2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Mart 2011 Salı

So far no matter how close: Ermenistan (2/4)

Genel olarak Ermenistan’a geçelim. Çok yönüyle “arada kalmış”, öte yandan da Türkiye ve Azerbaycan’ın devlet politikalarını da düşünürsek, “arada bırakılmış” bir ülke Ermenistan. Coğrafi olarak olduğu kadar, kültürel olarak da Türkiye ve Azerbaycan arasında. “Geleneksel Ermeni müziği” konseri vardı örneğin bir akşam. Konserde temel olarak 5 enstrüman vardı. Adını bilmediğim bir davul, ki Azeri müziğinde de bu çok kullanılır; zurna, duduk, kanun ve yine özellikle Azeri müziğinde de çok kullanılan tar (bkz. aşağıdaki fotoğraf). Konuştuğum arkadaş bunların hepsinin halis muhlis Ermeni enstrümanları olduğu düşüncesindeydi. Doğrudur belki, enstrümanların kökenine dair bilgim yok sonuçta. Ama şu çok açık ki, Ermenistan’da duduk diye çok sahiplenilen enstrümanın aynısı o coğrafyanın doğusunda “balaban”, batısında da “mey” adını alır ve halk müziğinde gayet kullanılır. Zurna, bizde de zurnadır, kanun ha keza... Yani –en azından benim bildiğim kadarıyla- oradaki 5 enstrümanın 2 tanesi Türkiye ve Ermenistan’da, 2 tanesi Ermenistan ve Azerbaycan’da, 1 tanesi de her üç ülkenin halk müziğinde kullanılıyor. Keyifli. Müzik konusunu kapatmadan, çaldıkları şarkılardan biri Sarı Gelin, bir başkası Ata Barı idi. Demişken, Sarı Gelin bizim için sadece bir türkü de değil hani...

Geleneksel Ermeni Halk Müziği Orkestrası (Davul, duduk, zurna, kanun, tar)

Bir başka akşam da “geleneksel Ermeni halk oyunları” öğrendik. Çok bilgi sahibi değilim yine bu alanda da ama bildiğim kadarıyla figürler de  aynı coğrafyanın figürleri. Biraz Türkiye, Biraz Azerbaycan gibi, biraz kendi gibi. “Coğrafya” diye bir kere daha vurgulayayım. İster Kafkas deyin, ister Mezopotamya, ister Orta Doğu...
Şehri gezmeye de fırsat bulduk toplantıdan artan zamanlarda. Türkiye’den gelen 4 kişi olarak Soykırım Müzesi’ni ve anıtını görmek istedik ama 8 Mart Salı Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle tatildi ve Pazar-Pazartesi ile birleştirip, müzeyi de kapatmışlar. Son günümüz olan 6 Mart’ta gittiğimiz için ne yazık ki göremedik. Çeşitli ülkelerden gelen ve soykırımı tanıyan diplomatların diktikleri ağaçlarla birlikte anıtı görebildik sadece.
Anıtın adı Tsitsernakaberd ve “küçük kırlangıçların hisarı” anlamına geliyor. Ağrı’nın karşısında bir tepede, iki temel parçadan oluşuyor. Biri gökyüzüne doğru yükselen, “sonsuzluğa” giden ve Ermeni halkının yeniden dirilişini simgeleyen, öbürü 12 parçadan oluşan ve “Batı Ermenistan” olarak adlandırılan, bugün Türkiye topraklarında kalan Ermeni vilayetlerini (Vilayet-i sitte) simgeleyen bloklar. Bu blokların ortasında da sürekli yanan bir ateş var. Ateşin etrafındaki çiçekleri görünce merak ettim, “sürekli geliniyor mu buraya?” diye sordum. Özellikle yurtdışında yaşayan Ermeniler ülkeye geldiklerinde ilk uğradıkları yerin bu anıt olduğunu söyledi Areg. Bunun dışında Erivan’da yaşayan pek çok insan da zaman zaman gelip ziyaret edermiş anıtı.

Soykırım Anıtı ve sol taraftaki uzun duvar

Anıtın yan tarafında üzerinde bir şeyler yazan alçak ve enlemesine uzuun bir duvar var (Fotoğrafta sol tarafta). Bu duvarda da bir sürü kent ismi; Maraş, Sivas, Muş, Diyarbekir, Trabzon, Konstantin... Bize eşlik eden arkadaşın söylediğine göre Ermeni soykırımı sırasında Ermenilerin en yoğun yaşadığı yerlerin isimleri imiş. Ağrı’nın kendilerinin olduğuna dair inançları zaten tam, bunun yanında Kars, Van, Ağrı ve Erzurum’un da dahil olduğu bazı şehirleri “Ermeni şehirleri” olarak adlandırıyorlar.
  
Yemek
Organizasyon boyunca vejetaryenler aç kaldı desek yalan olmaz. 3 öğünde mutlaka türlü türlü et vardı. Kahvaltıda sosis, hamburger köftesi ve kıymalı börek; öğle ve akşam yemeklerinde de kırmızı et-tavuk-balık üçlüsünden herhangi ikisi. Babamın Iğdır’da geçirdiği 2 senede bir gün lokantaya gidip “ya allasen etsiz bi’ yemek yok mu?” diye sormasının üzerine “etsiz yemek oluur?” diye şaşıran garson hikayesini gerçekten çok iyi anladım. Iğdır’ın biraz ilerisinde de durum aynıymış haliyle. Neyse ki bir etobur olarak hiç sıkıntı çekmedim. Kolesterol-puanları toplayıp döndüm eve. Gün detoks günüdür!
Hemen herkesin sıkıntı çektiği bir başka nokta da yemeklerin ardından tatlı alışkanlığının bulunmamasıydı. Bir önceki toplantıda Ankara’da tatlıya boğduğumuz insanlar için özellikle zor olmuş. Kahvaltıda çıkan rulo pasta gibi pastaların dışında gerçekten öğle ve akşam yemeklerinin ardından sadece meyve vardı. Fazla sağlıklı olduğu için çok hoşlanmadım durumdan, evet.
Yemeklerin dışında pestil, pastırma, lavaş, alıç, hurma, shaurma (çevirme – Türkçesi döner) gibi bir sürü ortak şey var tabii ki. Ha, bunlar sunulurken yine “Armenian pasturma”, “Armenian lavaş” diye sunuluyor ama biliyoruz ki nereye gidersen oranın yiyeceği hepsi.

Simgeler
Ülkenin simgesi olan birkaç şey var; Ağrı Dağı, duduk, nar ve nazar boncuğu. Ben gitmeden bilmiyor idim, konyağı da meşhur imiş. Hemen her şeyin bir Ararat isimlisi var. Yani en meşhur konyakları zaten Ararat marka, Ararat adında otel de var, mağaza da var, her şey var. Ama haksız da değiller. Öyle bir heybetli görünüyor ki Ağrı Dağı... Hani bizim için Ağrı Dağı deyince daha çok Büyük Ağrı’dır ya, onlar “Ararat” dediğinde Büyük ve Küçük Ağrı’yı bir arada kastediyorlar. Bütün şehirden görünüyor bütün heybetiyle, Soykırım Müzesi’nin oradan daha bir güzel görünüyor. Ama tabii ki biraz geç de olsa Müze ve Ağrı Dağı arasına bir otel kondurmayı ve görüntünün içine etmeyi başarmışlar. Büyük Ağrı “Masis”, Küçük Ağrı “Sis” olarak adlandırılıyor. Masis aynı zamanda da erkek ismi.

İnsan depoları, Sis ve bulutların ardında Masis

Bir başka önemli simge nar. Hayatın ve doğurganlığın simgesi olarak görülen narı herr yerde görebiliyorsunuz. Şarabını yapıyorlar, nar şeklinde şişelerde satıyorlar. Bütün hediyelik eşyalarda ya nar var, ya Ararat. Gerçek nardan yapılan anahtarlık, kolye vs. Kültürlerinde çok önemli bir yerde özetle.
Duduk da yine simge olarak gördükleri önemli nesnelerden. Daha önce dediğim gibi, Türkiye’de ve Azerbaycan’da da farklı isimlerle çalınıyor olsa da, adı her neyse, o enstrümanın sesini duyunca benim de aklıma Djivan Gasparyan ve Ermenistan gelir. Almak istedim bir tane ama pazarda en ucuz 20 € civarında satılıyordu, paranın dibini görmüştüm çoktan. Bir dahaki sefere.
Bir başka sembol de nazar boncuğu. “Bizim lan o!” mu diyorsunuz? Onlar da öyle diyor, evet. Diğerleri kadar yaygın olmasa da, bizdeki gibi kem gözlere karşı nazar boncuğu görebiliyorsunuz hediyelik eşyacılarda.

24 Mart 2011 Perşembe

Biri Beni Uyandırsın

Değme sürrealist yazarları kıskandıracak bir dönemden geçiyoruz, kıymetini bilelim. Son 24 saatte olan olayları kısaca anlatayım:

- Ahmet Şık'ın daha taslak halinde olan İmamın Ordusu adlı kitabının basımı durduruldu, kapı kapı gidip dijital kopyalarına el konuldu. Daha önce Ahmet Şık'ın tutuklanmasının sebebinin kitabı olduğu söylendiğinde savcılıktan "Tutuklama kitapla alakalı değil, elimizde şu an açıklayamayacağımız gizli deliller var" denmişti. Bugün ise kitabın kopyasına sahip olup da teslim etmeyenlerin "teröre yardım ve yataklık" suçundan yargılanacağı tebliğ edildi.

- BDP'nin düzenlediği "sivil itaatsizlik" temalı oturma eylemi, "izinsiz gösteri" olduğu gerekçesi ile engellendi, milletvekilleri yaka paça götürüldüler. Medyada, tabiatı gereği pasifist ve şiddet karşıtı bir duruş olan sivil itaatsizlik "tehlikeli propaganda" olarak pompalandı. "Dağdaki adam inmeden sivil itaatsizlik mi olur?" eleştirileri, sanki BDP yasadışı bir örgütmüş ya da şiddet eylemlerini planlayan onlarmışçasına söylendi.

- Türkiye NATO ile işbirliği amacıyla Libya'ya savaş gemilerini yolladı. Bu normal, fakat savaş gemileri yollandıktan sonra ilgili tezkere meclisten geçirildi, milletin iradesi ile dalga geçildi.

- TÜSİAD'ın "İlk 3 madde değişebilir" söylemi, sene olmuş 2011, infial yarattı. Sürekli "sivil anayasa" söyleminde bulunan hükümetin yetkili ismi Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek "Anayasanın ilk 5 maddesini değiştirmek gündemimizde yok" dedi.

Baylar bayanlar, 1 Nisan haftaya, siz galiba haftaları karıştırdınız.

Sözün özü, biri beni çimdiklesin yoksa tırlatacağım sanırım, bu dozda gerçeküstülük hiç almamıştım hayatımda.

18 Mart 2011 Cuma

So far no matter how close: Ermenistan (1/4)


1-7 Mart arasında “bi’ iş için” Ermenistan’daydım. Bugüne kadar gittiğim birkaç ülkeden belki de en büyük merakla ve en değişik hislerle gittiğim yerdi.
Yaklaşık 1.5 yıldır gençlik çalışmaları yapan, her yıl 400-500 civarı genci yurtdışına gönderen bir şirkette çalışıyorum (Geçtiğimiz Cumartesi –yani 12 Mart- son iş günüm idi bu esnada). Bu süre boyunca belki 1000 tane gence kampları anlattım, ülke alternatifleri önerdim. Hemen hemen hiç şaşmadı; Ermenistan, Sırbistan veya Yunanistan deyince envai çeşit gizil/aleni ırkçı yanıtlar aldım. Yüz ifadeleri olsun, sözlü olsun, alaycı gülümsemeler, “pis pis ülkeler değil de...” diye başlayan yanıtlar olsun... Hep onlara şaşırmıştım, Ermenistan’a gidince kendime de şaşırdım.
“Ermenistan’a gidiyorum” deyince gelen yanıtlar da zaten yer yer andırıyordu az önce bahsettiklerimi: “Olm aman Türk olduğunu çaktırma”, “sınırda rüşvet alıyorlar bizden, herkes 7 €’ya alıyor vizeyi ama 30 € götür”, “dışarıda Türkçe konuşma aman” gibi. Ha, benzer kaygıları ben de taşıyordum tabii ki.
Gidiş yolunda ilk sorun bileti alırken çıktı karşımıza. Direkt uçuş yalnızca Çarşamba ve Pazar  var (ve o da İstanbul’dan tabii) ve karayolu seçeneği için de sınır kapısı kapalı. Alternatifler bir başka ülke üzerinden aktarmalı uçmak ve Batum’dan karayoluyla inmek idi. Moskova’dan uçmayı tercih ettik. Gündüz Ankara’dan otobüsle İstanbul’a, gece İstanbul’dan Moskova’ya, sabah da Moskova’dan Erivan’a... Otele vardığımızda toplam 20 saattir yoldaydık. Zaten ilk günümüz “uzaktan” gelen ve “ne güzel, hemen komşudan cırt diye gelmişsinizdir” diyen herkese “biz senin x katın kadardır yoldayız lan!” diye açıklama yapmakla geçti. Devlet dediğin vizontele gibi bir şey işte; yakını uzak eder...
Devlet demişken, Türkiye’den giden 4 kişinin benim de dahil olduğum 3 kişilik kısmı lacivert, biri de yeşil pasaportluydu (Bilmeyenler için: yeşil pasaport, devlet kurumlarında belli mevkilerde çalışanlara ve eşleri ile çocuklarına layık görülen, bir nevi devletin kişilere referans olduğu pasaport türü ve çok ülke yeşil pasaportu olanlara vize uygulamıyor. Lacivert pasaport ise senin benim gibi avam takımının alabildiği sıradan pasaport, hemen her ülke vize uyguluyor. Uygulamayanların sayısı sınırlı.). Lacivert pasaportlarımızla biz geçtik, yeşil pasaportlu arkadaş takıldı bu sefer. Parayı verdikten sonra vizeyi almamız 5 dakika sürdü, yeşil pasaporta vermediler. O ona verdi pasaportu, o öbürüne, öbürü berikine derken, biz otele doğru yola koyulduğumuzda o, bizi misafir edecek evsahibi kuruluşun başkanıyla görüşüyordu (ki bu da Ermenistan’da çalışan bir STK oluyor). Biz otele gittikten yarım saat sonra yeşil pasaportlu arkadaş da geldi; meğer bizi misafir eden kuruluşun başkanı torpil yapıp vizesiz sokmuş arkadaşı içeri. Torpil meselesinde gerçekten bizden ilerilermiş, onu gördüm. Arkadaş vize formunu otelde doldurdu, sonra gidip Dışişleri Bakanlığı’ndan vizesini aldı. Bunu bir Türkiye vatandaşına çıkarılan güçlük olarak mı yoksa sağlanan kolaylık olarak mı değerlendirmem gerekiyor, gerçekten çelişik duygular içindeyim.
Havaalanındaki vize veren asker üniformalı ama ona rağmen gayet güleryüzlü insanlar, pasaport kontrolünde başka herhangi bir yerden farklı davranmayanlar ve orada sorunla karşılaştığımızda yardımcı olmak için koşturanları görünce “Aslında gayet iyi davrandılar yahu?” diye şaşkınlık yaşadığımızı fark ettik. Ki, bu da çocukluğumuzdan beri beynimize yerleştirilen “tu kaka Ermeniler” kalıbının gizil bir ifadesidir. “Aslında...”. Yani “bize yıllardır anlattıklarına göre kötü davranmaları gerekiyordu. Her ne kadar biz aslında öyle düşünüyor olmasak da...”. Üzüldüm bunu fark ettiğim anda, ama yapacak bir şey yok. İliğimize işlemiş “3 tarafı deniz, 4 tarafı düşmanlarla çevrili Anadolu”.
 Otel ve organizasyon kısmı blog okurları için fazla kişisel kalacağından fazla girmeyeyim orasına. Ama yine de şunu söyleyeyim; bu, aynı formatta ve büyüklükte katıldığım 3. toplantıydı. İlki Berlin’de, ikincisi Ankara’daydı, üçüncüsü Erivan’da oldu. Gösteriş ve lüks doğuya gittikçe arttı. Berlin’de bir okul kampüsünde 4 kişilik, Ankara’da bir butik otelde 3 kişilik ve Erivan’da lüks bir otelde 2 kişilik odalarda kalındı; Berlin’de 1 gece ücretsiz içki ikramı yapıldı, Ankara’da açılış ve kapanış partilerinde ilk içki ücretsiz idi, Erivan’da neredeyse her gece ücretsiz içki vardı. Berlin’de toplu taşıma ile herkes konaklama yerine kendi ulaştı, Ankara’da HAVAŞ’tan servislerle alındı, Erivan’da havaalanından konukları almak için taksi tutuldu. Yöresel / “ulusal” şeyler (genelde de yiyecekler) Berlin’de hiç yoktu, Ankara’da bir miktar vardı, Ermenistan’da “hemen her şey” idi.

(1. bölümün sonu. Biraz uzunca bir yazı oldu, hem çok fazla yer kaplamasın birden, hem de baymasın diye parçalara böldüm. Çok fazla fotoğraf çekemedim ne yazık ki ama sonraki 3 bölümde biraz daha fazla fotoğraf olur diye umuyorum. Bizi izlemeye devam edin!)

15 Mart 2011 Salı

Demokrasi Yolunda Türkiye

Böyle bir başlık 3 ciltlik bir kitaba yaraşır aslında, ama benimki biraz hızlısından bir özet olacak.

Türkiye'de demokrasi kavramını ters yüz eden sınıf ağırlıklı olarak bugün azamiyetle Kemalist diye adlandırılan vesayetçi sınıftı. Mesela onlara göre tek partili rejimin devamının sebebi "halkın demokrasiye hazır olmaması" idi, bu bahane çok geçerliydi mesela. Sonra bu söylemin devamı olarak, demokrasi kelimesi "birden fazla partinin olduğu rejim" anlamına geldi. Eğer seçime katılan iki parti varsa o ülkede demokrasi var olmak zorundaydı.

Bu literatürde demokrasinin iyiliği için yapılabilecek eylemler de tanımlıydı. Mesela sırf demokrasinin iyiliği için, askeri darbe yoluyla demokrasiye ara verilebilirdi. Ya da Vural Savaş'ın ortaya attığı gibi, militan demokrasi diye bir kurum var olabilir, ve bu kurum demokrasiyi koruyabilirdi. Savaş'ın kitabında önerdiği militan demokrasi, Türkiye'yi "irtica ve bölücülük"ten koruyordu, hukuk siyasi otoriteye göbekten bağlıydı. Literatürde militan demokrasi kavramı vardı zaten, ama orada kast edilen demokrasi "liberal demokrasi" idi, bizdekiyle arasındaki ufak bir nüansçıktı bu da.

Neyse, devir değişti, Kemalist düzenin bize öğrettiği bu demokrasinin yerini Sünni liberal demokrasisi aldı. Aldı ama, mekanizmalar baki kaldı.

Bugün demokrasinin anlamı gene bir düzleme, "darbe karşıtlığı"na indirgendi, demokrasi salt darbe karşıtı bir düzen olarak sunuldu. Türkiye tarihinin en demokrat partisi AKP'nin kurmayları literatüre aşağıdaki fantastik demokratik beyanatları kattılar mesela:


"Düşünmezsen Kürt sorunu yoktur", "Rum ve Ermenilerle milli olamazdık", "Devletime karşı suç işleyenleri vurmaktan hoşlanacağım", "İşkence konusunda hamdolsun ülkemizde sorun yoktur", "Nijeryalılara Türkçe öğrettik Kürtlere öğretemedik", "Polis halkımızla yakın sıcak ilişkiler kurmaktadır", "Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum", "Hatamız Tekel işçilerine merhamet etmek"...

Gene bugün, "teknik takip" adında yasal süreyi aşan ve 2 yılı bulan telefon dinlemeleri, insanların gizli deliller ile tutuklanmaları da Vural Savaş'ın savladığı militan demokrasiye çok benzer bir şekilde savunulmakta, dava konusunda şüphesini açıklayanlar "demokrasi düşmanı" olmakta, başkası adına kitap yazmak şüphesi "terör örgütü üyeliği olası delili" olarak değerlendirilmekte. Azınlıklar konusunda milim ile atılan adımlarda devlet adına çekinceler sunulmakta.

Özetle, yıllardır bir zümrenin yamuklukla empoze ettiği, bugün başka bir zümre tarafından başka bir yamuklukla empoze edilen, aradan liberterlerin, liberallerin, sosyal demokratların "Ama burayı unuttun, ama bunu da yapalım" diye cılız seslerinin duyulduğu sisteme Türkiye tipi demokrasi diyoruz. Türkiye'nin demokrasi yolculuğu denen şey, demokrasi tekelini ele geçirme savaşından ibaret.

Bu memlekete demokrasi kendiliğinden gelmedikçe, illa birileri getirmeye kalktıkça da bu resim değişmeyecek..

9 Mart 2011 Çarşamba

Mahçupyan'ın Algısı

Ergenekon davasının kafalarda soru işaretleri oluşturduğu bugünlerde, bekleneceği gibi süreci idrak etmeye çalışırken tepkiselleşmeler ve karşıtepkiselleşmeler teşkil oluyor. Bu durum bazen öyle bir hal alıyor ki, olanları anlamlandırmaya çalışmak garip bir algının oluşmasına meydan veriyor. Mahçupyan'ın bugünkü yazısında da, bu garip algının izleri mevcut.

