2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

28 Ocak 2011 Cuma

Oscar'a Doğru: The Social Network

Birkaç gün önce 83. Oscar Ödülleri'nin adaylıkları açıklandı. Her sene yapmaya çalıştığım ama beceremediğim "Oscar'a kadar bütün aday olan filmleri izleme" projemi bu sene blog'a yazma motivasyonuyla birleştirip nihayet muvaffak olmayı tasarlıyorum. Bu bağlamda izlediğim ilk film "Feys'in filmi" The Social Network oldu. (Diğer adaylardan önceden izlediklerim var, ama bunu daha yeni izlediğim için sıcak sıcak kritiğini yapalım)

Kısım I: Oscar perspektifi


The Social Network, çok başarılı bir Hollywood prodüksiyonu. Hollywood evreninin belirlediği kurallar dahilinde yapılabilecek en iyi işlerden birisi. Fincher, mükemmel bir yönetmenlik göstermiş, Sorkin ödüle oynayan diyaloglarını yazmış -ki zaten kendisi senaryo hot shot'ı bir adamdır-, düz anlatımla sıkıcı olabilecek bir hikaye, ortalama izleyicinin kafasını karıştırmayacak geridönüşlerle süslenmiş. O yüzden Oscar bağlamında baktığımızda en güçlü adaylardan birisi bu film, lakin kişisel olarak tatmin olmama hakkımı saklı tutuyorum.

Oyunculuğa gelelim: Jesse Eisenberg, Mark Zuckerberg karakterini harika canlandırmış. Senaryonun vermek istediği Zuckerberg imajını birebir gösteriyor bize, bir geek (inek) ama aslında kafasının içinde türlü tilkiler dönüyor, senaryonun kendisine biçtiği "istemeden kötü adam/cool olma zorunluluğu" rolünün hakkını veriyor. Aynı şeyleri Eduardo Saverin karakterini canlandıran Andrew Garfield için söylemek mümkün değil, onun oyunculuğu bazı sahnelerde karakter dışına çıkıyor. Kızarken Al Pacino, şaşırırken Keanu Reeves performansı verince biraz sırıtıyor. Özellikle çatlak kız arkadaşının odasını bastığı sahneyi kaldıramamış diye de ayrıntılandırayım. Filmin sürprizi ise Justin Timberlake. Kimi yerlerde Saturday Night Live havasından çıkamasa da, oldukça başarılı bir performans sergilemiş kendisi. Zaten kendisinin N'Sync sonrası gelişimini takdir ediyoruz ailecek.

Nine Inch Nails adlı tek kişilik grubun dahi çocuğu Trent Reznor, bu filme de imzasını atmış müzikler konusunda. Zaten gençliği konu alıp herkese hitap etmeye çalışan, ama bunu yaparken entelektüeliteyi de kaybetmeme kaygısı güden; hem eğlenceli, hem de karanlık olmaya çalışan bir filme karakter olarak yakışan bir adam aransa akla Reznor gelirdi. (Bu cümleyi ikinci defa okuduğumda kendimden iğrenebilirim gerçi)

Özetle, anaakım kalite standartları açısından baktığımızda, kesinlikle bekleneni veren, o misyonu Inception'dan daha iyi kotaran (bu ayrı bir yazı konusu olacak) bir film The Social Network, Oscar adaylığı da sağlam. Ama bu demek değil ki eleştirilerimiz olmayacak:

Kısım II: shelbyl ile Sıkıntı Var


Öncelikle: David Fincher. Biz seni Holivud'un olasın diye sevmedik Fincher. Sen Se7en ile, The Game ile, Fight Club ile bizim sınırlarımızı zorlardın; kült filmler yapıp kendini tekrar tekrar izlettirirdin. 40'lı yaşlara gelince sana bir haller oldu, ödül peşinde koşmaya başladın; önce Benjamin Button, şimdi bu. Sinema yeteneğini böyle stüdyo işlerinde harcamayıp da eski günlerine geri dönersen çok müteşekkir oluruz.



İki: Film buram buram mizojini kokuyor. Burada bir çizgiyi iyi çekmek lazım: filmde tasvir edilen dünya zaten ağırlıkla mizojinik, teknoloji endüstrisinde kadına üst bir değer atfedilmesini beklemiyoruz, lakin bu dünyayı tasvir ederken aynı zamanda kadın tarafını da bir şekilde yansıtmak lazım. Mad Men dizisini izleyenler bilirler, 60'ların Amerikasında kadınların sosyal statüsü pek de iç açıcı değil. Fakat dizi bu kadın düşmanlığını öyle bir yansıtıyor ki, hem karakterlerin o hareketlerini anlayabiliyoruz, hem de ona dışarıdan bakabiliyoruz. The Social Network'e baktığımızda, elimize psikopat kız arkadaş, sadece sevişmeye gelen bir otobüs dolusu kız vs.den başkası geçmiyor kadın babında. Rashida Jones'un canlandırdığı avukat karakteri dahi "ezik" hissiyatı uyandırıyor izleyende. Facemash adlı, öğrencilerin hangisinin daha güzel olduğunun karşılaştırıldığı site aktarılırken sadece kadınlar karşılaştırılıyor gibi gösteriliyor mesela, lakin o sitede erkeklerin resimleri de karşılaştırılmakta idi gerçekte. Filmin çizdiği dünya bu yüzden tasvir boyutunu aşıp tasvip boyutuyla flörtleşiyor, bu da bana rahatsızlık veriyor.

Üç: Eğer "gerçek hikaye" anlatacaksanız, gerçek hikaye anlatacaksınız. Benim biyografik filmlerle ilgili temel sıkıntım bu, A Beautiful Mind'dan da bu yüzden nefret etmiştim zaten. John Nash'in hayatını anlatıyorsan eğer, John Nash'in hayatının en önemli ayrıntısı olan homoseksüel ilişkilerini, gayrimeşru çocuğunu vs. de anlatacaksın. Öyle "drama olsun, tatlı olsun, etliye sütlüye karışmasın" kafasıyla biyografik film çekilmesi beni sinir ediyor.

Tarihi gerçekleri farklı anlatma lütfuna sahip olamaz mı bir film? Hayır, bal gibi de olur. Inglorious Basterds'daki gibi çizdiğin dünyanın masalsı sınırlarını en baştan belli edersin, o çerçevede hikayeni anlatırsın, biz de sonunda "Aaa Hitler sinemada mı öldü gerçekten?" diye sormayız. Ama daha 2 yıl önce yaşanmış olayları aktarırken "Şunu bir Hollywood sosu ile süsleyelim" diye yaklaşıp hikayesi anlatılan insanların hepsine "Ya iyi de öyle değildi bizim olayımız" dedirtirsen, orada bir yanlış vardır.

Sonsöz: Filmin kendi içinde yapmaya çalıştığını takdir etmekle beraber, film dışı elementleri de göz önüne alınca "favori filmim" diyemiyorum. Oscar'ı alır, ama benim gönlümün Oscar'ı başkasına gidecek herhalde. 7.5/10   

Hiç yorum yok: