2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Eylül 2010 Çarşamba

Fazıl Say haklı, lakin...


Fazıl Say sempatik gelir bana. Yok, klasik müzikten anladığımdan veya onun iyi bir klasik müzik bestecisi (Sazan Aksu gibi ‘şarkı yazarı’ ile karıştırmayın, Fazıl kızar ha!) veya icracısı olduğunu bildiğimden de değil. Klasik müziği düzenli iş yıllarımda ofiste fon müziği olarak dinlerdim; lisansüstü öğrencilik yıllarımda da biraz... İyi gelirdi zihnime. O kadar.

Nedense her görüşümde aklıma ellerindeki pikanları kemiren sevimli sincaplar gelir. Oradan severim Fazıl’ı, bir.

Dahası, onun bu “yavşaklık” felsefesine de katılıyorum. Ben de sevmem Hakkı Bulut tarzı müziği veya herhangi bir şeyi. Beni de bazen kasvetli halet-i ruhiyede yakalamış birkaç Orhan Gencebay veya Kibariye parçası (tevafuka bakın, onlardan biri de “geberiyorum”lu Sazan Aksu şarkısı) olmadı da değil ama ne Baba fanıyım ne dolmuş müziği ile mest olurum, NŞA. Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Mihriban, Klasik Türk‘ün üzerine biraz da klasik caz, blues ve eski Beatles, Streisand, 60′ların folku, Nat King Cole, Willie Nelson vs. neyime yetmiyor?

Daha dahası “Sezen Aksu zamanında bilmem nerede beraber şarkı söylediğimizde detone olmuştu; ben yalancıktan ‘şahanesin’ demiştim” şeklineki notu ile bizi tarihi bir yanılgıdan kurtarmasını da tam da yakıştırıyorum kendisi gibi bir prima donnaya (bunun Sezen’in “evet” demesi ile ne alakası olabilir?).

“Karnını kaşımayan Bekir Coşkun’la beraber Lausanne’a kaçarlarsa” diye kabuslar görüyorum ben de her karnını kaşıyan Türk gibi.

Sevmediği herkes ve her şeyi tavsif etmek için “şey”, “yavşaklık”, “karnını kaşıyan”, "Akepeli", “Iran gibi”, “mollalar” dışında fazla kelime bulamamasını da “eeh ne olmuş yani, bazı bestekârlar birkaç nota ile beste yapar, ‘Arabesk yavşaklığı’ gibi. Herkeste Daniel Barenboim entelekti, belagati ve rafinasyonu olmak zorunda mı?” diye açıklıyorum. Oradan da yırtıyor.

Eee, geriye ne mi kalıyor?

Fazla önemli bir şey değil ama bu arkadaşın cehaleti, gerzekliği ukalalığından büyük.

Bakınız dün gece 5N1K’da referandumda neden hayır diyeceğini nasıl açıklıyor:
(bire bir değilse de çok yakın):
“Bi kere, neyi millete götürüyorsunuz? Ben bu millete götürme işine karşı olduğumu söyledim. Bütün partilerin anlaşmadığı uzlaşma sağlanmadan millete götürme... Tüm Partiler anlaşsın ondan sonra...”
Bak Fazılcım, benim tembel evladım, dinle, değişiklik olsun:

Anayasa diye bir kitap var. Sizin çağdaşlar yazarlar her darbe sonrası. İşte o kitapta diyor ki değişiklik paketi 330 ile 367 arası sayıda oyla geçerse referenduma gider (senin için basitleştirdim, şimdi kesirlerle, Resmî Gazete ile falan cici kafanı yormayayım).

Zaten “uzlaşma” olsa yani “bütün partiler üzerinde anlaşsa” ve sizin AYM’deki (hukuktan, akıl, izandan) “bağımsız” amcalar, teyzeler de “OK, no problem” dese idi referenduma gerek kalmazdı.

Hani bir mahkeme bir karar verir, sen de temyiz edersin ve mesele bir üst mahkemeye gider ya?

İşte öyle bir şey. Demokraside “üst mahkeme” milletin kendisi. Direkt demokrasiye en fazla bu kadar yaklaşılır. Artık vekilleri aradan çıkarıyor millet, “madem siz uzlaşamadınız ben karar veriyorum” diyor. 

Anlatabildim mi?

- Laik, karnını kaşıyan, gericiler, yavşak, ben komposer, pis Sezen, oratoryo yazdım, benden iyi mi bileceksin, İran, çağdaş, yavşak…. AKM’mi yıktırmam, Madımak... Temiz ne? Bana pis mi diyorsun? Senin ağzını …x&£&a$p;%+^’..@

350 & Aptallık Çağı - Etkinlik habercisi

10 Ekim 2010'da, yani 10.10.10 itibariyle dünya çapında bir etkinlik düzenlenecek. Türkiye'nin de 10 kentle bu etkinliğe katılması planlanıyor, şu an için 8 kentte hazırlıklar devam etmekte (Ankara, Yalova, Eskişehir, Antalya, Bursa, İzmir, Adana, Trabzon). İstanbul neden listede yok, ben de merak ettim.

Sol sütunda da bu yazıya koyduğum logoyu görüp merak etmiş olabilirsiniz. Öyleyse ne güzel. Etkinliğe ilişkin oldukça detaylı bir sayfa var: 350.org. 350, bilim insanlarının atmosferdeki karbondioksit miktarı için üst sınır olduğunu söyledikleri miktar (1 milyon parçacıkta 350 yani) imiş. Dolayısıyla, etkinliğin temel amacı, şu an 390 ppm'de bulunan karbondioksit oranını, tehlikeli üst sınır olarak görülen 350 ppm'in altına çekilmesinin gereğine ve çevreye ilişkin bir duyarlık, farkındalık yaratmak.

Ben biraz daha etkinliğin Ankara'yla ilgili kısmından bahsedeyim. Ankara -aslında sanırım genel olarak Türkiye- ayağına ilişkin bir blog da şurada. Bu her şeyin 10'lu olması meselesine uygun olarak, 10 Ekim Pazar sabahı saat 10:10'da Gençlik Parkı'nda bir buluşma planlanmış. Oradan hareket 11:00, daha sonra Kuğulupark'a geçiş ve 12:00'de basın açıklamasıyla birlikte bisiklet yolu açılışı. Bisiklet yolu açılışı deyince hemen heyecanlanmamak gerek tabii; siyasetçilerin davet edilmediği bu organizasyon tepkisel bir organizasyon olduğu için, stickerlarla belirlenmiş bir "sanal bisiklet yolu" açılışı olacak. Etkinliğe 350 kişinin katılımı hedefleniyor, bilmiyorum bu mümkün olur mu... Aslında Perşembe Akşamı Bisikletçileri Ankara grubunun Facebook'taki grup sayfasında an itibariyle 763 üye görünüyor, ama tabii ki yağmura, çamura, havaya da çok bağlı bir şey. Bakalım...

Bu arada Eryaman civarından katılması çok muhtemel bendeniz de dahil en az 4 kişi bildiğim için, Eryaman'dan grup olarak gidecek bir kısım insan olması da güzel olabilir. Aklıma düşen bu karpuz kabuğu başka birilerinin de aklına düşse ne güzel olur! O zaman ilk adımı atalım, saat 9:00'da Optimum'daki otobüs durağında buluşalım diyelim mesela? Gelen, gelmek isteyen, katılmak isteyen olursa burada yorumlardan haberleşiriz.


Biraz ters olacak ama, sabah sabah (öğlen olmuş gerçi) kafamı toparlayamadığım için idare ediverin, 30 Eylül'deki (yani yarın akşam) film gösteriminden de bahsedeyim. Geçen sene yine bir gösterimi yapılmış, bu sene de ücretsiz olarak gösterilecek olan Aptallık Çağı (IMDB). Ben izleyememiştim, hatta ruhum bile duymamıştı, bu sefer izlemek istiyorum, merak ettim. 2050 yılından bugüne dönüp bakan bir aktivisti konu alan film, "çevrenin yok oluşunu durdurabilir mişiz, bizim kafa güzel miymiş de ne b.k yemiş bu hale getirmişiz?" sorusu etrafında dönüyor imiş. Her perşembe 20:00'de olan tur, bu hafta 19:30'da yine Güvenpark heykelden başlayacak, Kuğulu Park ve Tunalı Hilmi'den kısa bir turun ardından Kennedy'deki Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde gösterime geçilecek. Gösterimin ve bağlantılı kısa turun Facebook etkinlik sayfaları şurada ve burada.


Yarın akşam gösterimde, 10 Ekim'de eylemde görüşmek üzere...

