2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Türk Dış Politikası üzerine

Birkaç gün önce Ahmet Davutoğlu'nun Foreign Policy'de yayınlanan makalesini okuyup üzerine yorum yapmıştım. O gün gelişen olaylardan ziyade Türk Dış Politikası'yla ilgili genel bir makale olduğundan hem dergideki yazıyı, hem de yorumumu buraya da taşımayı uygun gördüm. ----------------------------------------------------------------- Genel olarak özellikle Davutoğlu sonrası gözle görülen yeni Türk Dış Politikası’nı anlatması açısından ilginç bir makale olmuş. Zaten çevre ülkelere dönük bir politika izlendiği biliniyor. Bunu uzun uzun anlatmış sadece. Ama mesela “zero problems towards neighbors” (komşulara yönelik sıfır sorun) politikasından bahsederken, hâlâ Kıbrıs konusunda bir adım ilerleme kaydedemediklerini belirtmemiş. Ermenistan’la belirli bir noktaya gelinmesi elbette umut verici ama ben bu durumun da iyi siyasal ilişkilerden ziyade, iyi ekonomik ilişkilere ulaşmakla alakalı olduğunu düşünüyorum. Zaten yazının sonunda ekonomik hedeflerden söz ederken bunu anlatıyor. Zira hepimiz biliyoruz ki, korkulanın aksine AKP aslında İslamcı bir parti olmaktan çok Allah’ına kadar liberal bir partidir. Hatta dini imanı paradır kendilerinin bence. Lübnan, Suriye, Rusya vs. ile vizenin kaldırılmasındaki ana amaç da bu zaten; ticaretin hacim kazanması. Keza Ermenistan’la yakınlaşmanın asıl sebebi de ticari pazar yaratmak. Çevre ülkelerle yakınlaşmakla ilgili söyleyeceklerini baştan meşrulaştırmak için Boşnakların, Gürcülerin, Azerilerin falan bolca buralarda yaşadığını söylemesiyle, kurduğu şu cümle arasında bir çelişki görmüyor değilim: “It will therefore fall largely to nation-states to meet and create solutions for the global political, cultural, and economic turmoil that will likely last for the next decade and beyond.” (Dolayısıyla muhtemelen önümüzdeki on yıl ve ötesinde sürecek olan küresel siyasi, kültürel ve ekonomik hengame için biraraya gelip çözümler üretme işi büyük oranda ulus devletlere düşecek.) Bir de şöyle bir şey demiş, halt etmiş: “Turkey also has advanced considerably in the European integration process compared with the previous decade, when it was not even clear whether the EU was seriously considering Turkey's candidacy.” (Ayrıca Türkiye Avrupa'ya entegreasyon sürecinde, AB'nin, Türkiye'nin adaylığını ciddi olarak düşünüp düşünmediğinin bile belirgin olmadığı bir önceki on yıla göre, önemli yol kat etmiştir.) Tabi bu cümleyle birlikte son 7 yıllık AKP iktidarından söz ettiğini de belirtmek gerek. AB üyeliği sanki yarım asırdan fazladır Türkiye’nin tüm hükümetlerinin gündeminde değilmiş gibi, Ecevit hükümetinin ana eylem noktası değilmiş gibi konuşup her şeyi AKP’ye mal etmek en hafif tabiriyle gaflettir. Ayrıca kurduğu cümlenin son kısmı halen geçerliliğini koruyor. Zira müzakere sürecinde kapatılan kalemlerden hiç söz etmemiş sayın Dışişleri Bakanımız. Buna bağlı olarak uluslar arası organizasyonlarla ilgili ilerleme kaydettiklerinden, NATO’da aktif rol alındığından, Afganistan’dan falan söz etmiş. Bir de şöyle bir cümle kurmuş: “Although Turkey maintains a powerful military due to its insecure neighborhood, we do not make threats.” (Her ne kadar Türkiye bulunduğu güvensiz bölge yüzünden kuvvetli bir askeri güce sahip olsa da, tehdit oluşturmuyoruz -"tehdit etmiyoruz" şeklinde de çevrilebilir-) Bunun tanımı aba altından sopa göstermektir. Bu makale kaleme alındığı sıralarda Kuzey Irak’a düzenlenen operasyonla, yukarıdaki cümle arasındaki tutarsızlıktan söz etmiyorum bile. Rusya ve İran’la yakınlaşmanın yaratmış olabileceği tedirginliği ortadan kaldırmak için yazının muhtelif yerlerinde ABD’ye dalkavukluk yapmasına da bayıldım. Gerçi suçlamıyorum, nihayetinde diplomasi böyle bir şey. Sanırım yazıda söyledikleri içinde en doğru kısım şu: “For example, Turkey has a vision of the Middle East. This vision encompasses the entire region: it cannot be reduced to the struggle against the PKK...” (Örneğin Türkiye Orta Doğu konusunda bir vizyona sahiptir. Bu vizyon tüm bölgeyi kapsar: sadece PKK'ya karşı verilen mücadeleye indirgenemez...)Yeni dönem dış politikayı da buna göre yönlendirmeye çalışıyor, Allah’ı var. Yalnız bunda arabulucu rolünü Türkiye kendi üstlenmiş gibi gösterirsen gülerler adama. Mirasçısı olduklarını söyledikleri Menderes-Özal çizgisinin layıkıyla korunması sonucu, Amerikan uyduculuğunun Türkiye’ye biçtiği roldür bu. Kimseyi yemesin sayın Dışişleri Bakanım. Tüm bunlara rağmen genel olarak Davutoğlu sonrası dış politikamızı beğendiğimi belirtmem lazım. Bir de yazısındaki şu bölümü umarım uygulamaya da koyarlar diyerek bu uzuuun yorumu bitireyim: “From these three methodological approaches, five operational principles guide Turkey's foreign policy-making process. The first principle is the balance between security and democracy. The legitimacy of any political regime comes from its ability to provide security and freedom together to its citizens; this security should not be at the expense of freedoms and human rights in the country. “ (Bu üç metodolojik yaklaşımdan, beş farklı eylemsel ilke Türkiye'nin dış politika belirleme sürecine yön verir. İlk ilke güvenlik ve demokrasi arasındaki dengedir. Herhangi bir siyasi rejimin meşruiyeti yurttaşlarına güvenlik ve özgürlüğü birarada sağlama yetisinden gelir; bu güvenlik özgürlükler ve insan hakları pahasına olmamalıdır.)

25 Mayıs 2010 Salı

Ver Gazı

Milli birlik ve beraberliğe son derece ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde (zaten ne zaman ihtiyaç duymuyoruz ki...) Milliyet Gazetesi üzerine düşeni yapmaya çalışmış.
Efendim, maç bilgisi haber bile olmamış Türkiye A Milli Erkek Voleybol Takımı'nın (tabii haberin ilk cümlesinde erkek takımı olduğu söylenmiyor, zira milli takımların varsayılan cinsiyeti erkektir)İtalya'yı 3-0 mağlup etmesinin, İtalya'yı karıştırması (haberin yorumu) tabii ki yeterince dikkat çekici bulunmuş. Haberde İtalya'nın ne kadar karıştığına dair şu alıntı var:
"İtalyan medyası da İtalyan Milli Takımı’na ateş püskürerek, “İnanılması zor ama tam 44 yıldır bizi yenemeyen Türkiye karşısında küçüldük, yerin dibine battık. ” yorumunda bulundu."
Hangi İtalyan medyası diye sorabilirsiniz, cevap: Hepsi. Tüm İtalya kan ağlıyor, İtalya'daki arkadaşlarımla konuştum öyle dediler. Hatta Milan'da göstericilerin çatışma çıkarttığı da söyleniyor, ki ajanslar şu fotoğrafı geçmişler:
Hakikaten ateş püskürmüşler yalnız.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Kitap Tanıtımı: Katı Olan Herşey Buharlaşıyor

Marshall Berman'ın modernite ve kapitalizm üzerine kaleme aldığı ünlü kitabı Katı Olan Herşey Buharlaşıyor ile çok keyif aldığım bir sosyoloji dersinde tanıştım. Kitabın zihnimde kalan kısımlarını karaladığım, 3 yıl öncesine ait, dosyayı karıştırırken bu kitaba dair yazdıklarımı paylaşmak istedim.
Modernleşme kavramı üzerinde yoğunlaşan ve bu kavramı Paris, St. Petersburg, New York gibi modernitenin simgesi olan şehirlerin modernleşme süreçlerine paralel olarak açıklayan bu kitapta, Marshall Berman modernitenin içinde barındırdığı paradokslara değinirken dört önemli ismin fikirleri üzerinde durmaktadır. Bunlar; Nietzche, Goethe, Marks ve Baudelaire'dir. Berman’a göre modernite; ‘hem o hem bu yerine ya o ya bu’ parolasını kullanır. Bu durum modernitenin kutuplaşmayı da beraberinde getirmesine sebep olur.
Kitabın giriş bölümünde Nietzche’nin görüşlerine yer veren yazar, Nietzche’nin ortaya attığı nihilizm görüşü ile modernite arasında bir anoloji kuruyor. Nietzche’ye göre; modern toplum bir kafes olmakla kalmaz içindeki insanlar da o parmaklıklar tarafından şekillendirilir. Berman’a göre Nietzche’nin bu sözde bahsettiği kafes bir hapishane değildir; kafesin bütün yaptığı bir hiçlikler nesline duyduğu boşluğu sağlamaktır.
Kitabın birinci bölümünde Goethe üzerinde duran yazar, Goethe’nin eserinde yer alan Faust’u modern insanla özdeşleştiriyor. Faust’un temsil ettiği insan modeli, confirmist olmayan, marjinal ve entelektüel bir modeldir. Faust ‘yapmak’ için dünü, bugünü ve geleceği ‘yıkmak’ tadır; modern insanın da yaptığı budur aslında... Faust toplumsal ilerlemenin önemli insani bedeller olmaksızın elde edileceği bir dünya tasarlar; ama bunun bir bedeli vardır elbette. Hayatı trajediden ayırmak isterken kendi trajedisinin içine düşer. Berman kitabında Faust’u üç evre içinde ele alıyor: Faust önce hayalci, sonra aşık ve en sonunda da geliştiricidir veya modern insandır. Ancak tüm modern insanlar gibi Faust da bilinçli arzuların tatminiyle tatmin olmamaktadır.
Yazarın üçüncü olarak değindiği isim, Marks'tır. Bu kitabı yazarken referans alınan söz Marx’ın; '‘Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve insanlar nihayet kendi yaşam koşulları ve diğer insanlarla olan ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.’' sözüdür. Marx toplumu burjuvalar ve proleterler olmak üzere iki şekilde ele alır. Bujuvazi hareketin oluşturduğu ve kendi sonunu kendisi hazırlayan modernitenin yaralarını daha dolu ve derin bir şekilde sarabileceği yeni bir modernite ortaya koymayı ummaktadır. Ona göre dünyayı modern yapan kapitalizm modernitenin önünde bir engeldir.
Marx ‘kapitalist modernizm’in iki sonucu olduğunu söyler:
1. Tatmin edilemez arzular ve güdüler, sonsuz bir yaratma 2. Nihilizm, durdurulamaz yıkım ve hayatın darmadağın olması
Marx bunlara çözüm olarak komünizmi sunmaktadır. Ona göre; komünizm modernliğin tamamlanmış halidir. Diğer türlü burjuvazinin oluşturduğu modernizim insanlar arasındaki ilişkiyi yalnızca çıkar ilişkisine indirmektedir ve insanların savaştığı tüm özgürlükler yerine tek bir özgürlük koymaktadır o da ‘serbest ticaret’tir. Marx’ın asıl amacı,başlangıçta da değinildiği gibi burjuvadan bağımsız yeni bir modernizim ortaya koymaktır.
Yazar son olarak Baudelaire'den bahsediyor. Ona göre ilk modernist olan Baudelaire modernizmi ‘pastoral ve karşı pastoral’ (modernperestlik ve kültürel umutsuzluk) ismini verdiği iki ayrı cepheden değerlendirmektedir. Baudelaire göre; evet bir modernizm vardır ama bu güzelliklerle beraber sefalet ve kaygı duygusunu, modern insanın ödemesi gereken faturayı da getirir.
Yazar, Baudelaire’in eserinde geçen ‘gözler ailesi’ hikayesine de etkileyici bir şekilde değinmektedir. Bu hikayede Paris’in yıkıntı bulvarındaki ihtişamlı kafede oturan ‘modern insan’ ile ‘modernleşen dünyanın modernleşemeyen yüzünü ifade eden yoksul gözler’in buluşmasından bahsedilir. Modern dünya bütün esnek görüntüsüne rağmen hatlarını o kadar keskin bir şekilde çizmiştir ki; aynı kaldırımda bulunan ancak ihtişamlı kafenin duvarıyla ayrılan insanların anlık olarak bakışlarının birbiriyle buluşması bile inanılması güç veya çok özel bir durum gibi aktarılmaktadır.
Yazarın Baudelaire’den bahsederken üzerinde durduğu bir diğer kavram da ‘kaybedilen hale’ dir. Bu kavramla Baudelaire, değerlerin yozlaşması üzerinde durmaktadır. Bunu yaparken bir şairle sıradan bir insanın geceleri aynı genelevde buluşabildiklerinden bahsetmektedir. ‘Kaybedilen Hale’ ve ‘Yoksulların Gözleri’ aynı bulvarda geçer. Ama kaldırımda kaybedilen hale de insanlar kim olduklarını vurgularken; lağımda kaybedilen hale insanları için kim olduklarının bir önemi yoktur. Baudelaire göre, antimodern ile modern düşünür aynı bataklıkta bulur kendisini. Aradaki tek fark antimodernistin bundan duyduğu rahatsızlıktır.
Yazar, kitabın geri kalan kısmında Paris, St. Petersburg ve New York şehirlerinin modernleşme sürecinden bahsetmektedir. Berman'ın bu şehirler ile ilgili enfes anlatımına bir başka yazıda değineceğim.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Danıştay'ın Yıldönümü

Güzel bir şey tabii, ama Danıştay Başkanı Mustafa Birden'in 35 sayfalık konuşmasındaki şu lafını duyduktan sonra hala daha güzel diyemiyorum:
"... 1982 Anayasasının, yüzde 90’ın üzerinde bir oyla kabul edildiği gerçeği gözlerden uzak tutulmamalıdır."
Yoksa siz hala Danıştay'ın derdinin yargı bağımsızlığı mı olduğunu düşünüyorsunuz? Vah vah.
Ekleme: Bu post'un yazarı olarak bir özür borçluyum. Bu konuşma metnini ilk okuduğumda takıldığım nokta, Birden'in bu cümlenin hemen ardından gelen şu cümlesi idi:
"... yargı bağımsızlığını hakim ve savcı teminatını doğrudan etkileyen, yargının etkinliğini sınırlayan düzenlemeleri temel hak ve özgürlükler gibi referanduma sunulacak bir konuda olmadığı görüşündeyiz"
Anayasa paketinde yargının etkinliğini sınırlayan bir tek düzenleme var, o da parti kapatmanın zorlaştırılması. Yargının bağımsızlığı konusuna gelirsek, pakette yargıyı mevcut anayasadan daha kötü bir hale sokan bir düzenleme yok; ve hatta HSYK'ya daha çeşitli yargı kurumlarından katılım sağlanıyor, bunu daha önce tartıştık zaten. Hal bu iken, Danıştay Başkanı'nın "temel hak ve özgürlükler referanduma gider ama yargı gitmez!" demesi beni rahatsız etmekte idi.
Ben bu cümleye takılıp, yargı bağımsızlığı üzerine tekrar aynı şeyleri tekrar etmek yerine bir kısa alıntı ile bu duruma vurgu yapayım istemiştim. Lakin bir akıl tutulması yaşayıp, Birden'in sözlerini tamamen "out of context" yorumlar hale düşmüşüm. Birden'in sözlerinin doğru yorumuna bu post'un yorumlar kısmından erişebilirsiniz.
Bu büyük misenformasyonumdan ötürü okuyuculardan özür dilerim.

SODEP/SHP Geri Dönüyor

CHP'deki son gelişmeleri bu başlıkla özetlemek isterim ben. Neden onu dediğime ise son paragrafta değineceğim, önce genel bir yorum yapalım.
Gündemde iki haber var. Kemal Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanlığı'na adaylığını 60 milletvekilinin desteği ile açıkladı. Bunun hemen arkasından da CHP MYK'sı "Baykal geri dönmelidir" kararı aldı oybirliği ile (Önder Sav hariç).
Sırf bu gelişme bile CHP'de iki kanadın oluştuğunu gösterebilir, ama güçlü bir tez haline getirmez. Bu yüzden metindeki diğer iki işarete bakacağız.
Mesela MYK üyesi Sayan'ın "Komployu kim yaparsa karşıyız. Sorun Kılıçdaroğlu değil, olayı bu kadar küçümsemeyin" cümlesini "komployu iktidar yapmamış olabilir, Kılıçdaroğlu'nun adaylığından ziyade, bu sürece nasıl gelindiği önemli" şeklinde yorumlamak için üstün bir Türkçe bilgisine gerek yok. Önder Sav'ın toplantıyı terk etmesi, rivayetlere göre bu tür suçlamalardan dolayı terk etmesi de ayrı bir işaret olarak yorumlanabilir. Ki zaten bu yazımda bunun parti içi bir çekişme olduğuna yönelik işaretlerin kuvvetinden bahsetmiştim.
İkinci işaret ise, Kılıçdaroğlu'nun adaylığına destek veren isimler listesi. Bu listede; öyle ya da böyle sendikacı geçmişi olan Bayram Meral, daha önce Genel Başkanlığa aday olmuş Haluk Koç, rahmetli Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu, halkın ekonomik durumu ile ilgili yaptığı konuşması sosyal paylaşım sitelerinde dönmüş yeni popüler Muharrem İnce, yargılanabilmek için dokunulmazlığının kaldırılması isteğiyle AİHM'ye başvurmuş Atilla Kart gibi isimler var. Bu listede olmayan isimler ise ana ağlatıcı Onur Öymen, soy uzmanı Canan Arıtman, üniversitelerdeki ikna odası muciti Nur Serter, savaşçı diplomat Şükrü Elekdağ.
Bütün milletvekillerin sicilini bilmek mümkün değil tabii ama ilk izlenim şu: CHP'deki daha ılımlı, daha ekonomik politika odaklı isimler bir kanatta, daha şahin, daha "ulusalcı" isimler başka bir tarafta.
Daha önce de yapmış olduğum bir "Kemal Kılıçdaroğlu ancak neo-Erdal İnönü olur" benzetmem var. Hala daha arkasındayım. Bu illaki kötü bir eleştiri değil, sonuçta soldaki siyasetçilerden her daim saygıyla anılan bir isimdi İnönü. Lakin ne kadar icraat üretebildi, ne kadar etkindi; orası belli değil. Kılıçdaroğlu ile, yukarıda baktığımız birincil yapılanmanın işaret ettiği üzere, CHP'nin bu SODEP/SHP çizgisine geçiş yapabileceğini düşünmekteyim.
Bu çizgi Türkiye'nin ihtiyacı olan reformist sol mu? Kesinlikle hayır. Lakin Türkiye önce 1990 modeli sosyal demokrasiyi hatırlamalı, "doğru ya sol böyle bir şeydi" demeli ki, 2000 modeline geçiş yapabilelim.
Kılıçdaroğlu'nun adaylığı bu açıdan kesinlikle hayra alamet bir gelişmedir. Daha önce "o kadar heves etmeyin" demiştim ama, sanırım şimdi "solun açık olsun" derken biraz daha emin olabiliriz. Gene de Kılıçdaroğlu kurultaya kadar direnebilir mi, onu beklemek lazım, temkini elden bırakmamalı.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Anayasa İkiyüzlülüğü

Ben çocukken solcu abilerden şu lafları duyarak büyüdüm: "1980 darbesi solculuğu bitirmiştir, 1982 Anayasası da belimizi bükmüş, elimizi kolumuzu bağlamıştır." Bu telkinler sayesinde emindim ki, Türkiye'de solun yeniden dirilmesinin önündeki engeller Evren ve anayasası idi. Çözüm ise belli idi: "Ahh, ahh 1961 Anayasası..."
AKP genel seçimleri ikinci kez kazandığında "daha demokratik bir anayasa" yapma girişiminde bulundu. Aynı solcu abiler tabiri caiz ise kıyameti kopardılar "AKP rejimi değiştirecek!" diye. Haklıydılar belki de, sonuçta AKP şeriatçı partiydi en nihayetinde değil mi? Ama bakıyordun tasarlanan maddelere, tıpkı o abilerin özlemle baktığı 1961 Anayasası gibi hak ve özgürlükleri genişleten bir anayasa idi, 1982 çoğunlukla çöpe atılıyordu. Neticede daha kıvılcım halindeyken durdu bu girişim.
Seçimler yaklaşırken AKP bu sefer Anayasa'yı reforme etmeye karar verdi. Aynı abiler artık rejim endişesinin para etmediğini görmüş olacağından farklı bir açıdan yaklaştılar olaya: "Yargı bağımsızlığı elden gidiyor, sivil dikta geliyor!" dediler. Haklılardı belki de, sonuçta HSYK ve Anayasa Mahkemesi yeniden şekillenecekti. Ama gene bakana görüyordu ki, bu iki kurum bugün olduğundan daha az demokratik olmayacaktı, ve hatta üye sayısı arttırılarak ve üyeleri seçen kurumlar daha da çeşitlendirilerek daha mantıklı bir çerçeve yaratılacaktı. Mesela HSYK Yargıtay tekelinden çıkartılıp birçok üst düzey adalet kuruluşuna eşit otorite verilmiş, Anayasa Mahkemesi'nin üyelerini Cumhurbaşkanının farklı kurumların tavsiyelerine bakarak seçmesi öngörülmüştü. Parti kapatma, şark usülü kurnazlıkla meclisteki partileri mağdur etmeyecek şekilde zorlaştırılmıştı. Ama meclisin sadece dava açılabilmesi için oylama yapılması, kamuoyuna "meclis parti kapatacak" diye lanse edildi. Neticede gene memnun olmadı solcu abiler.
Bu solcu abiler Anayasa'dan şikayet edip, onu iyileştirmeye yönelik adımlara kesinlikle karşı çıkıyorlar. Şikayet ettikleri Anayasadan kurtulmak için hiçbir çalışma yapmıyorlar, öneri getirmiyorlar; üstüne üstlük getirilen önerileri de sadece eleştiriyorlar. Sonra bu solcu abiler insanlara "takiyeci" diyorlar.
Ben anlamıyorum abiler.

11 Mayıs 2010 Salı

Türkiye Solu Harikalar Diyarında

Dünkü yazımın sonunda "Aslında daha çok irdelenecek konu var, ama şimdilik bu kadarına bakalım" demiştim, fakat etrafımda gördüğüm mutluluk gözyaşları beni bu ikinci yazıyı yazmaya itti. Lafı uzatmadan diyeceğimi en baştan diyeyim: Baykal'ın istifası, ne CHP'yi, ne de solu kurtarmıştır. Birincisi, Baykal'ın istifası onun siyaset sahnesinden çekildiğinin hiçbir şekilde göstergesi değildir. Daha önce de, 1999 Genel Seçimleri başarısızlığından dolayı Baykal istifa etmiş, yerine Altan Öymen ve Tarhan Erdem ikilisi gelmişti. Bu kişilerin en azından Radikal'deki yazılarını okuyorsanız; Avrupai sosyal demokrat çizgide düşündüklerini, reforma açık olduklarını biliyorsunuzdur zaten. Nitekim onlar da CHP'de bir reform hareketi başlatmışlardı parti iç tüzüğünden başlayarak. Peki ne oldu? Baykal'ın canı sıkıldı, 1 sene sonra emir verdi partideki "uyuyan ajan"larına ve de tekrar başkanlığı ele geçirdi. Hal böyleyken, parti teşkilatından ardı ardına gelen açıklamalara bakarsanız, CHP'de durumun 1999'dan daha da vahim olduğunu görürsünüz. CHP'nin solun umudu olma treni ciddi bir şekilde kaçmıştır. İkincisi, hep şikayet ettiğimiz "lider sultası" şeklinde dizayn edilmiş siyasi partilerin, ebedi şefleri görevden ayrılınca o partiler çözülme sürecine girerler. Özal sonrası ANAP, Demirel sonrası DYP, Ecevit sonrası DSP, Erbakan sonrası RP... Bu süreci hasarsız atlatan sadece iki parti vardır, o da MHP ve (son adıyla) BDP'dir. Bunun sebebi ise, bu partilerin güçlerini liderden değil, etnisiteden almasında yatar, ki oylarının dönem dönem artıp dönem dönem azalması da parti politikasının başarısı/başarısızlığı sebepli değil, etnik kökenin sosyopolitik konumundan ileri gelir. Tam bu noktada da CHP'nin ikilemi başlar. CHP de, son dönem politikalarıyla kendisini neo-milliyetçiliğe eklemlediğinden, bekası ya bu politikanın devamında olur -ki bu durumda sol bir atılım gerçekleştiremez-, ya da Baykal sonrası bir yapılanma yaşar -ki bu durumda da bahsettiğimiz çözülme gerçekleşir-. O yüzden boşuna umutlanmaya gerek yoktur. Diyelim ki Baykal hakikaten siyaset sahnesinden çekildi ve CHP eklemlendiği politikayı geride bırakıp çözülmeye gitti. Bu durumda CHP'nin yerini alacak bir siyasi akımın doğuşunu beklemek solun tek umudu olacaktır. Peki ufukta kimler var? Sarıgül, Kılıçdaroğlu vs. Bu isimlerin herhangi birisinin Türkiye'deki sol potansiyeli canlandıracağını düşünmek hayalperestliktir. Sarıgül olursa Cem Uzan'dan hallice olur, Kılıçdaroğlu ise siyaset sahnesinde 5-10 yıl kaldıktan sonra neo-Erdal İnönü olabilir ancak. O yüzden sevinç çığlıklarınızı içinize gömün, yağmur dansınızı durdurun. CHP eksenli sol bitmiştir. CHP'nin reforme ettiği "Türkiye solu", bir nesil değişmeden kendine gelemez. Ne yazık ki de, o hiçbir solcunun gerçekten memnun olmadığı AKP keyfince demokratik reformları yapıp Türkiye'nin üzerindeki ulusalcılık bulutunu dağıtmadıkça o değişim hızlıca gelmeyecektir.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Deniz Baykal Üzerine

(Ben yazıyı erteledikçe yeni gelişmeler oldu, o yüzden başlangıç analizin bazı kısımları demode kalabilir, kusura bakmayınız. Olabildiğince kapsayıcı bir yazı yazmak niyetindeyim, iyi okumalar.)

I. Tartışmaya Genel Bakış

 Deniz Baykal'ın seks kaseti skandalı, ülkenin gündemine düştüğünden beri tartışmaların gidişatı tam da bize yakışır şekilde ilerledi. Öncelikle insanlar taraflarını seçtiler, çünkü ülkemizde fikirler olayları bağımsızca analiz etmek yerine olayları çevirip kendi lehine kullanmak için oluşturulur. "Taraf olmayan bertaraf olur" gibi bir bağnazlık ile çevrili iken (ki bunu diyerek bizi iki tarafa indirgeyen demokratlarımızın başucunda "Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir" sözü asılıdır), bu olayda da soğukkanlı değerlendirme yapılması mümkün değildi tabii. Baykal yandaşları, daha doğrusu AKP karşıtları (ki bu olay, daha sonra anlatacağım gibi bu iki boyutlulukla irdelenemez) yas tutmanın 5 aşamasını yaşadılar adeta:

1. Reddediş: "Baykal öyle şey yapar mı yahu? Kesin montajdır bu! Videonun kalitesi kötü zaten. Şu karede burnu, şurada da yürüyüşü benzemiyor. (y.n.: Hani kalite kötüydü, nasıl analiz ettin?)"
2. Öfke: "Vakit gazetesi Barbie bebekleri bile sansürlerken, bu haberi nasıl veriyor böyle! İğrençlik, yayın etiğine sığar mı? Bel altı vuruyor bu adiler!"
3. Pazarlık: "Yahu adam yaptıysa yaptı, herkes kaçamak yapabilir, abartılacak bir şey yok, istifa gereksiz."
4. Depresyon: "CHP'nin açıklamaları olduğunu gösteriyor galiba, suikast iddiaları falan, off."
5. Kabul: "Baykal istifa etti." Baykal karşıtları ise bütün bu aşamalar karşısında duruşlarını pek değiştirmediler. "Terbiyesizlik, aile adamı bunu yapar mı, istifa etmeli."

II. Konunun Bağımsız İncelemesi

İnsanoğlunun en güzel ikiyüzlülüklerinden birisi, bu "seks skandalı" olarak addedilen olaylarda ortaya çıkar. Ataerkil bir toplum yapısında bireyler, hem günlük yaşamlarında, hem de kitle medya programlarında şu alt metine maruz bırakılırlar: "Erkek adam aldatır." Bunu sadece erkekler değil, kadınlar da söylerler. Fakat bu hipotetik olumlama, olay ortaya çıktığında, hele ki yapan ünlü biriyse birden geçersiz olur. Toplumun bir diğer içgüdüsü olan başarılı olanın burnunu sürtme isteği, toplumun kendi kendiye yaratıp kendine empoze ettiği ahlak bekçiliği ile birleşir, ve bir linç isteği türeyebilir. En son örneği Tiger Woods olayında görüldü bunun. Önce ayıplanır skandalın faili, sonra çıkar özür diler, eşi büyüklük gösterip affeder vs. Böylece bu iki uç duygunun sentezi yaşanmış olur. İş siyasete gelince biraz daha karmaşıklaşabiliyor lakin durum, çünkü burada güç dengeleri söz konusu. Diğer durumlardaki "popülerlik" verisinin yanına bir de "karşı kampı güçlendirme korkusu" işin içine girdiğinden, tutumlar tutarsızlaşabiliyor. Bu da ikiyüzlülüğü üç-dörtyüzlülük haline getiriyor. Bill Clinton'ın seks skandalı ortaya çıktığında, onu alaşağı etmek için kanının son damlasına kadar savaşan komite liderinin seks skandalı çıkmıştı daha sonra ortaya. Cumhuriyetçileri ahlaki travmaya sürüklemişti bu mesela.

Elimizde bir veri var: Erk sahibi insanlar (kadın-erkek fark etmez), Maslow piramidinde tepeye ulaşınca bile doyamadıklarından, ya da en tepeye ulaşamadıklarından (çünkü hiçbir zaman en tepe yoktur) daha fazla erkek-kadın arzulayabilirler, ve eşlerini aldatırlar. Ve bu olayın çözümü basittir: Ne yaparsan yap, yakalanma. Çünkü toplum sadece tepki göstermek zorunda olduğu için tepki gösterir. O yüzden, bu seks kaseti yüzünden Baykal'a yöneltilen her eleştiri, aslında tutarsızdır. Baykal'ın sırf seks kasedi yüzünden istifa etmesini istersek, bu ataerkil tiyatronun bir parçası olmuş oluruz.

Fakat Baykal'ın durumunda olayı farklı boyuta taşıyan bir ayrıntı var. O da kasetteki kadının, milletvekili adayı gösterilirken rakiplerini "beklenmedik" şekilde geride bırakan Nesrin Baytok olduğu söylentisi. Politika hakkında azıcık fikir sahibi olan birisi, bu milletvekili adaylığı sıraları belirlenirken ne rüşvetlerin, ne vaatlerin döndüğünü biliyordur muhtemelen. Yani kimse, parti başkanının tek kalemde o adayları belirlerken adayların kalifiye olup olmadığıyla ilgilendiğini düşünecek kadar saf değildir sanırım. Bu, hiçbir şekilde etik olmayan bir düzen, ve hatta siyasetin belini büken bir uygulama zira o milletvekili sonra gelip "parti başkanı atla dese atlarım" diyor kendisine yöneltilen soruya cevap olarak. Burada da bu düzenin bir ifşası var eğer iddialar doğruysa. Kimi para verir, kimisi ihale alır, kimisi de bu şekilde bir rüşveti layık görür. Bu yüzden, eğer Baykal istifa edecekse, bu siyasi etiksizlik ortaya çıktı diye istifa etmeli. Yoksa seksin etik olarak ihale ve para sözlerinden pek bir farkı yok, ve hatta etkilenen 3. partiler olmadığı için (mesela bir ihale söz konusu olsa, orada hizmetin verileceği kesim de daha pahalı veya kalitesiz hizmet alacağı için etkilenmiş olur) daha bile naif kalır. Fakat en nihayetinde, eğer bir siyasi kimliğin bırakılması isteniyorsa, bunun sebebi siyasi etiksizlik olmalıdır. Deniz Baykal'ın eşini aldatması, iyi aile adamı olup olmaması vs. onun siyasi kimliği ile hiçbir alakası olmayan verilerdir.

III. Haberin Niteliği

Gelgelelim, Deniz Baykal'ın siyasi etiksizliğinin ifşası (eğer doğruysa), Vakit gazetesinin bu haberi sunuşuyla bir insan hakları ihlali yaptığı gerçeğini de değiştirmez. Öncelikle, bir teyit imkanı olmadan, bu kadar kalitesiz görüntülerle çıkıp da "Baykal'ın skandalı! Milletvekilliği için Baytok karısını Baykaliın koynuna sokmuş!" gibi bir suçlayıcı haber yapılamaz. Buradaki ifadeler, kişilik haklarını zedeleyici ifadelerdir. Oturaklı bir haber kurumu, "... iddiası var" derdi. İkinci husus ise bu görüntülerin yayınlanması. Birçok seks kasedi söylentisi ortaya çıkmış olmasına karşın, benim hatırladığımı kadarıyla hiçbir medya kuruluşu bu görüntüleri alıp direkt olarak sitesine koymamıştı. Zira bu, kitlesel medya aracı ile özel hayatın gizliliğini ihlal demektir ve bu da bir insan hakkı ihlalidir. Paparazziler gene "kamusal alanda olanı görüntüledik" bahanesinin arkasına sığınsalar da, bir insanın evinde çekilmiş görüntüleri böylece yayınlamak basın etiğine aykırı davranmaktır. Tabii burada eleştirdiğimiz kurumun, Vakit Gazetesi gibi omurgasızlığını defalarca kanıtlamış bir kurum olması beni abesle iştigal eder konuma da getiriyor sanki. Bu yüzden Baykal'ın Vakit Gazetesi'ne açtığı dava doğrudur, ve de Vakit'in tazminat ödemesi gerekir. Olayın doğruluğu ya da yanlışlığı bunu değiştirmez.

IV. Güç Dengeleri

Şimdiye kadar elimizde olanları toplayalım. Baykal'ın "özel hayatın gizliliğini ihlal" ve "kişisel verilerin kaydedilmesi" gerekçesiyle açtığı dava, ve sonrasındaki istifası da, bu görüntülerin doğru olduğunu göstermektedir. Baykal'ın istifası sadece ve sadece iddia edildiği gibi bir siyasi etiksizlik ve rüşvet skandalı var ise doğrudur. Buna karşın, Vakit'in haberi, görüntüler doğru da olsa insan haklarını ihlal edici boyuttadır. Bu tezimi öncelikle belirtiyorum ki, bundan sonra yapacağım analize "taraf" lekesi bulaşmasın.

Videonun Vakit Gazetesi'nde yayınlanması, zaten kutuplaşmış olan toplumu anında "AKP-CHP" ilişkisi kurmaya ve de referandum süreci ile olayı ilişkilendirmeye meylettirdi. Fakat bu tartışmayı başka bir kutuba çekecek sorular ortaya kondu, ve de anlayana, bu genel bakış açısının ne derece hastalıklı olduğunu da bir daha gösterdi. Altını çizmek adına tekrar edelim: Eğer görüntüler iddia edildiği gibi 8 yıl öncesinden ise, AKP'nin vs. bu videoyu daha önceki birçok kritik süreçte sızdırması daha mantıklı değil miydi? AKP, Baykal gibi bir "ebediyen muhalefete razı" siyasi kişiliğin o sahneden çekilmesini arzu eder mi? AKP'nin olay sonraki tutumu (başbakanın talimatıyle Vakit Gazetesi'nin ofisinin basılıp arama yapılması vs.) bu olayda daha tarafsız kalındığını göstermez mi? Bunlar olayın bir "CHP içi çekişme" olduğuna dair kanaati güçlendirmekte. Zira Sav'ın bu olayın hemen akabinde "Baykal'a suikast girişimi vardı, suikasti yapacak olan Sarıgül'ü tanıyor" iddiasında bulunması da (ki Sav'a haklı olarak 3 hafta önceki suikast girişimini niye şimdi ortaya atıyorsunuz diye de soruldu) bu çerçevede dikkat çekici. Ki eğer iddia edildiği gibi olay bir "milletvekilliği rüşveti" ise, bu komployu CHP içi güç dengelerinin ayarlamış olması çok daha mantıklı duyulmakta. Ki zaten Baykal'a yöneltilen en şiddetli "istifa" sesleri de Hürriyet Gazetesi'nin Tufan Türenç gibi yazarlarından geldi. Zaten halihazırda CHP kurultayı da yaklaşmakta idi. Görüldüğü gibi, bu iç çekişme savı savdan da öteye geçiyor. Lakin tüm bunlara karşılık Baykal istifasında "Tüm bunlar iktidarın bilgisi dahilinde yaşanmıştır." diyor, son bir siyasi koz yaratmak, bir altın vuruş çıkarmak niyetinde.

En son gelişmeler ışığında bakarsak olaya, Baykal daha önce de istifa ettiği için olası bir genel seçim başarısızlığından sonra yine CHP'nin başına geçebileceğini düşünmek yersiz olmaz. Hatta daha öncesinden bile ikna olabilir. Bizim tanıdığımız Baykal, pes etmez. Ki CHP'nin mevcut oligarşik yapısı da, Baykal haricinde bir başkan ile başarılı olacak gibi de değildir. (CHP il örgütlerinin Baykal'a destek mesajlarını inceleyiniz mesela.) Diyelim ki olmadı, ilk etapta tüm bu gelişmelerin, MHP ve de Sarıgül'ün oylarına olumlu bir şekilde yansıyacağını düşünsek de, CHP tabanının bir mucize olacakmışçasına beklediği "Kılıçdaroğlu etkisi"ni göz ardı etmemek gerekir. Fakat Kılıçdaroğlu adını zikredebilmek için, öncelikle bu videonun kimin tarafından/taraftarınca sızdırıldığını da iyi etüt etmek gerekir.

Bütün bu varsayım dolu analizlerin yanında kesinliği olan iki şey söylemek lazım: Ülkemizde siyaset hala daha kişi bazlı yapılıyor, fikir bazlı değil. Ve de genel seçim öncesi yerinden tek kımıldayacak taş bu olmayacak, bildiğimiz/kanıksadığımız dengeler daha da fazla değişecektir. Sonuç olarak bütün bunlar, perde arkasında oynanmakta olan kirli bir oyunun perdenin önüne düşen gölgesi. Toplumun fıkra-yı mukaddes gibi bağlandığı siyasi oluşumlar ve bu oluşumların liderleri pür-ü pak değil. "Dış mihraklar" diye yapılan yansıtmalar (ki Zülfü Livaneli, bu kasedin ortaya çıkışını bir dış odaklı Erdoğan'ı tasfiye sürecinin başlangıcı olarak gördüğünü belirtti) da genelde yetersizlik makyajı.

V. Son Söz 

Bu uzun yazı bile yetersiz kalıyor bazı noktalara değinmeye. Sırf Baykal'ın istifa metni, partililerin demeçlerinden, Erdoğan'ın tepkilerinden bile bir bu kadar malzeme çıkabilir; lakin konunun kaba hatlarını ayrıntılı incelemeyi daha uygun buldum. Yorumlar ile daha da genişletilebilir belki bu yazının perspektifi. Neyse, cümleten afiyet olsun.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Tebrikler NTV!

Kendini "bağyan" kıskacından kurtarıp, Türkiye Kadınlar Basketbol Ligi diyebildiğin için teşekkürler ve tebrikler.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Kısa Kısa - 6 Mayıs 2010

Dün blog yazarlarından Eren'le, güncel Anayasa değişiklikleri üzerinden "siyasette pragmatizm vs. prensipler, AKP'nin demokrasi anlayışı, Ergenekon'un seyri" gibi konulari içeren geniş çaplı bir tartışma yapıyorduk ki natura müdahale edip "Abi kasmayın üzerine tartıştığınız ülkedeki derinlikli siyasal analiz bundan ibaret" diye şu haberi yolladı.
CHP'li Belediye Başkanı: İnönü'yü savunmak faşistlik ise ben faşistin Allah'ıyım.
AKP'li üyeler: Tövbe et başkan, Allah birdir, dinden çıkarsın.
Bu ülkedeki "faşist" travması çok ilginç. Köklerini 80 öncesi politik travmadan alan, Evren'in aşırılığı önleme çabasıyla iyice lanetlenen iki kelime faşist ve komünist. Hakikaten faşizan uygulamalar yapılsa da, faşizan politika desteklese de birisi, ona faşist deyince küfretmiş gibi oluyorsunuz.
"Ben X'in Allah'ıyım" gibi dile yerleşmiş bir deyime "tövbe et" açılımı getiren AKP'lilerin ise Allahlarından bulmalarını diliyorum.
* * *
Erdoğan'ın malvarlığı ise başka bir tartışma konusu. Radikal'in şu haberinde meclisteki tartışmaların boyutu anlatılmış. Görünüşe göre, AKP milletvekili Zülfikar İzol sinir krizi geçirmiş, kendini masalara çarpmış, yumruklar atmış. Bu olaylar sonrası Erdoğan İzol'u yanına çağırınca, İzol onun elini öpmeye çalışmış. Parti içi disiplin denilen şey bu herhalde. Ben bir milletvekilinin başbakanın/parti liderinin elini öpmesini, kimse kusura bakmasın, garipsiyorum.
Haberde başka bir nokta da şu:
"CHP Uşak Milletvekili Osman Coşkunoğlu ise AKP Grup Başkanvekili Canikli’nin Wikipedia için "isteyenin istediği bilgiyi yazdığı" ifadesini kullandığını belirterek, "Wikipedia isteyenin istediğini yazdığı bir ansiklopedi değildir" dedi."
Hayır abi, gayet de öyledir?!
* * *
Son konu da "ne habersin ne Türksün"'ün bir haberinden. İnternette deathlist diye bir site, bu yıl ölmesi beklenen ünlüleri listelemiş, gazete de bunu haber diye sayfasına koymuş. Hem de fotogaleri eşliğinde.
Koyar koymaz, kendi bileceği iş. Fakat böyle bir haberi yapan bir kuruluş, "ağır" bir kuruluş olamaz.
Hep diyoruz, Avrupa'da da, Amerika'da da "seksi fotoğrafları için tıklayınız" gazeteciliği var. Fakat bunu yapan gazeteler "Türk basınının mihenk taşı" olma iddiasında ise, orada bir yanlışlık vardır. Böyle yaparak ancak The Sun'ın muadili olursunuz. Sonra şişinmeyin.

4 Mayıs 2010 Salı

Dez-misenformasyon

Twitter'da "Metin Özkan Vadisi" (tanıdık geliyor ama? kurt murt?) diye bir sitedeki videoya biri link vermiş, gittim baktım. Video Erdoğan 1990'daki söylediklerini bugün yaptıkları ile karşılaştırıyor. Artık bu furyanın bittiğini düşünüyordum, ama bitmemiş meğer.
Benim esas ilgimi çeken ise bir özel slayt oldu. Başlık şu: İşte AKP'nin AB uğruna 5 yılda verdiği tavizler. Buradaki "taviz" kelimesi, listeyi okuyunca daha bir önemli oluyor.
- Zinayı suç olmaktan çıkarttılar...
- Domuz etini kasaplık hayvan sınıfına aldılar...
- Eşcinsellere dernek kurma izni verdiler...
- Vakıflar Kanununu çıkarttılar...
- Binlerce kiliseyi restore ettirdiler...
- Yarım asırlık Kur'an Kursunu yıktılar...
- Ezanın sesini kısıp, ayetlere sansür koydular...
- AİHM'den başörtü yasağının devamını istediler...
- Misyonerlik faaliyetlerinin önünü açtılar...
- Kıbrıs'ı gözden çıkarttılar...
Şimdi buradaki maddelerin şaibeli olması bir yana (özellikle ayetler ve AİHM ile ilgili kısmı anlamadım), böyle bir listeyi bir arada görünce insan şaşırıyor "Oha lan AKP bu kadar iyi işler mi yapmış?" diye.
Bakış açısı enteresan bir olgu.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Eşcinsellik, homofili, homofobi üzerine:

