczini gerçekten bu şekilde gizlemeye mi çalışıyor (-lan bugün yine yazacak bir şey bulamadım, dur sağ baştan sayayım yine) bilmiyorum ama 10 Nisan 2008'den beridir köşesini en az 5 sefer bu şekilde çıkarmış olmasını açıklayacak hiçbir şey bulamıyorum. Sanırım benim şu an içinde bulunduğum hisleri yaşıyor. Daha önce bu ilkokul fişi tarzına ilişkin içimi dökmüş olduğum için, üstüne koyabileceğim de hiçbir şey olmadığından aynı yazıyı güncelleyerek gönderiyorum ben de mesela. Ona onun silahıyla karşılık verme bahanesi arkasında. O da sanırım sınırlarının o köşe yazıları (lan onlara da köşe yazısı dedikçe içimde bir yerler elektrikleniveriyor) olduğunu biliyor, çok yaratıcı olduğunu düşünüyormuş gibi ha babam bunları veriyor. Ama bence iktidarı sinir ederek "lanet olsun lan, al, al! Giriyoruz işte AB'ye, yeter!" demelerini bekliyor. AB'ye girersek bu yazıların (aslında yazı mı demeliyim onu da bilmiyorum, sayı diyeyim en iyisi.) sayıların kökü kuruyacak gibi görünüyor. Gerçi yine bulur sayacak bir şey ama, umut fakirin ekmeği işte...

Ya, ben... Lan! Neyse, bir şey demiyorum... Ben susayım da Ek$i Sözlük konuşsun en iyisi. Sinirinizi hafifletebilir, bana biraz yardımcı oldu. Özellikle şu entry gerçekten ufkumu genişletti, işin sırrına vakıf olup, Yozdil seviyesine olmasa da biraz oraya doğru yükselerek kendisini bir nebze anlamamı sağladı. #21417943.

Susamadım bir türlü, son olarak: Bunu neden yapıyorum, bu yazıyı neden yazdım, kendimi neden böyle yıpratıyorum, gerçekten de bilmiyorum. Bu adamı gördükçe sürekli kendimi saldırgan apartman yöneticisi falan gibi hissediyorum. 

Hayağğt beni neden yoruyosuğğn?


PS. Daha fazla son olarak diyemeyeceğim için ps demek zorunda kaldım: Bu adamın unvanının "köşe yazarı"ndan "köşe sayarı"na dönüştürülmesi için Hürriyet'e dilekçemi en kısa sürede veriyorum. Hesap makinesi gibisin lan; 2 bit aklın var, onu da bu şekilde harcıyorsun, yazık... 

-----

Döktürmüş yine. Geçen bi' sefer 1900'lü yılları saymayı öğrenmişti. Daha sonra bıraktığı yerden 2000'lere devam etti... 576'ya kadar sayı saymayı öğrenmiş bu sefer, maşallah. Kırmızı kurdeleyi hak etmesine ramak kaldı. Sağ olsun, sayesinde coğrafyayı, saymayı ve yılları öğrendik. Darısı yazmanın başına...

Ha gayret, kaşlar tamam gibi, sola doğru d'evrimini tamamlayınca biraz daha benzeyeceksin. Biraz daha devril, bizi fotoşoklattırma, kafayı biraz daha objektife çevir, öbür gözün de görünsün. Boy(n)un devrilsin.

Bünyesine güvenen şu 4 5 (4'ün üstünü çizip düzelttim, evet) linke arka arkaya tıklamayı deneyebilir. Hatta aynı tarayıcı penceresinde farklı sekmelerde açıp, arka arkaya CTRL+TAB yaparsanız belki Şirinler'i siz de görebilirsiniz!


Kodcu tanrıları aşkına; yeter ulan! Zuckerbergler götürsün seni e mi! Rakam tuşların kopsun!