28 Eylül 2010 Salı

Bir İroni Abidesi: Hanefi Avcı

Bir Emniyet Müdürü profili: 1980 sonrasında Devrimci Yol sorgulamalarına katılıp işkence yapıyor bizzat. Aynı adam bugün Devrimci Karargâh örgütüne yardımdan tutuklanıyor. 1998 Şubat'ında, katıldığı bir programda MİT'in telefon kayıtlarını deşifre ettiğinden devlet sırlarını açıklamak suçundan tutuklanıyor. 2005 yılında, MİT Genel Müsteşarlığı için adı geçen isimlerden birisi oluyor. 1980'lerde JİTEM ile yakın ilişki içine giriyor, 90'larda Susurluk Soruşturması'ndaki ifadeleriyle bu konuda devlete yardımcı oluyor, 2000'lerde Ergenekoncu oluyor. Bir kitap yazıyor, kitapta ağır iddialar var ama ispat namına bir şey yok. Buna karşın yazdığı kitap kimilerince bir tehdit, kimilerince bir kıtab-ı mukaddes. Olaylar da o yönde gelişiyor zaten. Bundan sonra "Kurtlar Vadisi'nden memleket gerçeklerini öğrenen gençler" eleştirisi yaparsam iki olsun. Bazen akıl - mantık yetmiyor olan olayları açıklamaya, insanın komplo teorilerine sıcacık bir battaniyeymişçesine sarılası geliyor.

26 Eylül 2010 Pazar

Kürtçe Mefhumu

Bugün 1990'lara geri gidelim. Çok enteresan bir durum var çünkü burada.

Siz bir toplumun ana dilini konuşmasını yasaklıyor, ona zorla devletin resmi dilini öğretiyorsunuz. Hadi ulus-devlet falan, yedik.

O insanlar doğal olarak aksanlı bir Türkçe konuştuklarında bu sefer kıkırdıyorsunuz, ya da aşağılıyorsunuz. Hadi aksan komedisi, etnosentrizm, kültürel farklar vs. bunu da yedik.

Bu adam gidiyor aksanını da düzeltiyor vs., bu sefer "Kürt asıllı Türk'üm" deyince işler bozuşuyor. Kart kurt falan, onu da yedik.

O kimliğini deklare etmesin, bu sefer sen gidip kimliğine bakıyorsun rengini beğenmezsen "rutin kontrol" ayağına, doğum yeri doğu ise gene merkeze alıyorsun.

Kürt olmanın oluru yokmuş yahu, zor iş valla.

Daha zorunu mu arıyorsunuz? Hadi bir de Mahmut Alınak'ı okuyun.

23 Eylül 2010 Perşembe

Ben Sana Barrister Olamazsın Demedim

Can Yeğinsu. Akademik kariyerini altın yaldızlarla süslemiş, Harvard Hukuk Fakültesi'ni birincilikle bitirmiş, İngiltere'de barrister (yüksek mahkeme avukatı) olmayı başarmış, etkileyici bir CV'ye sahip bir insan.Gelgelelim, kendisinin NYR'a yazdığı bir yazı, o etkileyiciliği alıp götüren cinsten.

Yeğinsu referandum sürecini bu blog'a değerlendirmiş. Lakin yazısında, eksik alıntılamak ve de üstünkörü geçiştirmek suretiyle inanılmaz boyutta olgusal hatalar yapmış. Hem de bir değil, iki değil...

FDR ve New Deal çalışmalarına bağlayarak etkileyici bir giriş yapan Yeğinsu, aynı etkileyiciliği Erdoğan'ı o konuyla ilişkilendirirken sürdüremiyor:

To this end, he put to referendum an amendment to Article 146 of the 1982 Constitution which, if passed, would raise the number of members of the Court from eleven to seventeen, such members being appointed by the President (a founding member of the AKP) and by simple majority in Turkish Grand National Assembly (where the AKP holds a strong majority). It was Prime Minister Erdoğan’s court-packing plan.

Yukarıdaki paragrafta birçok eksik ve yanlış var. Birincisi, Anayasa Mahkemesi'nin üye sayısı 11'den 17'ye çıkarken, 6 adet yeni üye atanmıyor. Yeni üyelerin dördü zaten halihazırda yedek üye olarak görev yapmakta. İkincisi, Anayasa Mahkemesi'nin üyelerini zaten önceki düzenlemede de Cumhurbaşkanı seçmekte idi, yani "AKP'nin kurucu üyesi olması" bir yenilik değil. Üçüncüsü, sanki yeni düzenlemede Cumhurbaşkanı ve Meclis kafasına göre üye seçecek gibi duyuluyor, lakin işin gerçeği bu kurumlara adli merciilerin bir aday listesi sunacağı, ve seçimin o adaylar arasından yapılacağı. Dördüncüsü, Almanya'dan Fransa'ya, İspanya'dan ABD'ye her ülkede zaten bu kurumun üye seçimi meclis, senato, Cumhurbaşkanı, Başkan, Meclis Başkanı vs. tarafından gerçekleştirilir, yani çok acayip bir şey de yok ortada.

Devam edelim. Yeğinsu yazısının başka bir bölümünde referandum oylamasının toplu halde yapılmasını eleştiriyor (ki haklı bir noktada). Fakat bu savını haklı çıkarma yolu Venedik Komisyonu'nun referandum düzenlemeleri ile ilgili kılavuz metnine eksik bir şekilde atıfta bulunmak:

And this was in spite of the clear guidance issued in this area by the Venice Commission, an advisory body to the Council of Europe of which Turkey is a member: “electors must not be called to vote simultaneously on several questions without any intrinsic link.” 


Görüldüğü gibi kendisi sadece "oy verenler bağlantısız maddelere aynı anda oy veremezler" ifadesini almış. Lakin o maddenin tamamını okuduğumuzda şunu göreceğiz: (komisyon dökümanı, sayfa 13)

- unity of content: except in the case of total revision of a text (Constitution, law), there must be an intrinsic connection between the various parts of each question put to the vote, in order to guarantee the free suffrage of the voter, who must not be called to accept or refuse as a whole provisions without an intrinsic link; the revision of several chapters of a text at the same time is equivalent to a total revision;

Maddenin başında bir istisnai durum tanımlanmış: bir metnin total revizyonu (gözden geçirmesi). Maddenin sonunda da total revizyon hali "bir metnin birkaç maddesinin aynı anda revize edilmesi total revizyona denktir" şeklinde açıklanmış. Yani anayasanın tam 23 maddesinin oylandığı bir referandumun, şu istisnai duruma girdiği net bir şekilde söylenebilir, en azından Yeğinsu'nun dediği gibi "açık" bir ihlal yok.

Gelelim Yeğinsu'nun bu hatalarının iyi niyetli değil de ideolojik olduğunu gösteren pastanın kremasına. Kendisi yazının 5. paragrafında, türban kararının Anayasa'nın 2. maddesine ithafen iptalini açıklamasına.

According to this key provision, “[t]he Republic of Turkey is a democratic, secular and social state governed by the rule of law […]” (emphasis added). Moreover, Article 4 provides that amendments to Article 2 cannot be proposed, much less implemented (this is a standard entrenchment clause, rather like Article 89 of Title XVI of the French Constitution which prohibits any constitutional amendment that seeks to change the republican form of government in France).


Kendisi 2. maddenin başını alıntılayarak ve de 4. maddeyi de "standart bir sağlamlaştırma" maddesi olarak görerek "bunlar normal yahu" diye bir açıklama getirmeyi tercih etmiş. Yazısının bütünlüğü açısından bunu yapması doğru, ama etik değil. Hepimizin bildiği gibi, Anayasa'nın ikinci maddesinde, Anayasa boyunca tanımlanmayan bir "Atatürk milliyetçiliğine bağlı" ifadesi var, ve de normalde sadece usulen denetleme hakkı olan Anayasa Mahkemesi artık esasa da girdiğinden, kafasına eserse azınlık hakları ile ilgili değişiklikleri silme hakkını saklı tutmakta. Ya da gene ikinci maddede devletin "insan haklarına saygılı" olduğu belirtiliyor, ama "toplumun huzuru" ve "milli dayanışma anlayışı" içinde bu saygının limitlerinin nereye kadar çekildiğini Yargıtay sayısız defa kanıtlamış halde zaten.

Gelelim sonuca: Elimizde bir adet hukuk bilgisi tartışılmaz düzeyde olan avukat var. İstese Anayasa Mahkemesi Başkanı bile olabilir, lakin kendisinin değerlendirmelerini nasıl yaptığı ortada.

Biz "yargı tarafsız olmadan bağımsız olamaz!" diye bağırırken tam da bundan bahsediyorduk işte. Yargı önce gerçekleri ideolojik gözlüklerle eğip bükmeyi bırakacak, ondan sonra bağımsızlığının kavgası verecek. Herhalde malumatımız daha iyi anlaşılmıştır şu halde.

Yozdil ile Coğrafya 101

Bir şeyi itiraf etmem lazım. Yoğun olduğum ya da üretkenlik sıkıntısı/araştırma tembelliği çektiğim zamanlar, Özdil bir numaralı kurtarıcım oluyor, çünkü kendisinin herhangi bir yazısından bir çok malzeme çıkabiliyor. O yüzden kendisine teşekkürü bir borç bilirim. Efendim, Özdil bu sefer inanılmaz yaratıcı bir yaklaşımla karşımızda. Daha önce hiç yapılmamış bir şey bulmuş, ve Türkiye'nin 1941 yılında ayrıldığı coğrafi bölgeleri Türkiye'yi bölmek için oluşturulmuş bir komplo olarak nitelemiş. (link) Özdil yazısına, konuyla nasıl alakası olduğunu anlamadığımız iki soru ile başlayıp, o soruları sorarken balkabağı yaratmayı başarıyor. "Kendini Laz tabir eden vatandaşlarımız" ne demektir? Laz olmak ile kendini Laz tabir etmek arasındaki fark nedir? Özdil yarın öbür gün "Laz diye bir şey yok, o denizde hamsilerin yüzerken çıkardığı sesten türemiş bir isim" diye postmodern bir kart kurt açılımı yapar mı? Bilinmez. Sonra "Türkiye neden 7 bölge de 6 ya da 9 değil?" sorusuyla başladığı düşünce treni, "Neden Akdeniz bölgesi var?", "Şu il buradaysa bu niye değil?" şeklinde ilerliyor ve de grand finale'de"üniter devlet"in haritasını çizmek için toplanmış Coğrafya Kongresi'ni memleketi bölme projesine dış mihrakların nasıl dönüştürdüğünü sorguluyor. Teker teker cevap verelim. Öncelikle bölgelerin nasıl oluştuğu sorusu. Aşağıda bir adet Türkiye fiziki haritası var:
Şimdi şu haritaya akıl gözüyle bakan her insan, Türkiye'yi kaç bölgeye ayıracağını ve nasıl isimlendireceğini bilir. Örnek diyalog: - Kuzeybatıdaki yeşil renkli alanların (alçak ovalar) olduğu yere Marmara Denizi'ni çevrelediği için Marmara Bölgesi diyelim. Ortadaki (içteki) platoların olduğu yer İç Anadolu Bölgesi olsun. Orayla kapkahverengi dağlarla ayrılan yere de ayrı bir bölge diyelim. Altındaki denizin adı ne? Tamam, Akdeniz. Şu Batı'da Marmara kadar alçak, Akdeniz kadar yüksek ve İç Anadolu kadar platoluk olmayan garip bir alan var, oraya da Ege Bölgesi diyelim mi? Şu güneydoğuda keskin bir çizgiyle ayrılmış bölge de, hmm, Güneydoğu Anadolu Bölgesi olsun. Doğu ile kuzey arasında da bir bariz fark var, onları da ayıralım. Biri Karadeniz olsun, biri de Doğu Anadolu olsun bari. Bu kadar. Özdil "Peki Bilecik neden Marmara'da?" diye illeri teker teker sorgularken cahilliğini bir daha konuşturuyor, hem de iki sebepten. Bir, Bilecik tamamen Marmara Bölgesi'nde değildir, Ege'de ve İç Anadolu'da olan kısımları vardır, her Türkiye Bölgeler Haritası sahibi olan ve harita okumayı bilen insan bunu anlayabilir. İki, bölgeler ayrılırken, tam da Özdil'in öngördüğü gibi, iklim, bitki örtüsü ve coğrafi şekiller ön plandadır, o yüzden Bilecik ili birincil olarak değerlendirmeye alınmaz Marmara Bölgesi sınırlarını çizerken. Ki zaten bu ana bölgeler, doğal, beşeri ve ekonomik sebepler uyarınca kendi içlerinde bölümlere de ayrılmıştır. Özdil tehlikenin tam farkında değil sanırım, çünkü Türkiye'nin tam 21 bölümü var!!! DAN DA DA DAN! Paramparçayız!!! Gelelim 2010 model komplo teorisine. Baktığım hiçbir kaynakta, Yılmaz Özdil'in anlattığı üz're dış mihrakların "Fırsat bu fırsat!" deyip de ülkeyi bölmek için bu kongreye koşar adım katıldıklarını göremedim. Kendisinin de yazılarında kaynak belirtme adeti olmadığından, bu hususa nasıl nail olduğunu bilemeyeceğiz. Benim fikrim, Özdil'e bu bilgiyi kendisinin 7 coğrafi bölgesinden birinin verdiği. Bu arada coğrafi bölgelerin tarihçesine ulaşmak isterseniz, onun için de kaynağımız var. Baktığımızda görüyoruz ki, Türkiye'nin coğrafi bölgelere ayrılışı konusunda yabancılar da hemfikir değil :( Neyse, bir safsatanın daha sonuna gelirken, kafanızı bu tür yalan bilgilerle şişiren adamlardan uzak kalmanızı tavsiye eder, esenlikler dilerim.

21 Eylül 2010 Salı

European Mobility Week (EMW)

Sanırım Avrupa Hareketlilik Haftası olarak Türkçeleştirebileceğimiz (Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdanmışsınız) bir etkinlik bu. Henüz Türkiye'de pek kimsenin haberdar olmadığı, bendenizin de yakın zamanda alevlenen bisiklet sevdası nedeniyle tanıştığı bir şey. Baktım, beğendim, dedim sizlerle de paylaşayım.

Bu esnada, bakarken gördüm ki, 2002 yılında dünya çapında 23 ülkede toplam 418 kent katılmış ve bunun 79'u Türkiye'den imiş. Hatta Türkiye o sene en çok kentin katıldığı ülke imiş. Bunun yanında 2008 yılında, yukarıda görebileceğiniz, en az bir kentin katıldığı ülkeler haritasında Türkiye'nin işaretli olmadığını da fark edeceksiniz. Nasıl olduğunu gerçekten merak ettim, ama ben Wiki'nin yalancısıyım (Sonradan gelen ek: katılımcı kentlere baktım ve orada ne mutlu ki Muğla ve Bodrum'u gördüm. Haritanın hazırlanmasından sonra katılınmış demek ki...).

Her neyse, ne diyorduk? Her sene Eylül ayının 3. haftası boyunca kutlanan bu söz konusu hafta boyunca, her sene farklı temalar çerçevesinde etkinlikler düzenleniyor ve daha sağlıklı ve çevre dostu ulaşım teşvik ediliyor. 16-22 Eylül tarihlerine denk gelen bu seneki haftanın teması "Travel Smarter, Live Better". Çirkin bir çeviri olacak ama "Daha akıllıca yolculuk edin, daha iyi yaşayın." diyebiliriz sanırım. Katılımcı kentlerin, bu çerçevede obezite, aşırı kilo ve fiziksel hareketsizliğe karşı "aktif ulaşım"ı teşvik etmesi ve böylece aynı zamanda da fiziksel ve zihinsel durumlarını iyileştirme yönünde çalışması bekleniyor. Sürdürülebilir ulaşımın aynı zamanda genel olarak şehirlerdeki yaşam kalitesini artırdığına, hava ve gürültü kirliliğini azalttığına ve kazalarla birlikte bütün olumsuzluklarıyla trafiğin (stres, yüksek yakıt tüketimi, zaman kaybı...) de azaltıldığına yardımcı olduğuna vurgu yapılıyor.

Türkiye'de bu sene bu etkinliğe ilişkin pek bir şey göremedim (harita doğru söylüyor sanırım) ama Facebook'ta İzmir'in Perşembe Akşamı Bisikletçileri'nin (PAB) bir etkinliğine rastgeldim. Her ne kadar doğrudan bu etkinliği destekleyebilecek olmasam da, bu haftayı da bisiklet üstünde geçirdim elimden geldiğince. Geçtiğimiz perşembe akşamı Ankara PAB Kızılay grubunun turuna katılmıştım, ama bu etkinliğe ilişkin tek kelime geçmemişti. İzmir'deki grup fersah fersah ileride zaten Türkiye'deki diğerlerine göre, ama Ankara'da da hiç olmazsa birilerinin haberdar olması, etkinliğin bir yerlerine sıkıştırması, molada bir sözünün geçmesi vs. çok güzel olurdu. Etkinliği doğal olarak, herhangi bir ekstra çaba göstermeden destekleyebilecek bir grup içerisinde EMW adının geçmemesi üzücü.

Şu an bisiklet odaklı düşündüğüm için biraz yanlı bir yazı oluyor, ancak belirtmeden geçmeyeyim; EMW, "bisiklet" odaklı bir hafta değil, bisikleti de kapsamakla birlikte, her türlü düşük tüketimli, sağlıklı, aktif hareketi de içeren bir hareket. Yani buna arabanın kontağını bir haftalığına (Özellikle de son günü, yani bu sene 22 Eylül'de) kapatıp toplu taşımayı tercih etmek de dahil, carpooling denen "araba paylaşma" (araba paylaşma tam olarak carpooling değil ama idare ediverin) da, yürümek de...


Bunun Tayyiplisini yapsak insanlar yanlarına birini almaya mı
yoksa yalnız yola çıkmaya mı çabalar acaba? Hmm...


Şuradan görebileceğiniz broşürle biraz daha net bilgi edinebilir, internet sitesini gezerek daha ayrıntılı fikir sahibi olabilirsiniz. Son olarak, bu broşürden hiç olmazsa "vatandaş olarak ne yapabilirim?" bölümünü çeviresim geldi;
"- Önemli toplu taşıma duraklarına/istasyonlarına veya işyerime yakın bir yerde oturabilirim.
- Kendi arabamdan başka, yürümek, bisiklet, toplu taşıma, carpooling veya araba paylaşma alternatiflerini kullanabilirim.
- Esnek çalışma saatleri veya evden çalışmayı talep edebilirim.
- Arabamı kullanmam gerektiğinde olabildiğince az yakıt tüketerek kullanıp neden olduğum emisyonu düşürebilir, hız kurallarına riayet edebilir, arabanın sağlıklı çalışıyor olmasını ve lastiklerin uygun derecede şişirilmiş olmasını sağlayabilirim.
- İşverimin bir "işyeri ulaşım planı" hazırlamasını talep edebilirim.
- Çocuklarım için en yakın okulu tercih edip, okula giden diğer çocuklarla birlikte ayaklı veya bisikletli otobüslere katılmalarını sağlayabilirim (ayaklı otobüsün ne olduğunu merak ettiyseniz şöyle buyrun).
- Çocuklarımın toplu taşımayla, ulaşım saatleriyle ve bağımsız ulaşımla aşina olmalarını sağlayabilirim.
- Sınırları dahilinde yaşıyor olduğum yerel yönetimin, bisikletliler, yayalar ve toplu taşıma için gerekli şeylerin yapılmasını desteklediğimi bilmesini sağlayabilirim."

Bu çevirdiğim metnin göze/kulağa fazla "Avrupai" geldiğinin farkındayım, ama yine de bize de uyanlar var neyse ki. İngilizce okurken bu kadar garip gelmiyor da, Türkçeye çevirince bir dank etti. Yarınki planım, Kızılay'a taşınıp, işe bisikletle gidip, bisikleti güvenlik açısından 4. kattaki ofisime park edip, işverenimden esnek çalışma saatleri veya evden çalışmayı teklif edip, diğer çalışanlar için işyeri ulaşım planı önerip, çocuklarımı da yalnız başına, şoföre emanet etmeden dolmuşa otobüse bindirip bir yere gönderdikten sonra, belediyeye gidip bisiklet yolu istemek. Sonra da ver elini Bakırköy...

Umutsuz olmamak lazım yine de yahu, bugün 1 tanesi uyuyorsa yarın 3 tanesi öbür gün 5 tanesi uyar bize. Yavaş yavaş... Acelemiz yok? Ben en azından kalan 2 günü bisikletimle geçirme niyetindeyim, varsa Ankara'dan katılmak isteyen, bekleriz efen'im... Yarın İstanbul Yolu, ertesi gün belki Ankara Üniversitesi Beşevler kampüsü, 23'ü akşamı Kızılay veya Çayyolu PAB turu. Oh, mis! 

20 Eylül 2010 Pazartesi

Ben Sana Gen. Yayın Yönetmeni Olamazsın Demedim

Dikkat: Aşağıdaki yazı yüksek dozda önyargı ve subjektif değerlendirme içerir.

Radikal, tiraj kaygısı, daha doğrusu genel maddi kaygılar sebebiyle yeniden yapılandı, başına Eyüp Can Sağlık getirildi İsmet Berkan'ın yerine. Açıkçası beni pek sevindiren bir gelişme değildi, ama para, benim gazeteyi internetten okumamdan daha geçerli bir faktör gazete sahibi için.

Neyse, Eyüp Can beye ısınma turlarında iken önce ilk ciddi hatasını yaptı. Tarhan Erdem'in, ki empirik olarak Türkiye'nin en iyi seçim tahmincisidir, seçim sonuçlarını yayınlamadı. Gerekçe? "Halk çok kutuplaştı bunu tetiklemeyelim." Bilimsel bir haberi, halkın kutuplaşma kaygısından aşağıda gören bir genel yayın yönetmeni istemem ben şahsen. Hem o anket sonuçları yayınlansa ne olacaktı ki? Nedir yani bu?

Kendisinin ikinci hatası, "Sen misin gerdek gecesi sevişmek isteyen" başlıklı şu haber sunumunu onaylaması oldu. Mantık şu ki, gerdek gecesi sevişmek adamın en doğal hakkıdır, bu yüzden tecavüz edebilir. Ben Radikal'i kaç zamandır okuyorum, bu tür bir yaklaşıma çok ender rastlamışımdır, ki sonrasında Berkan mutlaka bir şekilde özür dilemiştir.

Bugün kendisi köşe yazısında işini ne kadar ciddiye aldığını gösteren üöüncü bir hatayı da yapınca "Hele destur!" demek zorunda kaldım. Yazının link'i şu, altta da ekran görüntüsü var:
Fark ettiniz mi garipliği? Yazıdaki tespit, Artvin'in evet dediği varsayımıyla yapılıyor, lakin üstteki haritada Artvin açık bir şekilde kırmızıya boyanmış durumda, yani "hayır" demiş. Bu durumda, Arhavi hayır mı demiş, evet mi demiş, bölünme nasıl gerçekleşmiş, ya da yazar bölünme ile neyi kast etmiş hiçbir fikrimiz kalmıyor.

Ekleme: Bu yazıyı yazalı çok oldu ama blog'a asmayı unutmuşum. Bu şaşkınlık sürecinde Radikal bir bombaya daha imza attı. Başlık: Amcadan yeğene milli kazık. Neymiş? 13 yaşındaki yeğenini ilk cinsel deneyimi için geneleve götürmüş bir amca (ki çocuğun 13 yaşında olması sebebiyle, haberin esas odak noktası bu olmalı, cinsel istismar bu bir yerde), ama Radikal hayat kadınının transseksüel olmasına odaklanmayı tercih etmiş. Yani 13 yaşında çocuk geneleve gidip bir XX ile sevişse herşey normal olacak.

Evet sevgili Eyüp Can Sağlık, senin gazeteciliğini hiç sevemedim. Zaten eşinin romanlarını da sevememiştim.

14 Eylül 2010 Salı

Resimdeki gizli sorumluyu bulun


Radikal yine bir habercilik başarısına imza atmış. Ben de gerçekten (valla bak) merak ediyordum bu ponpon kızların neden/nasıl sahne almadığını, hemen tıkladım habere. açılan sayfada, sizin de yukarıda gördüğünüz 7 çift yanak ve 2 çift memeyle karşılaştım. Şaşırtıcı değil, evet. Buraya kadar her şey "normal". (Bu sefer gerçekten, konu ponpon kızlar olduğu için çok anormal değil, ponponları yadırgamadım ama sağdaki kızcağız pek ponpon değil.) Sonra haberi okudum ve kızların sahne alırken birden bire almadığını görüp bildiğim şeyi pekiştirmiş oldum (teşekkürler Radikal). Ardından, ikinci paragrafta da bulamadım sorumluyu. Bakıp duruyorum, hala yok? Federasyona bir ceza kesilmiş ama, sorumlu federasyon mu yani? Radikal, benim gibi algı güçlüğü çekenleri de düşün, lütfen...

Haberdeki sorumluyu bulana tam 1 meybuz!

p.s. O değil de, "Spor kategorisindeki galeri haberler"deki 1 hışımı bulana da bonus 1 meybuz daha! Kolalı...

Mağduriyet Mefhumu

Sezen Aksu oyunu "evet" olarak açıkladıktan sonra, yıllardır onun harikulade güzellikte şarkılarını dinleyip kendisini "kraliçe" mertebesine yükseltmiş olan Beyaz Türkler büyük bir şok yaşadılar. Çünkü Sezen Aksu İzmirliydi, aydınlık yüzdü vs. vs. Peki n'oldu bu hayalkırıklığının, "bizden değilmiş" şokunun neticesinde? Hiçbir şey. Yoğun bir eleştiriye maruz kaldı Aksu, o kadar. Aksu'nun maruz kaldığı eleştirinin misline o ilk ilk röportajı yüzünden Fazıl Say, "kafama sıkar giderim" demesi yüzünden Niran Ünsal vs. kaldı. Çok enteresan bir şey değil siyasi görüş açıklayan sanatçının eleştirilmesi. Peki bunu nasıl yansıttık? "Aksu'yu linç ediyorlar!" Kanıt? "Sezen Aksu sokağındaki tabelayı indirmişler!" Başka? "Sokağın ismi değişsin diye dilekçe vermişler!" Bu mu lan linç dediğiniz? O zaman şehir isimleri takır tukur değiştirilen, çocuklarına isim koyamayan Kürtler bu ülkede yıllardır linç ediliyor, niye kılınız kıpırdamadı? Densizlik bununla da sınırlı değil. marksist.org Sezen Aksu'ya yapılanı Ahmet Kaya'ya yapılan ile karşılaştırmış, muadil görmüş. Bir tarafta, üzerine çatal bıçak yağarken yanında onu savunacak bir Savaş Ay, Bir Mehmet Aslantuğ, birkaç da garson çocuk bulmuş, fiziksel linçin ucundan dönmüş, ertesinde tüm ülke medyasında kovulmaya çalışılmış, zibilyon tane iftiraya maruz bırakılmış Ahmet Kaya. Diğer tarafta, iktidar partisinin eylemini desteklemiş, buna tepki olarak da nüfusunun bulunduğu ildeki sokak tabelası aşağı alınmış Sezen Aksu. El insaf. Peki bunun esas sebebi ne? Kemalist olmayan muhafazakâr kesimin (genellemeyi mazur görün) hala daha "mağdur edebiyatı" oynama refleksinin olması. AKP'nin oylarını Ergenekon arttırdı, ordu arttırdı, HSYK arttırdı. Anayasa değişti artık, bu engellerin hiçbiri yok. Değişen AYM yapısıyla türban sorununa da çözüm bulunur yakında zaten. Eh, şimdi AKP'yi ne mağdur edecek? "Kürtlere evet demesinler diye baskı yapıyorlar!" (Güneydoğu'da görevlendirilen zilyon tane polis eminim halk oy kullansın diye hiçbir telkinde bulunmamıştır, evet) "Aksu'yu linç ediyorlar!" Kala kala bunlar kaldı. Bu gidişle yeni yeni mağduriyet söylemleri gelişecek önümüzdeki günlerde. Bardağın dolu tarafından bakarsak, ülkenin kollektif yaratıcı zekası için çok olumlu bir gelişme bu.

Kısa Kısa Referandum Değerlendirmeleri

- Referandumdan en zararlı çıkan parti MHP oldu. Rakamlara baktığımızda, CHP'nin aldığı oy oranının kemikleşmiş olduğunu empirik olarak bildiğimizden Bahçeli'nin tabanından koptuğu ve Hayır çağrısına karşın bol miktarda evet aldığını görebiliyoruz.

Nasıl BDP'de "şahinler - güvercinler" varsa, nasıl CHP'de "1990 model sosyal demokratları - 1940 model Kemalistleri" varsa, AKP'de "Cemil Çiçekgiller - Zafer Üskülgiller" şeklinde ayrımlara gidebiliyorsak MHP'de de bir "80 öncesinden az İslamcı çok milliyetçi - 80 sonrasından koyu muhafazakar ülkücü" hizbinden söz edilebilir. Bu referandum sürecinde, MHP daha mukaddesatçı kesimi kaybetti denilebilir ilk bakışta, bu da CHP ile seküler milliyetçi kesim konusunda rekabete gireceği anlamına gelir. Sonuç, mutlak oy anlamında AKP'nin, iller bazında oransal artış olacağından CHP'nin işine gelecektir bu dinamiklerle seçime gidilirse.

- Referandumdan en kârlı çıkan parti ise nazarımda BDP'dir. Kendileri eğer "Hayır" deselerdi, hayıra rağmen paket geçebilir ve de mağlup konuma düşebilirlerdi. Şu haliyle hem gözdağı vermiş oldular, hem de tüm bu tantanadan bağımsız bir şekilde güç gösterisinde bulundular.

- Konjonktür gereği aynı potaya yaklaşmış olan "muhafazakar liberal" ve "sosyal demokrat/liberal"lerin ayrışma sürecinin de referandum sonrasında başlayacağını öngörebiliriz.1 "Yetmez ama Evet" diyen sol kesime zoraki bir destek veren muhafazakar-liberallerin, belirli noktalarda "kırmızı çizgi" reflekslerinin devreye girmesi kaçınılmaz olacaktır.2

- İktidar partisinden bağımsız bir şekilde yeni bir Anayasa isteyen kesim için esas mücadele şimdi başlamakta. Kenan Evren'e hemen suç duyurusunda bulunuldu mesela, lakin bunun takipçisi olunacak, AKP'nin muhtemelen "hele bir genel seçimler geçsin" diye yaklaşacağı yeni Anayasa için ivedilikle baskı oluşturulacak, girilmesi çok muhtemel atalet havasından kurtulunması için yoğun lobi yapılacak.

- Şunu da tekrar söyleyelim: Yargının bağımsız olması demek, yargının kimseye hesap vermemesi, mutlak otorite olması demek değildir, çünkü yargının kararı zaten mutlaktır ve de o yüzden üzerinde bir denetim mekanizması olması, kuvvetler ayrılığına aykırı değil, bizzat paraleldir. Nasıl ki, kimseye hesap vermeyen bir ordu kendisini mutlak otorite görmemeyi hesap vererek öğrendiyse, yargı için de aynı süreç devreye girecek ve de demokrasi adına olumlu gelişmeler yaşanacaktır.

Ha, herkes demokrasiyi yüzde yüz benimsemek zorunda da değildir tabii. "Militan demokrasi" diye amorf bir şey de attı bu ülke ortaya, 90'larda Vural Savaş, 2000'lerde Taraf gazetesi kullanmaya başladı bunu. Ama bu iki argümanı bir kenara koymak lazım.

- Türkiye toplumunun saf şapşal partizanlığına ise nasıl çare bulunacak onu bilmiyorum. "Nasıl koyduk ohh ohh Evet Evet!" diyenlere de, "Aziz Nesin haklıymış :(" diye gezenlere de, yani kısacası kanunlar müsaade etse bu referandumu kan davası haline getirecek olanlara meşe budağından yapılmış sopam ile pata küte girişmek isteği ile yanıp tutuşmaktayım.

Facebook camiası adına senden özür dilerim üstad.
Son not: 1 ay öncesinden "Kılıçdaroğlu oy kullanamayabilir" haberleri dönmesine karşın seçmen listesinde adı olmadığı için oy kullanamayan, ve de buna "haberim olmadan kaydımı silmişler" diye açıklama getiren Kılıçdaroğlu'nun havale edecek kurum ve kuruluş bulamadım.

1.Mesela Yıldıray Oğur bugün"yıldırım türker gibilerin "ama ne yapsın kürtler dağa çıkmaktan başka" edebiyatı yüzünden 2010 yılında hala kürt gençler dağlarda ölüyor"gibi mükemmel bir tespit çıkarabilmiştir.

2.Ekşisözlük yazarlarından marpione'nin bir lafı vardır: "40'ından sonra demokrat olmaya karar veren bir insanın, önceki hayat refleksleri peşini bırakmaz." Nazlı Ilıcak cephesinin daha güzel analizi yapılamazdı zannımca. Bu örnekle de yukarıda ne demek istediğim iyice anlaşılır herhalde.

12 Eylül 2010 Pazar

Yayın Yasağı

Sene 2010. Artık iletişimin dört nala koştuğu koşullardayız. Seçim yasakları ise 21.00'a kadar sürüyor, yani oylama bittikten 3-4 saat sonraya kadar. Sebep? 1961 tarihli bir mevzuat: Madde 80 - Seçim günü saat 18 e kadar radyolar ve her türlü yayın organları tarafından seçim ve seçim sonuçları ile ilgili haber, tahmin ve yorum yapılması yasaktır. Saat 18 ile 21 arasında ancak radyolarda Yüksek Seçim Kurulu tarafından seçim ile ilgili olarak verilecek haber ve tebliğler yayınlanabilir. Saat 21 den sonra bütün yayınlar serbesttir.
Mevzuat o kadar eski ki, örnek verilen birincil medya organı radyo. Televizyon, internet falan yok yani. Yılmaz Özdil tadında bitirmek istiyorum bu yazıyı: Senin kafan 1961 model iken, anayasan 2010 model olsa ne yazar?

Yüzdük Yüzdük Kuyruğuna Geldik

Bugün milli basketbol takımımız ABD ile final maçı oynayacak. Dünkü Sırbistan maçından sonra büründüğümüz öfori havası iyi güzel tabii, lakin bu son maç öncesi tavan yapmış beklentileri aşıp biraz daha teknik bir analiz yapmak gerek bence. Öncelikle kanaatimi söyleyeyim, sonra sebeplerini sıralayayım: Bugünkü ABD maçını kazanma şansımız %50. Bu "ya kazanırsın ya kaybedersin" düz matematiği değil, hakikaten inanıyorum bu orana. Şimdi elimizdeki verilere gelelim: Türkiye, turnuva boyunca çok etkili bir savunma yaptı. Rusya, Yunanistan ve Fransa maçında çok etkili bir alan savunması, takımdaki herkesin şutör olduğu Slovenya karşısında ise sürpriz yaparak çok etkili bir adam adama savunma yaptık, (ve hatta maçtan sonra Lakovic bunu dile getirdi açıklamasında) Bir avantajımız bu noktada başlıyor. Eğer alan savunmasını ciddi şekilde oturtursak, ABD'nin bizi fazla zorlayacak dış şut silahları yok. Daha doğrusu var, hatta kadroyu seçerken buna çok özen gösterdiler (Rajon Rondo'nun kadro dışı bırakılması da bu sebeptendi) fakat ne Rose, ne Curry şu ana kadar bunu gerçekleştiremediler, Billups artık hevessiz/yorgun halde ve hatta Coach K son maçta Curry ve Granger'a süre bile vermedi. Tek etkin gözüken Gordon, lakin onun da savunmasal handikapları var. O yüzden bu son maçtaki kısıtlı rotasyon eğer bir "dinlendirme" taktiği değilse, alanımızın etkin olacağını düşünebiliriz. Şimdi soru şu olabilir; Litvanya da iyi savunma yapıyordu, ABD onları nasıl geçti? El cevap: Cüsse avantajı. En uzun adamları 6'9''luk Javkovas olunca (ki 15 sayı attı dün), pota altında Lamar Odom, 2010 NBA finalindeki rahatlığını hissetti, çok rahat toplar aldı. Litvanya'nın bu kısalığına karşı bizim Ömer, Semih ve Oğuz gibi size'lı iç oyuncularımız var, o yüzden bu savunmasal çözülme bu kadar kolay yaşanmaz. Litvanya'nın alan savunmasına döndüğü anlarda ABD'nın sıkıntı yaşadığı gerçek, lakin Litvanya bugün o kadar kötü şu attı ki (ilk yarı %27, maç sonu %38) geri dönüşlerle ABD iyi ceza kesti. Ki bu da bizim potansiyel sıkıntımız olacaktır. Bugünkü gibi, özellikle Ersan ve Hidayet saçma hücum tercihleri yaparlarsa Surbistan'dan daha sert ceza kesecek bir ABD olacak karşımızda. Bunun sınavını grup maçlarında Porto Riko karşısında verdik, fast break'lerden yediğimiz sayılar hala daha aklımda. Bir de Durant faktörü var tabii. Durant'ı kesinlikle adam adama savunmamak lazım, onu yapabilecek kapasitede olan adamımız Ersan, lakin o da şüpheli. Bunun haricindeki her eşleşme bir size ve atletiklik problemi getirecektir. O yüzden Durant gene coştursa da, bizim disiplinden kopmamamız gerek. Doc Rivers'ın Lakers maçında oyuncularına dediği gibi: "Bırakın Kobe atsın durmadan, o atınca 10'luk sayılmıyor gene ikilik, siz disiplininizden kopmayın, savunmayı aynen size dediğim gibi yapın." Bunun haricinde, takımımızın atletik olarak ABD ile başa çıkabilecek bir beşe sahip olması da büyük avantaj. Bu yönde bir sıkıntı çekildiğinde sahaya Ömer Aşık - Ersan - Ömer Onan - Sinan - Ender beşi bile sürülebilir. Sözün özü: Bugünkü maçta saçmasapan hücumlar etmememiz lazım. ABD Sırbistan kadar planlı hücum etmeyecek, Sırbistan gibi boğucu ve planlı bir "yarısahada ön alan savunması" da yapmayacak (ki bunu aşacak penetreleri bugün yapamamamız da maçı zora sokan etkenlerdendi, Tanjevic maçtan sonra bu konuda şikayet ettiğinden yarın böyle bir olasılığa hazır olacağımızı düşünüyorum). Maçı kazanmak, fenomenal şeyler yaşanmazsa, bizim elimizde. Favori gene de ABD, fakat kazanmak düşünüldüğü kadar rüya değil.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Korku ve Nefret

Yarın bitiyor referandum tantanası, hepimize geçmiş olsun. Ak koyun kara koyun belli olacak, gündem biraz da olsa normalleşecek. Gerçi referandum biter bitmez genel seçim tantanası başlayacak, ama en azından kaybeden taraf biraz akıllanacağından bir dingin hava akımı yurdu hakimiyeti altına alacak belli bir süreliğine.

Gelgelelim bu müstakbel akıllanma halinin öncesinde memleketçe uçmuş vaziyetteyiz. Referandum yaklaştıkça iki taraf da son kozlarını oynadığından mizansen B tipi korku-aksiyon filmi haline geldi. Politikanın, özellikle de eğitim düzeyi nispeten düşük ülkelerde, temel kuralıdır: Daha çok korkutan seçimi kazanır. Bu işin özeti budur. Bugün Amerika'da "Sosyalist oluyoruz, ülkeyi Müslümanlar bastı, Obama Arap zaten, Meksikalılar hepimizi taco yapacak" söylemini anaakım medyada rahatlıkla pompalatabilen motivasyon ile Türkiye'deki korku politikasının paralelliği bariz.1

Bu korkunun özetine bakalım: 60 sene önce komünist oluyorduk, bir numara çıkmadı. 40 sene önce sosyalistler memleketi basacaktı, ı-ıh. 30 senedir bu ülkeyi bölüyorlar. 15 sene önce İran oluyorduk, olmadık. 8 sene önce Malezya olacaktık, daha tık yok. Bir de dönüp dolaşıp hortlayan bir Sevr var mesela, akademik çevreler hatırlamıyorlar bile antlaşmayı. Ne şeriat geldi, ne din elden gitti vs. vs.

Referandum tantanasında bu suni korkunun son tecellisi "sivil dikta". Anayasa Paketi'ni kimse zahmet edip okumadığı için bu konuda da rivayetler muhtelif. Ben şahsen 21 asil üyesinin 3'ünü Yargıtay'ın, 1'ini Danıştay'ın, 1'ini Adalet Akademisi'nin, 7'sini adli yargı hakim ve savcılarının, 3'ünü idari yargı hakim ve savcılarının seçtiği bir HSYK'da hangi "sivil dikta" oluşacak çok merak ediyorum. Anayasa Mahkemesi ha keza, 17 üyeden 4'ünü Cumhurbaşkanı direkt seçiyor. Geri kalanları aday gösterenler 3 Yargıtay, 2 Danıştay, 1 Askeri Yargıtay, 1 Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, 2 Sayıştay ve 1 Baro Başkanları. Şaibeli olan dış faktör 3 adet YÖK adaylığı. Biz "YÖK özerk olsun" diye totomuzu yırtarken "Olmasın olmasın" diye kendini parçalayan statükocular düşünsün o kadarını da.2

Bu korku politikasının karşılığında da nefret ve şiddet ortaya çıkıyor. İki taraf da masum değil tabii: Bunlar "Evet"çilerin muhtelif zamanlarda gerçekleştirdikleri saldırılar: Varan bir, iki ve üç. "Hayır"cıların da üç kontrasına link verelim: Bir, iki ve üç.

Buradan, eğer hala daha fark edemediyseniz, memleketin manyaklık katsayısının ne kadar arttığını anlayabilirsiniz. Yani umarım.

Benim referandum konusundaki tavrım boykot, bunu daha önce söyledim zaten. Sebebi de yukarıdaki çıldırmışlık halinde özne olmak istememem. Bu "son koz oynama" aşamasında boykotçular da kazanılmak zorunda olduğundan bu kesime de saldırılar yağmaya başladı. İki taraf da bu üçüncüleri satılmışlıkla suçluyor vs. Yarın öbür gün bu anafora kapılmış "demokrasi fatihi" kalemler geriye dönüp bu dönemde yazdıklarına baktıklarında kendilerinden utanacaklar, ama tabii devir internet devri olduğundan yazı kalacak. İbret vesikası diye sergileriz mesela Cengiz Çandar'ın post-modern "Memleketimden İnsan Manzaraları" kıvamındaki yazısının son cümlesini.

Son son söz: Bu Anayasa değişikliği paketinin maddeleri en kötü ihtimalle nötr, azamiyetle de olumlu, yani bizi bulunduğumuz konumdan daha kötü bir yere götürme olasılığı düşük, ama şu çıldırmışlık halinin yarattığı tahribat payidar kalacaktır.

Sonuçlar hayırlı olsun şimdiden.

1. Tabii bizde işin içine bir de "Onun villası var, hayır ben daha fakirim" muhabbeti de giriyor, lakin Amerika'da politikacıların villası olması normal karşılandığı ve de o fakir fukara edebiyatı minimumda tutulduğu için bir farkılılık yaratılmış oldu.