Komünal İşkembe'nin liberal insanlarının çoğu için yeni şeyler olmayacak söyleyeceklerim ama geçmiş yazılar ve yorumlar göz önünde bulundurulunca bilgilendirici olduğunu düşündüğüm konuyla ilgili bir kaç örneği kişisel deneyimlerimle birlikte paylaşmak istedim. Yazıma başlamadan önce, içeriğe bakış açınızı ya da ilginizi etkiler mi bilemiyorum ama merak edenler için ben Müslüman bir aileden gelen, Türk, eşcinsel bi kadınım. Birçok eşcinsel dostu çok takdire şayan yazılarda konuyu kitlelere açtı ve insanları aydınlattılar, aydınlatıyorlar... Sağolsunlar. Fakat bir yanda da kimileri, tüm iyi niyetlerine rağmen, dilimizdeki yanlış kalıplarla farkında olmadan yanlış düşüncelere yönlendiriyolar toplumu. Bu konu üzerinde dört ana nokta var değinmek istediğim. Umarım söyleyeceklerim hem eşcinsel destekçilerinin fikirlerini daha net yaymalarına yardımcı olur, hem de açık fikirli homofobik insanların konuyla ilgili bir takım sorularını cevaplar. Öncelikle blogdaki yorumların içinde eşcinsellik ve homofilinin eş anlamlı kullandığını gördüm. Dilimizde homofili eşcinselleri seven (homo-seven, gay friendly ...) eşcinsellerden korkmayan yani homofobiğin tersi anlamında kullanılmakta, eşcinsel ile aynı anlamda değil. Hemcinsini seven, ve hemcinsini seveni seven şeklinde açıklamak daha doğru olur belki de. sevmekten söz açılmışken:
(1) Eşcinsellik sadece cinsellikle ilgili değildir. Eşcinsel insanlar hemcinslerine aşık da olmaktadır. Eşcinselliği cinsel sapkınlık, insanların eşyalarla ya da hayvanlarla cinsel ilişkiye girmesi gibi eylemlerle aynı kategoriye koyan insanların sevgi faktörünü de göz önünde bulundurmalarını önemle rica ediyorum. (2) Eşcinsellik kişinin doğuştan gelen bir özelliği, kimliğinin bir parçasıdır. Bir "tercih" meselesi değildir eşcinsellik, sonradan kazanılan bir özellik ya da bulaşıcı bir hastalık da değildir. Ve unutulmamalıdır ki eşcinselliğin doğal oluşunu kabul etmekte zorlanmak sadece toplumun belirli kesimlerindeki heteroseksüellere özgü değildir. Eşcinsellerin içinden bizzat kendi kimliğini kabul etmekte zorlanıp bu sebeple acı çeken bir çok insan mevcuttur. Bir çok eşcinsel toplum tarafından kendilerine empoze edilen değerlere ters düşmeyi kabullenmekte zorlanır. Ve yaşadığımız dünya göz önünde bulundurulduğunda, kendi eşcinselliğini kabul edemeyip canına kıyan onlarca insana sorulsa, "tercih" etme şansları olsa heteroseksüel olup herkes gibi yaşamayı tercih edeceklerini söylemeleri muhtemeldir, ne yazık ki.... Kişinin kendi benliğinin toplumun ve dinin ona öğrettiği değerlere ters düştüğünün farkına varması ve buna rağmen kara kası kara gözü olması kadar doğal olan eşcinsel kimiliğinden de onur duymayı öğrenmesi uzun zaman alan bir süreçtir, kendimden biliyorum. Onur haftası yürüyüşleri ("pride parade"ler) bu amaca da hizmet etmektedir. Bu konuyla ilgili Sigourney Weaver'in başrolünü oynadığı gerçek bir hayat hikayesinden alınan "Prayers For Bobby" filmini öneriyorum ilgilenenlere. Aşırı dinci Hristiyan bir anne (Mary Griffith) eşcinsel oğlunu tedavi ettirmeye çalışır ve başarılı olamayınca da oğlunu reddeder. Oğlu dayanamayıp kendini öldürdüğünde anne hatasını anlar ve hayatının geri kalanını yaptığı yanlışı başkalarının yapmaması için insanları eğitmeye adar. (3) İslam ve eşcinsellik üzerine: Kişisel olarak bu konuda çok çalıştım hala da çalışıyorum.... Eşcinsellik üzerine Kuran'ın Yaşar Nuri Öztürk tarafından yorumu, Elmalı'lı Hamdi yorumu, ve Diyanet Işleri Başkanlığı internet kaynağından ayrı ayrı baktığımda çok çelişkili çeviriler okudum. Dinin tamamiyle kişisel bir konu olduğunu düşündüğüm için, kelimelerle oynamak yerine size konuyla ilgili kendi görüşlerinizi daha objektif oluşturmanıza yardımcı olacağına inandığım bir kaç örnek/kaynak önermek istiyorum. (3. a) Eşcinsel olduğunu açıklayan imam: Güney Afrika'da içinde bulunduğu Müslüman cemaatine eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra cemaat tarafından önce reddedilmiş fakat sonra Müslüman eşcinsel gençlerin intiharları göz önünde bulundurulunca cemaat tarafından göreve -müslüman eşcinsel gençlere yardım etmesi amacıyla- geri getirilmiş Muhsin Hendricks'in hikayesi hayli ilginçtir. İlgilenenlere konuyla ilgili bir haber. (3. b) Eşcinsel, Müslüman, Hindistanlı film yapımcısı Parvez Sharma'nin Müslüman ülkelerdeki eşcinsellerin hayatını konu alan belgeseli de gayet bilgilendirici örnekler sunmuş. İstanbul'dan şeker bir lezbiyen çiftimiz de belgeselde Türkiye'deki durumu gözler önüne seriyor. (3. c) Ekonomi doktorası yapmak için Kanada'ya gelen ve eşcinsel olduğunu anlayınca doktorasını yarım bırakıp kendini bu konuda araştırma yapmaya adayan koyu Müslüman Junaid Bin Jahangir'in hikayesi ve çalışmaları da bir hayli bilgilendirici. (4) Eşcinselliği normal bulanların eşcinsel çocukları olması üzerine: Fikirlerimi içtenlikle anlatmak için eşcinselliği normal bulan bir ailenin eşcinsel çocuğu olarak kişisel deneyimimi paylaşmak istiyorum. Annem, babam, ablam, ve yakın ailem Türkiye Cumhuriyeti insanları, devleti ve toplumuna kıyasla bu konuda cidden çok açık fikirli insanlar. Söylediklerine göre de ben 3 yaşımdayken Şirinler çizgi filminden çok Samantha Fox videolarını izlermişim, o zamandan başlayan delillerle kafalarında kendinlerini hazırlayan ailemin karşısına ergenlik çağlarımda çıkıp lezbiyen olduğumu söylediğimde hiç şaşırmadılar ve tahminimden daha olaysız oldu "come out" etme deneyimim. Fakat hiç beklemediğim şekilde annem beni ilk kız arkadaşımla gördüğünde dayanamayıp oturup ağladı. "Anne neden ağlıyorsun?" dediğimde, "çok zor olacak hayatın evladım, ne yapayım elimde değil" dedi... Ben de çok ağladım... Ama sonra ailem de ben de ağlamanın yersiz olduğunu gördük ve gurur duymamız gereken şeyler olduğunun farkına varıp konuyla ilgili hem kendimizi hem çevremizi bilgilendirmeyi görev bildik o gün bugündür. Bu yazı da o girişimlerden biridir. Sürç-i lisan ettiysem affola. Sevgilerimle, İlke

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Yandaş medya bilinçaltısı

Aslında 2 Şubat'ta yazayazdığım ama yarım bırakmış olduğumu fark ettiğim bir yazımı buldum ve onu şimdi yayınlıyorum sevgili İşkembeseverler. Güncelliğini asla yitirmeyen bir konu olduğu için, sadece olayları hatırlamanız lazım. Biri Recep Tayyip Erdoğan'a ayakkabı fırlatmıştı hani, hatırladınız mı? Hah! Bir de Fenerbahçe-Bursaspor maçı 3-2 Bursa'nın üstünlüğüyle sonlanmıştı. İşte o meseleler...

1 Mayıs işin ve emeğin bayramını ofiste çalışarak kutluyor (İşçi bayramı dediğin, çalışarak kutlanmaz mı zaten? Gerçi böyle yaklaşırsak işçiye her gün bayram...), herkese güzel, şenlikli bir bayram diliyorum!  
-----

Çok kısa ve öz olarak, son 1 hafta içinde denk geldiğim 2 haber saçmasını not düşüvereyim şuracığa istedim. Yandaş medyanın sürekli "doğru, tarafsız, dürüst, x'siz, y'li haber!" diye kendini bize yalanlarla pazarladığının göstergesi iki anekdot:

Birincisi, geçen gün başbakana İspanya'da ayakkabı atılmasına ilişkin yapılan haberle ilgili. Kanal D haberi verirken şöyle bir ifade kullandı;

"...gezisinde densizin biri başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a ayakkabı fırlattı."

Görünen o ki, Tayyip ve Yozdil'le yükselişte olan kahvehane ağzına Kanal D haber de kolaylıkla entegre olmuş.Densizin biri ne lan? Densiz sensin, ayakkabı da sana girsin!

Burada sakat iki nokta var; birisi, bir haber metninde böyle bir ifadenin kullanılıyor olması. İkincisi ise, haberi hazırlayanların tarafını açık açık ortaya koyması. Sen kimsin de kime densiz diyorsun lan? Ha, haber metninin bu şekilde olmasının nedeni belki de ayakkabıyı atanın bir Kürt olması ve "Yaşasın Kürdistan!" sloganı atmasıdır, bilemiyorum. Her nasıl olursa olsun, Kanal D'ye son derece yakışır bir haber, tebrikler...

İkinci değinmek istediğim, haberler esnasında geçen bir bant yazısı. Hani şu altta geçiyor ya "bıdı bıdı az sonra!" falan diye, işte onlardan biri. Günahını almayayım (cehennemde sonsuza kadar yanmama yetecek kadar günahı vardır) ama Habertürk'teydi sanırım. Şöyle diyordu mevzubahis yazı:

"Fenerbahçe, Bursaspor'a 3-2 yenildi"

Metin tam olarak bu olmayabilir ama, özü, kurgusu buydu. Sıradaki soru "Ee? Ne var bunda?" diyenler için gelsin: Neden Bursaspor yenmedi de Fenerbahçe yenildi?