(Önsöz: Bu post'u esasen Ekşi Beşiktaş'a yazdım, lakin 3 gündür siyaset ile içinizi kararttığımdan biraz farklı bir dala atlamış olmak için, hem de aslında hayat görüşüme dair tatlar içerdiği için buraya da alıntılamayı uygun gördüm.)
İşte bu hikayenin o göze sokan kahramanlarından ilki benim için borges'tir. (Zaten tanımayan yoktur da, şu futbol blogu aleminde bence en sağlam iki yazardan birisidir Noat ile birlikte. Sadece spor değil, hayat konusunda da güzel şeyler yazar ve çoğunlukla da görüşlerimiz örtüşür. Yazdığının arkasını dolduran, sadece nesiresinin ebediliğinden değil esasen fikirlerinden prim yapan bir adamdır. Neyse, bu kadar övgü yeter, çok şımartmayalım.) Borges'in anlatışıyla, maçları izlemesem de Bundesliga'yı yaşar olduğumdan bir kıpırdanma olmuştu zaten.
İkinci kahraman ise FIFA 10. yuki ile yaptığımız maçlarda farklı farklı takımlar denerken (Chievo Verona olmuşluğum bile var) yolum Werder Bremen ile kesişti, ve aman Tanrım o ne kesişim. Gözüm kapalı oynayacak kadar hakim olduğumu fark ettim takıma (Bu hissi veren tek takım Beşiktaş şu oyunda çünkü her oyuncuyu donuna kadar tanıyoruz). Oyuncular tamamen olmak istediğim yere gidiyorlar, defansın fiziği ve ortasahanın direnci tam istediğim gibi, takımın yaratıcı ayakları var... Benim futboldan anladığım sahaya yansımış durumda.
Bunun üzerine bu çok da fikir sahibi olmadığım kulüp hakkında okumaya başladım. Okudukça daha da şaşırdım:
Bir kere adamlar istikrar abidesi. 12 yıldır A takımı aynı teknik direktör çalıştırıyor, 1.likten 10.luğa kadar farklı sıralar almalarına karşın ligde. Ki Schaaf'ın teknik direktörlük kariyerine 1987'de Werder Bremen 17 yaş altı takımı ile başladığını ve sürekli kulüp içinde pozisyon değiştirdiğini düşünürsek (19 yaş altı, B takımı, yardımcılık gibi), 23 yıllık bir kariyere denk gelir bu. Ki zaten kulübün bir başka uzun soluklu teknik direktörü de Otto Rehhagel, kendisi 1981-1995 yılları arasında çalıştırmış kulübü.
Schaaf'ın mütevaziliği de cabası.
Finansal olarak baktığında, Bundesliga'nın en sağlam kulüplerinden birisi. Forbes'ın listesine göre de en zengin kulüpler arasında yer almakta zaten. Ama hikayenin başka yönü de var. Werder Bremen 1971-72 sezonunda büyük paralar harcayarak yıldız transferine yöneliyor, lakin başarı gelmiyor ve kulüp kendisini 2. ligde buluyor. Sonra Otto Rehhagel geliyor, takımı 1. lige çıkartıyor ve deyim yerindeyse sıfırdan başlayarak güce kavuşturuyor bu ekibi. (Bizde Süper Lig'e çıkar çıkmaz teknik direktör değiştiren kulüplere de hafiften laf soktum sayın burada.) Sağlam bir büyüyüş sözkonusu yani.
Kulübün kültürüne gelirsek, Borges'in "Werder Mafyası" başlıklı yazısından bir alıntıyla açıklayayım:
"Mafya kim Werder kim? Kupa finalinden sonra milli takimin kamp yaptigi Sicilya'ya topluca gelislerinden dolayi böyle bir baslik.. Bayern Mafyasi ne kadar uygun düserse Werder topcularindan da mafya olmasi o kadar uygunsuz.. Kluplerin ilginc bir sekilde karakterlerini futbolcularina yansittigini dusunuyorum. Bremen'li Pizzaro,Klose ile Bayern'li Pizzaro,Klose arasinda cok buyuk farklar vardir misal.. Borowski'nin gönderilecegi zaman pek cok Bremenli arkadasim söyle demisti: "
"O Bayern'e gitmelidir, havasindan gecilmiyor, buraya uygun degil.. Aksine tam da Bayern'e göre""
Bu kulüp, benim futboldan beklediğim her şeyi özetler işte. "Akıl" denilen mefhuma kulübün her aşamasında rastlayabiliyorsun. Bugüne kadar bu tarihi okumamama yazıklar olsun, ne heyecandan, ne zevklerden mahrum kalmışım futbol adına.
Ha, belki kulübün içine girdikçe şu anki cazibesini kaybedecek, orasını da bilemem; fakat şu saygı duyulasılık başkadır, o değişilmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder