2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Temmuz 2011 Cuma

Neslin batsın...

Yozdil'in bugünkü yazısını görme talihsizliğine pek çok insan erişmiş olsa gerek. Hem taraftarları, hem de karşıtları tarafından çokça paylaşıldı sosyal medyada. Onunla ilgili iki kelam edeyim istiyorum. Aslında neler neler istiyorum da, iki kelam etmekle yetineyim.

Şimdi öncelikle şu paragrafı -ki paragraf demeye de utanıyorum iki satır yazıya- bir okuyalım:

Ermenistan Cumhurbaşkanı, “Ağrı’yı alabilecek miyiz?” diye soran gençlerine, “Bu sizin neslinize bağlı... Benim neslim, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, Karabağ’ı düşmanın elinden aldı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı” dedi.

En başta, Sarkisyan böyle bir şey dememiş, sadece Hürriyet her zaman yaptığı yanlış bilgilendirme ve tahrik becerisini sergilemiş bir kez daha. Farz edelim ki söylemiş. Veya en azından piyasada böyle bir söz var sonuçta. Bu sözün bir benzerini, benzer bir konseptte Atatürk söylemiş olsaydı... Bunun bayrağını yapıp en önde sallayarak koşan Yozdil olmaz mıydı? "Atatürk'ün gençlere, gelecek nesillere verdiği değer" başlığı altında ders olarak öğretilmez miydi? Yazalım mı hemen bir senaryo:

Gençler - Musul'u alabilecek miyiz?
Atatürk - Benim neslim üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, vatanı yok olmaktan kurtardı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı.

Nasıl? Cuk diye oturdu mu? Bence oturdu. Atatürk'ün karizmaya +10 veren onlarca benzer sözü yok mu bu insanların "vay be..." dediği. Türk şoförünün en asil duygunun insanı olmasını bir kenara bıraksak bile onun dışında hala yüzlercesi var. Bence Milli Güvenlik kitaplarına 3. sıradan giriş yapabilecek bir anekdot oldu.


Benim neslim ise... “Hepimiz Ermeni’yiz” diye sokaklarda yürüdü.

Ya n'olacağıdı? Bir insan Ermeni olduğu için öldürüldüğünde, hepimiz senin gibi acur olacağımıza, tabii ki Hrant gibi Ermeni oluruz, bundan doğal ne var?


Futbol Federasyonu’nun ambleminde Ağrı Dağı bulunan Ermenistan’la milli maç yaptı, Erivan’da milli marşımızın ıslıklanmasını naklen seyretti, sonra ayıp olmasın diye, Bursa’daki maçta Azerbaycan bayraklarını yasakladı.

Futbol Federasyonu'nun ambleminde Ağrı Dağı bulunmasının senin için ne gibi bir sakıncası var? Ermenistan'ın Yılmaz Özdilyan'ı çıkıp "Ay ve yıldızı sahiplenip bayraklarına koymuşlar, bak bak bak!" diyo' mu? Ağrı Dağı neden senin? Ne zamandır senin? Sen nasıl ki "benim lan o, benim sınırlarımın içinde!" diyorsan onlar da "Bizim lan o! Bizim buradan daha güzel görünüyor!" diyor. Evet, resmi olarak öyle olabilir, ama resmiyete bakarsan ben de Müslümanım. Resmiyetin, devletin ıvırın zıvırın ne kadar çakma olduğunu kafan almaz ama.


Adamlar bize günahını bile vermezken, benim neslim Eurovision’da Ermenistan’a 12 tam puan verdi. (Hatta, mümkünse 22 puan verebilir miyiz diye sorduğumuz... Eurovision yöneticilerinin ise, yalakalığın bu kadarı da fazla diye reddettiği iddia edildi.)

Ne demiş ünlü düşünür Bülend Özveren? "Komşuya gitti." Gitsin varsın. Birincisi ona ne, ikincisi sana ne? Kim ne zarar gördü bundan? Senden mi alıp da verdiler 12 puanı? Ben vereyim sana 12 puan derdim ama değmezsin ki lan? Gerçi sen de Ermenistan için düşünüyorsun aynısını değil mi? Yok, aslında sen değse bile vermemekten yanasın, ondan ayrı düşüyoruz. Ben doğrudan senin değmediğini düşünüyorum. Anlayacağın dilden yeterince açık edeyim isterim:

Değ-
mez-
sin...


Benim neslimin gazetecileri... 
Soykırım Anıtı’na çiçek koydu.  Saygı duruşunda bulundu.

Ben de gittim o anıta, benim de tüylerim ürperdi. Çiçek koyamadım belki, saygı duruşunda bulunmadım ama ziyaret ettim. Katlim vacip midir? Söyle de neslinin gençleri beni de kessinler.


Benim neslim, video kliplerinde Atatürk’ün fotoğrafını gösterip “katillll” diye bağıran, Ermeni rock grubu System of a Down için fun kulübü kurdu.

Be terbiyesiz; senin neslin "Yılmaz Özdil fan club" kurmadı mı? Ee? Bunun Ermeni muadili neden ayıp? Ayrıca fun değil, fan. SOAD Türkiye'nin yapmış olduğunu farz ettiği bir soykırım için, Türkiye'nin o dönemki önderine "katil!" diye bağırıyor. Sen ne yapıyorsun? Bütün bir toplumu hedef gösteriyorsun. Neden? Başkanın söylemediği, senin gazetenin g.tünden uydurduğu söz yüzünden.

Çok öfkeliyim a dostlar. Dolayısıyla lafı daha fazla uzatmadan sözü başkalarına bırakmak daha yerinde olacak şu an. Ondan önce Yozdil'i öldürüp hakkını da teslim edeyim ama. Zamanında Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından şöyle bir şey demiş, ki altına bu yazı vesilesiyle imzamı atayım. Bozuk takvim gibi yılda bir kere gösterdiğin bu doğruyu bir de kendin göreydin keşke be Yozdil. Keşke zamanında ağzından bu çıkanı kulağı sürekli duysa, kulağında bu yazdıkları çınıl çınıl çınlasa:

"Demek istediğim şu... 
Eğer bu ülkede 'milliyetçilik' tırmanıyorsa... Bu tırmanıştaki en büyük tahrik, 'ağzından çıkanı kulağı duymayan' veya 'dışarıya şirin görünmek için kasıtlı yorumlar yapan' gazetecilere ait."



---
- Yozdil'in nasıl bir yalan üzerine yazısını oturtup nefret saçtığı ve nasıl suçlar işlediği hakkında şöyle bir yazı var. 

- Bir de konu hakkında bianet.org'da yayınlanan bir yazı daha...

- Son olarak da pek tatlı bir blog yazısı daha...

Yeni başlayanlar için Sivas ve Cumhuriyet Üniversitesi (2/3)


1. bölüm için tıklayın.
Cumhuriyet Üniversitesi'nin mevzubahis olduğu 3. bölüm için tıklayın.

Otobüs demişken, İ. Melih'in en son Ankara'nın başına saldığı ABBÖTTAlarla (Ankara Büyükşehir Belediyesi Özel Toplu Taşıma Aracı) sağlanıyor bütün ulaşım. Dünyanın en çirkin midibüsleri ve onların trafik anlamında bir o kadar çirkin şoförlerince. Şehrin toplu taşımasının tek güzel yanı, ücret ödeme sisteminde Ankara'nın çoktan önüne geçmiş olması; tekrar doldurulabilir kartlar kullanılıyor.

Üniversitenin açık olduğu zaman yaklaşık 3-5 dakikada bir 2 farklı hatta kalkan bu midibüsler, yetersiz kalıyor. Yaklaşık olarak kampüs içindeki 3 ya da 4. duraktan sonra içeride nefes alacak yer bile kalmıyor. Ama yine de buna rağmen kimsenin çıtı çıkmıyor arkadaş! Bu nasıl iştir ben anlamıyorum.

O dönemlerde araçların günlük hasılatı 400-500 TL'yi geçiyor. Bu para kimlerin cebine giriyor, bunu da çok merak ediyorum. Masraftı ıvırdı zıvırdı diyorlar, neyin masrafı, hangi masraf allasen? Trafiğin t'sinden haberdar olmayan, yeşil ışıkta bir kere ezilme tehlikesi atlattıktan sonra Ankara'dan daha vahşi bir yerde olduğumu algılamamı sağlayan şoförler. Fena. 

Şeker hastalarıyla çalıştığım için, yemek sık sık konu oluyor. Şekere aldırmayıp "günde 1.5 kilo et yerim diyen!" adam beni en çok şaşırtanlardan. Bir kangal yavrusu kadar et yiyor olsa da, 1.5 m boyu ve 108 kilo ağırlığıyla boydan 3, kilodan 8-10 tane yavru kangal eder kendisi. Ayrıca bana bakıp "sende de göbek var ama sen hantalsın" demiş olması da bambaşka. Lan yanında yavrun gibi kalıyorum be vicdansız! Kangal sucuk! 

Erkekler ete ne kadar düşkünse, kadınlar da hamura bir o kadar düşkün. Çok enteresan. Yani erkekler ete düşkünlüğünü söylüyor, kadınlar hamura. Teyzelerim zaten maşallah hamur gibi. Görüştüğüm yaklaşık 100 kadının en az 85'inin beden kitle indeksi 30'un, o 85'in epey bir kısmının da 40'ın üstünde olduğunu söyleyebilirim. Bu vesileyle bir lokma demografi daha: Memlekette okumak yok, spor/yürüyüş yok, en az 5-6 çocuk var, yoksulluk var. Görüştüğüm kadın hastaların yine en az yarısının okur yazarlığı yok.

Konuya dönelim; et ve hamurun bu kadar popüler olması haliyle pide fırınlarıyla et lokantalarını beraberinde getiriyor. Adım başı pideci görebilirsiniz. Pideci olmayan dükkanlar da zaten ya etçi, ya telefoncu. Ramazan gelse de yesek diye yolu gözlenen pideler burada her gün üretiliyor/tüketiliyor. Etten yana da Sivas'ın kendine has bir "Sivas Köfte"si (çok yaratıcı, evet) varmış. Özellikle baharatsız, et tadını sevenler için çok başarılı. Böyle nasıl anlatsam, safi et! Güzel, ben seviyorum, öneririm. Bir de çok sevip önerebileceğim Gülen Pizza var. Google Maps'ten bakmayın yerine, yanıltıyor. Ama meydanda, Kongre binasının biraz arka tarafında bir yerlerde kalıyor. İncecik, büyük, ucuz ve gayet başarılı pizzalar yapıyor. Demişken, gitmeden yiyeyim bari son kez. Küçük boy 6, orta 9, büyük 13 TL. Küçüğü bile büyük.

Buradaki maceramın başlarının özellikle Mart sonuna denk gelmesi daha fazla Muhsin Yazıcıoğlu'na maruz kalmama neden oldu. Her taraf Yazıcıoğlu'nun görüntüsü, sözleri, şiirleriyle bezeliydi, tam bir kâbustu (Haziran ayında da onun adına bir bisiklet turu düzenlendi)! Yazıcıoğlu'nun Mart-Nisan yoğunluğundan sonra da anlayamadığım bir şekilde otobüs duraklarını Said-i Nursi dizeleri ve görüntüleri kapladı ve son 1-2 aya kadar onlar hep orada kaldı. Kimin neden nasıl hangi parayla bu imkânı bulduğuna dairse en ufak bir ipucu yok.

Belediyenin Gençlik ve Kültür Merkezi Yazıcıoğlu'nu en çok özleyenlerden

Bir de, hemen her gün türlü türlü irticai nitelikli derneğin/örgütün kermesi oluyor. Bu da çok enteresan geldi bana. Arada mutlaka başkaları da vardır ama ne zaman geçsem kermes mekanının önü ve duvarları gül motiflerinden ve Allah'tan geçilmiyor. İyi niyetli naif dini dernekler diye yumuşatamadığım için üzgünüm. Küpe takmam ve şort giymem günahken bunu yapamıyorum.

Bugünkü kermesimiz Sivas Kemal İbni Hümam Vakfı'nın

Madem irtica dedik, Madımak'tan da bahsedelim. Ben geldiğimde yıkılıyordu, 2 Temmuz öncesinde bir kültür merkezi olarak açıldı. Yakanlar ve yananları koyun koyuna andıkları bir yer olarak. Henüz gidip göremedim, ama istiyorum. Bilmiyorum içim kaldırır mı ama deneyeceğim. O gün yarın olabilir hatta.

Dışarıdan hiçbir şey görülemeyen "Bilim ve Kültür Merkezi"; eski Madımak. Birazcık olsun utanıyor olmalılar.

Ekönömi
Şehirde (birkaç Bim ve bir Migros dışında) 2 büyük market var: Marka ve Öncü. İkisinde de alkol yok tabii. Benim tercihim Öncü oluyor, zira meyveni sebzeni seçerek alabildiğin tek yer. Bunların dışında meyve-sebze satan "mini hal"ler var. Bildiğin manav, ama kurumsallaşmış manav zinciri gibi. Ve bunlardan da çok var. 

Burger King ve McDonalds ben buradayken açıldı. Özellikle McDonalds, Türkiye’nin en büyük McDonalds’ı olduğunu iddia ediyor, 6 katlı bir bina. Terası falan da varmış. Benim gelip dünyaları yediğimi haber almış olmalılar! Her ne kadar tüketmekten ısrarla kaçınsam da kütle çekim işte herhal... Ama gerçekten nefis köfte dururken ne gerek vardı, hiç bilmiyorum.

Türkiye'nin en büyüğü. Aferim. Bir leylek kalmıştı gerçekten.

Şehirlerarası ulaşım için treni hiç düşünmeyin. Şehirlerarası otobüs firmalarından da Metro Turizm şehir içi serviste sıkıntı yaşattı, Sivas Huzur Ankara yolunda kaza yaptı, Sivas Tur ise 2 yolculuğumdan birinde bisiklete para istedi. Para istemek şirketin politikası olmaktan ziyade sürücünün çakallığı olduğu için, bu üçünden Sivas Tur'u önermek istiyorum. Umuyorum ki o herife denk gelmeyin. Sivas-Ankara 7, Sivas-Bursa 12, Sivas-İstanbul 15, Sivas-İzmir 15 saat.

Şehrin bence bir artısı, henüz AVM müessesesinin teşrif etmemiş olması. İki ana cadde (birisi tabii ki “Mecburiyet Caddesi”), bir meydan, tamam. Alışveriş için buralar. Onun dışında da yemek bölümü ve oturmalık yer niyetine de gani gani güzel yemekçiler, parklar bahçeler var. Oh mis.

Yemek için Çimen, Mis Kebap veya Özen Kebap genelde önerilenler oluyor. Çimen’de daha çeşitli yemekler var, ben hastasıyım şahsen. Diğerlerinden bir parça daha pahalı gibi, ama 15 TL’ye Çorba, ana yemek, salata, ayran, tatlı ve su menüsü var, ki gayet makul.

Yazının amacı “Sivas’ın tarihi turistik doğal güzellikleri neyin” olmadığı için, bir gezelim görelim bölümüne gerek duymuyorum. Zira dediğim gibi daha çok buradaki 5-6 aylık deneyimimden yola çıkarak bir şeyler yazdım. Zaten herrrhangi bir kent için “of şurası çok süper, mutlaka görün” yazısı zilyon tane bulabilirsiniz.

Bu vesileyle bir de açıklama yapayım; yazıyı tekrar okuyunca ve üstüne düşününce bir garip geldi, zira çok alışılmış bir şey değil “x nasıl bir yerdir yaşamak için?” yazısı ve bu kadar olumsuz görünen şeyin sayılması. Ki, kötüleme amacıyla yazmıyorum ama burada yaşadığım çok fazla olumlu şey yok, yaşamak için keyifli bir yer değil özetle. Hele ki öğrencilik için... Üçüncü bölüm “Cumhuriyet Üniversitesi nasıl bir yer?” olacak.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Arşiv Oyunu

Neydi o klişe laf? "Geçmişini bilmeyen geleceğini yönlendiremez.", ya da onun gibi bir şey işte.

Bu lafın bütün beylik niteliğini bir kenara koyarsak, şüphesiz bir gerçekle yüzyüze kalırız ki, o da arşive dalmanın oldukça eğlenceli olduğudur. Çünkü hatalarını örtbas etmeninen büyük erdemlerden sayıldığı bir ülkede, günün beylik laf edenlerinin geçmişte neler yumurtladıklarının, ya da hangi düşünce tarzlarından beslendiklerinin müthiş bir seyirlik değeri vardır.

Elimde Altemur Kılıç adlı nevi şahsına münhasır figürün 15 Eylül 1985 tarihinde Tercüman gazetesine yazdığı "12 Eylül'ün Ezikliği" başlıklı makale var. Bu makalede kullanılan cümlelerin, üslubun yansımalarını bugün sağdan sola çok geniş bir perspektife gözlemlemek mümkün. Buyrun, okuyun, siz karar verin: (ama karar vermenize yardımcı olmak için ben özellikle kaydadeğer gördüğüm yerleri bold eyledim hehe)

"12 Eylül'ün beşinci yıldönümünde, bugün hala sürebilen güven ve huzur ortamının minnettarlığı içinde, bizi bir iç savaşın, bir parçalanmanın eşiğine getirmiş buunan şartları şbretle hatırlamak veya hatırlatmak gerekirken, beş yıl sonra maalesef, adeta bu hareketin ne kadar yerinde oluşunun ve haklılığının müdafaasını bile yapamamak ezikliği içine düşmüş gibiyiz. Biz, 12 Eylül öncesini hatırlattıkça, nerdeyse "Artık kabak tadı verdi" diyecekler. Prensip itibariyle bizim tarafımızda olması gerekenler ve köklü bir düzen değişikliğinden fikir ve maddi bakımından muhakkak zarar görecek olanlar arasında bile, maalesef aynı ezikliğin içine düşmüş olanlar vardır. Daha kötüsü, bazıları da "özgürlükçülük" şanı uğruna "Lenin'in işe yarar budalaları" olarak Türkiye'de gerçek demokrasinin değil kendi Marksist ideolojilerinin hakim olmasına çalışanlara alet olmaktadırlar. Ne acı!


Evet üzerine basarak ifade edeyim: "Bizim taraf", daha doğrusu esas fikirleri itibariyle bizim taraf olması gereken taraf, hür teşebbüs, kurulu düzen, gerçek demokrasi tarafı dağınıktır. Haklılığına ve gerçek memleketseverliğine, Atatürkçülüğüne dayanarak, düzeni korumak hususunda atakta olması gerekirken müdafaada bile değildir; anlaşılmaz bir eziklik içine girmeye başlamıştır. Bırakınız bütü bu tarafı, kurulu düzen tarafıın sağlı sollu bütününü, sağ taraf bile politik bir takım çıkar hesapları ve oyunları yüzünden parçalanmış haldedir.


Buna karşılık, rejimin düşmanları kararlı ve sistemli olarak, ataktadırlar. 12 Eylül'de kursaklarında kalan hevesi, bu sefer behemehal tatmin etmek için ataktadırlar. Bunu kitaplarının, dergilerinin, demeçlerinin satırları arasında değil, bizatihi açık satırlarından, şimdiye kadar başardıklarından sezmemek, görmemek mümkün değildir.


Bu başarının iki delili yukarıda da söylediğimiz gibi, 12 Eylül'ü maksatlı bir tartışma ortamına çekmeye muvaffak olmalarıdır. Biz bu filmi daha evvelce görmüştük. Nitekim, Pişmanlık Kanunu'ndan istifade edenlerin biri, itiraflarında kendisine teröre katılmanın rahatlığını veren faktörlerden başlıcası olarak 12 Mart'ın ve 12 Martçılar'ın düşştükleri durumu göstermiştir.


İkinci büyük başarıları, bugünkü idareyi türlü dedikodularla, efsanelerle aşındırmak hususunda olmuştu. Bu efsanelerden en önemlisi Atatürkçülüğe karşı bir Türk-İslam sentezinin ve kadrosunun hakim kılınmaya çalıştığı efsanesidir ki, bu efsane maalesef gerçek Atatürkçüler arasında da yaygınlaşmaktadır. Bu konuya, tekrarlana tekrarlana adeta gerçekmiş gibi yerleşmekte olan ve maalesef doğru dürüst karşı müdafaası yapılmayan bu efsaneye ilerde geniş bir şekilde temas etmek istiyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki, onların yakıştırmaları, yani hakikatleri tahrifleri karşısındaki müdafaamızda milliyetçiliğin manevi ve milli köklerimize bağlılığında ezikliğe düşmenin gereğini görmüyoruz.


Karşımızdakilerin çok sistemli olarak şimdi yürütmekte oldukları kampanyanın, daha doğrusu kampanyaların, tehlikeli ve hainane bir maksadı vardır: Genellikle Silahlı Kuvvetlerimizin, özellikle 12 Eylül'ü yapanların itibarlarını sarsmak. Geniş kapsamlı ve devlete karşı işlenen suçları da ihtiva edecek bir af, sıkıyönetimin görevden uzaklaştırdıklarının "ince hukuk" anlayışı ile eski görevlerine iadesi, düzen bozucu ve terörist kadroların takviyesini ve yeniden cesaret bulmalarını sağlayacaktır. Fakat daha kötüsü bu kampanyaların başarısı 12 Eylül'ün haklılığına vurulmuş bir darbe olacaktır. Kellelerini koltuklarına alıp hepimiz uğruna bir mücadele vermiş olanlar en azından "Bunca mücadeleyi niçin yaptık?" diye soracaklardır. 


Ve evet, bütün bu gelişmeler karşısında biz müdafaa halinde bile değiliz; anlaşılmaz bir eziklik, hatta uyuşukluk içerisindeyiz.


Allah encamımızı hayreylesin!"


Kılıç'ın bu bir tek köşeyazısında, Aközgillerin sol karşıtı dilinden ordunun yıpratılması geyiklerine, eleştiri yapmanın "maksatlı bir yıpratma hareketi içinde bulunmaktan ötürü teröristlik delaleti olması"ndan (ki biliyorsunuz bu günümüzde post-Ergenekon süreci olarak niteleniyor) "bizim taraf kesinlikle gerçek demokrasi getirecek" iknasına, gerçek Atatürkçülük ve Türk-İslam sentezi kavramlarının mükemmel kullanımlarına rastlamak mümkün.

12 Eylül zihniyetinin bu en çıplak ve konsantre haline bakıp, bugün rejim ile yüzleşme dilinin nasıl teşkil olduğuna bakmak, şüphesiz ki kimimizi biraz kolundan bacağından tutup silkeleme sürecine katkıda bulunacaktır.

Allah encamımızı hayreylesin.

26 Temmuz 2011 Salı

Seçmece Arama Öbekleri Serisi #4.51

Küçülte küçülte bir hâl olduk bunu da ama bu sefer gerçekten flaş bir arama sonucuyla karşınızdayız sevgili İşkembeseverler. Kaybettiği 60 bin TL'yi Google'da arayan abimize/ablamıza geçmiş olsun diyip, hala hayatta olduğunu umarak yorumsuz olarak veriyoruz:


22:22:38 -- 12 hours 40 mins ago

22 Temmuz 2011 Cuma

Yeni başlayanlar için Sivas ve Cumhuriyet Üniversitesi (1/3)

(Cumhuriyet Üniversitesi'nin mevzubahis olduğu 3. bölüm için tıklayın.)


Başlamayın! Yol yakınken dönün! 

Kusura bakmayın, böyle de spoylır oldu, yazının sonunu başından söylemiş oldum ama böyle aslında daha ilginç olacak, gerçekten. "Neden bu kadar ateşli söylemiş lan bunları?" diyeceksiniz. Diyorsunuz, diyorsunuuz ve dediniz! Evet. Öyleyse anlatayım (ne yazık ki şu an fotoğrafsız, belki yarın öbür gün çeker korum):

Bir araştırma için Mart ayından beridir Sivas'tayım. Aslında sürekli Sivas'ta değilim, ortalama haftada 3 gün buradayım, diğer 4 gün yollarda ve Ankara'da geçiyor. Geçiyordu yani. Asker deyimiyle şafak 7. Hatta "ne kola ne fanta sadece yedigün" de diyebiliriz.

Burada anlatacaklarımın çok büyük kısmı kişisel deneyimlerime ve burada geçirdiğim zamana, bir kısmı da burada okuyan ve çalışan insanlara dayanıyor. "Hadi lan!" diyip karşı çıkmaya kalkışmayın, siz de o biçimlisini yaşamışsınızdır, itiraz edilecek bir şey yok.

Önde üniversite, arkada şehir

Bir lokma demografi bir lokma coğrafya
Şehrin tabelasında nüfusunun 320 bin civarı olduğu yazıyor. Merkezde bu kadar, bir bu kadar da ilçelerde var. Denizden yüksekliği 1280 m civarında (ki Ankara'da şehir merkezi ve ova kısmı 850-950 m arasında değişir). Dolayısıyla görece serin, ama yine de İç Anadolu, yine de bozkır. Yüzölçümü bakımından Konya'nın ardından ikinci sırada ve 8 şehrin komşusu. Son seçimlerde AKP %63 oy aldı Sivas'tan. Belediye yanılmıyorsam BBP'de ve en son seçimlerde Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünün ardından oy patlaması yaşamıştı.


60 küsur mahalle var ve yanılmıyorsam bunlardan sadece meşhur "Ali Baba Mahallesi" Alevi mahallesi olarak geçiyor. Buralı olanlar, Alevilerin şehir merkezinden çok ilçelerde olduğunu söylüyor.


Kimi içine edilmiş pek çok Selçuklu eseri var şehirde. Şehrin meydanındaki medrese, çay içip biraz keyif yapmak için güzel bir yer.

Günlük yaşantı
Çok uzun zamandır (Kayseri'deki ilkokul yıllarımın ardından) küçük ve tutucu bir yerlerde yaşamamıştım, bu deneyim o anılarımı depreştirip üstüne yenilerini koydu. Sivas zor bir şehir. Ankara'ya yaklaşık 450 km. Ki böyle deyince hemen "e İstanbul kadarmış?" deniyor, ama kazın ayağını bir görseniz... Ha deyince gididilip gelinecek yol değil. Otobüsler kendini titreşime alıp yola çıkıyor ve Ankara-Sivas arası titreşim modunda geçirilen bir 6.5-7 saat oluyor. Şehirde servis müessesesi var otobüslerin ama zaten otobüs şehrin içinde bir tur atıp döküyor yolcuları.

Türk-İslam sentezi şehrin iliklerine işlemiş. Etrafta her nevi Alperen, Nizam-ı Alem, Ülkü Ocağı mevcut. Kurumsal yapının dışında zaten bıyıksal olarak da o muhafazakarlığı ve Türk-İslam sentezini sezmek mümkün. Maça insanlar "loy loy loy" ya da "siiivassiiipooor" gibi tezahüratlar yerine "ya allah bismillah allahüekber!" nidalarıyla ve ülkücü selamlarıyla gidiyor. Lan? Maça gidiyorsunuz olm, huop! Buradaki Beşiktaş maçı haftasonu buradaydım ve ona gitmiştim de. Pii...

Şehir içi ulaşım resssmen pahalı! 2 hafta önce tüm yurt çapında yapılan "ulaşım zammı" etkinliklerinde Sivas da yerini aldı ve 0,80/1,25 TL olan öğrenci/tam biletler 1,00/1,35 TL olarak düzenlendi. Yani öğrenciye %20, tam bilete %8 zam kilitlenmiş oldu. Öğrencilerin esas kullandığı Üniversite-Merkez hattı 6 (altı) km ve bu mesafe için bu para çok büyük haksızlık. Ancak her şeyi muhafaza eden şehir bunu da ediyor; burası Sivas, burada itiraz yok! Öğrencilerin yürüyerek 1.5 saatte, bisikletle kan ter içinde kalmadan yaklaşık yarım saatte gidebilecekleri mesafe için gidiş dönüş 2 TL harcıyor olmaları acıklı.

Demişken, şehirde bisiklet kültürü yok. Çocuklar, yoksullar ve servis elemanları için var sadece. Üniversiteye 3-4 sene önce bir kiralama noktası açılmış, 2 aya topu dikmiş talep olmadığı için. Bisiklet satan dükkanlar "Abi talep yok ki halktan? Belediye de ileri görüşlü değil zaten" diyor bisiklet yolunun ve bisiklet kültürünün yokluğu için. O kadar da uygun bir şehir ki bisiklete! Eğim neredeyse yok gibi. Ankara'ya benzer bir yapısı var, bir tarafı açık çanak. Ama zaten büyük olmadığı için çok yükseklere çıkılmıyor. İki tepesi var sayılır, ikisine de tırmandım. Şehirde bisiklete dair bir tek meydan yakınında 8-10 bisikletlik bir park var, o kadar. 35 bin öğrencisi olduğu söylenen bir üniversitenin bulunduğu ve bu kadar da elverişli olan bir şehir için çok enteresan. 2 gündür kampüste 4-5 kişilik antrenmana çıkan bir grup görüyorum ama onlar da "selam alma ve verme engelliler takımı" sanırım. Perşembe Akşamı Bisikletçileri Sivas grubuna da yazmıştım Feysbuk'tan ama oradan da ses çıkmadı. Dolayısıyla şehir içindeki bisikletçi esnaf haricinde bisikletlilerle iletişim kuramadan geçti 6 ay.

Son zamanlarda izafiyetin ne kadar enteresan bir şey olduğunu kendi kendime yeniden ve yeniden keşfediyorum, yer yer şaşırıyorum, yer yer üzülüyorum. Köyden çıkıp hastaneye gelen insanın "değişik bir şey oldu hayatımda" sevinci buruk bir şey. Ben de burada üniversite şehre şöyle yakın böyle yakın derken, bugün teyzenin biri "ya şehre çok uzak, ben nasıl geleyim buraya, bu kadar uzak olmasa gelirim de ben gelemem ki" diye yıkılıyordu tekrar gelmesini söyleyen doktorun karşısında. Oysaki yaklaşık 5 dakikada bir otobüs var karşılıklı olarak.

Ya arkadaş ben niye meramımı kısa kısa anlatamıyorum insan gibi? Yine uzadı gitti yazı. Kendimi kontrol edemiyorum. Burada kesiyor, Sivas'a bir sonraki bölümde, üniversiteye de daha sonraki bölümde devam ediyorum. Size de yazık yahu, siz de insansınız, sizin de canınız var.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Seçmece Arama Öbekleri Serisi #4.5

Epeydir bu serinin yeni bir sayısını hazırlamamıştık. Şu anda bir kenarda biriktirdiğim öbekler yanımda olmasa da, an itibariyle siteye gelenlerin görüldüğü sayfada gördüğüm iki mükemmel öbeği buraya bir "ara seri" şeklinde not düşeyim istedim a dostlar.

Vreden, Nordrhein-Westfalen arrived from google.de on "Komünal İşkembe: So far no matter how close: Ermenistan (4/4)" by searching forermenistan da bayan arkadas tlf numaralari.

00:04:18 -- 9 hours 45 mins ago
Yahu bu nasıl bir kafadır? Saatler geceyarısını devirdiğinde Gugıl'a "Ermenistan'da bayan arkadaş telefon numaraları" sormak nasıl bir sentetiğin eseridir? Bir de kibar abisi... Bayan arkadaşmış. Aradığın şu falan olsa gerek?


16:36:17 -- 17 hours 15 mins ago
Akşamüstü televizyondaki zevzek bir programda duyduğu bir ifadeyi arayan bir arkadaşımız muhtemelen. Pepelek pepelek de yazmış heyecandan. Soru da sormuyor, doğrudan doğrulatmaya çalıştığı bir ifade var Google'a. Sonra da merak etmeyin "memleketin %99,9 küsuru neden Müslüman?" diye. Ayrıca "birneviistemdışıironi"ye gel. Sinsel ilişki. Evet, aynen: cennette günahkar ilişki. 90'lardan bir Show TV cumartesi gecesi klasiği adı olabilir. 90'lar kafası.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Bisiklet blogları

Buraya yazmış mıydım hatırlamıyorum ama (sanırım kişisel blogumda idi) yaklaşık 1 senedir yeniden bisikletle haşır neşir olur oldum. Hikayenin evveliyatını bir vereyim kısaca, sonra bloglar kısmına geçeyim.

Geçtiğimiz sene çalıştığım yerde bir genci Polonya'ya kampa göndermiştim. Dönüşünde büyük bir heyecanla Polonya'dan bisiklet kiralayıp Almanya'ya geçtiğini anlattığının ertesi günü ben de bisiklete atlayıp, tamı tamına 14 (yazıyla: on dört!) kilometre yol gidip, bisikletçiye ulaşmıştım. Gerçekleştirdiğim bu über zor görevin ardından (ki yaklaşık 1.5 saatimi aldı) muzaffer bir bisikletçi edasıyla "yea 14 km yoldan geliyorum çok yoruldum yeaa" demiştim. Ve bilin bakalım n'oldu? Umursamadılar! Benim bisiklet dünyasına verdiğim 14 km'lik ve 1.5 saatlik emeği hiçe saydılar! Terbiyesiz adamlar... Sonra biri çıkıp "valla ben her gün Keçiören'den gelip dönüyorum" dedi de, umursamazlıklarının nedenini anladım (Ankarasızlara not: Keçiören-Ümitköy arası +25 km bir mesafe). O an anladım ki hem benim için hem insanlık için değil, sadece benim için çok büyük bir mesafe imiş. Sonra zaten muhabbet ettikçe 60 küsur yaşındaki amcanın da muntazaman oradan Kızılay'a (20 km) gidip geldiğini duyunca dedim meğersem hiçbir şeymiş benim ettiğim. Akabinde "ya ben yarın Kızılay'a gidicem, yolum uzun (30 km), bana ne lazım?" diye sordum, utanmadan sadece kask ve eldiven dediler. Lan 30 km! "Bir de su al..." diye eklediler yine umarsızca. İşte ondan sonra lanetledim SDS'yi de, kapandı. Antalya'da bi' tükan açmış SDS Bisiklet, bilmeyenlere duyurulur.

Bir önceki paragrafı okuyan bisiklete ilişkin farklı deneyimlere sahip insanlar çok farklı yaklaşacaklardır. İşin biraz daha içine girince bunu çok daha net görebiliyorsunuz. Yani "mahalle bisikletçiliği"nde bırakmıştım en son bisikleti, şimdi dönüp geldiğimde 14 km çok yoldu haliyle ilk başta. Sonra ertesi gün Kızılay'a gittim, 27 km yol, bi' daha "vay be!" dedim. Hatta duyanlar da "hayvansıaaan!" dedi. Derken Haziran ayında Bursa'da düzenlenen "Bisikletle Yüzyıllık Macera"ya katıldım, tur ve önceki günü derken 4 günde 300 km yol yaptım. Gitmeden önce "Nasıl olur lan? Olur mu ki? Ölür müyüm kalır mıyım?" diye düşünürken, gayet de oluyormuş, onu gördüm. Ha, tabii ki deneyimsizlikten ve antrenmansızlıktan kaynaklanan bazı bedelleri oldu, ama o kadar olacak tabii. Sonuçta şu anda bisikletle gidilemeyecek mesafenin olmadığına inanıyorum. Ben ki sporla alakası olmayan 90+ kilo kütleyi o kadar mesafe gezdirebildiysem, daha fit insanlar neler yapabilir dedim.

Bu düşünceye varmamda da tabii ki sırf bu gezmeler tozmalar etkili olmadı. Bir süredir takip ettiğim, ara ara baktığım, görüp heyecanlandığım bir dizi blog/facebook/topluluk/sayfası var. Bu yazıyı yazmamın nedeni özellikle sevdiğim, ilginç bulduğum bloglardan biraz bahsedeyim, belki birilerinde bende oluşmuş olan heyecanı/gazı oluşturur diye bir şansımı deneyeyim istemem. 3 farklı ve keyifli bulduğum bloga bir göz atmak için şöyle buyrun:


Başka Türlü Bir Şey - Bir hayalin peşinde... (Özcan Bostancı - İsmail Özger)
Bu yazıya konu olan bloglar içinde benim en samimi bulduğum, en böyle sitelerine bakarken iç çektiğim blog bu. Nedenini net olarak bilemiyorum ama belki de uzun süre hayal edip, sonra "ulan!" deyip yola koyuldukları, belki de bence cesaret isteyen bir iş yaptıkları (istifa edip, arabasını falan satıp 'kurulu düzen'i bozma açısından) için. Zira göreceksiniz, diğerleri aslında daha fazla cesaret istiyor yer yer yaşamsal olarak tehlikeli bir şey yaptıkları için. Ama yine de acı olsa da böyle ekonomik bir risk daha zor görünüyor benim gözüme. Neyse... Veya belki de hazırladıkları internet sitesi "lan ben de yapsam böyle bi' şey yapardım herhal?" dedirttiği, böyle bir şey düşünen birilerine yol gösterici göründüğü için. Bir ihtimal de, bir bisiklet turundan çok daha geniş kapsamlı, "bisiklet destekli" bir dünya turuna evrilmiş bir gezi olması. Her neyse, sonuçta hastası oldum.


İsmail Özger ve Özcan Bostancı (Machu Picchu)


Sitede neler bulabilirsiniz?
Anasayfada en güncel yazılarını ve yazılarla birlikte fotoğraf ve videolarını bulabilirsiniz. Yazım hataları mevcut ama genel olarak keyifli buluyorum ben yazıları. BaşkaTürlüBirŞey başlığında başlamadan önce koydukları rota, kısa bir metin ve Can Yücel'in meşhur şiirinin bir kısmı var. Biz kimiz? kısmında birer fotoğraf ve kısa tanıtım gibi bi' şey. Seyahatname sayfasında ülkelere/bölgelere/yaptıklarına göre sınıflandırılmış yazıları bulabilirsiniz. Hazırlıklar sayfası benim siteyi biraz kurcaladıktan sonra ilk baktığım incelediğim yeri olmuştu. Çok iyi etmişler bu sayfayı hazırlamakla. Daha ayrıntılı olabilir tabii ki, ama bu da epey bir şey. SSS kısmında hazırlıklar sayfasını sorularla biraz ayrıntılandırmışlar gibi de diyebiliriz. Bu bahsettiğim son iki bölüm, "lan olmayacak iş değil aslında?" hissiyatını çok iyi yaşattı bana. Neredeyiz? sayfası yeterince açık ve oraya bakınca fark ettim ki 2 gün sonra (20 Temmuz'da) 1 yıllarını dolduruyorlar! İletişim kısmından da göreceksiniz ki bütün sosyal medya olanaklarını kullanıyorlar amma lakin ki bir posta adresleri yok. Haliyle...




Doğa İçin Pedalla - Dünyayı bisikleti ile gezen seyyahın hikayeleri (Gürkan Genç)
Gürkan Genç'in yaptığı Türkiye'den Japonya'ya bisiklet yolculuğunun blogu bu da. Yine bence müthiş bir şey yapıyor, ama dediğim gibi, "Başka Türlü Bir Şey"in (BTBŞ) yarattığı etkiyi yaratmıyor bende. Belki de BTBŞ'nin çok daha ulaşılabilir, daha somut, her şeyiyle daha "lan işte bunu böyle yaparsan o da şöyle olur, her şey hallolur" gibi görünmesindendir. Doğa İçin Pedalla, blogu okuyunca da göreceksiniz ki daha fazla tehlike barındıran bir hikaye. Örneğin çölü boydan boya bisikletle geçen bir adamı okuduğunuzda biraz daha kurgusal/gerçekdışı/ulaşılmaz bir şey okuyor gibi hissediyorsunuz. Ya da belki çok daha basit; BTBŞ insanlarının amacının keyifli bir dünya gezisi olması bana daha cazip kılıyor. Neyse...

"Doğa İçin Pedalla", adından da anlaşılacağı gibi "mesaj kaygılı" bir macera. Gürkan Genç, başta bisikletin bir ulaşım aracı olduğuna, çevrenin katlediliyor olduğuna dikkat çekmek olmak üzere bir dizi amaçla yola çıkıyor. Tabii ki her yolculuğun bir amacı var ama bununkinin biraz daha farklı olduğunu belirtmek için söylüyorum.
Ayrıca öyle herkesin bisikletle gitmek istemeyebileceği yerleri geziyor olması -ve yaşadıkları- itibariyle de oldukça ilginç bir hikaye sunuyor Gürkan Genç. 




Blogda neler bulabilirsiniz?
Blogspot'ta hazırlanmış bir blog olduğu ve ayarlarıyla fazla oynanmadığı için zaten hemen herkese çok daha aşina, çok daha pratik gelecektir. Bu nedenle de zaten çok fazla teferruatı yok sitenin. Sağ taraftaki yazı arşivinden başlıklara bakıp seçip beğenip okuyabilirsiniz. Hikayenin başlangıcını ben vereyim size, gerisini siz getirirsiniz. 




Bisikletle Parasız 10.000 km Türkiye Turu ve Türkiye Fotoğrafları (Hasan Söylemez)
Bu da saçları uzattığı zaman nedense Shelbyl'e pek benzettiğim (normalde daha kıvır kıvır saçları, aşağıdaki fotoğraf gibi değil sanki) gazeteci Hasan Söylemez'in beş parasız yola koyulup yaklaşık 9 ayda tamamladığı bisiklet turunun sayfası. Aslında sayfa kendisinin kişisel internet sayfası, ama o sayfada yer alıyor turla ilgili yazılar, fotoğraflar ve haberler de.
Çok keyifli bir tur çıkarmış Hasan Söylemez. Neden "parasız" bir tur olduğunu da şöyle yanıtlıyor:

"Aslında hazırlanmak için fazla bir şeye de ihtiyacım yoktu. Çünkü yola parasız çıkacaktım. Yola parasız çıkmamdaki amaç ise, insanları daha yakından tanıyıp anlayabilmek ve daha iyi bir iletişim kurabilmek için onlara her anlamda ihtiyacımın olması gerekiyordu. Onların yaşam tarzlarını, kültürlerini ve hayata bakışlarını ancak onlar gibi çalışarak ve onlar gibi yaşayarak anlayabilirdim. Cebinizde para olduğu zaman uçakla veya otobüsle bir turist gibi giderek bunları gerçekleştirmeniz imkânsızdır. O insanları tanısanız bile eksik tanırsınız ve gerçek amacınıza ulaşamazsınız. Bu nedenle gezi bitene kadar parayı kendi hayatımdan çıkarıyorum."

Ama tabii ki yine de böyle diyor olsa da sponsoru, hatta sponsorları var. Her türlü teknik desteği Delta Bisiklet'ten alıyor örneğin. Ki zaten herhangi bir uzun turda en önemli sıkıntılardan biri işin teknik kısmı. Yok lastik patladı, yok zincir koptu, yok kaza yaptım... Ama sonuçta konaklama ve yeme işini yer yer tanıdıklar aracılığıyla olsa da, büyük ölçüde doğaçlama gelişen diyaloglarla hallediyor. Başına aksilikler de geliyor, kovulduğu yerler de oluyor ama ısrarla devam ediyor ve geçtiğimiz aylarda turu tamamlıyor.




Çok güzel fotoğraflar çekmiş Hasan Söylemez, çok güzel şeyler yaşamış. Bunları da insanlarla paylaşıyor davet edildiği yerlerde konuşarak. Burada bahsi geçen 3 blog ve 4 kişiden sadece kendisini dinleme şansım oldu. Şu hikayeden oldukça sönük/kopuk bir sunum çıkardı, ama olsun, yine de keyifliydi. 


İşte böyle sevgili İşkembeseverler... Aslında daha bir sürü blog var, ama dediğim gibi favori üçlüm bunlar. Diğerleri de belki başka bir yazının konusu olur?