15 Aralık’tan beri TEKEL işçileri eylemde. Meselenin kaynağı TEKEL özelleştirmelerindeki son dalga. 2001 yılında başlayan bu uzun süreç içinde önce içki ve sigara bölümleri olarak iki kısma ayrılan işletmelerden sigara bölümü 2008’de British American Tobacco’ya satılırken alkollü içki bölümü ise yine aynı yıl Mey İçki’ye satılarak özelleşmiş oldu. 2009 yılına geldiğimizde sırada yaprak tütün ve tuz işletmeleri var. Yazılı ve görsel medyadan yarım yamalak da olsa takip edebildiğimiz şu son eylemler işte bu son dalga özelleştirmelerle alakalı. Türkiye Tütün Müskirat ve Yardımcı İşçileri Sendikası’nın (Tek Gıda-İş) verdigi bilgiye göre bu son dalga özelleştirmelerle yaklaşık 12 bin TEKEL işçisi Şubat 2010'da işsiz kalacak. Özelleştirilen işletmelerden çıkarılan işçiler için iki seçenek var. Birincisi özel sektörde bir iş bulmak. Global krizle birlikte artış eğilimi gösteren işsizlik oranını dikkate alırsak özel sektörde iş bulmanın en yetenekli ve kalifiye işçiler için bile oldukça zor olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca söz konusu işletmelerin özelleştirilmesine başlanmadan önce (ki henüz tüm işletmelerin özelleştirmesi sonuçlanmadı) tütün TEKEL’in tekelinde olan bir endüstri olduğu için ve aynı sektörde rekabet eden alternatif işletmeler olmadığından iş bulmak muhtemelen daha da zorlaşıyor. Zira işlerini yitiren insanların birçogu yıllardır aynı işletmede çalışmış olduklarından tütün endüstrisine özel bir takım tecrübe ve yetiler edinmiş durumdalar. Bütün bu sebeplerden ötürü teoride değilse de pratikte işini yitirenlerin büyük çoğunluğu ikinci seçenek olan 4-C’ye mahkum vaziyette. Yani özelleştirmeler neticesinde işini yitiren işçiler 657 nolu devlet memurları kanunu (DMK) uyarınca geçici personel olarak diğer kamu kurumlarına dağıtılacak. TEKEL işçileri 4-C kadrolarına geçmek istemiyor. O yüzden 15 günden fazladır eylemdeler. Eylemler sırasında polisin şiddet içeren müdaheleleri eminim birçoğumuzu rahatsız etti. Sonu gelmeyen orantısız güç kullanımı sorunsalı ve işçilerin meydanlarda alanlarda üvey evlat niyetine iki kat şiddet ve tahammülsüzlükle karşılaşmaları üzerine hem Komünal İşkembe’de hem de diğer mecralarda bazı yazılar yazıldı. Ben ise meselenin diğer boyutları hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
2004 senesinde AKP, 657 nolu DMK’nun dördüncü maddesine (c) bendini ekleyerek geçici personel diye bir kategori yaratmış oldu. DMK’na sinsice eklenen bu minnacık bend ile uzun vadede kamu bütçesi üzerindeki yükü azaltmak ve kamu sektörüne esneklik kazandırmak amacı güdülüyor. Zira bu kanun ile özelleştirmeler sonrasında kapı önüne koyulan işçileri çok daha ucuza, yani düşük ücretlerle, 10 aylık sözleşmelerle, kıdem tazminatı vaadi olmadan ve diğer kamu çalışanlarına sağlanan iş güvencesinden yoksun bir şekilde kamuda istihdam etmenin önü açılmış oldu. Peki ne pahasına? Halihazırda geçim sıkıntısı çeken binlerce işçinin bir anda daha da fakirleşmesi pahasına; tabi ki artan gelir dağılımı eşitsizliği pahasına; kamu sektöründe çalışmanın en önemli avantajı olan iş güvencesini yitirmek pahasına; tek suçu özelleştirilen bir sektörde çalışmak olan işçiler ile diğer kamu işçileri arasındaki çifte standart pahasına. Bu uygulama AKP’nin hat safhada pragmatist bir parti olduğunu bir kez daha gösterdi diyebiliriz. 4-C uygulaması ile hükümet işçiye anında kamuda iş verme vaadiyle muhtemelen hem ileride özelleştirmelere gösterilecek tepkileri biraz olsun yumuşatmayı hem de uzun süre işsiz kalma riskini göze alma lüksü olmayan birçok kamu calışanını da daha kötü koşullarda daha “esnek” bir şekilde istihdam etmeyi hesaplıyordu. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi bir şey kısaca. Şimdi asıl soru şu: Acaba hükümet TEKEL işçilerini de sıtmaya razı edebilecek mi?
Peki bu son eylemler vesilesiyle tekrar gündeme gelen özelleştirme ve 4-C konusunu nasıl tartışabiliriz? Bence ortada iki temel konu var. Birincisi ekonomi politikası olarak özelleştirmeye nasıl yaklaşabiliriz sorusu. Daha da açarsak ‘özelleştirme iyi bir şey mi, Türkiye’de nasıl uygulanıyor, nasıl yapılmalı, neleri özelleştirmeli neleri özelleştirmemeli?’ şeklinde uzayıp giden sorular sorabiliriz. Özelleştirmeye kategorik olarak karşı olmayıp uygulamadaki bazı sorunlar yüzünden belirli özelleştirmelere muhalif olabiliriz. Veya tamamen ideolojik sebeplerden özelleştirmenin karşısında olabiliriz. Piyasa mekanizmasının ve özel mülkiyetin giderek devlet kontrolü ve ortak mülkiyetin yerini almasının toplumsal ilişkileri zedelediginden, herşeyi alınıp satılabilen metalara dönüştürdüğünden yakınabiliriz. Veya milliyetçi bir pencereden bakılırsa özelleştirmeler milletin malını yabancılara peşkeş çekmektir; özelleştirmelere olur vermek vatan hainliğidir vs. Bir noktadan sonra bu konuda nerede durduğunuz gelip dolanıp dünyayı nasıl algılayıp yorumladığınıza, yani hayat görüşünüze dayanır.
Ben iktisadi teşebbüslerin tümüyle devlet kontrolünde olmasına karşıyım. Yani koşullu ve kısmi olarak özelleştirmeden yanayım. Bunun muhtelif sebepleri var. Bunların bir kısmı ekonomik argümanlara dayanırken bir kısmı da reel siyasetin gerçekleriyle alakalı. Önce siyasi sebeplerden bahsedelim. Sadece Türkiye’de değil kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT) olduğu birçok ülkede devlet kontrolündeki işletmeler siyasi manipülasyona en açık kurumlar olarak çıkıyor karşımıza. Halkın vergileriyle kurulan işletmelerin içini boşaltan siyasetçilere Türkiye’de yıllarca tanıklık ettik. Çogu zaman, şahsi veya partisinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde bu işletmeleri kendi yandaşlarına istihdam kapısı olarak kullandı siyasilerimiz. Sonuç olarak bu işletmelerin birçoğu liyakat sisteminden uzak, kar edemeyen hantal işletmeler haline geldi. Siyasi popülizm sonucu bir hükümetten diğerine miras bırakılan aşırı istihdamın ve kaynak israfının devlet bütçesi üzerindeki yükü birçok toplumsal projenin gerçekleşmesini engelledi. Ne yazık ki bu işletmelerin siyasi rant aracı olarak kullanılmasını özelleştirmeden engellemek teoride mümkünse de bunun pratikte oldukça zor olduğu -tarafsız bir yargı, temiz bir hükümet, şeffaf siyaset ve bağımsız denetim mekanizmaları oluşturmak işe yarayabilirdi- tecrübeyle sabit.
Özelleştirmeye sıcak bakmamın bir de ekonomik sebepleri var. Merkezi planlamayla yönetilen ve birimler arasında piyasa ekonomisindeki gibi bir rekabetten bahsedemeyeceğimiz bir ekonomi ile tamamen özel teşebbüslerin birbirleriyle rekabet ettiği bir ekonomiyi kıyaslayalım. Ekonomide merkezi planlamanın en geniş çaplı örneğine Sovyetler Birliği’nde uygulanan kumanda ekonomisi ile tanık olduk. Kumanda ekonomisi deyince hangi işletmenin hangi ürünü hangi diğer işletmelere hangi miktarlarda ne kadar para karşılığı satacağına karar veren, bunu yaparken nihai ihtiyaçları belirleyip ona göre üretim kapasitesi oluşturan, girdi-çıktı hesapları ile tüm üretim ve üretimin dağıtım ağını organize eden devasa bir merkezi teşkilattan bahsediyoruz. Devletin belirlediği milli hedefleri ve toplumsal öncelikleri esas alan bu sistemin etkin bir sekilde işleyebilmesi için karar alıcı merkezi otoritenin sahip olmasi gereken bilginin tamamen elde edilmesi mümkün değil. Tamamıyla toplumun refahını gözeten karar alıcılar varsaysak bile sistemin verili kaynakları kullanarak en yüksek katma değeri yaratabilmesi için gereken bilgi oldukça yüksek. Bireylerin ihtiyaçlarını belirlemek, üretkenliklerini ölçmek, kaynakların ne tür yatırımlara aktarıldığında daha verimli kullanılacağını öngörmek, her bir işletmenin etkinliğini denetlemek, aksaklıkları tespit etmek için gerekli bilgi akışını sağlamak oldukça zor. Özel işletmelerin rekabet ettiği ideal bir serbest piyasa ekonomisinde ise fiyat mekanizması sayesinde bireysel kar ençoklama problemlerini çözen işletmeler sadece kendi üretim parametrelerini ve piyasadaki mevcut fiyatları gösterge alarak girdi taleplerini ve üretim miktarlarını belirlerler. Planlı ekonomilere kıyasla aşırı talep veya aşırı arz gibi problemler çok daha geçicidir. Serbest piyasada oluşan fiyatlar bireylerin ve toplumun değişen ihtiyaçlarını çok daha hızlı ve şeffaf bir şekilde yansıtabilir. Böylece kaynakların bu değişen ihtiyaçları karşılamak için yönlendirilmesini sağlar. Öte yandan planlı ekonomiyi savunan iktisadi argümanlar da mevcut. Bu argümanların ana dayanak noktası iktisadi faaliyetlerin devlet tarafından organize edilmesinin ve devletin ana ürün ve hizmet talebini tek başına karşılamasının gerek ölçek ekonomisinden (yani tek bir işletmenin yüksek miktarlarda üretim yapabilme gücünün o işletmeye birim maaliyet avantajı sağlaması) faydalanmak adına gerekse çalışanlara istihdam güvencesi sunmak anlamında en doğru karar olduğu varsayımı. Ayrıca iktisadi hayatın devletin çatısı altında toplanmasının sektörler arası koordinasyon ve planlama esnekliğini artıracağından, genel ekonomik resmi gözeten ve kontrol eden bir mercinin planlamasının, toplumun refahı ve gelir dağılımı açısından daha arzu edilir sonuçlar doğuracağından da dem vurulabilir. Hatta merkezi planlama altında ekonomik dalgalanmaların ve ekonomik krizlerin daha az olacağını da savunabiliriz. Bu daha istikrarlı ekonomik ortamda devletin uzun vadeli, büyük ve riskli yatırımlara girişmesi daha kolayken serbest piyasa ekonomilerindeki özel işletmeler bu tarz yatırımlardan kaçınabilir. Son kertede teorik olarak eksilerinin yanısıra muhtemel artılarının da olmasına rağmen planlı ekonomilerin pratikte piyasa ekonomilerine nazaran sürdürülmesinin zor olduğunu, bunların zamanla kabul edilemeyecek kadar hantal sistemlere dönüştüğünü gördük. Sovyetler Birliği’ndeki 70 yılı aşkın planlı ekonomi tecrübesinin bize gösterdiği, devasa bir kumanda ekonomisinin kronik arz açıklarına, üretimde atıl kapasite problemlerine çok yatkın olduğuydu. Neticede piyasa ekonomisini benimsemiş Batı'lı rakiplerini yakalayamaz hale gelen Sovyet ekonomisi, milyonlarca insan için görece olarak daha fazla eşitlik ama aynı zamanda da fakirlik ve yoksunluk üretti ve miyadını doldurup tarihe karıştı. Tabi ki politika olarak özelleştirmeyi savunmak ekonomik libertarianların devletin elini herşeyden çekmesini savunması ile aynı şey değil. Stratejik önemi olan, doğası gereği kamusal fayda sağlayan ve dolayısıyla devlet eliyle yönetilmesi toplumun refahı açısından daha olumlu olan sektörler özelleştirme kapsamına alınmamalı diye düşünüyorum. 'One size fits all' - herhalde 'her duruma aynı reçete' olarak çevirebiliriz bunu- diye niteleyebileceğimiz bir özelleştirme anlayışına karşıyım. Bunun yanısıra ihalelerin şeffaf olmadığı, kişisel rant aracı olarak görülen bir özelleştirme süreci de pek tabi ki faydadan çok zarar getirebilir. Özetlemek gerekirse ben özelleştirmenin doğru yapıldığı ve kapsamı doğru belirlendiği sürece ve madurların kaybını telafi edecek kurumlar mevcut olduğu taktirde toplum için arzu edilen bir politika olduğunu düşünüyorum. Devlet aracılığı ile halka ait olan işletmelerin satılarak gelirin halka aktarılması ve satılan işletmelerin özel muteşebbisler tarafından daha üretken hale gelmesi prensipte herkes için faydalı olabilir. Tabi 'ne pahasına olursa olsun - yani pastanın büyüklüğü ne kadar küçük olursa olsun- daha eşit bir gelir dağılımı' diye tutturuyorsanız bu meşru bir sosyal bir tercihtir derim. Benim tercihlerime nazaran çok uç bir tercih olsa da.
Gelelim ikinci önemli hususa; yani özelleştirme sonrası madur olan kesimler hakkında ne yapılmalı sorusuna. İşte bence en kritik soru bu. Bu açıdan 4-C uygulaması en azından TEKEL işçilerinin (daha önce onlarinki kadar büyük bir protesto olmamıştı) yaşam koşullarında önemli bir düşüş anlamına geliyor. Öncelikle birçok işçi önceden kazandığından daha düşük maaşlar alacak. Özelleştirmede işsiz kalanlar geçici personel olarak en fazla 10 ay süreyle ve ayda 650 lirayla çalıştırılacak. Her on ay bittiğinde, yeniden on ay süreyle bir kamu kuruluşunda çalıştırılmaları öngörülüyor. Böylece kıdem tazminatından mahrum oluyorlar. Sendikalaşma hakkı zaten hak getire. Türk-İş ortada çifte standart olduğunu savunuyor. Örnek olarak geçmişteki bazı özelleştirmelerde (bkz. Petlas, Turban, Köy Hizmetleri, SEKA, Orman Ürünleri) işçilerin özlük hakları ile beraber başka kamu kurumlarında emekli olana kadar çalışma hakkı elde etmelerini veriyor. Eylemlerin işçiler için şu ana kadar ki getirisi hükümetin başka bir teklifle gelmesi oldu. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in açıklamasına göre hükümet 4-C kapsamında çalışan ilkokul mezunu işçilerin maaşlarını %17.4 (yani 114 TL) artış ile 658 TL’den 772 TL’ye, lise mezunlarınınkini %15.8 (116 TL) artış ile 856 TL’ye ve yüksek öğretim mezunlarının ücretlerini de %14.3 (117 TL) oranında artırarak 938 TL’ye çıkarmayı öneriyor. Son haberlere göre sendikalar ve işçiler bu öneriden memnun değil. Hala 4-C kapsamı dışında kalmak istediklerini vurguluyorlar.
Muhtemelen çoğunluğu oluşturan lise mezunu 4-C’lileri ele alırsak yeni öneride ellerine geçen miktar 856 TL. Asgari ücret ise 1 Ocak 2010 itibarıyla, 16 yaşından büyükler için brüt 729, net 577 lira. Burada yıllarca çeşitli kamu işletmelerinde emek vermiş ve birçoğu için ücretleri şu an teklif edilenin çok daha üstüne çıkmış işçilerden bahsediyoruz. Bu işçilerin önceki maaşları ile kıyaslandığında bu ücretler oldukça düşük kalıyor. Üstelik hangi yüzle farklı kıdemlere ve yeteneklere sahip bu insanları sadece ilkokul mezunu lise mezunu, yüksek öğretim mezunu şeklinde eğitim seviyesine göre kategorilere bölüp dalga geçer gibi yılların işçisinin net maaşını 2,200 TL’den 800 TL’ye çekersin? Binlerce insana ‘lale devri sona erdi’ –bu arada bir an için hakikaten TEKEL işletmelerinde işçiler için bir yan gelip yatmanın söz konusu olduğunu kabul etsek bile bu lale devrinin sorumlusu işçiler değil siyasetçilerdir- diyerek tüm bedeli işçilere ödetirsin? Yeni yıl zamlarını bir güzel yapar ama bu insanlar evlerini geçindirirken ne kadar zorluk çekecek sormazsın. Şimdi belki soracaksınız "kardeşim AKP zaten ekonomik anlamda muhafazakar liberal bir parti değil mi? Neden bu kadar şaşırıyorsun" diye. Benimki şaşırmadan ziyade bir serzeniş sadece. AKP'nin 4-C'den geri adım atması bana mümkün gözükmüyor. Yine de TEKEL işçilerinin sadece kendileri için değil benzer duruma düşmüş ve düşecek diğer insanlar için de eylemlerine devam etmesini umuyorum.
I Can’t Afford To Support My Girlfriend Anymore. Help!
-
Guest Prudie Kristen Meinzer is joined by writer June Thomas.
1 saat önce
9 yorum:
Yani diyorsunki ipek'in kepek problemi varsa kepekleri yerine ipek'in kafasını koparalım. Özal döneminden beri yapılanda bu değil mi zaten? Tüm iktidarlar kafa koparıyor. Sonuç işşizler ordusu ve bu orduyu arkasına alıp çalışanları hayince sırıtan patronlar. Çok mu ortodoks oldu olsun gözüm olsun...
@Serkan
Yazar Ipek'in kafasina yumusak yumusak masaj yapmis, sen nereden cikarttin yahu kafayi koparmayi? Bir "liberal"e yakismayacak gorusler belirtmis, oyle diyeyim ben hatta :)
-----------------------------------
Benim gordugum sorun su: Kamu iscilerine politik sebeplerle inanilmaz iltimas gecildi (ucret ve gereksiz istihdam bazinda), ve de devlet, yapilan onca yapisal reforma karsin, hala daha kamu odemelerini minimalize etmeye calisiyor (malum kriz de var). Temel problemler halledildigi icin de; is yapmayan, diger bir deyisle hak ettiginden fazla alan (hak etmek: serbest piyasa kosuluna gore) iscilerin maaslari cat diye kesilemedigi icin, boyle baltayi kime sallasak dusuncesi olusuyor. 4-C'nin cikis noktasi bu muhtemelen. O yuzden de, Eren'in dedigi gibi, acik bir haksizlik var.
Cozum nedir? Birilerinin cani yanmak zorunda, gecmis hatalarin bedelini birileri odeyecek. Bence hak edenler, butun gun masa basinda kagit doldurup 4 haneli maas alanlar odesin (bunlar mitolojik degil - benim babam devlet dairesinde calisiyordu, hicbir sey yapmadan para alan cok insan tanidim o yuzden); ama "kadro" denilen zikkim fena bir sey.
Ben bu eylemi bu yuzden destekliyorum. En azindan bos beles bir sebepten degil, baltanin dogru kanala yoneltilmesi acisindan faydali.
Yazina genel hatlariyla katiliyorum Eren, ama besinci paragrafta uzerinde durdugun merkezi plan ve piyasa ekonomisi karsilastirmasi tartistigin konuyu iyi yansitmiyor bence. Kumanda ekonomisinin (ceviri guzel olmus :)) getirecegi kaynak dagilimi sorunu malum ama, bizimki gibi kalkinmakta olan ulkelerdeki asil sorun zaten "devlet mi?" degil "ne kadar devlet?" sorunu degil mi? Keynes'in mezarindan kalktigi gunleri yasiyoruz topluca. Kalkinmada zekice planlanmis kamu tesebbuslerinin payi giderek tekrar anlasiliyor kanimca. Ornegin Turkiyedeki TOKI, devletin sadece duzenleyici ve sosyal hizmet saglayici olmanin disinda uretim yaparak da toplum icin oldukca faydali bir fonksiyon ustelenebilecegini, bunu da az cok basariyla yapabilecegini gosteriyor bence. TOKI ornegini veriyorum ama insallah orada da yarin obur gun devasa bir rant skandali patlamaz :)
Istisnalar kaideyi bozmaz demek istiyorum ben, izin var mi?
De Shelbylcim, de tabi ama o zaman baska bir soru akli kurcaliyor. Buna yazinin sahibi Eren nasil bakar merak ediyorum: Son krizden sonra ABD devleti lider bankalarinin cogunda ana hissedar oldu. Operasyonel olarak devletlestirmedi ama bunu onerenler de vardi. Ayni zamanda kalkinmakta olan ulkelerde bankacilik, saglik ve egitim hizmetlerinin devlet eliyle yapilmasinin daha makul oldugu yonunde de gorusler agirlasiyor. Peki bu servis sektorlerini uretimden ayiran temel nokta ne? Banka isleten, okulda egitim hizmeti veren, saglik personeli calistiran devlet neden televizyon, ev ya da kagit uretmesin? Servis sektoruyle endustriyel uretimi devlet katilimi acisindan birbirinden ayiran nokta ne?
Shelbyl, bu arada Baskin Oran'la kanka olmussun galiba? Radikal 2'deki yazisinda oyle diyor :)
Abi benzerlikler vardir tabii de, batik fon yonetimi amacli bir devralma ile, isgucu, rekabet gibi bir cok faktorun devreye girdigi endustriyel sektor arasindaki farklari goz onune almak lazim ikisini ayni potaya koyarken zannimca.
En nihayetinde 35 yil Keynesci, 35 yil liberal/neo-liberal takiliyoruz, dongu belli :)
@serkan
bu konudaki duruşumu özetlersem 4-C uygulamasına karşıyım ama özelleştirmelere kategorik olarak karşı değilim yeterki bu konuda herhangi bir sorumluluğu olmayan çalışanları maduriyetten kurtaracak önlemler alınsın. Belirli sektörleri çeşitli sebeplerden özelleştirmenin dışında bırakaraktan kar edemeyen hantal işletmelerin şeffaf bir şekilde özelleştirilmesi hangi manada kafa koparmak anlayamadım.
@feryaz
beşinci paragraftaki kıyaslama sadece teorik bir düşünce egzersiziydi. Biliyorsun ki Türkiye'de özelleştirmeye kategorik olarak karşı çıkan hatrı sayılır bir kitle de var. Bu iki uç örneği kıyaslamamdaki amaç özel müteşebbislerin hemen hemen hiç olmadığı erken cumhuriyet dönemine kıyasla 80'lerde başlayan özelleştirmelerin teorik olarak ekonomik kalkınmamızda rol oynamış olabileceğini savunmaktı. Ne kadar ve nasıl özelleştirme yapılmalı sorusuna şu kadar ve aha işte böyle şeklinde bir cevap veremesem de yine aynı paragrafta yazdığım gibi kamusal hizmet ve ürünler (yani doğası gereği alınabilecek faydanın kullanıcı sayısı ile doğru orantılı şekilde düşmediği (non-rival) ve insanları kişi bazında sunulan ürünün kullanımından dışlamanın zor (çok maaliyetli) olduğu hizmet ve ürünler) devlet tarafından sunulmalı. Çünkü kar amaçlı özel müteşebbisler bu tarz ürünleri ortaya çıkan faydanın tümünü içselleştiremedikleri veya kara dönüştüremedikleri için toplumsal olarak arzu edilenin altında sağlama ve yüksek fiyatlandırma yaparak toplumun belirli bir kesimini yüksek maaliyetler pahasına bu hizmetlerden mahrum bırakma eğilimindedir hem de bu ürünler doğası gereği non-rival olsa bile. Ayrıca stratejik önemi olan sektörlerin (örneğin güvenlik ve belki kısmende olsa enerji sektörü) acil durumlarda çabucak seferber edilebilmesi için özelleştirme kapsamı dışında bırakılması gerektiğini belirttim. Bu iki hususa değinerek nereye kadar özelleştirme sorusuna kabaca cevap verdiğimi sanıyorum. Yazımda hizmet sektörü ile endüstriyel sektörler arasında bir ayrım yapmadım. Sağlık hizmelerini sosyal bir devlet her bireye asgari olarak sağlamalı diye düşünüyorum. Bunun iki yolu vardır birincisi devlet kendi hastanelerini açar ve ihtiyacı olan herkese düşük maaliyetli sağlık hizmeti sunar. İkincisi hastane falan yapmaz ama özel hastanelere gitmek durumda kalan vatandaşın masraflarını paylaşır, yani bir nevi subvansiyon uygular. İkinci yol bana kalırsa devletin işine gelmemektedir zira moral hazard problemine yol açar ve devlete maaliyeti daha çok olabilir. Biraz da bu yüzden hem devlet hastaneleri (malum sebeplerden dolayı kalitesi daha düşük ama daha ucuz olduğu için daha çok dar ve orta gelirli vatandaşların gittiği) hem de özel hastaneler var Türkiye'de. Aynı şekilde eğitim de sadece piyasa mekanizmasının insafına bırakılamayacak kadar temel bir hizmet. Yani kağıt ve televizyon gibi değil. Tam da bu yüzden sağlık sektörü için yazdıklarım bunun için de geçerli. Ama mesele servis sektörüne karşı endüstriyet sektör meselesi değil. Örneğin bankacılık bir hizmet sektörü sayılabilir ve bence özelleştirilmesinde bir sakınca yok. Son olarak büyük bankaların hisselerini alarak onları batmaktan kurtarmak ekonomik kriz dönemlerine mahsus bir kurtarma operasyonu olarak diğer verdiğin örneklerden ayrılıyor. Yani bu konuda shelbyl'e katılıyorum.
Yorum Gönder