2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

11 Aralık 2012 Salı

Yurtta Kutup, Cihanda Kutup: Mısır Edition

Mısır konusunda, hatta genel olarak Arap devrimleri konusunda kesin görüş bildirmekten kaçınıyorum, çünkü konuya tam anlamıyla hakim değilim. Bu konuda "halk ne istiyorsa, halkın genel çıkarına ne uygunsa o" düşüncesinden öte bir tutum belirlemek hem peşin hükümlülük, hem de fol yok yumurta yokken partizanlık getirir ki, benimki gibi buğulu bir duruştan daha zararlıdır zannımca. Zaten tarihsel olarak da bu coğrafyada devrim sürecinde olan bitene vakıf olduğunu sananlar, gerçekten olanlara ezici bir çoğunluk sağlamıştır. Suriye, Gürcistan, İran vs. gibi yakın tarihten örnekler önümüzde duruyor.

Fakat son zamanlarda fazlasıyla yüzeysel ve birebir eşleme yoluyla hareket eden fikir dolaştığını görünce rahatsızlık duydum. Hilal Kaplan'ın Pazar günkü "Mısır'da darbe olacak" temalı yazısı gibi bir yerde durup Mısır'daki protestocuları bizim ulusalcılarla denk gösterenler bir yana, Mursi'yi daha ortada hiçbir açık kanıt yokken "diktatör" ilan edenler bir yana, hala daha olanları "iç ve dış mihrak" ile analiz edenler apayrı bir yana. Mısır'da olanlar bu kadar basit ve siyah-beyaz derecesinde olmamalı. O yüzden bir-iki gün boyunca farklı kaynaklardan farklı yazılar okuyup bir şeyleri netleştirmeye çalıştım kafamda, bu süreç içinde öğrendiklerimi de yazıya dökerek paylaşmak istedim.

Öncelikle iki şeyi net belirtmeli:

1. Olanları ister güç savaşı olarak nitelendirin, ister bir güven bunalımı (ki ikisi de olabilir, güç savaşı tepe düzeyde iken, güven krizi tabanlara yansımıştır mesela); Mısır'daki süreçte her taraf olarak addedilen kesimin hataları var. O yüzden "Ya tamam, X'in de hataları oldu ama..." gibi cümleler, X'i aklamaktan ziyade sizin olaya ne kadar dar baktığınızı gösterir.

2. Mısır'da insanlar el ele verip bir dikta rejimini alaşağı etmişlerdir. Daha aylar önce bu süreçte aktif rol alanlara bugün "eski rejim yanlısı/diktatör" demek için bu kadar aceleci olmanız, yaşananları kafanızdaki paradigmaya oturtmaya çalıştığınız gösterir, ki sağlıklı olan bunun aksidir.

Şimdi "güven sorunu" kısmına geri dönelim. Bugün Mursi protestocularının duruşunu ve diktatörlük endişesini sadece "eski rejimcilik" ile açıklayanlar için Mursi'nin ve Müslüman Kardeşler'in şu ana kadar verip de tutmadığı sözleri ya da şüphe uyandıran tutumlarını özetleyelim:

- MK devrim süreci başladığında sessiz kalmayı seçti, hesaplı hareket etti. Devrime en başından beri destek vermesi gibi bir durum yoktu. Göstericilere karşı şiddet kullanıldığında da gene hesaplı bir duruş içindeydiler.
- MK parlamentoda çoğunluk aramayacağını, parlamentonun yarısından fazla aday göstermeyeceklerini belirtmişti, fakat bu sözü tutmadıkları gibi iki mecliste de çoğunluğu elde ettiler.
- MK en başta başkanlık için bir aday göstermeyeceklerini söylemiş, sadece toplumda etkili bir grup olarak yer edinecekleri sözünü vermişti. Ebulfütuh -ki hem liberallerin, hem de devrimci güçlerin desteklediği bir isimdi- aday olunca da bu karar gereği onu ihraç etmişlerdi. Sonra bütün bu sözleri unutup önce Şater'i, ardından da Mursi'yi aday gösterdiler.
- Kadın ve Kıptî Başkan Yardımcısı seçileceği sözü verilmişti. Netice başkan yardımcılığı değil, "danışmanlık" oldu.
- Kabinenin de çoğunlukçu olacağı düşünülürken, teknokrat ya da MK bağlantılı üyelerin görev alması da huzursuzluk yarattı. 37 kabine üyeliğinin sadece 2'si kadındı ve bunların 1'i Kıptî idi.
- Gene çoğunluğu dinleyerek yapılacak anayasa için komisyon daha oluşturulurken süreç sancılı başlamıştı, çünkü komisyon üyelerinin yarısı parlamentodan, yarısı kamu figürlerinden seçilince otomatik bir MK-Salafi çoğunluk oluşmuştu, bunu protesto eden liberal ve solcular komisyondan ayrılmıştı.

Yani bugün eğer MK ve Mursi'ye karşı bir tutum varsa, bu insanların sıfırdan yarattığı, ya da sadece politik gündemleri için oluşturduğu bir endişe değil. Görüldüğü gibi tutulmayan sözler de öyle ufak tefek işler değil.

Gelelim Anayasa konusuna, yani en son tartışmaya ki burada işler karışıyor. Bir gece ansızın nihayete erdirilen anayasa taslağında ciddi sıkıntılar var, burası muhakkak. Kadın hakları konusundaki ucu açık ifade, dinî özgürlükleri sadece Semavi dinlere karşı tanıma yolunun açık olması, devletin, bizim anayasamızla analoji kuracak olursak, "kamu düzeni" için kendine müdahale hakkı vermesi, basın özgürlüğü konusundaki endişeler, El Ezher Üniversitesinin getirildiği konum tartışılan kimi konular. Yani sırf bu anayasa taslağı için bile protestolar oluşsa hak verilir. Unutmayalım ki Mısır halkı daha çok kısa bir süre önce protestolarla istediğini aldı ve o yüzden kitlesel olarak aktif durumda.

Fakat Mursi'nin hamlelerini irdelerken de mutlak bir diktatörlük isteğinden ziyade, süreci yönetme arzusunun olabileceğini de göz önünde bulundurmak lazım. Bu anayasa taslağı hazırlanma sürecinde en başta muhalif grupların onayladığı bazı maddelere şimdi itiraz etmeleri, Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin oluşturulup daha geniş ölçekte kazanım düşünülerek bir muhalefete gidiliyor olması, eski düzenden kalan yargı üyelerinin çeşitli konularda müdahaleleri vs. gibi gerçekler de, Mursi'nin siyasi hamlelerindeki paniği açıklayabilir.

Şimdi burada bu iki kutup arasındaki güç kavgasından ayrı duran nispeten tarafsız bir isim, bütün bu Anayasal düzenleme ve Mursi'nin mutlak yetkileri konusunda bize ışık verebilir. Mesela bu isim daha önce MK'den ihraç edilmiş Ebülfütuh olabilir pekâlâ. Kendisi anayasa taslağını, askeriyeye verilen güç ve sosyal adalet konusunda yetersizlik sebepleriyle reddedeceğini, Mursi'nin meşru bir başkan olmasına karşın son yetki gaspının kabul edilemez yanları olduğunu, "askeri müdahale" endişesinin geçerli olabileceğini, son gösterilerde dökülen kanın da sorumluluğunun başkanlıkta olduğunu söylemiş düzenlediği basın toplantısında. Demek ki her muhalif darbeci değil, her göstericinin "art niyeti" olmak zorunda da değil.

Şimdi süreci özetleyelim:

Müslüman Kardeşler, devrim sürecinde ve sonrasında yaptıkları ile, devrimde aktif rol alan kesimlerin, azınlıkların, sokağa dökülmüş ve demokrasi isteyen insanların güvenini zedelemiş durumda. Bu öyle geçiştirilecek bir durum değil. Mursi toplumsal rahatsızlıklarda "astığı astık kestiği kestik" bir tutum sergilemedi şimdiye kadar, fakat bu güvensizlik ortamında, toplumsal uzlaşıyı illaki ciddi protestolar olunca arayan tutumu da mükemmel değil.

Tabii ki devrikler, eğer güçleri varsa, toplumsal rahatsızlıkları kollayacaklar ve ara ara baş göstereceklerdir. Fakat bütün bir haklı muhalefeti devriklerle ilişkilendirmek, şimdiye kadar yaşanmış rahatsızlıkları, anayasa sürecini ve taslaktaki gariplikleri göz ardı etmek de partizan ve hatta sonuçlarına göre basiretsiz bir tutumdur.

Eğer Mısır'da cidden demokrasi ve barış isteyen bir gözlemci iseniz ve kendi kamunuza bu hedefle bilgilendirme yapıyorsanız, amacınız tarafsızca bütün bu süreci anlatmak olmalı. Yazılarınıza somut referanslar koyarsanız ve masal anlatmazsanız da daha dürüst bir tutum takınmış olursunuz.

Dipnot: Eğer gözlemciden de öte geçmek istiyorsanız şu var: Bu tür toplumsal çatışmalarda, çözüm önerileri için tarihi haklılık kanıtlama çabası da beyhude kalır. Mursi şöyle yapmıştı, ama Baradey şunu demişti gibi bir kronoloji ile bir tarafın eylemlerini haklı çıkarmaya çalışmak yerine, çatışmanın yaşandığı anı sıfır noktası alıp, çözümün nasıl sağlanabileceği üzerine açılım yapmak (örneğin anayasa maddelerinin açık tartışması karşılığında Mursi'nin yetkilerini bırakması/referandumu ertelemesi gibi bir çıkış noktası olabilir, zira hem nihai amaca, hem de şimdiye yönelik bir değerlendirme) daha makul olabilir. 

3 Aralık 2012 Pazartesi

Hilal Kaplan ile Eleştirel Düşünmeme 101

Haftasonu Hilal Kaplan'dan müthiş bir yazı geldi. Yazı müthiş, çünkü çok makul ve haklı bir eleştiri ile başlayan bir yazı, bütün mantıkî düşünme metodlarını, nesnellik ve öznellik çizgilerini, toplum sözleşmesi kavramını falan her şeyi ters yüz ediyor. Köşe yazısı okumayı bırakalı uzun süre oldu, artık sadece fazlaca tedavülde kalan yazılara bakıyorum, hadi diyelim okudum, üzerine bir şey yazmayı da zaman kaybı olarak görüyorum; fakat elimizdeki örnekte olduğu gibi ekstrem örneklere değinmemek değinmekten daha can sıkıcı oluyor. Soru-cevapla ilerleyelim:

"Liberalinden solcusuna kendisine demokrat diyen tüm aydınlar, devletin kendini ideolojik manada askıya alarak farklı görüş, ideoloji ve inanç biçimlerinin birbirine müdahale etmeden birlikte yaşamasına olanak sağlamasını savunurlar."

Bravo Hilal Hanım, kıyafet konusundaki gereksiz düzenlemeleri bu genelgeçer özgürlükçü perspektiften eleştirmek mantıklı bir duruş.

"Fakat ne hikmettir ki sol/liberal entelektüellerimiz, mesele başörtüsü olunca devleti göreve çağıran birer vazife insanına dönüşüyorlar. Çünkü başörtüsü ve onun simgelediği hayat tarzı, kendilerinin "iyi hayat" anlayışına uymuyor ve bu sebeple söz konusu hayat tarzını sürenlerin yaşam alanlarına devletin müdahalesini meşru görebiliyorlar."

Bir dakika, bir dakika. Buraya nasıl geldik? Öncelikle kim bu sol/liberal entelektüeller? Devletçi liberal anlayışı eleştiriyoruz da, "göreve çağırma" eylemi ne zaman gerçekleşti? Sonra, "iyi hayat" anlayışı ile kast edilen ne ki? Bireylerin iradesinin hür kılındığı ve üzerinde bir tahakkümün oluşmadığı bir hayat iyi hayattır, bundan ötesini savunan zaten liberal olamaz. Neyse, herhalde ileride açıklarsınız.

"Sanırım bu yüzden bir kızın başı açık yaşamaya devam etmesi sorgulanmaz, hatta sorgulanması abes kabul edilir. Başı açık kızın, "başı açıklığı" üzerindeki aile otoritesinin sınırları da sorgulanmaz. Başı açık olmaya kaç yaşında karar verdiği de sorgulanmaz."

Nasıl? İnsan başı açık bir şekilde varlığına kavuşuyor, neden başı açık olmaya karar vermek gibi bir şey geçerli olsun ki? Yani insanlar bir toplumda mevcut olan her dini kıyafete dair bir seçim yapmak zorunda mı? Mesela insanların "haç takmama"ya kaç yaşında karar verdiğini de sorgulayacak mıyız? Ya da kipa? Dinin reşit bireylerin bir seçimi olduğunu kabul ediyorsak, dinî bir kararın verildiği yaşa kadar "seçimsiz" olunması normal değil midir?

"[Başı kapalı olanın] tercihlerine yaş sınırı konabilir; hatta dediğim gibi bazı 'demokratlar' utanmadan devleti göreve de çağırabilir."

Ya birincisi, kim bunlar hakikaten? İkincisi, buradan anlıyoruz ki aile otoritesini devletin otoritesine üstün tutuyorsunuz, hadi şimdiye kadar kızgınlıkla -kime kızdıysanız- dediklerinizi unutalım ve bu noktadan hareket edelim.

"Mahremiyetin tesisi hem bireyselliğin hem de toplumsallığın kurucu koşullarındandır. Üstelik hiç kimse, mahremiyetinin sınırlarını kendi özgür iradesiyle belirlemez. Bizim için bunu ya toplumsal kurallar ve/veya devletin öngördüğü düzenlemeler ya da din yapar."

Birincisi, mahremiyete nereden geldik şimdi? İkincisi, bireyin ve ailenin tercihi önemliydi hani, neden şimdi devletin öngördüğü düzenlemelere birden saygı duymaya başladık? Neden devleti göreve çağırıyorsunuz?

"Örneğin hiçbir kadın özgür iradesiyle istese bile göğüslerini açarak sokağa çıkamaz. Ya da bir erkek, işyerine şortla gidemez. Çünkü bu toplumsal-siyasal kurumların bizim için belirlediği mahremiyet sınırlarının ihlali anlamına gelir."

Bir dakika, sanırım şunu diyorsunuz: Mahremiyet bireylerin değil toplumun iradesindedir, o yüzden devlet toplumsal sözleşme gereği bunu düzenler. İyi de bu toplumsal sözleşme ne zaman ve neye göre yapıldı ki? Devlet sadece mahremiyeti düzenleyen bir kurum mu olacak, başka maddeleri yok mu bu sözleşmenin?

"Ancak konulan mahremiyet sınırları, mahremiyeti tesis etmeye yöneliktir; ihlal etmeye değil. Başörtüsü yasağındaysa, bunun tam tersi gerçekleşmiştir. Okul, hastane, belediye binası gibi ortak ve kamusal yaşam alanlarında mahremiyeti ihlal etmeye yönelik bir kural getirilmiştir. Başörtülü kadınlara başlarını açmaları emredilerek mahremiyetleri hiçe sayılmıştır. Başı açık bir kadına, vücudunun istemediği bir bölgesini zorla açtırmaktan hiçbir farkı olmayan bu uygulama, mahremiyeti ihlal etmediği sürece diğer kılık kıyafet uygulamalarıyla eşitlenemez, aynı simetride değerlendirilemez. Bu bağlamda nasıl ki işyerlerinde şort giyilmesi idare tarafından yasaklanabiliyorsa, okullarda da şort giyilmesinin yasaklanmasının abes bir yanı yoktur."

Oy oy oy. Yani devlet, toplumun ona verdiği yetkiye (?) dayanarak bireyleri istediği kadar örtebilir, ama aynı devlet bireylerin istediği kadar açık giyinmesini engellemekle yetkilidir? Ya bu mahremiyet uzlaşısı nereden geliyor? Burada bahsettiğimiz toplumsal sözleşmeyi kim yaptı? Siz kendi değer yargılarınızı devletin koruması gerektiğini söylediğinizin farkında mısınız? Devleti burada göreve çağırmıyor musunuz yani?

"Devletin, okul alanı içindeki mahremiyeti bacakların dize kadar örtülmesi olarak belirlemesi mahremiyetin ihlali değil, tesisidir. Başörtüsü takılmasının yasaklanmasıysa mahremiyetin tesisi değil, ihlalidir."
,
İhlal ile tesis illaki zıt şeyler değil ki! Mahremiyetin ölçütlerinin belirlenmesinden bahsediyoruz burada! Yani yarın öbür gün başka bir devlet gücü başörtüsünü de yeterince "mahrem" bulmasa ve onu yasaklayıp peçeyi bir standart olarak kabul etse, bunu da onaylayacak mıyız "mahremiyetin tesisi" diye? Başörtüsünü din ve vicdan hürriyetinden çıkarıp "ahlak, namus" gibi bir boyuta getirmenin sıkıntısını hiç mi düşünmüyorsunuz bunu yazarken?

"Hem bireyselliğin hem de toplumsallığın kurucu şartına aykırıdır."

Hayda, gene mi bireysellik adına yapıldı bu? Yani başı açıklıkta aile otoritesi sorgulanmalı, başı kapalılıkta devlet göreve çağrılmamalı, ama "bireysellik" ve "toplumsallık" gereği aynı devlet mahremiyet standartları belirlemeli? Gözlerim belerdi.

"Üstelik kılık kıyafetimizi düzenleyen mahremiyet sınırları, en başta bize ailemiz tarafından öğretilir."

YANGIN VAR! Yani aile bize mahremiyet sınırlarını öğretiyor, ve otorite. Ama farklı mahremiyet standartları olduğunda devlet görev yapıp en uçtaki mahremiyeti benimsiyor, ve onun yaşanmasını sağlıyor. Hadi bu da tamam, e sonra aynı devlet gelip mahremiyet standardı daha düşük olan ailenin otoritesini ihlal ediyor? Nerede birey, nerede aile, nerede devlet, nasıl oluyor bu iş ayh bayılıyorum.

"Neyse ki, göreve çağrılan devlet, bir süredir Ak Parti hükümetine tekabül ediyor."

Oh, neyse ki Hilal Hanım baklayı ağzından çıkarıyor. Ak Parti hükümeti göreve çağrılırsa, Hilal Hanım'ın kendi öznelliği ile belirlediği fakat nesnel diye bize sattığı ahlak standartları toplumsal yaşamı düzenleyebilir, ama toplumun gene önemli bir kesimini oluşturan laikçilerin öznellik ile belirledikleri standartlar bir uygulanırsa abaaav. Hem de sol/liberaller de devleti göreve çağırıyorlar hem de utanmadan.

Özet: Burada olan biten yeni aydınların ödünç aldıkları birey ve özgürlük gibi kavramlardan istifa edip, özdeki muhafazakâr dile geri dönüşleri. Solun, liberalin, mutaassıpın Türkiye'deki diskurda buluştuğu nokta dönüp dolaşıp "ahlak, vicdan, namus, haysiyet, mahrem" (@quadroz) eksenine geliyor. Bu noktada objektif kriterler konması mümkün olmayacağı için de, böyle bir ikilem, ve hatta çokleme düşülüyor. Hilal Hanım'ın istediği gibi devlet kendi mahrem standartlarını, başkasının hürriyet ve mahrem standartlarını ihlal pahasına görev yapabilir, o zaman iyi devlettir, aile, birey hepsi uzlaşı içindedir. Ama böyle arada farklı düşünen aileler, bireyler falan oluyor, onlar da gidip devleti göreve çağırıyorlar, o zaman işte bozuşuyoruz. :((

29 Kasım 2012 Perşembe

Evrenin bir amacı var mı?

Amerika'nın en hakkını vererek popüler bilim insanı, astrofizikçi Neil deGrasse Tyson'a bir gün Templeton Enstitüsü başlıktaki soruyu sorar ve Tyson buna ibretlik bir cevap verir. Bu zaten çok önceden bilinen bir muhabbet, fakat dün Youtube'da anime edilmiş bir halini görünce onu ekleyip, altına da tercümesini yazmanın iyi olacağına kanaat getirdim. İyi seyirler/okumalar.



"Emin değilim.

Bu soruya bundan daha kesin bir cevap veren insan, deney ve gözleme dayanmayan bir bilgiye eriştiğini iddia ediyordur. Bu dinlerde ve bazı felsefî akımlarda sıklıkla görülen ve dikkate şayan biçimde ısrarcı düşünme tarzı, geçmişte evreni anlama ve dolayısıyla tahmin etme konusunda bayağı bir başarısız oldu.

Evrenin bir amacı olduğunu söylemek, evrenin bir niyeti olduğunu ima etmek demek. Niyet de istenen bir sonuç olduğunu anlatır. Ama kim istiyor? Ve istenen sonuç ne? Karbona dayalı yaşamın kaçınılmazlığı mı? Hayatın nörolojik zirvesinin bilinçli primatlar (maymun ve insanı içeren memeliler) olması mı? Bu sorulara insanî düşünce kaynaklı bir önyargı olmadan cevap vermek mümkün mü ki? Tabii ki insanlar evrenin tarihinin %99.9999'u boyunca ortada yoktu. Yani evrenin amacı insanları yaratmak idiyse, kendisi utanç verici bir verimsizlik içindeymiş.

Evrenin amacı eğer hayatı mümkün kılacak bir beşik yaratmak idiyse de bunu tuhaf bir şekilde göstermeyi seçmiş. Dünyadaki yaşam, 3.5 milyar yıldan fazla bir süredir sürekli felaketler, ölüm ve yok ediş gibi faktörlerin saldırısına maruz kalıyor. Volkanlar, iklim değişiklikleri, depremler, tsunamiler, fırtınalar, salgın hastalıklar ve özellikle de katil göktaşları dünya üzerinde yaşamış türlerin %99.9'unu öldürdü.

Peki insan hayatı? Eğer dindar biriyseniz, hayatın amacının Tanrı'ya hizmet etmek olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat insan kalın bağırsağının bir santimetrelik yerinde yaşayan ve çalışan 100 milyar bakteriden (ki bu sayı şu ana kadar doğmuş insan sayısının toplamından fazla) herhangi biri olsaydınız, bu soruya cevabınız farklı olurdu: İnsan hayatının amacı, size karanlık ama huzurlu, oksijensiz bir ortamda bok sağlamak.

Yani insanın kibrini ve bu kibrin yol açtığı sanrıları bir yana koyarsak, evren bayağı rastgele duruyor. Bizim faydamız için gerçekleşen olayların sayısı, bizi öldürmek için gerçekleşen olayların sayısına yakın iken bir niyetten bahsetmek zor. O yüzden evrenin bir amacı olup olmadığını kesin olarak söyleyemesem de, olmadığına dair kanıtlar oldukça kuvvetli, ve de evreni olmasını istediği gibi değil de olduğu gibi görenler için de gayet açık."

27 Kasım 2012 Salı

Okullarda Kıyafet Serbestisi Üzerine

Gene nur topu gibi bir gündemimiz ve etrafında kutuplaşacağımız bir meselemiz oldu: Okullarda kıyafet zorunluluğu, belirli şartlar dahilinde kaldırıldı. Bu kararın potansiyel faydalarını ve zararlarını tartışmak yerine, argumentum ad absurdum'a varan örneklemeler ve arkaik beyanat ile bize yakışan bir zemin oluşturduk. Halbuki şöyle bir gerçek var: Bir eylem mutlaka yararlı veya zararlı olmak zorunda değil, ve bazen en iyi pozisyon "bir bakalım görelim, sonuçları inceleyelim" pozisyonu. Yani okullarda kıyafet serbestisinin belli bir süre denenmesinin hiçbir zararı olmayacaktır, çünkü bu konu her ülkenin kendi koşullarına göre farklılık arz edebilen sonuçlar sunan çetrefilli bir konudur.

Tartışma esnasında gördüğüm bazı saçmalık sınırında gezinen görüşler hakkında iki kelam edeyim önce. Bir adet "okulda üniforma diktatörlüktür, Kuzey Kore işidir" gibi bir çatıya sığınan kitle var, ki düpedüz yalan söylüyorlar. Zorunlu okul üniforması, dünyanın birçok ülkesinde (buna ABD, İngiltere vs. gibi ülkeler de dahil) uygulanmakta. İllaki diktatöryel, faşist bir zihniyetin uzantısı olmak zorunda değil, zira okul üniformasının etkileri hakkında bir sürü araştırma yapılıyor ve bunun sonuçlarına göre belirli bölgelerde/koşullarda/zamanlarda denenmesi makul bulunuyor.

Karşı cepheden gelen de "okul üniforması yoksul aileler için bir avantaj, okuldaki sınıf ayrımını ortadan kaldırıyor" argümanı ki gayet ezberci bir sunum bu. Benim hatırladığım kadarıyla okul üniformaları öyle ucuz şeyler değil, hatta belli okullar belli mağazalarla anlaşma yapar ve öyle satarlardı, garip bir piyasası da vardı bu işin. Üniformaları devlet herkese tedarik etmediği sürece bu argüman yersiz kalıyor. Ayrıca insanlar sadece okul için giysi alıyorlar ve geri kalan zamanlarda çıplak dolaşıyorlar gibi bir durum da sözkonusu değil, herkesin giysisi var giydiği. "Sınıf" konusuna gelince, üç nokta var: 1. Günümüzde çocukların birbirlerine sınıfını gösterecekleri milyon tane alan var; ayakkabı gibi üniforma harici giysilerden tutun kırtasiye malzemelerine, saat vs. gibi aksesuarlardan diğer teknolojik gereklere kadar bu ayrım zaten var. 2. Çocukların birbirlerinin hayatın diğer alanlarında rahatlıkla gözlemleyeceği farklarını yok sayacağı  bir ortam yerine, bu farklılıkları görüp tolere edeceği/benimseyeceği bir ortam sağlamak da daha faydalı olabilir. 3. Özel okullar gibi bir gerçeklik varken sanki bütün okullar devletinmişçesine "sınıf" argümanı geliştirmek ezberci kaçıyor.

Gelelim üniforma üzerine yapılmış araştırmalara. Üniforma günümüzde faşizan zihniyet hüküm sürsün ya da herkes eşit olsun diye uydurulan bir kural değil, öğrencilerin okula geliş sıklığı, öğrencilerin davranışları (sigara ve uyuşturucu kullanımı, kavgalar vs.), öğrencilerin başarısı, öğretmenlerin tutumu vs. gibi bir çok alanda etkilerini ölçmeye çalışan araştırmalar var. Bu konulardaki bulgular ülkeden ülkeye değiştiği için kesin bir yargıya varmak zor, ama aşikar olan şu ki üniforma bazı hususlarda olumlu/olumsuz etkilere yol açarken bazen hiçbir etkisi de gözlenmiyor.

Özetle demek istediğim şu: Üniforma hususu, gayet şaibeli bir tedrisata maruz bırakılıp öyle ya da böyle militer bir tornadan geçirilen öğrenciler için "özgürlüğün kapısı" olmayacağı gibi, serbest bırakıldığının ertesi yılı "sınıf savaşları" da yaşanmayacak. Konunun bu absürdist argümanlardan uzaklaştırılıp, yukarıdaki paragrafta italize ettiğim gibi parametrelere bakarak değerlendirilmesi daha sağlıklı olacaktır. Memlekette bu kadar eğitimci, psikolog, sosyolog vs. varken bu konu siyasilerin ve köşecilerin partizan argümanlarının boyunduruğu altına sokulmamalı.

Dipnot: Bıyık ve sakalı serbest bırakmayan bir kıyafet serbestisi tam değildir. Öğrencilerin her sabah traş olma derdine son! Bırakınız salsınlar.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Solfasol: Ankara'nın Gayrıresmi Gazetesi


Ne yazsam ne yapsam derken, “Ankara’ya Ankara’yı yazanları yazayım.”da karar kıldım. Gerçi çok zor olmadı, zira ilk çıktığı zamandan beri sempatiyle yaklaştığım -hatta çok fazla yaklaşıp farkına varmadan içine bile girdiğim- heyecanla takip ettiğim, “Ulan ben Ankara için bir şeyler çıkaracak olsam böyle bir şey yapardım!” dediğim bir “şey” Solfasol. Bir “şey/ler” deyip duruyorum, zira gazete midir, dergi midir, in midir cin midir, hırlı mıdır hırssız mıdır birlemiyorum, tanımlayamıyorum. Tanımlara sığmıyor kerata. Dedim ki biraz çabalayayım, belki biraz anlatabilirim, birilerinin ilgisini çeker. Dolayısıyla evet, bugün menümüzde leziz bir Solfasol var.

Bir kere, hırssızdır diye başlayabilirim galiba. Yani böyle CHP stayla “AKP muhafeleti olsun, çamurdan olsun.”, “İMG çamurlaması olsun, zaten güzel olur.”cu değil. Hatta bugünün en güncel terimleriyle söyleyecek olursak bir “Birgün kapağı” değil. Evet, Ankara’yla ilgili pek çok b.kluk gelip bir İMG gülümsemesi altında düğümleniyor olabilir, ama Ahmet Şık’ın RTE için söylediği sözlerini ödünç alarak ifade edecek olursak “İMG bir figür, sistemin kendisi değil ve eleştirinin de tek kişiye indirgenmesi doğru değil.”. Dolayısıyla İMG’de var olan “Oh, şehre milyon tane gazeteyle pompalayayım kendimi ve iktidarımı” hırsı yok, ondandır Solfasol’e hırssız demem, "kentli muhalif" halindendir (Misal bakın, ben dayanamıyorum o dünyanın en çirkin gülümsemesine saldırmadan). Solfasol birkaç bin basılır, bir miktar satılır, yer yer dağıtılır, hayatını 18 sayıdır idame ettirir.



Solfasol bir Ankara semti, keçi de Ankara keçisi. Bisikleti Ankara'yla ilişkilendiremedik gitti, ama ona da az kaldı!

Gazete-dergi ikilemine gelince; bu konu beni aşıyor, zira ben okurum arkadaş. Gerek geniş zamanda, gerek isim olarak, gerek sıfat olarak, gerek “yazar”ın yancısı olarak “okur”um. Bakmam gazeteymiş, dergiymiş, oymuş buymuş. Oldukça güncel haberlerden kelli gazetevari yanlarının yanında (yana yana yan yana), makale/köşe yazısı tarzı içeriğinden öt'rü daha dergisel bir hali de var. Her halini seviyorum, hiç dert etmiyorum böyle şeyleri, ama kafanızda biraz canlanması için söylüyorum. Dosyaları oluyor mesela bazı sayılarda (hatta sık sık oluyor da, şu an elimin altında Kasım 2012 sayısı olduğu ve onda dosya göremediğim için “bazı sayılarda” demekle yetindim), veya bir sayıda bakıyorsunuz astronomiyle ilgili bir şeyler, berikinde veganizmle ilgili makale, bir bisiklet fotoromanı, bir bitmeyen Ankara’nın kaldırımları da süklüm püklüm yolları.

Bu arada Kasım sayısı demişken, bu sayıdaki orta sayfaya yerleştirilen “Ankara Bir Festivaller Kenti mi?” başlıklı bölümü bi’ ayrı sevdim. Bakınca insanın içi karmaşık hislerle doluyor. Aslında “Ankara’da bildiğin festivalleri say?” deseler, 3-4 tane sayabilirim belki, ama hem nicelik hem de nitelikten yana epey festival varmış Ankara’da, görmek hoşuma gitti. Yani elbette bir İstanbul değil, bir kültür başkenti değil (Bu esnada çok alakasız bir parantez açmak istiyorum: Kim veriyo’ lan bu adama ve şehrin bu haline o abuk subuk ödülleri, çabuk çıksın ortaya?!), ama o da bize o kadar da boş değil neyse ki.

Bunların dışında, dediğim gibi epey yaklaştım Solfasol’e, yazanlar çizenler, emek verenler, konuşan tartışanlarla tanışma fırsatı da buldum. Ki zaten yarısıyla öyle ya da böyle tanışıyor, bir yerlerde ama yüz yüze, ama başka şekilde karşılaşmış, yollarımızın kesişmiş olduğunu fark ettim. Dışarıdan büyük görünse de, Ankara küçük bir şehir zaten. Buralarda insan gibi yaşamak için bir şeyler yapmaya çalışan insan sayısı epey sınırlı ve Solfasol de güzel bir kesişim noktası olmayı beceriyor pek güzel. Dolayısıyla kendisine ilişkin çok rahatlıkla söyleyebileceğim bir başka şey de, Solfasol’ün arkasında Ankara’da hakkıyla yaşamaya çalışan bir grup insanca verilen çok ciddi bir emek ve heyecanın olduğu.

Valla gördüğünüz üzere Solfasol anlatılmaz yaşanır kabilinden bir müessese, zira anlatamadım gitti kaçyüz karakterdir. Dolayısıyla satın alın, ödünç alın, bir sürü kafeye gidip çayınızı içerken beleşe okuyun, buyrun bir çayımı içerken ben size okuyayım/okutayım, abone olun, eşe dosta abonelik hediye edin ve kendiniz görün. Kâr amacı güden bir “şey” ololmadığı için, kimse sizi zorlamayacaktır satın almaya, zira internet sitesine girip eski sayılarını ücretsiz olarak okuyabiliyorsunuz zaten. Sadece içinde bulunulan ay internet sitesinde bulunmuyor, ücretsiz ve onlayn olarak 1 ay geriden takip edebiliyorsunuz. Ama yine de benim önerim, paranız yettiğince destek olun, abone olun, alın, eşe dosta verin, Ankara’ya can verin. Böyle diyorum diye de desteğinizi parayla sınırlı sanmayın; yazın, çizin, duyurun, kendileriyle iletişin, düzeltin, eleştirin, Feysbuk’tan layk edin, fotoğraf gönderin, paketleyin, gezin, dağıtın, tanışın, tanıyın... Dayanışmanın binbir türlü yolu var, keşfedin!

Ankara’dan haber almak, Ankara’ya haber vermek için Solfasol! 

21 Kasım 2012 Çarşamba

E-devlet bizi düdüklüyor?


Böyle spor servisi ve yozdil başlığı arası bir harf oyunlu cin başlıkla karşınıza çıkmak istemezdim, ama bugün de böyle olsun izninizle. Hem belki birileri bu vesileyle sağda solda paylaşır, altına "anlayana..." falan yazar ne bileyim.

Geçen gün bir sevgili arkadaşımın yardımıyla Amerika'dan telefon getirttim. Cep telefonu olduğunu söylememe gerek yok sanırım, bu devirde masaüstü kablolu telefon getirtecek halim yok. Gerçi hal demişken, hali-vakti yerinde olmaktan yola çıkarsak cep telefonu da getirtecek halim yok ya, neyse. 

Çoğunuz biliyorsunuzdur, Çelik'le paralel olarak devir de değişti, devlet öyle elini kolunu sallaya sallaya telefon getirtmiyor epey süredir. Hatta Haziran ayının başından beridir de 100 lira bir haraç alıyor. Ne kadar ucuz bir telefon getirtirseniz, o telefonu kaydettirmek için ödediğiniz haracın oranı o derece yükseliyor diyebiliriz.

Neyse, aynı devlet, iliğimizi kurutan ve "telefonu getirmeyin, buradan alın" diyen devlet bu sefer de bizi yormamak için ayağımıza kolaylık getiriyor 1 Kasım 2012 itibariyle; yurtdışından gelen telefon kayıtları e-devlet üzerinden yapılabilecek. İşte devletimizin bir hizmeti daha! Böylece bir haraç da GSM şirketlerinin iletişim merkezlerine verilmeyecek. Hadi yine iyiyiz köftehorlar..

Bu beleşçiliğin heyecanıyla e-devlet sistemine girmeye çalışıyorum, giremiyorum. Şifremi değiştirmiştim, hatırlıyorum, denemiştim, %100 çalışıyordu. Ama olmadı, olduramadım.

Neden sonra (hiç kullanmamıştım bu kalıbı da, bakalım nasıl oluyormuş), dedim gideyim PTT'den anlayayım. Oradaki genç "Daha önce 2 kere mi aldınız şifre?" dedi. Dedim "Bilmem?". Sonra "Ben biliyorum, buradan görüyorum, 2 kere almışsınız." Ve şöyle bir diyalog geçti:

- E peki, almış olayım. Şimdi niye giremiyorum?
+ En son ne zaman girdiniz?
- Valla hatırlamıyorum.
+ 3 ayda bir şifrenizi yenilemeniz gerekiyor.
- Yok, 3 aydan fazla olmuştu.
+ Zaten 1 ay boyunca hiç giriş yapmadıysanız şifreniz bloke olur.
- Bloke mi olur? Değiştirmeye falan zorlamıyor mu sistem?
+ Yok, doğrudan bloke oluyor. Ben de biliyorum, çok saçma ama böyle. 4 lira alayım.
- Al la al, la havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, amin.

İşte bu diyaloğun ardından e-devlete bir kez daha kendimi düdüklettikten sonra, gidip internetten daha da fazla düdükleteyim diye çıktım yola. Hala beceremedim, ama en kısa sürede bakalım.

Özetle, e-devlet şifreniz varsa ayda bir devlete kendinizi yoklatın ki ucuza gelsin. Düdüklemenin yanında bunun çok açık bir kontrol mekanizması, askerlikvari bir yoklama olduğunu da atlamamak gerek. Türksel'in yeni servisiyle birlikte düşünüp, üstüne bir de KPDS'de her sınıfın kamerayla dikizlendiğini düşünürsek, 1984'e verilen 500 milyarıncı referans ödülüne aday olabiliriz sanırsam. Bambaşka bir yazının iğrenç konusu olsun bunlar da. Zira bir Gökhan Demirkol misali hem ırza geçip hem videoya kaydetmektir bu yapılan, daha az iğrenç değil.

13 Kasım 2012 Salı

Yeni başlayanlar için vejetaryenlik - 3 / Neden? (Sağlık)


Serinin önceki yazıları:



Neden sorusuna sağlıktan devam edelim. Yalnız benim burada sağlık başlığı altında ele aldığım kısım, genelde kendi deneyimimden yola çıktığım için son 3 ayda 9-10 kilo vermem ve görece sağlıklı hissetmem üzerine odaklanacak (Zaten genelde insanlar enteresan –belki de çok normal- bir şekilde hayvanlara edilen işkencelerden, öldürmekten vesaire etkilenmiyor, ama “t sürede x kilo verdim!” deyince, “Ouvv! Ben de mi vejetaryen olsam?” diye düşüncelere dalıyor.) Uzun vadeli etkiler için birkaç on yıl bekleyeceksiniz artık, n'apalım:

Daha önceki yazı(lar)da fark ettiyseniz "dengeli bir vejetaryen beslenme" deyip durdum. Zira "Ooh, eti bıraktım, e madem Anadolu'nun da göbeğinden geliyorum, yumulayım hamura baklavaya da aman enerjiden proteinden geri kalmayayım." dememeniz gerekir. Kabartlama gibi olursunuz allaama. Hâl böyle olunca sağlık meselesinde hepçil bir temel argüman olarak "E dengeli bir hepçil beslenme de sağlıksız değil ki?" ile karşılaşıyoruz. Evet? Ama halihazırda görece yüksek kalorili olan hepçil beslenmede hem daha fazla dikkat etmek gerekiyor, hem de kontrol kaçtığı anda çok sağlam kaçıyor maşalla (Kendimden biliyorum, evet). Et yemek, ister istemez daha fazla enerji almayı beraberinde getiriyor. Geçen mesela çalıştığım yerde öğle yemeğinde sağ olsun yemekçi ablamız ayıptır söylemesi patlıcan musakka yapmış. Elbet tezgahın üstünde kendisiyle göz göze gelince (Ablayla değil, musakkayla. Ablanın ne işi var tezgahın üstünde?) hasretle gözlerim doldu. Zira musakkanın hastasıyım. Yani patlıcan aşığı bir insan olduğum için, musakka benim için kokoreçle yarışabilirdi desem yalan olmaz. Patlıcanla ilgili bir acayip şey, közlenmişinden de bir o kadar nefret etmem. Bu çok garip, biliyorum, yani "ouv bebeyim sana aşığım ama sol kulağından nefret ediyorum." (benzetme pek olmadı galiba ama idare edin) demek gibi bir şey, ama öyle. Neyse, abla da sağ olsun ofisin tüm elemanlarına musakka yaparken, bana da sadece bir kompil patlıcan közlemiş, beni de unutmamış. Çok iyi bakıyor, Zeus razı olsun kendisinden bu vesileyle. İşte o hiç hoşlaşmadığım közlemeyi yedim böylece (mecburen biraz, ve ofiste közlenmiş patlıcanla ilk karşılaşmam olduğu için abla da beni artık onu seven bir insan olarak kodladı sanırsam (Kendini değil, patlıcanı. Onu zaten seviyorum, aslan ablam.)... Hâlâ da sevmiyorum yahu patlıcanın közünü? Ne çirkin bi' şey o?

Ne diyorduk? Ha, işte o esnada algıladım ki, ben kendi halinde bir patlıcanı yerken, musakka yiyenler patlıcanın yanında kıymayı, yağını ve o yağa banılmazsa ölür hastalığına yakalanmış olan zavallı ekmekleri löp löp yuttular. Afiyet bal şeker olsun, hiçbirinde gözüm yok. Ama hepimiz de doyduk mu? Doyduk.

Bu az önce verdiğim örneğin vejetaryen beslenmeden farklı olarak "dengeli beslenme" başlığı altına daha çok yakışacağının farkındayım, ama ikisi birbirini tetikliyor demek çok yalan olmaz. Bir başka örnek vereyim; yaz vakti Türkiye için mangal vakti malum. Yazın yanan milyonlarca mangaldan birinde arkadaşla eşle dostla birlikteyken, ortamda bulunan iki vejetaryen olarak közlenmiş patates, kızarmış domates-biber-patlıcan (Yoksa Barış Manço da mı vejetaryendi? Ya bu esnada düşünüp duruyorum, bir aşk şarkısının adı nasıl domates-biber-patlıcan olabilir? Olmaz demeyin, oluyor.) ile beslendik. Diğer arkadaşlar da sucuktu, tavuktu, köfteydi, her nevi et ürünü tüketti. Yine doyduk, ama doymamız ikimize x kaloriye ve minimal kolesterole mal olurken, kalanlarımıza nereden baksan y (y de ner'den baksan x+200 eder) kaloriye ve gani gani kolesterole patladı bu keyif.

Bu iki örnek, görece masum olanlar. İki bira içerken yanında kızarmış patates veya kızarmış sosis yemek de bir fark yaratacak, o iki biradan sonra bir adana dürüm veya çiğköfte dürüm yemek de. Veya ben souvlakilere (Yunan dürümü) doyamazken, bir sonraki yazıda bahsedeceğim Axel'in o söz konusu souvlakileri etsiz yemesi (Ne kadar saçma buluyordum geçen sene halbüse? Gerçi hala saçma buluyorum lan, etsiz souvlaki saçma bi' şey. Alkolsüz bira gibi, ne bileyim içinde döner olmayan döner dürüm gibi). Bunlar ve önceki iki örnekten çıkarak, vejetaryenliğe geçiş yapmamdan gayrı çok da ekstra bi' çaba sarf etmemiş olmama rağmen (haftada takriben 100-150 km arası bisikletim süregeliyor zaten 2012 Mart civarından beri, onu da gözardı etmemek gerek) son 3 küsur aydır 9-10 kilo vermiş olmam bununla paralel olabilir. Karnımın doymasına rağmen gözümün doymamasından kelli, ihtiyacımdan oldukça fazla tüketiyordum, şimdi biraz daha zor o iş. Yani yine fazla tüketiyorum, ama yemeğin tatlı öncesi kısmında her halükarda görece düşük oluyor aldığım enerji (Tatlıyı her türlü yiyorum zira. Hatta Natura Horror Vacui'nin deyimiyle "Yærim!"). Aslında şimdi aklıma geldi, ilk yazıda bahsettiğim "ihtiyaç" meselesini şöyle de örneklendirebiliriz; ev gibi biraz. Yani eve böyle farkında olmadan saçma sapan zilyon tane şey alınca hani ev içi hacim ihtiyacınız günden güne artar, artar ve bir yerden sonra artık daha küçük bir eve sığamazsınız ya, öyle oluyor. Lan bunu atsan atılmaz, onu satsan satılmaz derken bütün o saçma şeyler yer işgal etmeye devam ediyor. Sonra da o evden bir şeyler eksiltince çok rahatlayabiliyorsunuz ya, alan açılıyor size. O kalabalığa alıştıktan sonra boşluğuna da alışmak zaman alıyor, ama mis gibi de oluyor, evdeki alana ihtiyacınız azalıyor, daha küçük bir evle yetinebiliyorsunuz, hayat sizin için ucuzluyor, ısınması daha kolay oluyor, oluyor da oluyor. İşte öyle bir şey...

Kısa vadede en görülebilir etki kilo olduğu ve herkes onu en çok fark ettiği için oraya biraz fazla odaklandım sanırım başında da söylediğim üzere, ama tabii ki beslenme alışkanlıklarının daha uzun vadeli bir etkisi var. Et (kırmızı, beyaz, yeşil, mavi fark etmez) tüketmeyenlerin, et tüketenlere göre daha düşük kalp-damar hastalıklarına yakalandığı, kolesterol seviyelerinin görece düşük olduğu yönünde bulgular var. Yumurtanın bir doktor tarafından yasaklanırken beriki tarafından kiloyla önerildiği, konulara dünya ve insanlık olarak çok yönlü yaklaşmaya en çok ihtiyacımız olan şu günlerde bu bulguyu/bulguları mutlak bir kural/kanıt olarak sunmayacağım elbette. Ama et yemeyerek alınan görece az kolesterol ve eti başka şeylerle ikame ederek alınan sebze/meyve/baklagil gibi söz konusu açılardan görece sağlıklı besinlerle iki yönlü bir etki nedeniyle bunun çok olası/mantıklı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca vejetaryenlerin görece zayıf (aşırı zayıf veya anoreksik değil, sadece görece zayıf) olduğunu da uzun vadeli sağlık etkilerinden yana düşünebiliriz.

(Parantez paragrafı: Ya bu arada bir de şu an düşündüm ve de algıladım ki, doğuştan gelen alışkanlık olan ete karşı direnebileceğimin farkına varmam, yemeğe ilişkin her nevi dürtümü çok daha rahat kontrol altına almam anlamına geldi sanırsam. Evet, galiba böyle.)

Sağlıkla ilgili şimdilik son bağlantılı nokta da, fast fooda ilişkin tutumunuzun ve alışkanlıklarınızın değişmek zorunda kalması. Türkiye koşullarında dış dünyada çok fazla vejetaryen beslenmeniz mümkün olmadığı için, daha az dışarıda yer oluyorsunuz bir kere. Dışarıda kumpir, salata (the reason why our children are obese fotoğrafı), kaşarlı tost, kaşarlı-mantarlı pide, çorba, pilav/makarnagil, Ege/Akdeniz mutfağı, mezeler gibi alternatifleriniz var, evet, yok değil. Gerçi itiraf ediyorum, eski alışkanlıktan (ilk başladığım zamanlardan kalma) cümleye "sayacağım menü çok kısa olacak" diye başlamıştım ve gördüğünüz üzere aslında uzayabiliyor, ki epey de uzayabilir daha. Ama sebze yemeklerine, ne bileyim canım kuru fasulyeye dahi et koyma alışkanlığı olan bir kültürün göbeğinde bulunduğumuz için ne demek istediğimi anlarsınız. Bir de benim için günlük alışkanlıklar olan et/tavuk dürüm, ve çok insan için benzer bir alışkanlık olan hamburger-derin derin kızarmış tavuk-pizza familyası da et endüstrisinin ve hepçil beslenme alışkanlığının önemli bir kısmını oluşturduğu için, bunların hayatınızdan çıkması epey güzel oluyor. Sağlıksal olarak olduğu gibi, maddi olarak da. İşin maddi boyutuna bir sonraki yazıda değinirim (Tam bu noktaya konulacak "Çocuklarımızın obez olmasının nedeni." diye bir görsel görmüştüm sanırsam feysbukta ama şimdi bulamıyorum. Özetle hamburgerin 1 $ olmasının yanında salatanın 5-6 $ civarında bi' fiyatı olmasından bahsediyordu. Buna daha sonra işin mikro ve makroekonomik boyutunda da değiniriz ayrıntılı olarak).

Bir de son olarak şunu diyeyim; aslında et yerken her şey çok normalmiş, et her derde devaymış da, vejetaryen beslenmeye başlayınca çok pis acayip ölümüne dikkat etmeniz gerekiyormuş gibi de bir algı var, hemen başlıyor "E peki ne yiyorsun onun yerine? x'i nereden alıyorsun, y'yi nereden alıyorsun? Senden iyi olmasın benim de bi' vejetaryen arkadaşım vardı, rahmetlinin saçları döküldü." falan. Bende de vardı vejetaryen/vegan insanlara karşı böyle bir panik hali, bir annevari "ah yavrıeeem, doyamazsın sen öyle, büyüyemezsin"cilik, artık yok (Gerçi yalan olmasın, veganizme karşı çok fazla bilgi sahibi olmadığım için yerli midir yersiz midir bilmem ama hâlâ var). Darısı başınıza. İşin iki tarafını da görmüş bir insan olarak söylüyorum, abuk bir yaklaşım bu bakın, gerçekten.

Yine çağrışımlara doyamadım, planladığımın 2 katı uzunlukta bir yazı oldu, bakalım bir de ikiye bölmeden deneyeyim, tivitır nesli kusuruma bakmasın, ihtiyarlığıma versinler. Saati de zaten 22:15 etmişim, gitmem gerek çoktan, yatsı tatlısını kaçırıyorum. Bir sonraki yazıda nasıl böyle bir değişikliğe karar verdiğimi anlatmaya niyetliydim ama daha epey süre nedenlerden devam edeceğim gibi görünüyor sanırsam.

öpt tşk kib bye

Ek: Sağlık konusunda taze denk geldiğim ve kaynağını/doğruluğunu bilmediğim şu bilgiyi de not olarak düşeyim: "İşlenmiş et ürünlerinin (salam, sosis, sucuk gibi) düzenli tüketimi erkeklerde prostat kanseri riskini artırmaktadır."

6 Kasım 2012 Salı

Yeni başlayanlar için vejetaryenlik - 2 / Neden?

Şu an buraya serinin ikinci yazısı diye başlayınca, aklıma daha önce yarım bıraktığım -sanırım 2 farklı- seri geldi. Zeus tamamına erdirsin diyerek başlayalım o vakit.
Bu sefer biraz işin "neden"inden bahsedesim var. En çok yanıtladığım soru ("balık da mı?"dan sonra elbet) bu olduğu için, buradan devam edeyim istiyorum.
Farklı insanların çok farklı deneyimleri ve nedenleri var, ama benim için en önemli nedenlerden biri, etoburlardan farklı olarak, yaşamımızı sürdürmek için (diğer) hayvanları öldürmeye ihtiyaç duymamamız. Yani bunun bir zorunluluk veya bir mutlak ihtiyaç olmaması. Evet, et yiyerek daha kısa sürede daha fazla enerji alabiliyor, uzun süreli tokluk hissi yaşayabiliyor, iskenderi löp löp yutarken kendimizden geçip biranın yanında kokorece ölüp bitiyoruz, bunların hepsi doğru. Yalan değil. Ama yine bunların hepsi, bugün için birer tercih/keyif meselesi. Ne et yiyerek az zamanda çok ve büyük kaloriler almamız gerekiyor (buzdolabı icat oldu, etoburluk bozuldu), ne de bira kokoreçsiz olmuyor. Pek ala et harici besinler tüketerek tüm besin ihtiyacımızı envai çeşit şeyden karşılayabiliyor ve biranın tadına da patatesle varabiliyoruz. "Yapma be, kokoreçsiz olur mu?" diyenleri duyar gibiyim; denedim, %100 oluyor. Size hatta bu yüzyılın başından bir diyalogla yanıt vereyim:
Shelbyl (s.) ve sokaktaki adam (s.a.) bir akşam Burhaniye dolaylarında lise arkadaşlarıyla bir kamptadırlar. Akşam yemeği için bilmem nereye gidilir. Yemeğin geciktiği dakikalarda ortalığı buram buram bir kokoreç kokusu kaplar ve olaylar gelişir...

sokaktaki adam (s.a.): [kokusundan bularak yumuldukları yarım kokorecin içinden] Abi hayat negzel yea!
shelbyl (s.): [kokusundan bularak yumuldukları tüm ekmek kokorecin diğer yarısının içinden] Valla öyle be abi. Üstüne de midye yedik mi, offf...
s.a: Aman sabahlar olmasın!
s.: Abi aslında evleneceksem bir tek kriterim olacak, o kadın midye kokoreç sevecek!
s.a: Kesinlikle olm, huzur öyle bi' kadında. Şu hayatta evlilik teklifini "benimle bir ömür midye-kokoreç yer misin?" diye yapabildiğim bir insandan başka ne isterim ki?
s.: Evet evet, kesinlikle.. Gnam gnam gnam..

İşte böyle bir diyaloğun evlatlarıyız ve bir yerde kökenlerimizi inkâr ediyoruz kimilerine göre. Kökenlerini inkâr etmekte bence hiçbir sakınca yok, bunu bir kenara bir not edeyim hele, ama zaten en başta toplayıcılıktan avcılığa geçtiğimizi düşünürsek şu an etçil beslenmeye doğru kayarak da kökenleri inkâr ediyoruz. Dolayısıyla kökeni neresi olarak aldığına bağlı bu, ki isteyen istediği yeri alsın, tepe tepe kullansın. Tekrar belirteyim, et yemek ihtiyaç/zorunluluk değil, sizi yiyorlar (gerçek anlamda yeseler "yamyam!" dersiniz, "imdat!" dersiniz bi' de, bunu da bir başka kenara not edelim).
Biraz daha genişleteyim aslında soruların ardından gelen diyalogları, sırf sorulara yanıtlar şeklinde olmasın. "İhtiyaç değil" dediğin zaman gelen yanıt elbette "Sadece ihtiyacın olan şeyleri mi alıyor/tüketiyorsun sanki?". Buna da öncelikli olarak karşı yanıtım "Sana ne y.rraam?" olsa da, bazen bu basamağı atlayıp "genel olarak evet" diyorum. "İhtiyaç" dediğin şey insanlar tarafından ölümüne esnetilebiliyor tabii ki, dolayısıyla bu kısım kimi insanın aklına hiç yatmazken, kimi hemen kabullenebiliyor, ikna olabiliyor. Ama genelde (ben de dahil) insanların kafasında "Bir numaralı yaşam kaynağı et!" gibi bir düşünce olduğu için, ihtiyaç olmadığını söylediğin zaman ikna etmek çok kolay olmuyor. Sorduğu her mineral/vitamin/besin kaynağı sorusuna karşılık bir "et olmayan besin"i 0.07 saniye içinde (takriben Google hızında oluyor) önerebilirsen, pes edebiliyor. Kimisi sadece protein-yağ-karbonhidrat sorup bırakıyor, kimisi B harfinin 99 güzel vitaminini tek tek öğrenmeden caymıyor. İnsanoğlu kısım kısım işte... İyi niyetli olanlara can kurban ("kurban diyör, ne biçim vejetaryen?"), sorsunlar yanıtlayalım, istesinler anlatalım. Ama diğer a taazlı olarak adlandırabileceğimiz kesimden bir şekilde ikna olan da bu sefer senin ihtiyaç fazlası şeylere hiç yanaşıp yanaşmadığını sorgulamaya başlıyor, ve akabinde küfürler gelişiyor...
            Üçüncü bölümde “neden?” sorusuna devam ederim. Yazı epey yavaş ilerleyecek böyle parça parça, ama hem çağrışımsal çalışan bir kafam olduğu için bir açılan parantez kapanmak bilmiyor, dolayısıyla insanoğlu kuş misali bir an buradayken başka bir an piii… Hem de yazılar çarşaf çarşaf uzamayınca okuması daha kolay oluyor malum.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Polis şiddetinin farkına varan masum Kemalist


En başta bir sorum var; öncelikle TGB’nin neden 1. Meclis konusunda ısrarcı olduğunu merak ediyorum. Şimdi, Ankara’da toplantı-gösteri-yürüyüş-eylemler için mekânlar belli mi? Bildiğim kadarıyla belli. Nedir buralar, Sıhhiye Meydanı, Kolej, Sakarya Meydanı, Yüksel Caddesi, Tandoğan vs. Kızılay Meydanı bunların arasında değildir mesela. Şu anki meclisin önü için de bildiğim kadarıyla bir engel yok, zira orada da eylemler oldu. Peki neden daha önce hiç bu amaçla kullanılmamış olan 1. Meclis? “Hükûmet izin vermesin de, mağdur edebiyatı yapabilelim.” mi amacı? Gerçekten, bilmediğim için soruyorum, cehaletime verin. Buna “Demokratik hakkımız, bizim bayramımız, cumhur biziz, istediğimiz yerde kutlarız!” diyenlere soruyorum; yani çıkıp BDP “Biz Kızılay Meydanı’nda Newroz kutlayacağız.” dese, “Demokratik hakkınız, istediğiniz yerde kutlarsınız!” diyecek misiniz? Bana art niyetli geliyor bu yaklaşım, kutlamanın ötesinde provokasyon amaçlı –ve hedefine ulaşmış- gibi geliyor. Şimdi TGB mağdur, CHP mağdur, Kemalizm mağdur. Cumhuriyetçi bütün buluşmalar yasal çerçeveye sığarken bugün neden taşıyor? Cumhuriyet Bayramı kutlamasından öte bir “meydan okuma” değil mi bu? “Biz x’iz, siyasetle işimiz yok, bu siyaset değil, siyasi bir olay değil, cumhuriyeti kutlamaya gidiyoruz!” diyen lobotomi mağdurları (örneğin) da bir tekrar düşünsün bunu (mümkün olmasa bile çabaları yeter).
Çok olağandışı bir olay yaşandı bugün Ankara’da. 1 Mayıs barikatlarına direnenleri, Nevruz kutlayanları terörist/provokatör addeden, kendisine dokunmayan polis –daha geniş ölçekli konuşacak olursak “devlet”- şiddeti bin yaşasıncı, Roboski’yi (Uludere) şenliklerle kutlayan, devletin izin vermediği her şeyi gayrımeşru gören bir kitle, “diğerlerine” reva gördüğü muameleye maruz kaldı. Belki de ilk defa polis şiddetinin hedefi doğrudan safi Kemalist bir kitle oldu ve bugün mağdur olan pek çok kişi ilk defa polis şiddetinden şikayetçi olarak, aslında polisin hiçbir zaman haklı olmadığını, her zaman için iktidarın maşası olduğunu algılayacak. Evet, o maşa çoktur sizin elinizde olduğu için bugüne kadar fark etmemiştiniz belki.. Ama muktedir el değiştirince baskı da el değiştirmiş sayılır, öğrenmiş olduğunuz üzere, böyle bir şey polis şiddeti de. O da aynı şekilde el değiştirir. Bugün orada değilsem bunun için değildim; biz devlet şiddetini –belki bu kadar abartılı olmasa da- sizden de gördük ve sizin istediğiniz o şiddeti uygulama hakkını yeniden ele geçirmek. Özgürlük falan değil, başka türlü bir şey değil. Yetvart Danzikyan da tam bunu söylüyor.
“Oh olsun!” demedim, çok samimiyim bunda (diyen de var haliyle). Zira söz konusu şiddetle karşılaşmış olduğum için biliyorum; haklıyken, zaten gasp edilen bir hakkını ararken daha fazla haksızlıkla karşılık bulmak iğrenç bir şey. O gaz ve suya maruz kalan kitlede de ani bir aydınlanma ve empatik tepkime beklemiyorum, hayalperestlik olur. Ama yine de kafalarında bir yerde bir ampul yandıysa hani –ampul dedi, vurun!-, “Ha yallah, Nevruz’da ateşi söndürmek için sıkılmıyor muydu o su?” diye sorguladıysa birileri, ne âlâ.
Bu esnada, “izinsiz gösteri”lere bık bık eden aydın Türk kadınları, erkekleri ve niceleri; gördüğünüz üzere izinsiz şeyler de pek âlâ “masum” isteklerle olabiliyor. Trafikte bisiklete binmek için bile gerekmediği halde devletin iznini almak için yalvaranlar, bakın, başkalarının izinsiz yaptıkları illa çok rerörerö olmuyor.
Polisin bugüne kadar halkı koruduğunu ve fakat bugün b.k yediğini sananlar; aramıza hoş geldiniz. Polis o b.ku yıllar yıllardır yiyor! Evet, polisin halkı falan koruduğu yok, olmaz öyle şey. Polis sermayeyi korur, devletin baskısını kurar, devletin gayrımeşru eylemlerini korur-kollar. İktidar sizin elinizden gittiğinde de size “hani bana hani bana?” demek düşer. Boşuna demiyorlar, “bugün sana, yarın bana”.
Mesela Türkiye'de hak arama eylemlerinin hep aynı yöntemlerle bastırıldığını söyleyen Gürsel Tekin şöyle demiş: “Bundan sonra AKP'nin anlayacağı dilde konuşacağız.”. Bugüne kadar neredeydiniz? 4+4+4 eyleminde, Tekel direnişinde, dün Diyarbakır’da bir İl Genel Meclisi üyesi polis tarafından başından vurulduğunda neredeydiniz? Bıçak kemiğe dayandı he mi? Hadi canım, hadi…
“Elinde Türk Bayrağı olan kitleye tazyikli su ve biber gazı!1!!!1” diyen arkadaşlar, bayrak sizi faşizmden korumaz. Bayrağın faşizmden koruması zaten olsa olsa oksimoron olur. Vay efendim bilmem ne savaşında düşman süngüsüne Kuran sayfaları takıp Türk askerine saldırmış da asker onun için onlara saldıramamış. Bugün itibariyle gözlerinizle gördünüz; yalan o iş. Bayrağı asıp 6-7 Eylül’den muaf kalmayı başaranlar –azınlık da olsa- olmuştur; ama o çok başka ve acıklı bir hikaye. Bayrağın yol açtığı bir hikaye hem de. Ağır Roman’da değiliz, İstiklâl Marşı’yla dayak yemekten kurtulamazsınız.
Pazartesi 29 Ekim cumhuriyet bayramı unutmayın bu bayramı siyasete çekmeye çalışanlar olacaktır. Buna izin vermeyin. Bizler bisikletçiyiz siyasetle işimiz olmaz eğer farklı düşünen varsa lütfen grubu terk etsin. Ben grubumda bayramları siyasi olaylar olarak gören kişiler istemiyorum.” Diyenler de var bu dünyada. Grup hangi grup, kim kimi nereden kovuyor belli bile değil ama siyasetin adı geçince dahi insanlar yerinden sıçrıyor, korkuyor. Sonra da bizim işimiz değil. Be şaşkın, tam da senin işin aslında ama neyse ki olmadığını sanıyorsun, kendi adıma sevindim şu an.
Bir de bu esnada AKPci zevat; hani bayramları halka açıyordunuz, hipodromlardan kurtarıyordunuz? N’oldu da “Lütfen bayrama siyaset karıştırmayalım, kutlamalar yasal zeminde hipodromda yapılıyor, ona katılalım.” der oldunuz? Tamam, gençlere ve çocuklara işkence edilen faşist/militarist stadyum kutlamalarına karşıyım aynen sizin gibi, ama n’oldu bizim iş? Bir “Halk plajlara akın etti vatandaş denize giremiyor!” durumu mu? Halk sokağa döküldü vatandaş kutlama yapamıyor he mi? Basiretsizlik böyle bir şey, iki yüzlülükle pekişince de tadından yenmiyor gerçekten.
Kitlenin çok şeyini eleştirirken, direncini de tebrik etmek isterim, yiğidi öldürdüm hakkını yemeyeyim. Açıkçası daha zayıf, daha çıtkırıldım bir kalabalık bekliyordum ama bence gösterilen direnç, polise karşı mücadele ve hedefe (yani meclise) ulaşma açısından takdir etmek gerekir kalabalığı.
Son olarak da cumhuriyetin ne anlama geldiğini ve ille “cumhuriyet olsun çamurdan olsun” mu demek gerektiğini düşünün. Cumhuriyet insanın kendine yakışanı giymesi olsun, tamam. Ama adı cumhuriyet olan ülkeleri, bunların uygulamalarını ve kimi cumhuriyet olmayanlarınkini de bir düşünün, tartın. Yakkuli’nin twiti üstüne bunu da buraya not edelim dedim (Hatta düşünmenin yanında biraz da okumak isteyenler için kaynak verelim: http://www.bianet.org/bianet/siyaset/141710-cumhuriyet).
Siyasetten, gösteriden, gazdan bahsetmişken, kavramları sizin için yeniden tanımlayalım, hatırlatalım, dönüştürelim bu vesileyle:
İzinsiz gösteri: Kürtlerin, anarşistlerin, bölücülerin, tü kakaların yaptığı gösteri değil; “Devletin/hükûmetin canının istemediği ama bir kitle tarafından, kendince haklı nedenleri olan gösteri/kutlama/eylem/şenlik.”.
Biber gazı: Hak edene sıkılan değil; bilakis, hak arayana karşı kullanılan kimyasal silah. Organik miymiş siz söyleyin?
Polis ve barikatı: Belli bir bölgenin güvenliği için oluşturulan, provokatörlerin saldırdığı bariyer değil; “Muktedirin ‘benim topum’ diye sizi kovduğu bölgeye işeyen ve siz işaretli alanına yaklaşınca üzerinize panzerle işeyen kitle ve bölgesi.
Provokasyon: Molotof kokteyli atanların içinde bulunduğu gaflet ve dalalet değil; “polisin kitlelere saldırmak için kışkırtması”. Bunu şuradan da hatırlayabilirsiniz, hani darbe için, ordunun ortalığın canına okuması için gerekli şartlar oluşmuş ya hep vakti zamanında... Hah, işte o hesap. Şimdi anladığınızı tahmin ediyorum.
Bayrak sopası: Saldırı aracı değil; bilakis, “ortamdaki en etkili meşru müdafaa aracı”.

Şimdi olaysız dağılabilirsiniz.

28 Ekim 2012 Pazar

Yeni başlayanlar için vejetaryenlik - 1

Yeni mi başladınız? Ya da yakınınızda birisi mi başladı? Önce adını söylemeyi öğrenin: ve-je-tar-yen. Bu "öğrenin şunu lan!" bir tavır değil, yanlış anlaşılmasın, sadece kendimden biliyorum, kelimeyi söylemeye çalışan herkes merak etmiştir sanırım nasıl yazıldığını. Yani konuşurken mesele yok, "vejeteryan" deniyor genelde, ki kulak alışkanlığımız o yönde, ama yazacağı zaman kilitlenip ter döken, yazmaktan vazgeçip yerine etyemez veya otobur diyen var, ki yanlış değil. İngilizce biliyorsanız vegetable üzerinden düşünün, daha kolay olur, zira kelimenin İngilizcesi "vegetarian". Evet.

Girişimizi yaptıktan sonra, "ner'den esti?" diyeceklere kısa not; kurbandan değil, hayır. İlla  bir bağlantısı vardır bilincimin en altında bir yerlerde, ama "çok uzun zamandır yazı yazmadım lan, ne yazsam?" sorusu kaynaklı bir yazı bu daha ziyade. Hem de 30 Ekim itibariyle vejetaryenliğe geçişimin 3. ayını dolduruyor ve tüm vücutta şenliklerle kutluyorum, bu 3 ayda olan bitenden, başıma gelenlerden biraz bahsedeyim istedim. Aslında belki soru-cevap olarak da yazabilirim, bakalım.

Şimdi kelimenin yazılışından bahsettikten sonra, hiç fikri olmayan insanlara durumun gerektirmesi sonucu "vejetaryenim" veya "et yemiyorum" dedikten sonra gelen ilk soruyu yanıtlayarak devam edeyim; "hayır, balık da...". (Hani bir yazı yazarken sonunu hiç getiremeyeceğinizi ve birkaç parçaya bölmeniz gerekeceğini fark edersiniz ya, işte o noktaya geldim şu an. O nokta bu nokta ->.) Vejetaryenliğe ilişkin çok enteresan bir algı var memlekette. Belki ben bir süredir vejetaryenliğe ve vejetaryen (ve hatta vegan) insanlara aşina olduğum için kafamda daha net bir şekil/şemal vardı. 

(Buraya bir parantez irisi açmak istiyorum: Bu esnada veganlık mefhumunun varlığından da ta lise zamanında blog insanlarından the black cat sayesinde haberdar olmuştum. Aslında natura horror vacui sayesinde haberdar olmuştum desem daha doğru olur. Zira the black cat kendi halinde vegan olmuş takılıyor, ne mutlu ona. Ama natura horror vacui bu, durur mu? Onun okulun koridorlarında "Vegan ne olm i.ne misin lan? Et yemeyen g.t olur hem bak! Ahı ahı ahı..." diye inlediğini hatırlıyorum. Kendisini ilk gördüğümde muhtemelen bana da "Et girmeyen yere dert girer bak." diyecektir. Ama olsun, lanet olsun ki onu böyle de seviyoruz. Parantez irisi kapaması. Bu arada şu an fark ettim ki natura horror vacui'den bağımsız olarak bir "parantez irisi" açmıştım, anca sığıyo' işte. Canım benim, ben de seni seviyorum.) 

Vejetaryenliği çeşitlendiren mi diyeyim, adını kirleten mi diyeyim ne diyeyim türlü türlü insan var. Kimi sadece kırmızı et yemeyerek kendini vejetaryen olarak adlandırıyor, kimi hayvanlardan sadece deniz ürünleri yiyerek kendini vejetaryen olarak adlandırıyor, eski sevdiceğim (hey gidi..) gibi kimileri de et familyasından sadece sosis ve inegöl köfte yemek suretiyle kendini vejetaryen olarak adlandırabiliyor. Hiçbirine "Hayır! Kendine vejetaryen diyemezsin!" diyecek halim yok elbet. Gerçi zaten bunların farklı isimleri de oluyor. Tanımları verelim o vakit:

Konuyu merak edenler için bir temel/basit kaynak olabilecek şu kaynağa göre (ki ben tanımlarına ne derece katıldığım konusunda emin değilim) vejetaryen şöyle tanımlanıyor: "Vejetaryenlik, bitkisel kaynaklı besinlerin ağırlıklı olarak tüketilmesini içeren bir beslenme tarzıdır. Vejetaryen ise; bitkisel besinleri tüketen, hayvansal besinleri (kırmızı et, tavuk, balık, süt ve sütten yapılan ürünler, yumurta gibi) sınırlı miktarda veya hiç tüketmeyen kişilere verilen isimdir." Dolayısıyla "normal" insanlar ölçeğinde et yemeyenler de pek âlâ vejetaryen oluyor bu tanıma göre. Yani insanlardan gelen "Dana yemiyorsun, peki kuzu da mı? Peki tavuk da mı? Ördek? Balık? Midye? Sincap?" sorularını yadırgamamak lazım.

Bununla birlikte en çok (yanlış) bilinen şu tanımlar da bir kenarda dursun:

Pesko-vejetaryen: Sadece deniz canlılarını yiyen vejetaryen

Polo-vejetaryen: Sadece kümes hayvanlarını yiyen vejetaryen (Veganizm hakkında çok geniş fikrim yok, ama tahminim bu gruptaki hayvanların "Kümes hayvanı" olarak adlandırılmasına da karşı olacakları yönünde)

Lacto-ovo vejetaryen: Süt/süt ürünleri ve yumurta da tüketen vegan denebilir bir bakıma. Hayvan eti yemeyen ancak hayvan ürünlerini tüketen grup diyelim.  (Yani öbür türlü pesko-vejetaryen ne kadar doğru bir vejetaryen tanımıysa, bu da o kadar doğru bir vegan tanımı.) Ben şu an buradayım.

Vegan: Hayvanların yalnızca öldürülüp etinin yenmesine değil, her türlü hayvan sömürüsüne, insanla hayvan arasında kurulan hiyerarşik ilişkiye, türcülüğe karşı duran grup. Bu yaklaşım, hayvanların deneylerde kullanılmasından, çiftliklerde esir alınıp sütünden/yumurtasından yararlanılmasına (bunların çalınmasına) karşı bir duruştur.

Kabaca bu şekilde bir giriş yeterli sanırım şimdilik. Yazının devamında biraz daha kişisel deneyimlerimden, nedenlerimden, sonuçlarımdan, yanıtlarımdan ve vapurlardan bahsedebilirim. Hem bu esnada belki blogun diğer vejetaryenleri/veganları da bir şeyler eklemek/yazmak ister belki?

1 Ekim 2012 Pazartesi

Ateist Nedir? Niye Ateisttir?

Aslında planda "derin devlet", "AK Parti kongresi" gibi yazılar vardı, ama Nişanyan'ın bir ateist için çok normal olan "yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideri" tanımından sonra ortalık karışınca şu yazıyı yazayım dedim. Daha geçen hafta İslamofobi ile anti-Semitizm'in aynı damardan beslendiğini yazmıştım, bunun üzerine ateistofobiyi de eklemek lazım herhalde.

Bakın, soru-cevap ile ilerleyelim. Ateist kimdir? Ateist, Tanrı'ya inanmayandır. Yani Zeus, Elohim, God, Vishnu, Allah fark etmez. Bunlara inanmayana ateist denir.

Allah'ın varlığına inanmayan birisinin, Allah'ın verdiği emirlere, gönderdiği kitaplara da inanması beklenemez değil mi? Aksi saçma olur.

Şimdi elimizde bir kutsal kitap var. Ateist bunu Allah'ın gönderdiğine inanmıyor. Ama o kitap mevcut yani. Bu durumda onun bir yazarı olmalı. Bu yazarın kim olması icap eder mantık kuralları çerçevesinde? Kendisine gönderildiği iddiasına sahip kişinin. Yanı bu durumda Muhammed'in.

Sonra ateist, mantık gereği Muhammed'in yazdığı kitaba bakıyor ve şu ayeti görüyor: "Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Kuşkusuz biz, hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliriz. (bu hususta ne yapmaları lâzım geldiğini onlara açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın."(Ahzab 50)

Şimdi bakınız, inananlar bu ayeti "mealen şöyledir, orada anlatılan budur" diye açıklayabilir. O inananların ilmidir. Ateistin o açıklamalara inanması için zaten en başta kitabın Allah tarafından gönderildiğine inanması lazım, ve ona inanmıyor.

Bu durumda, Muhammed'in kendisine cinsel menfaat yarattığı sonucundan başka bir sonuç bir ateist için geçerli olamaz. Çünkü o sonuç geçerli olsa idi, o kişi zaten ateist olmazdı!

hicisleri'nin dediği gibi, eğer ateistleri "gerçeği bildiği halde inanmayan/inanmıyorum diyen salaklar" olarak görmüyorsanız, bu bakış açısının onlar için neden çok normal olduğunu ve de "militanlık" içermediğini anlamanız zor olmayacaktır.

25 Eylül 2012 Salı

Koray Çalışkan ile Pseudo-Bilimcilik Üzerine Diyaloglar

GDO üzerine tartışmalar, ülkede evrim üzerine tartışmaları aratmayacak düzeyde bir kutuplaşma ve bilimsellik kisvesi ile yürütülüyor. GDO sağlayan şirketlerin iş etiği açısından sorunlu dikey integrasyonları, elde ettikleri patentler, dünya üzerinde yiyeceklerin dağıtım mekanizması vs. eleştirilmeli iken durum dönüp dolaşıp iki cepheye geliyor:

1. GDO'lar açlığı önleyecek. Halbuki ne GDO'ların verimi arttırdığına dair bir konsensus var (bazı türler haricinde), ne de bu yukarıda bahsettiğim ekonomik sorunlar çözülmeden GDO'lar bir şeye derma olabilir.

2. GDO'lar sağlığa zararlı. Herhalde şu an üzerine en çok araştırma yapılan beslenme ürünü GDO'lar, ve hala daha hiçbir kesin sonuç veren ve bilim çevrelerinin üzerine uzlaştığı makale yayınlanmadı.

Şimdi bu tartışma zemininden ekseriyetle rahatsız olan ve fırsat buldukça sopayla dürtüklemeye çalışan bir insan olarak, Koray Çalışkan'ın bugünkü makalesini okuyunca kulaklarımdan duman çıkması normaldi tabii. Yazısına bilimse çerçevede getirilen bir eleştiriyi zaten kaleme aldım, bu yazı "ben sana profesör olamazsın demedim, akademisyen olamazsın dedim" tadında olacak o yüzden.

***
Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) sağlığa olumsuz etkileri uzun zamandır biliniyordu. Ancak araştırmalar yavaş ilerliyor, Monsanto gibi GDO devleri araştırmaları engelliyor, tohumlarının araştırılmasına patent hakları üzerinden izin vermiyordu. Buna rağmen özellikle Avrupa’da birçok çalışma yapılmış ve GDO’lu besinle beslenen hayvanların et ve sütlerini tüketen insanların dahi GDO’ya maruz kaldıkları kanıtlanmıştı. 

Kim biliyordu Koray? Hangi araştırmalar bunu göstermişti? Bir iki kaynak göstereydin? Hem şu dediğin Avrupa'da yapılan çalışmalar, bu AB fonlu olanı ve "25 yıla yaygın bir süreyi kapsayan 130 araştırma projesi ve 500 bağımsız araştırma grubunun çalışmalarından çıkarılacak sonuç biyoteknoloji ve özellikle GDO'nun konvansiyonel tekniklerden daha riskli olmadığıdır." sonucuna varanı da kapsıyor mu Koray? (Bak kaynak gösterince ne güzel oluyor değil mi Koray?) Ya da şu "15 yıldır GDO tüketilmesine karşın bir sağlık komplikasyonu gözlenmemiştir" diyen çalışmayı? 

GDO kanser yapıyor
Sekiz bilim insanı 2 yıl boyunca aynı gıdanın GDO’lu ve GDO’suz haliyle beslenen farelerin sağlığını inceledi. GDO’lu gıda ile beslenen dişi ve erkek farelerin farklı kanserli tümörler geliştirdikleri saptandı. “Séralini, G.-E., et al. Long term toxicity of a Roundup herbicide and a Roundup-tolerant genetically modified maize. Food Chem. Toxicol” referanslı makaleye http://dx.doi.org/10.1016/j.fct.2012.08.005 adresinden ulaşabilirsiniz.

E madem kaynak gösterebiliyorsun, yukarıdaki genellemenin genellemesinde cümlelerinde neredeydi bu referanslar Koray? Ama tabii kaynak göstermen dezavantajına oldu, çünkü daha dakika bir gol bir: Fare (mouse) ile sıçan (rat) farklı şeyler. Ama tabii sonra "farecikler" diye demagoji yapamazsın sıçan dersen değil mi? Ha bir de şunu demeyi unutmuşsun (?), bu sıçanlar zaten genetik olarak kansere yakalanma riski yüksek türden, ortalama %72'si zaten hiçbir "treatment" olmadan kansere yakalanıyor eski bir araştırmanın bulgusuna göre. Ama tabii onu yazarsan "farecikler sıfırdan kanser olmuş :((" etkisi yaratamazsın değil mi Koray? 

(...)GDO destekçileri bu konuda ‘büyük tartışmalar olduğunu’, ‘bilime karşı insanların ergen heyecanıyla GDO’ya karşı çıktığını’, “Zamanında cep telefonu da kanser yapıyordu, hani bak, yok bir şey” diyerek meseleyi bir parça sulandırmaya çalışıyor. 
Meseleyi kim sulandırıyor Koraycım pardon?

Yok bizde GDO çalışmaları yasakmış, GDO çalışmalarını serbest bırakırsak biz de gelişirmişiz... GDO zaten doğal bir şeymiş, ıslahla aynıymış...
Koraycım bunun GDO'nun kanser yapmasıyla ilgisi ne? Madem bir şey salladım, ona dayanarak hepsini geçireyim mi dedin n'aptın?

Önce bir-iki cehaleti giderelim.
Onu giderdik zaten yukarıda da, buyur tabii çok istiyorsan.

Türkiye’de GDO hakkında araştırma yapmak yasak değildir. Bu yazıyı yazmadan önce üç genbilimci bilim insanı arkadaşımla hem yeni makaleyi tartıştım hem de son çalışmalarından konuştum.
Eğer bu arkadaşlarında konuşmana karşın bu yazıyı yazabildiysen üç ihtimal var Koray: Senin arkadaşların seni yiyor, hiçbiriniz İngilizce bilmiyorsunuz ve Google kullanmıyorsunuz, ya da senin de ima ettiğin gibi arkadaşların "üçgenbilimci", o yüzden çok ilginç bir şeyler yapıyorsunuz.