Mahçupyan'ın yazısının teması ilk bakışta gayet normal, kendisi özetle diyor ki "Tamam, tepki duyalım, ama şimdiden Nedim ve Ahmet'i suçsuz ilan etmeyelim, bu yönde bir kanaat baskısı yapmayalım, bekleyelim." Bu, hemfikir olunmasa da katılınası, tartışılası, mantıklı bir fikirdir. Lakin yazının devamında bazı kısımlar var ki, bu tezin altındaki iyi niyete şüphe düşürüyor.

Mahçupyan, Ergenekon davasının başlaması ile ortaya çıkmış bir "post Ergenekon" oluşumdan bahsediyor, ve de bunun hedefleri arasına "referandum ve seçimleri etkileyerek AKP iktidarını indirmek" maddesini koyuyor. Algının karışacağı ilk yer burası. İki soru var:

1. Bir örgütün yasal faaliyeti, sırf o örgüt yasadışı diye yasadışı olur mu?
2. Bir örgütün faaliyeti ile paralel eylemlerde bulunanlar, otomatikman o örgüt üyesi olurlar mı?

Örnek: PKK Kürtçe eğitim için propaganda yapıyorsa, Kürtçe eğitim istemek yasadışı bir faaliyet olur mu, ya da Kürtçe eğitim isteyenler otomatikman PKK'lı olurlar mı?

Biraz daha açayım. Referandum ve seçimleri etkileyerek AKP iktidarını indirmek, bir suç değildir. Buna dünyanın her yerinde politika denir. Eğer ki iktidarı "zor kullanarak" indirmek söz konusuysa bu suçtur, darbeye müsaade eden bir ortam hazırlamak amacıyla, bilerek ve isteyerek ve destek alarak propaganda yapılıyorsa bu suçtur, lakin Mahçupyan'ın "Bu da hedefler arasında" diye gösterdiği cümle bugün her muhalifi zan altında bırakacak bir cümledir. Bu algı, çok tehlikeli bir algıdır.

Yazının son iki paragrafında Mahçupyan özetle şunu diyor: Bu kitaplar araştırmacı gazetecilik değil, zira servis edilen belgelerle yazılmış. Böyle olursa ve bir çatışmada taraf olmayı seçerseniz, gazetecilik mesleğini zorlarsınız. Şener ile Şık bu çizgiyi aşmış olabilirler.

Bu ise, üstteki ucu açık beyanatın yarattığı potansiyel tehlikeyi katmerleyen bir örnekleme. Bir gazetecinin, kendisine servis edilen belgelerle, doğruyu söyleyen bir kitap yazması suç mudur? Bir gazeteci, illa gidip belgeyi kendisi mi bulmalıdır? Doğru nereden gelirse gelsin doğru değil midir, gazetecilik bu değil midir?

Hem eğer Mahçupyan'ın anlattığı "çizgiyi aşmak" durumu geçerli ise, bu ülkede ilk çizgiyi aşan Taraf Gazetesi ve de onun muhabiri Mehmet Baransu'dur. Zira kendisi başından beri bir çatışmada taraf olmakla ve kendisine servis edilen belgeleri haber yapmakla itham edilmektedir. Böyle bir "demokrat" tutum olur mu?

Bu eleştiriler ışığında, farazi bir durumla sonlandıralım: Ben, muhalif yazılar yazan bir yazarım, ve konuştuğum insanlar arasında Ergenekon'la bağlantılı kişiler de var, lakin ben bunların bu kimliğinden haberdar değilim. Onların amacına paralel bir eylemde bulunmam, illa o örgütün bir parçası olmak anlamına mı gelir? Ben bugün Şık'ı tanıyorsam, ve Şık ile "Abi AKP şunu şunu yapmış, bunu yazacağım yarın, insanlar gerçekleri öğrensin" diye bir telefon konuşmam olsa, ben de tutuklanır mıyım?

Sonuç: Ergenekon davasındaki son durumun yarattığı kafa karışıklığı halinde, algı mühendisliği yapacak kalemler ortaya çıkacaklardır. Mahçupyan, belki de iyi niyetle, ortalığı teskin etmek istiyor, fakat yazısından her türlü muhalefeti, yüzeysel sebeplerle suçlu göstermeyi makul gösteren bir sebepleme çıkıyor.

Bugün oluşacak en tehlikeli algı budur: AKP'yi seçim sürecinde alaşağı etmek için kendisine servis edilen bilgileri yazanlar Ergenekon'un üyesi olmazlar. Bu yüzeysellikle değerlendirme yapılırsa, yarın öbür gün her gazeteci, her yazar Ergenekoncu oluverir.

7 Mart 2011 Pazartesi

Gizli Delil

Bir önceki post'ta, savcı Zekeriya Öz'ün "gizli delil" diye ortaya koyduğu fenomeni incelemiş, "bu deliller sanıklardan, avukatlarından ve de yargıçtan da gizlenmiş midir?" diye sormuştuk. Sorumuza kısmen yanıt aldık sanırım:

Şu linkte, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in sorgusunun tam metnine ulaşabilirsiniz. Bugüne kadarki yorumlarda, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in gazetecilik faaliyetleri ve yazdıkları ile ilgili tutuklandıkları yorumu yapılıyordu. Savcı ise "Hayır, bildiğiniz gibi değil" demişti. Sorulan sorulara bakıyoruz, Şık ve Şener'in de bildiği gibi değil zira sadece kitapları, yazdıkları ve OdaTV'den çıkan notlar ile alakalı sorular var.