2. Bunları geçtim, şu ana kadar yargı süper bağımsız ve tarafsızmış gibi bir izlenim de var. Kuvvetler ayrılığı denilen sistem de yargı da denetime tabii tutulmalıdır, yargı herşeyin üstündedir diye bir prensip yoktur, o dediğimiz "hukukun üstünlüğü"dür. İçinde bulunduğumuz koşullarda oluşmuş olan durum yargının "checks and balances"'ın suyunu kaçırmış olmasıdır. Baskın Hoca güzel özetlemiş, buyrun.

Ki zaten her kurumun "siyasal kimlik" edindiği bir ortamda, üyeyi kim seçerse seçsin yargı "siyasallaşmış" olacak. Esas çelişki burada. Ben demiyorum bunu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç diyor. O yüzden yargının bağımsızlığından önce "tarafsızlığı"nı sağlamış olmak lazım. Yargı üçüncü bir siyasi parti gibi çalışamaz, çalışmaması için yasamanın kısmi denetleme hakkı bulunur üzerinde.

10 Eylül 2010 Cuma

Kafa Açılımı

Hatırlarsınız ki, Ahmet Türk'e yumruklu saldırıdan sonra en sevdiğim yazar olan Yılmaz Özdil bir yumruk açılımı gerçekleştirmiş ve de "tamam yumruk atmış ama bir sor niye atmış, o da insan tabii haklı" mealinde laflar etmişti. Bugün Akın Birdal'e düzenlenen saldırıdan sonra, Hürriyet gazetesi gene buna benzer bir açılım gerçekleştirmiş.
Bu haberin sunumuna baktığımızda, hem başlıktan hem de resimden öncelikli mağdurun bu genç olduğunu anlıyoruz. Hatta "kafa atmak" eylemi o kadar önemsiz bir boyuta indirgeniyor ki, sanki adam slogan atmış da linç edilmiş gibi. Yahu bu adamın bu hale gelmesinin sebebi, Akın Birdal'a değme aksiyon filmlerine taş çıkaracak nitelikte bir kafa savurması! Bir siyasi erk temsilcisine fiziki ve ciddi boyutta bir saldırıda bulunuyor, ama sizin manşetiniz bu mu? Bu haberin nasıl sunulması lazım peki? Gayet basit. Başlık üstündeki ufak yazı "Saldırgana linç girişimi" olacak, esas başlık ise "Akın Birdal'a saldırıldı". Burada Akın Birdal'a saldırının esamesi bile yok. Gazeteye göz gezdirenlerin aklında ne kalacak? "BDP'liler birisini linç etmiş." Bilinçli bir tutum ise ayıp, bilinçaltı ise vahim bir sunum bu. Bravo Hürriyet, yürüyedur. Herkes birilerine yandaş nasıl olsa.

3 Eylül 2010 Cuma

Türkiyeli Mevzusu

Çocukken okuduğun-izlediğin politika haberlerinin beyninde yer etmesi, ebeveynlerinin ya da çevrendeki büyüklerin algısı paralelinde olduğu için; ileride duvarlarını yıkınca zihinde kara noktaların kalması normal oluyor. Biliyorsun, bir şeyler var orada ama üzerindeki pası kazımadıkça çıkmıyor yüzeye.

redingot'un son yazısı da bu işe yaradı. Bilinçüstümde sanki bu yüzyıla ait bir kavrammış gibi düşündüğüm "Türkiyelilik" olgusunu aslında eskiden de duyduğumu, ve hatta bunun tepki uyandırmış olduğunu anımsadım birden. Tabii bu kavramın aslında eskiden de ortaya atılmış olduğunu düşününce, gençlerin "hep bu AKP'nin icadı bunlar" algısı karıncalanıyor mesela, ya da "eskiden bu laflar yoktu, bölüyorlar bizi!" feryatları da anlamsızlaşıyor.

Efendim, Tansu Çiller 1995 yılının başında Karabük'te yaptığı bir konuşmada "Ne mutlu Türkiye'nin vatandaşıyım diyene!" diyerek bir açılım gerçekleştiriyor. Aslında çok da açılım değil, zira daha önce Cem Boyner'de "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözünü eleştirmiş ve de üzerine çullanılmış. Demirel de "anayasal vatandaşlık" kavramını gündeme getirmiş vs.

Peki Çiller'in bu sözünden sonraki tepkiler nasıl? İlk çelmeyi Demirel takıyor, hemen bir sonraki gün: "Devlet Türkiye Cumhuriyeti devleti, millet de Türk milletidir." ve bu sözlerde "bölücülük kokusu" olduğunu belirtiyor. Ecevit "Çiller'in Türkiye Cumhuriyeti'nde başbakan olması talihsizliktir" diyor. RP "gariplik" değerlendirmesinde bulunurken, ANAP milletvekili ve eski Adalet Bakanı (Adalet eski Bakanı değil, ısrarla değil) Oltan Sungurlu bizleri şaşırtmayıp "Sevr önümüze konuyor" söylemini benimsiyor.

O zamanlar Kenan Evren hala daha fikrine danışılan bir adam, fakat söylediklerini kısaltarak aktarmam mümkün değil, o yüzden küpürden aynen alıyorum: "Atatürk 'Ne mutlu Türküm diyene' derken Türkiye'de Kürt olduğunu bilmiyor muydu? Rum, Ermeni olduğunu biliyordu ama "Ne mutlu Türk'üm diyene" demiştir. Bunu herkes söylesin diye de bir zorlama yapmamıştır. İsteyen söyler istemeyen söylemez. Ama kimse değiştirmeye kalkışamaz. Çiller söylemek istemiyorsa söylemesin. Fakat Atatürk'ün sözünü de Kürt oyu alacağım diye değiştirmeye kalkmasın." Evren, ayrıca Kürtlerin Türk boyundan geldiğini de savunarak "Kürt kökenli Ziya Gökalp ve Şerif Fırat gibi bilim adamları da bu yönde eserler vermişlerdir" diye konuştu. Şuradaki mantık hatalarından sırf bir yazı çıkar. 5 Ocak'ta Karayalçın "Türkiye halkı" kavramını ortaya atıyor, hem de Atatürk'ün kendi sözüne dayandırarak. 

Köşe yazarlarına bakarsak; Yalçın Doğan 3 Ocak 1995 tarihinde köşesinde "Çiller tam bir cahil. Kavramlara dönük en ufak bir bilgisi yok." diyor, sonra ad hominem'in dibine vurarak "zaten bir kere de makus talih yerine mahut demişti, boşverin yahu onu" mealinde laflar ediyor. Doğan, Çiller'in "Türk milliyetçiliği yerine Türkiye milliyetçiliği" sözüne bile ifrit olmuş durumda aynı yazısında. Ahmet Altan ise bu söze tahammülü olmayanları sert bir dille eleştirmiş 4 Ocak'ta yazdığı yazıda.

Bu tartışmalar belirli bir süre daha devam etmiş, zira 14 Mart'taki yemin töreninde Harbiyeliler "Türkiye vatandaşıyım değil, Türk'üm" diyerek "mesaj vermişler" (haberin başlığı). O zamanlar okulun komutanı olan Büyükanıt da "Kendilerine sonsuz güven duyduğumuz Harbiyeliler biliyorlar ki, Türkiye'yi çağın gerisine çekmeye çalışan hasta ruhlar ile onu bölmeye çalışan ücretli cani şebekelerine karşı mücadelede başarının tek yolu Atatürkçü düşünce sistemine sarılmak ve o düşünce sistemini bir yaşam felsefesi olarak kabul etmektir." buyurmuş. O zamanlar muhtıra yazamıyor tabii, elden bu kadar gelmiş.

Bu konu 21 Mart tarihli Ateş Hattı programında da tartışılmış. Türkeş ve Ecevit eleştirirken, Boyner ve Aktuna desteklemişler bu söylemi.

Fakat ondan sonra, konuyla ilgili gazete küpürü aramaları başarısızlıkla sonuçlanıyor. Yani çok da kudretli bir tartışma ortamı yaratılamamış, ya da Milliyet Gazetesi konuyu es geçmeyi tercih etmiş.

Sözün özü: "Türkiyelilik" ve "Türkiye vatandaşlığı" kavramları çok da yeni kavramlar değil, lakin refleksler oldukça köklü. Bu kavramı "yabancılaştırma" çabalarına bakarken, bu tartışmanın eskiden de yaşanmaya çalışıldığını unutmamak, ve o zaman hangi aktörlerin hangi söylemi benimsediğine bakmak gerekiyor.

2 Eylül 2010 Perşembe

Milliyet için gazetecilik dersleri

Medyanın aczinden zaman zaman bahsediyoruz burada. Bu sefer de Milliyet yine Türkçe konuşmayı/yazmayı ve gazeteciliği unutmuş. Alıntılarla örneklendirelim ve açıklayalım. Peşinen de Milliyet'e bir redaktör ve bir de foto muhabir edinmesini salık verelim.