Türkiye’de yasak olan GDO’lu ticari tohum ekmek ve satmaktır. GDO sıradan bir ıslah mıdır diye soramadım; ayıplarlar diye... 
Halbuki ayıplanma konusunda bir çekincen yokmuş Koray, iki saattir onu anlatmıyor musun?

 (...)

Kanser kanıtı
Her bilimsel bulgu tartışılır.
Bu cümlenin bir öncesinde "kanıt" demişsin, bütün yazı tırıvırı yapmışsın, insan bunu yazmaya utanır yahu.

Son çıkan makale de tartışılacak. Bilim böyle ilerler. Ancak henüz GDO’nun kansere neden olmadığına dair bir kanıt yok elimizde.

Sevgili Koray,
Bilimin nasıl ilerlediği hakkında konuşup, sonra "negatif bir durumun kanıtı yok" diyebilmen, senin su katılmamış bir köşeyazarı olduğunu gösteriyor. Yukarıda iki saat attın "şöyle kanıt var, böyle bulgu var" diye, bir tane kaynak vermeden, bak abartma bence...

GDO-kanser ilişkisi hakkında ise birçok kanıt var.
Ne dedim la az önce ben?

Türkiye’nin de taraf olduğu ve biyogüvenlik konusunda en etkin uluslararası protokol Cartagena’ya göre ‘ihtiyat prensibi’ bilimsel zararı olmadığı kanıtlanmamış GDO’lar konusunda gayet açık. Son bulgulardan sonra GDO’ların dalgalar halinde gıda sektöründen çekileceği kesin. 
Monsanto'yla konuştum, "Koray bizi mahvetti, bütün fabrikaları kapattık" diye ağlıyor.

Bu noktada Türkiye, ABD gibi holding tarımı yapan GDO’cu ülkelerin ilerisinde. Türkiye’de GDO’lu gıdalar soframıza henüz giremiyor. Ancak maalesef hâlâ hayvan yemi olarak ithal ediliyor.
GDO'cu ülkelerin kime göre ilerisi, neye göre ilerisi Koray?

En kısa zamanda bu araştırmadaki fareciklere dönmemek için laboratuvarlarımızı genbilime sonuna kadar açarak GDO’ya ülkemizin kapılarını kapamalıyız.
Bir, farecikler öpsün seni. Sıçan onlar. İki, laboratuvarlarını genbilime açmanın (bir dakika, genbilim ne lan?) GDO'ya kapıyı kapatmayla ne alakası var Koray? Nasıl bir mantık bu Koray? 

Neyse Koray, sen yeme GDO. Zıkkımın kökü GDO'suz oluyormuş Koray. Afiyet olsun.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Muhalefet Sıkıntısı II

Senenin başında bu yazının ilk kısmını yazmıştım, devamı olacağını da hiç düşünmemiştim zira orada derdimi yeterince anlattığım kanaatindeydim. Fakat muhalefetin geldiği nokta değişmekten ziyade, devam eden KCK tutuklamaları sürecinde ve Balyoz davası kararlarının sonucunda daha da kötü bir yere geldiği için düşüncemi derli toplu anlatma ihtiyacı duydum.

Şu an ÖYM'lerde süren davalar özelinde baktığımızda muhalefetin iki sıkıntısı var: 1. Enerjisini anlamsız yere tahliye sürecine odaklaması. 2. Bütün muhalefetin davalarda sembolik isimler üzerinden yapılması. İkisini de açıklayacağım.

Kısım I: Tahliye Odaklılık

Artık hukuk bilmemekten mi, istatistikleri önemsememekten mi, post-12 Eylül devletinin keyfekeder işleyişinin içselleştirilmesinden mi bilmiyorum, günümüzde tutuklamaların ve tahliyelerin neden olduğuna kafa yorulmuyor. Bu uğurda mücadele etmenin -belki tutuklu yakınları haricinde- büyük resimde hiçbir anlam ifade etmeyeceği ve kitlesel enerjinin buraya harcanmasının boşa olduğu da bu yüzden göz ardı ediliyor.

ÖYM sürecinin en kıdemli örneği olması dolayısıyla bakmak istediğim Ergenekon davası. 1. iddianameyle yargılanan sanık sayısı esasen 86, fakat bunların ikisi vefat ettiği için 84 diyelim. Bu sanıkların 35'i ya çok kısa bir süre tutuklu kalıyor, ya da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor. Bunun haricinde tutuklanıp datahliye olmuş sanık sayısı 34. Bunların 1 yıl içinde tahliye olanları 12, 1-2 yıl arasında tahliye olanlarının sayısı 14, daha uzun sürede tahliye olanlarının sayısı ise 8. Halen tutuklu bulunan 15 sanık var, ve bu sanıkların ortak bir kaç özelliği var: Ya "yönetici" olmakla suçlanıyorlar, ya silah sağlamak ile, ya da yargılandıkları suç sayısı 4'ten fazla. Bu isimler zaten en medyatik, geçmişi en faaliyet dolu isimler. (Küçük, Tekin, Perinçek vs.)

Buradan varacağımız bir sonuç şu: Eğer bir tutuklu sadece "silahlı terör örgütü üyesi olmak" suçundan yargılanıyorsa, er ya da geç tahliye ediliyor, çünkü teamül bunu gerektiriyor. Fakat tahliye hiçbir anlama gelmiyor, bunu da çok yakın zamanda gene isim üzerinden hareket edilen bir mücadelede gördük: Cihan Kırmızıgül ve poşu davası. Kırmızıgül, savcının isteğine karşın tahliye edilmezken bir kamuoyu yaratılmış, ve de kendisinin tahliyesiyle ciddi bir sivil toplum zaferi kazanılmış sanmıştık. Gelgelelim kendisi 11 yıl hapse mahkum edildi, ve karar temyizden dönmezse ne yazık ki kendisi hapse girecek.

Yani hem tahliyeler kısa vadeli bir mutluluk haricinde hiçbir anlama gelmiyor, hem de zaten isnat edilen suçun niteliğine göre er ya da geç gerçekleşecek bir şey için ziyadesiyle enerji harcanıyor. Şu durumda şu iki sorunun sorulması elzem:

- Madem muhalefetin bu mücadele enerjisi vardı, neden tutukluluk süresini maksimum 10 yıl olarak düzenleyen CMK 102. madde hakkında hiçbir şey yapılmadı, hem de bu 2011 yılının başında hazır gündemdeyken?

- Madem muhalefet TMK ile suçlanan bireylerin yargılanmasında bu kadar mücadele enerjisine sahip, neden Bülent Arınç "TMK'da ne değişsin istiyorsunuz, söyleyin" diye açık çek verdiğinde bir sivil toplum kuruluşu bile bu konuda çalışma yapmadı? Neden köşe yazarları bu konuyu gündemde tutmak için ısrarcı olmuyor?

Muhalefetin amacı sadece Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu, Ahmet Şık vs. gibi isimler ortalama 15-20 ayda tahliye olacaklarken bunu 7 aya mı çekmek? Türkiye'de sivil toplumun kazandığı zafer sadece teamüllerin uygulanmasını birkaç ay kısaltmak mı? Bu konuda yaşanan hayalkırıklıkları hiç mi ders olmayacak?

Kısım II: Politik Mağduriyet vs. Sistem Mağduriyeti

Yazının başında, ikinci rahatsızlığımı "bütün muhalefetin davalarda sembolik isimler üzerinden yapılması" diye açıklamıştım. Zaten ilk kısmın sonunda buna değindim (ve daha önce de yazmıştım), fakat bu hareketin Balyoz konusunda ön plana çıkan ikinci bir dezavantajını da gördük: Sistemden dolayı mağdur olan bireylerin mücadelesinin ötelenmesi.


Balyoz konusunda konuşmalar ya Dani Rodrik'in kayınbabası Çetin Doğan, yahut MHP milletvekili Engin Alan üzerinden dönüyor. En çok resmi kullanılan, en çok satırbaşı işgal eden isimler bunlar. Özellikle Doğan üzerinden Rodrik ve Emre Uslu iki cephe oluşturmuş, delillerin sahihliğini tartışıyor ve fakat bunu bir isim üzerinden bütün davaya yansıttıkları için tartışma politik bir kimlik kazanıyor. Bu durumda haklılık ve haksızlıklar da şekillenirken garip bir hal alıyor.

Halbuki bu davadaki aksaklıklar hem ÖYM'nin (eski DGM) bütün davalarda var olan "gizli tanık-gizli delil" sistemi yüzünden oluşuyor, hem de astlardan su götürmeyecek bir şekilde mağdur olmuşlar var. Mesela şurada anlatıldığı gibi, Faruk Yarman isimli Havelsan Genel Müdürü, tek bir sahte olduğu ispatlanmış ve öyle olmasa bile yetersiz nitelikte delille 16 yıl cezaya mahkum ediliyor.

Eğer ki tartışma sadece generaller üzerinden yapılacaksa, onların gerçekten seminerde Genelkurmay'ın da bilirkişi raporuyla belirttiği üzere darbe planladığı ve yetki aştığı gerçeği ile delillerin yetersiz olduğu gerçeği çatışıyor. Halbuki bu davanın "toplu yargılama" niteliğinin yanlışlığı ve sahteliği bir yana konsa bile yetersiz delillerle nasıl ceza verilebileceğinin tartışması yapılsa, varılacak sonucun daha somut olması işten değil. Tanık ve deliller hususunda her zaman sergilenen usulsüzlüklerin, bunun ne ilk ne de son olduğunun vurgulanması sisteme daha derli toplu bir eleştiri olacakken, tartışma zemini öğle gongunda meydana çıkmış iki kovboyun düellosuna dönünce kayıp olunuyor.

Sonuç

İki yazıdır aynı şeyleri dediğim için lafı fazla uzatmayacağım. Sivil toplum hareketleri ve muhalefet, artık kişi ve dava bazlı düşünmek yerien hukuk sistemine kapsamlı eleştiriler getirmek, enerjisini daha odaklı kullanmak mecburiyetinde. Hele ki tahakküm mekanizması güçbirliği etmişken bu elzem. İnsana "acaba devlet ile sivil toplum önderleri arasında 'bizim eş-dosta dokunma da, gerisinde takıl sen' gibi bir yazılı olmayan anlaşma mı var?" diye komploist bir şekilde soru sordurtacak bu yaklaşımı geride bırakmalıyız.


İktidarın yargı reformu yapmak için yargının kendisine dokunulacağını hissetmesini beklemek lüksüne sahip değiliz ne yazık ki. Korkum odur ki her olayla "amaaan, birkaç isim salarız, nasıl olsa susuyorlar" diye düşünmeye sevk ediyoruz muktedirleri.

Yorumlar Üzerine Önemli Not: Bu yazıda eleştiri getirilen kesim anaakım medyada muhalefet titriyle bulunanlar veyahut kitlesel örgütlenme gücü olmasına karşın TMK ve ÖYM karşısında ses çıkarmayanlardır. Bu yazıda bu konuda kısıtlı erişim gücüyle mücadele veren hiçbir STÖ eleştirilmemektedir, onların çabaları haikr görülmemektedir.

Ayrıca, tahliye odaklılık kısmında insanların bireylerin tahliyesi için çalışması, onların hayatlarından birkaç ay daha kurtarmak için çaba göstermesi de eleştirilmemektedir, o şerh düşülmüştür. Bu tabii ki herkesin yapacağı bir şeydir, en doğal tepkidir. Gene o kısımda eleştirilen, sadece tahliye odaklı çabaların anaakımda medyatikleşmesidir. 4 no'lu yorumda da açıklandığı gibi, görülen birçok terör davasında tahliyeler veyahut tutuksuz yargılamalar gerçekleşmektedir, fakat bir büyük sorun da sistemin atıl kalması/yavaş işlemesi, bazı suçlar için "tahliye" vermenin yargının işine gelmemesi ya da elinde olmamasıdır.

Arz ederim.