Hadi diyelim biz göremiyoruz bu "gizli delil"i, Şık'ın avukatı da "Savcının söylediğinin aksine bir delil yok, varsa da bize göstermeyerek savunma hakkımızı ihlal ediyorlar" diyor.

Yargıç da bilmiyorsa bu delilleri -ki bilip bilmediği tutuklama gerekçesinin açıklanmasıyla ortaya çıkacak- gerçek anlamda bir hukuk trajedisi ile karşı karşıyayız demektir.

Sanırım "geçmişme hesaplaşma" denirken İstiklal Mahkemeleri'nin intikamının alınmasından bahsediliyormuş...

Zekeriya Öz'ün Açıklaması Üzerine

Ergenekon sürecinde gelinen noktada savcılık en sonunda bir açıklama yaptı, daha doğrusu bir bilgi notu dağıttı. (Haber kaynakları özet geçtikleri için ifadeleri farklı yerlerden derledim.) Bu notta iki adet çarpıcı ifade var:

1. "Yürütülmekte olan soruşturma, bir kısım basın mensubunun gazetecilik görevleri, yazdıkları, yazacakları yazılar, kitapları ve ileri sürdükleri görüşlerle ilgili olmayıp 'Ergenekon' terör örgütü soruşturması kapsamında elde edilen ve soruşturmanın gizliliği nedeniyle bu aşamada açıklanması mümkün bulunmayan bir kısım delillerin değerlendirilmesi sonucu yapılması zorunlu hale gelen hukuksal bir işlemdir."

Bu cümlede dikkati çeken nesne "gizli delil". Yani Ahmet Şık ve Nedim Şener, şu anda açıklanamayan deliller sebebiyle tutuklanmış. İsmet Berkan bu hususta güzel akıl yürüttü Twitter'da, biraz daha ekleyerek sorularımızı soralım:

- Bu gizli deliller, tutuklama gerekçesine açıkça yazılmış mıdır? Yargıç bu delilleri görmüş müdür? Yazılmadıysa tutuklama gerekçesi nedir?
- Basına yansıyan sorguda bu gizli delillerle ilgili hususlar mevcut mudur? Değilse (ki öyle duruyor), Nedim Şener'e ve Ahmet Şık'a bu hususta sorular sorulmuş mudur?

- Sanıktan delil gizlenerek sağlıklı bir soruşturma yapılabilir mi?
- Bu deliller ne zaman açıklanacaktır? Tutukluluk süresi 10 yıla kadar sürebileceğine göre, delillerin de bu kadar süre "gizli" kalmasını bekleyebilir miyiz?

2. "Esasen savcılığımızın hukuksal gereklilikler dışında herhangi amaç ve saikle hareket ettiğinin / edeceğinin kabulü ve kamuoyunun bu yönde asılsız değerlendirmelerle yönlendirilmeye çalışılması, büyük bir titizlik ve ciddiyetle yürüttüğümüz soruşturmaya zarar vereceği gibi adı geçen terör örgütünün hedef ve amaçlarına katkı sağlayacağı da açıktır. Bu istikametteki yayınlar tarafımızca özenle izlenmekte, hassasiyetle değerlendirilmektedir."


- Bu cümle ile ima edilen nedir? "Eğer bizim yaptıklarımızı sorgulayan yayınlar yaparsanız sizi de bu örgütün hedef ve amaçlarına katkı sağladığınız için içeri alırız" mı denmektedir?
- Bu dil size tanıdık gelmekte mi? Savcının bu bize Kanadoğlu şürekasından, babacan ordumuzdan yadigâr dili benimsemesinde hayır var mıdır?

Zor zamanlardan geçiyoruz, çok zor zamanlardan...

5 Mart 2011 Cumartesi

Bellek Yitimi

Hani her toplumda hafıza yitimi gerçekleşir, özellikle de bilginin su gibi aktığı bu teknoloji çağında bilgi kirliliği yaşamak ve bu yüzden önemli ayrıntıları gözden kaçırmak mümkündür, lakin bazen öyle şeyler unutuluyor ki aklım hayalim duruyor.

- Daha düne kadar "yargının bağımsızlığı"nı tartışmıyor muyduk, yargı reformu istemiyor muyduk? Ne zamandan beri yargıya kayıtsız şartsız güven duymaya başladınız?

- Mirgün Cabas'ı, olay o kadar tartışıldıktan ve açığa kavuşturulduktan sonra, hala daha "Yazıcıoğlu'nun helikopter düşürmek" ile itham ederek fezleke hazırlayan DGM kokulu Özel Yetkili Savcıların bulunduğu bir memlekette, iddianameler ve fezlekeler ne zaman bu kadar "katiyetli" oldular?

- Daha düne kadar Erdoğan'ından Kılıçdaroğlu'na herkes yargı kararları için fikir belirtmiyor muydu? Ne zamandan beri "yargı konusunda bir şey diyemeyiz" demeye başladınız?

- Daha düne kadar Ergenekon konusundaki sivil iradesinden dolayı Erdoğan alkışları toplamıyor muydu? Şimdi niye "Bizimle alakası yok bu işin yahu?" deniyor?

- Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek zamanında "yazılı emir hakkı"nı, yani olağanüstü hallerde kanun yararına karar bozma itirazı hakkını, Susurluk mahkumu Korkut Eken için kullanmamış mıydı? Derin devletle böyle mi savaşılıyor?

- Daha geçenlerde tutukluluk süresinin yasal olarak 10 yıla kadar çıkarıldığını unuttuk mu? Bu durumda "Bekleyelim görelim, hem suçsuzlarsa salıverilirler zaten" demek biraz fazlasıyla genişlik olmuyor mu?

- Susurluk davasının nasıl sulandırıldığını unuttuk mu? Aynı sürece doğru gittiğimizi hissettiğimizde sesimizi çıkarmak, Ergenekon'un gerçekten def edilmesi için mücadele etmek ne zaman damak çıklatılacak bir aktivite oldu?

- Ergenekon'u sulandırmak için en başından beri pusuda bekleyen adamların eline koz vermek midir Ergenekon sürecini selamete ulaştıracak tutum? Seçim öncesi mağrur pozisyonu ne zaman bu kadar mühim oldu?

- Gerçekten bu kadar partizan mı olduk biz? Gerçekten ideolojimizi ve partimizi bilakaydışart aklımızın, vicdanımızın ve şüpheciliğimizin önüne koyamıyor muyuz artık?

Offf offf.

Dipnot: Bu arada muhteşem yargımız İsmail Beşikçi hocayı yüzbininci defa hapse mahkum etti. Ergenekon toz toprağında gözden kaçmasın bu.

Gerçi artık Beşikçi'nin hapse girmesi değil, hapse girmemesi haber niteliği taşıyor.

4 Mart 2011 Cuma

Evrim ve Ergenekon

Başlığı okuyunca Yılmaz Özdil'e bağlayıp maymunlu espriler yapacağımı düşünenler varsa hayal kırıklığı yaşayacaklar, baştan söyleyeyim. İki konuya yaklaşım arasında bir paralellik görüyorum, onu anlatacağım ciddi ciddi.

Ülkemizde "evrim" denince akla gelen üç kelime var: "Darwin, insan, maymun." Dolayısıyla bu konudaki tartışmalar bir yerden sonra tıkanmakta, ve hatta insanlar fütursuzca "Ben evrime inanmıyorum" demekte. Tamam, hobi olarak gene inanma, ama evrime inanmamak, atoma inanmamak gibi bir şey neticede.

Evrim vardır, gözlemlenmiş, kanıtlanmış, üzerine bilim dünyasında konsensusa varılmıştır. Lakin tartışılması gereken şey "evrim teorisi"dir, zira kendisi, Darwin onu ortaya attığından beri, zibilyon defa değişmiş, özellikle de gen haritasının bulunmasıyla bambaşka bir hal almıştır; öyle ki Darwin bugün gelip teorisini aynı şekilde sunsa tez hocaları ona B- verirler "Git biraz daha çalış bu ne?" diye. Hal budur, hala daha evrim konusunda farklı temelden gelen görüşler vardır, ve de evrim teorisyenleri bu teoriyi açığa kavuşturmak için çalışmaktadır, sanıldığı gibi evrimi kanıtlamak için değil.

Nasıl ki atom bulunduğundan beri Dalton, Rutherford, Bohr vs. farklı modellerle geldi, sonra quark'lar keşfedildi ve "atom teorisi" bambaşka bir hal aldı ama bu hiçbir zaman "Ben atoma inanmıyorum" dedirtmedi; nasıl ki evrendeki, güneş sistemindeki gezegenlerin oluşumuna, hareketlerine, kütleçekimlerine yüzyıllar boyu farklı açıklamalar getirildi ama bu hiçbir zaman "Ben evrene ve kütle çekimine inanmıyorum" dedirtmedi; aynı şey evrim konusunda da geçerli olmalı.

Bunun Ergenekon'la alakası ne? Şu: Ergenekon vardır. Bu ülkede zamanında adı Gladio olarak konmuş, daha sonra Susurluk'a evrilmiş, en son olarak Ergenekon olarak etiketlenmiş bir yasadışı oluşum, bir derin devlet, bir örgüt var. Burası net.

Lakin Ergenekon soruşturması gittikçe hedeften uzaklaşan bir görüntü veriyor, bu da doğal olarak tepki topluyor. Fakat bu tepki toplama "Ergenekon yalanmış işte" noktasına gelirse, yanlış yapmış oluruz. Bizim odağımız, Ergenekon soruşturmasını en başına, Veli Küçüklere, JİTEMlere, faili meçhullere, 28 Şubatlara döndürmek olmalı.

Nasıl "evrim" ve "evrim teorisi" farklı şeyler ise, "Ergenekon" ve "Ergenekon soruşturması" da farklı şeylerdir. Evrim teorisinin çıkmazlarını açıklamaya çalışmak ve eleştirmek evrim gerçeğini değiştirmediği gibi, Ergenekon soruşturmasının çıkmazlarını açıklamaya çalışırken ve eleştirirken de Ergenekon'un gerçekten var olduğunu unutmamalıyız.

N'apalım, İnanalım Mı?

Prolog


Benim memleketimdeeeeee basın özgüüüüür, demokrasi ileridiiiiiiiir...


Sahne I

Merhaba. Benim adım Hanefi Avcı. 1980'lerde Dev-Yolcuları sorguladım, onlara işkence ettim. JİTEM ile yakın ilişki kurdum, Susurluk hususunda bu bağlamda devlete ifade verdim. Oldukça namlı bir emniyetçi, ülkücü ve muhafazakarım.

Bir sabah uyandım ve bir baktım ki sosyalist olmuşum. Hay Ergenekon sen çok yaşa.

Sahne II


Merhaba. Benim adım Soner Yalçın. Araştırmacı gazeteci olarak başladığım kariyerimde, sol bir ağızdan kitaplar yazdım, derin devleti açığa çıkarmaya çalıştım. Cem Ersever kitabımdan sonra Ersever öldürüldü, ben de ölümle tehdit edildim. Sonra bana bir haller oldu, birden bizzat eleştirdiğim kurum ağzıyla yazılar yazmaya başladım. Ergenekon soruşturması başladı, beni 3 yıl boyunca ne tanık, ne sanık olarak gördüler var gücümle bağırmama karşın.

Sonra bir gün dava sürecini eleştiren bir video yayınladım ve sabahında suçlu oldum. Hay Ergenekon sen çok yaşa.

Sahne III


Merhaba. Benim adım Nedim Şener. Hrant Dink cinayetinin perde arkasındaki unsurları en çok sorgulayan, bu konuda en çok araştırmayı yapan gazeteciyim. Hatta bu uğurda ödüller dahi aldım.

Dink cinayetinde derin devletin nasıl bir rol oynadığını açığa çıkarmaya çalışırken bir sabah uyandım bir baktım derin devletçi olmuşum. Hay Ergenekon sen çok yaşa.

Sahne IV


Merhaba. Benim adım Ahmet Şık. Bu ülkede yıllar boyu yapılmayan haberleri yaptım, sessizlerin sesi oldum. Metin Göktepe'yi benden duydunuz, JİTEM'i benden duydunuz, Hayata Dönüş Operasyonu'nu benden duydunuz, kayıpları, faili meçhulleri benden duydunuz, Susurluk'u benden duydunuz, askerin medya notlarını, bizi nasıl fişlediklerini benden duydunuz...

Sonra bir sabah uyandım ve bir baktım ki ben de derin devletçiymişim. Hay Ergenekon sen çok yaşa.

Epilog


Kumpanyamız bununla da bitmiyor, devamında daha Pınar Selekler, Mirgün Cabaslar, Suzan Zenginler, İrfan Aktanlar var...

Benim memleketimdeeeeeeeeee basın özgüüüüür, demokrasi ileridiiiiiiiir...

1 Mart 2011 Salı

Bloguma Dokunma!

İnternet kurbanları arasına yakında Blogger da katılacak. Herkese kutlu olsun, zira Blogger'ın kapanmasının müsebbibi biziz. Çünkü biz İnternet Kanunu denen saçmalık için sesimizi çıkarmadık, daha da çıkarmayacağız.

Youtube kapandı bu ülkede, n'oldu? Herkes DNS ayarı yapmayı öğrendi, Youtube senelerce kapalı kaldı, kimsenin gıkı çıkmadı.

Bu ülkede gün aşırı websitesi kapatılırken kimse mesuliyeti almadı. Hadi siyasi erk mesuliyet almaz, normaldir. Ama gururla kamplaşmış kitleler de topu karşı tarafa attılar.

Hatırlar mısınız Google'ın ilk kapanma söylentisinin çıktığı zamanı? Bir taraf "Alın işte gördünüz mü AKP'yi, alın işte demokrasi daha da neler gelecek başımıza tüh tüh" derken, karşı taraf "Gene Atatürk'e mi hakaret etmişler, işte görün sizinkilerin ne yaptığını" dedi.

Gerçek ise kapı gibi duruyor orada. Adu 5651 sayılı Kanun. AKP gördü, CHP tuttu, MHP pişirdi, Yargı da afiyetle yiyor.

Anlayalım artık, bu ülkede askeri vesayet bitse de, o kafa yapısı kolay kolay bitmez.

Anlayalım artık, iş düşünce özgürlüğüne gelince hiçbir iktidar sahibi sırf melek olduğundan onu altın tepside sunmaz.

Anlayalım artık, bu dava sadece Blogspot davası değil, bu dava bir zihniyet davası.

Sorun mu var? At gitsin. Kapa gitsin. Şimdi sırası değil yahu. Onlar da oraya gitmeyiversinler. Yahu onların özgürlüğünü de veremeyiz.

Anlayalım artık, AKP'si CHP'si yargısı konu kendilerine dokunacak hususlar olduğunda, konu azınlıklar olduğunda, konu yüce devletimizin bekası olduğunda aynı kazağın lacivertiler sadece.

Geçenlerde RTÜK Yasası geçti, Başbakan'a yayın durdurma yetkisi verildi. Haberiniz var mı? Kaynadı gitti.

Sebebi ve şikayetçisi ne olursa olsun, bu ülkede her eşeden her köşeden site kapanıyor. Çünkü 1980 zihniyeti hala iktidarda, makyajı aktıkça tazeliyor.

Bu sefer Blogger'a DNS ayarı değiştirip girince su koyvermeyelim. Bu sefer hakikaten dava açalım. Bu sefer hakikaten uğraşalım. Bu sefer açıp da 2 ay uğraşıp sonra 1 sene güncellemeyeceğimiz websitesileri aracılığıyla sanal mücadele vermeyelim.

Bu sefer site kapatmadan dolayı bir "günah keçisi" belleyip onu politikamıza alet ettikten sonra kabuğumuza çekilmeyelim.

Bu sefer hakikaten bir şey yapalım.