Öncelikle, yandaki fotoğrafa dikkatlice bakın. Bir gariplik görüyor musunuz? Görmüyorsanız bir de şuradan daha büyük boyutlu olarak bakın. Artık bir gariplik algılamış olsanız gerek. O formanın üstündeki çizgiler var ya... Hani böyle dairesel/eliptik ve sonrasında düzleşiyor falan. Bilmiyorum hiç denediniz mi ama fotoğraf makinesinin ayarlarıyla oynamadan televizyondan fotoğraf çekmeye çalışırken aynen böyle olur. Dolayısıyla bu fotoğrafı bu şekilde çekip de bu habere yerleştiren arkadaşa kocaman bir alkış gelsin...

Hatta dediğimin daha iyi anlaşılması için, sizin için yemedim içmedim, üşenmedim ve o bakış anını yakaladım mevzubahis videodan. Youtube'daki şu videonun 6. dakika 40. saniyesinde tam olarak bu pozu yakalayabilirsiniz (videoyu izlemeye üşenenler şuradan fotoğrafa bakabilir). Sonra sağ taraftan Lig TV amblemini dışarıda bırakacak kadar kırparsanız, elinizde mis gibi, o an oradaymışsınızcasına bir Fatih Tekke imza töreni fotoğrafı olur. Afiyet olsun. 

Gelelim ikinci sıkıntıya...

Aşağıdaki metin, şuradaki haberden (metin değişirse diye ekran görüntüsü):
---
"Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Yunanlı meslektaşı Dimitris Druças maçtan hemen sonra soyunma odalarına indiler. İki bakan önce Yunan Milli takımının soyunma odasını ziyaret ettiler.

Odada yenilginin getirdiği bir hüzün hakimdi. Yunan basketbolcuları teselli etmekte Türk Bakan Davutoğlu’na düştü. Davutoğlu ‘Sayın Bakan’ın da dediği gibi inşallah finalde tekrar karşılaşırız’ dedi.

İki bakan ardından galibiyetin kutlandığı Türk soyunma odasına geçtiler. Burada Yunan bakan Druças’ın  yanına gittiği ilk basketbolcu, maçında kahramanı olan Ersan İlyasova oldu.

MAÇTAN NEFES KESEN ANLAR İÇİN TIKLAYIN

Druças burada Ersan’a adeta sitem etti: ‘Seni bir türlü tutamadık. Bizi çok zorladın’.

Druças’ın gözleri ardından Hidayet Türkoğlu’nu aradı. Ancak Türkoğlu soyunma odasında değildi. Yunan Bakan Hidayet’le tanışmak istediğini söyleyince, milli basketbolcu apar topar duştan gelerek Yunan Bakan’la tanıştı.

Soyunma odalarının ziyaretinden hemen sonra çıkışta iki bakan boyunlarındaki milli takım atkılarını değiştiler ve spor salonundan finalde tekrar karşılaşma temennisiyle ayrıldılar."
---

Gelelim buradaki sorunlara:
---
1

"Yunan basketbolcuları teselli etmekte Türk Bakan Davutoğlu’na düştü." - Yanlış
"Yunan basketbolcuları teselli etmek de Türk Bakan Davutoğlu’na düştü." - Doğru

Sevgili Milliyet, dahi anlamındaki de/da sözcüğünün ve bulunma halini belirten -de/-da ekinin kullanımına ilişkin bak TDK ne diyor;

"Bağlaç Olan da, de’nin Yazılışı


Bağlaç olan da, de ayrı yazılır. Kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak ünlü uyumlarına uyar: Kızı da geldi gelini de. Durumu oğluna da

bildirdi. Sen de mi kardeşim? Güç de olsa. Konuşur da konuşur.
UYARI : Ayrı yazılan da, de hiçbir zaman ta, te biçiminde yazılmaz.
UYARI : Ya sözüyle birlikte kullanılan da mutlaka ayrı yazılır: ya da.
UYARI : Da, de bağlacını kendisinden önceki kelimeden kesme ile ayırmak yanlıştır: Ayşe de geldi (Ayşe'de geldi değil).
UYARI : Da, de bağlacının bulunma durumu eki olan -da, -de, -ta, -te ile hiçbir ilgisi yoktur. Bulunma durumu eki getirildiği kelimeye bitişik yazılır:

devede (deve-de) kulak, evde (ev-de) kalmak, yolda (yol-da) kalmak, ayakta (ayak-ta) durmak, çantada (çanta-da) kek lik. İkide (iki-de) bir aynı sözü 
söyleyip durma.
Yurtta sulh, cihanda sulh. (Mustafa Kemal Atatürk)"


---
2

"Davutoğlu ‘Sayın Bakan’ın da dediği gibi inşallah finalde tekrar karşılaşırız’ dedi." - Yanlış
"Davutoğlu ‘Sayın Bakanın da dediği gibi inşallah finalde tekrar karşılaşırız’ dedi." - Doğru

"2. Kişi adlarından sonra gelen saygı sözlerine getirilen ekleri ayırmak için konur: Nihat Bey’e, Ayşe Hanım’dan, Mahmut Efendi’ye, Enver Paşa’ya vb.
UYARI: Unvanlardan sonra gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Cumhurbaşkanınca, Başbakanca, Türk Dil Kurumu Başkanına göre vb."

---
3

"Burada Yunan bakan Druças’ın  yanına gittiği ilk basketbolcu, maçında kahramanı olan Ersan İlyasova oldu." Yanlış
"Burada Yunan Bakan Druças’ın  yanına gittiği ilk basketbolcu, maçın da kahramanı olan Ersan İlyasova oldu." - Doğru

Bir taşla iki kuş bonusu kazandınız, tebrikler!

Daha önceki bir cümlede, Türk bakandan bahsederken "Türk Bakan Davutoğlu" diye büyük harfle yazmayı biliyorsunuz, ama Yunan bakan söz konusu olduğunda unutuyorsunuz. Bilinçaltı fışkırması olabilir biraz ama "bakan", Yunanistan vatandaşı olduğu zaman küçülmez. Şöyle ki;

"Kişi adlarından önce ve sonra gelen saygı sözleri, unvanlar, lakaplar, meslek ve rütbe adları büyük harfle başlar: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 
Kaymakam Erol Bey, Sayın Prof. Dr. Hasan Eren, Hamdi Bey, Mustafa Efendi, Zeynep Hanım, Bay Ali Çiçekçi, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Doktor Behçet Uz, Mareşal 
Fevzi Çakmak, Yüzbaşı Cengiz Topel; Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Genç Osman, Deli İbrahim, Avcı Mehmet, Nişancı Mehmet 
Paşa, Deli Petro."


Yine dahi anlamındaki de karmaşası var bir de. Aferin.

---
4

Druças burada Ersan’a adeta sitem etti: ‘Seni bir türlü tutamadık. Bizi çok zorladın’ - Yanlış
Druças burada Ersan’a adeta sitem etti: ‘Seni bir türlü tutamadık. Bizi çok zorladın’. - Doğru

Cümle sonlarına nokta konur. Aslında bunu açıklamaya gerek yok, ama emin olalım yine de:

"1. Cümlenin sonuna konur: Türk Dil Kurumu, 1932 yılında kurulmuştur.
Saatler geçtikçe yollara daha mahzun bir ıssızlık çöküyordu.(Reşat Nuri Güntekin)"

---
5

"Yunan Bakan Hidayet’le tanışmak istediğini söyleyince, milli basketbolcu apar topar duştan gelerek Yunan Bakan’la tanıştı. - Yanlış
Yunan Bakan Hidayet’le tanışmak istediğini söyleyince, milli basketbolcu apar topar duştan gelerek Yunan Bakanla tanıştı. - Doğru

Aynısı yukarıda ikinci hatada da var.

---

14 cümleden oluşan haberde (en azından benim fark ettiğim) 6 tane yazım hatası yapan Milliyet'i tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz.

PS. Bugünüm gerçekten çok boş geçti sevgili günlük.

Ölü Eşek Mevzusu

Gün geçmiyor ki buluttan nem kapmayalım. Mevzu Danny Granger adlı ABD'li basketbolcunun yazdığı bir tweet. Radikal'ın haberine göre kendisi demiş ki: "Türkler ölü eşek gibi kokuyor!" Aman Tanrım, acayip ırkçı bir laf değil mi? Peki Granger hakikaten ne demiş, bir de bu link'ten bakalım: (resimli) "Ölüyorum. Avrupalılar neden deodorant kullanmıyorlar yahu? Duyuruyu okumamışlar galiba." "Şaka yapmıyorum, ölü eşek gibi kokuyor." "Ben de New Orleans'tanım, bizim orası da öyle kokuyor, rahat olun! Nereye gitti yahu laf?" Yukarıdaki üç cümlenin içinde "Türkler" bulana büyük ödül veriyorum. Ve tekrar fark ettim ki, bize bu milliyetçi ve zenofobik gazı böyle böyle çaktırmadan iteleyiveriyorlar. Büyük basın çok yaşa!