2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Basketbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Basketbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2010 Salı

FIBA 2010: Türkiye - Yunanistan

Öncelikle şunu söyleymek lazım: Uzun zamandır bu kadar iyi bir alan savunması izlememiştim ben. Bunun sebebi azamiyetle NBA takip etmemden olabilir, belki Avrupa basketbolunda bunu uygulayan trend-setter takımlar vardır, lakin bu kadar dinamik ve de efektif bir alan savunması görmeyeli çok olduydu. Bunun üzerindeki krema da kadronun efektifliği. Mesela 3. çeyrekte sahada 4 uzun ve tek kısalı bir formasyonda yer aldık; ama uzunlarınız atletik olunca hem hücum etkinliğinde sorun çekmedik, hem de alan savunmasına tam performans devam ettik. Buradan lafı Ömer Aşık'a getireceğim. Bu akşamın kahramanı bir çok insanın gözünde Ersan haklı olarak, lakin Ömer inanılmaz geliştirmiş kendisini. Atletik yeteneklerinin yanısıra iyi bir basketbol zekası var, özellikle de hücum anlamında. Kesinlikle NBA seviyesinde var olabilecek bir performans sergiliyor iki maçtır. Neticede klasik bir Türkiye Basketbol Takımı resmi. Turnuva öncesi kötü performans/düşük beklenti = Mükemmel turnuva performansı. Ya da tam tersi. Yıllardır böyle bu. Bunun yanısıra, eğer Yunanistan'ı yenebildiysek burada bir iş var. Yol açık. Eğer bu alan savunmasını Brezilya'nun potaaltını kitlemek için de kullanabilirsek ve de İspanya'nın dış şut tehditine de cevap olursa bu, yol hakikaten açık. Yarınki Porto Riko maçı çok önemli bir sınav bu yüzden. Bir sonraki aşamalar öncesindeki en ciddi maç bu, ve de Avrupa ekolü dışındaki bir takıma karşı kendimizi göreceğiz. Oradaki performansımız daha kesin bir yorum yapma şansı verecektir. Maç sırasında zaten sıklıkla www.twitter.com/semioticus hesabımdan yorum yapmakta olduğumdan, burada çok fazla tekrara girmek istemiyorum. Ama neticede şu anki görüntü çok hoş.
Not: Bunu mutlaka eklemem lazım. Şu maçta hiç de hakemleri suçlayacak bir durum yoktu ortada. Sert oyun oldu, kararında maç yönetildi, iki takım aleyhine de çalınmayan fauller var. Fakat Murathanoğlu öyle bir gazlıyor ki sağ olsun, millet "hakemi de yendik!" havasında geziyor.
Yok öyle bir şey, sakin olun. Şu milli maçlardaki "Bütün dünya bize karşı!" tribinden de kurtulun artık.
Murat Murathanoğlu, sen büyük bir spikersin. Büyük düşün. Yakışmıyor.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Türkiye - Sırbistan: Oldu Bu İş

Daha maç bitmedi. Ama benim gözümde bitti. Niye mi?
Bir maç düşünün, en iyi, yıldız oyuncunuz hücuma hiç katkı yapamamış, pivot oyuncunuz 1/10 serbest atış isabet oranıyla oynamış, yedek oyun kurucunuzdan sakatlığı sebebiyle çok fazla katkı alamıyorsunuz, 2. pivotunuz faul problemine girmiş vs. Bu maçta, en azından yenik durumda olmayı beklersiniz değil mi? Hayır, 3. çeyreğin ortası, ve belli bir süredir +5 farkla öndeyiz.
Peki nerede geliyor başarı? Birincisi, turnuvanın başından beri övüp bitiremediğimiz, ve istikrarı yakaladığımız tek alan olan savunma disiplini. İşte takım olma hüviyeti burada ön plana çıkıyor. İlk yarıda, birden atıl pozisyonda kalan iki uzunumuzun hızla geriye dönüp içeriyi kapattığı bir pozisyon vardı, sayı yaptırmadık Velickovic'e. Ya da Ömer'in ileride smacı vurduktan sonra hızla geriye dönüp adamını engellendiği bir pozisyon vardı 3. çeyrekte. Böyle spesifik örneklerin yanında, hem kısaların, hem uzunların; hücumdaki dinamizmini katlayan bir savunma dinamizmi olduğunu da görüyoruz. (Burada bir parantez de hücumdaki, her ne kadar bu akşam eskiye döner gibi olsak da, geçmişe oranla artmış hareketliliğimiz için açmak lazım.)
İkincisi, Kerem ve Ömer'in inanılmaz ikili oyunları; ve hatta bunun ötesinde, Kerem'in inanılmaz performansı. Uzun zamandır, turnuva düzeyinde, Milli Takım'da bu kadar inisiyatif alan, bu kadar başarılı oyun kuran, bu kadar dengeli oynayan bir oyun kurucu görmemiştik. Ender'in zirveye ulaştıktan sonra biraz duraklaması ve de sırtındaki hafif sakatlığı nedeniyle katkısının "azaldığı" zamanlarda, Kerem'in kalite farkı belli oluyor. Şu ana kadar 7 asistle oynadı, dile kolay.
Üçüncüsü, bench katkısı. Bugün Semih beni en sonunda utandırdı. İstikrarlı bir şekilde, azar azar da olsa arttırdığı performansına zirve yaptırdı bugün. Bunun yanısıra, kenarda bir Sinan, bir Oğuz, bir Ender her zaman hazır bekliyorlar. Bunun güveni ilk 5 oyuncularına da yansıyor tabii ki.
Ve dördüncüsü, Hidayet ve Ersan'ın rolünün iyi belirlenmiş olması, ve de inisiyatif alması gereken zamanları iyi belirlemeleri. Bugün Hidayet hücumda çok etkisizken Ersan sazı eline aldı. Hidayet, eski Hidayet değil; fazlasıyla olgun. Eskiden "hücumda bir tek benim elime bakmak zorunda galiba takım" diyen Hidayet, bugün "atamıyorsam attırırım arkadaşım" düsturuyla oynamakta. Ersan'ın 2 sene önceki Ersan'la uzaktan yakından alakası yok. Ne yaptığını biliyor.
Takım olarak moral bu kadar yüksekken, bu olumsuzluklara karşın (Hidayet'in şut yüzdesi: 1/14) maçı önde götürebiliyor ve genç Sırbistan'ı kilitleyebiliyorsak bu işi becermişizdir biz. Bu akşam kazansak da kaybetsek de, bu takım madalyayı alır.
N'olur, ama n'olur şu savunma direncimizi kaybetmeyelim. Hüviyetimizi bulmuş olalım bu sefer, yıllardır dinlediğimiz "2010 yılının takımı" bir ekol olarak doğsun.
Yazının özeti: Maçın bitimine 46.1 saniye kala pota altında Krstic'e yaptığımız üçlü sıkıştırma ve ardından gelen top kaybı.
Maç sonu eklemesi: Uzatmada "0" sayı attılar. Sıfır. Budur.

10 Eylül 2009 Perşembe

Türkiye - Polonya: Uh Ah Dev Ömer!

Şu maçtan önce Eurobasket liderlik istatistiklerine baktığımızda, her kategoride ilk beşte Polonyalı oyuncuları görmek mümkündü. Maç başına sayıda Lampe ve Gortat, gene ribauntlarda Lampe ve Gortat, asistlerde Logan ve Szubarga, top çalmada Logan. 16 takımın olduğu bir turnuvada, 4 temel kategoride ilk 5'e adam sokmak zor iş. Peki bunun sırrı neydi? Polonya çok iyi bir takım mı? Hayır. Ama ilk beş oyuncuları iyi. Fakat bench'ten yeterince katkı gelmiyor, ilk 5 oyuncuları çok fazla süre alıyor. Bu bir turnuva takımı kimliği mi? Hayır. İlk 5 oyuncularını bozarsan ne olur? Bu akşam olan olur. [Bu çakma Sokrates havam için özür dilerim.]
Bu akşama dair söylenecek temel tek şey var: Teknik kadronun Polonya'yı çok iyi etüt ettiği. Şu zamana kadar beklenilen katkıyı yapamamış Ömer Aşık, savunma zaafı olan Gortat karşısında uçtu gitti. Oyunun başlarında Kerem Tunçeri ve Ömer Aşık'ın ikili oyunlarıyla mükemmel hücumlar gerçekleştirdik, Kerem Logan'a sırtını verip içeriye girdi ve pivot hareketiyle sayıyı bıraktı bir ara, o derece yani. Ömer Önan'ın geri dönüşü ile de savunmada çok atletik ve diri bir yapıya kavuştuk; bunun üzerine asist kralı Polonya takımı asist yapamadı, Logan şut bulamadı. Ömer Aşık'ın faulden uzak durma niyeti -ki çok yerindeydi- ile sadece Gortat'la sayı denedi Polonya, ve çok acele şutlara zorladık onları. Ribauntlarda da bariz bir üstünlük vardı ki, bunu şöyle özetleyelim: Son iki maçta 22 hücum ribaundu almış Polonya bu maç sadece 6 hücum ribaundu aldı. (Burada 3 hücum ribaundu alan Ersan'a özel teşekkürleri iletmek lazım.)
Oyunun devamındaki hamleler de yerindeydi. Mesela Gortat - Oğuz eşleşmesinde Oğuz ağır kalmaya başlayınca, Ömer ve Sinan'dan ekstra efor sarf etmesini bekledik, ve bu ekstra katkıyı aldık da. Ender gene tam zamanında girdi, mükemmel oynadı, nazar değmesin hakikaten bu çocuğa. Bekir ve Engin gibi iki önemli ekstra adamını kullanmaya gerek duymadık bile. Bir ara Polonya farkı indirmeye niyetlendiyse de, gene Ömer Aşık'ı devreye soktuk, ve sonrasında da koptu gitti zaten.
Bu akşam sahada, oyunu tam anlamıyla kontrol eden (İlk devre sonundaki ve 3. periyottaki geçici Polonya gazı hariç) bir takım vardı. Bendini çiğneyip aşan bir Ömer Aşık (22 sayı 8 ribaunt) ile, iç bölgede ne yaparız sorusunun cevabını aldık. İlk iki maçta Oğuz'un sırtına yaslanmıştık, bu akşam ona gerek kalmadı. Semih 20 dakikada sadece 2 faul yaptı. [ironi evet] Bunlar hep umut verici göstergeler.
Neticede 3'te 3 ile (bu 2'de 2'ye düşecek zira grup sonuncusu ile yapılan maç dikkate alınmıyor.) üst gruba geçtik, ve oradaki 5 rakibimizin de 1'er galibiyeti var. Burada alacağımız 1 galibiyet bile çeyrek finali garantilememiz anlamına gelmekte. İşin daha da güzeli, tıpkı bir önceki Dünya Şampiyonası'nda olduğu gibi "takım" olarak ilerliyoruz, futbol takımımız gibi bireylerin sırtında değil.
Bu 3 günlük dinlenme sürecinden sonra önce rakibimiz İspanya olacak. Her ne kadar Reyes ve Gasol'e karşı ne yaparız sorusu kafalarda olsa da; çok formda olan kısalarımızın Rubio, Fernandez ve Navarro'yu kilitleme şansı bir hayli fazla. En azından bu moral motivasyonla, umutlu olmamak için hiçbir sebep yok.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Türkiye - Bulgaristan: N'oldu, Maç Mı?

Bu maçın özetini en güzel bir şekilde, NTV yorumcusu İhsan Bayülken yaptı maç ortasında:
"Murat'çığım, kollarını indirmiş bir boksöre de yumruk atmak zordur, yani gardını almamışsa.."
Yok, ben bu tek cümleyle olayı özetleyip bitirme işini hiç becerememişimdir zaten, biraz zırvalayayım o zaman.
Ahmet Çakaresk bir yorumla yapalım esas girizgâhı: "Bu Bulgaristan takım değil." Hakikaten ama. Hani keşke teknolojik imkanlarımız yetse de, sizlere Bulgaristan'ın savunma setindeki adam paylaşım hatalarını teker teker kırmızı yuvarlaklar ve çizgilerle göstersem. Eğer maçın tekrarını izleyecekseniz, 2. çeyreğin bitimine 7.12 kala gerçekleştirdiğimiz hücuma dikkat edin; Bulgaristan savunmasının özeti odur. Alan desen alan değil, adam adama desen o da değil; hani okul çıkışı yapılan maçlarda böyle bir adam paylaşımı olmaz. [Bu arada "shelbyl çok acımasız eleştirdin adamları" diyecek olan varsa, onları Murathanoğlu - Bayülken ikilisine havale ediyorum, adamlar maç boyu Bulgaristan'ı ezdi geçti.]
Rakip bu kadar kırmızı hapı yutmuş Neo kıvamında sahada dolanırken bizim oyunu ciddi eleştirmek, "uyarı sinyalleri" falan gibi çıkarımlarda bulunmak da yersiz olur. Aslında yiğidi öldürüp hakkını verelim, Bulgaristan'ın tek başarıya ulaşma yolu olan "Hızlı tempo, fast break, geri koşamayan rakibi yorma" metodunu, Yugoslav ekolü faullerle, aşırı dirençli savunmayla yıkıp tersine çevirdik. Yani Bulgaristan o kadar da kötü bir takım değil, sonuçta İtalya'nın olmadığı bir turnuvaya katılıyor adamlar, başlarında Maccabi'nin efsane koçu Pini Gershon var. Biraz abarttım ben, evet.
Fakat gene de oyuncu bazında diyeceklerimiz var tabii. Aslında diyeceklerimizi dün dedik, bugün dünkü yazdıklarımızı özetleyelim sadece. Ender'e hakikaten bir şeyler olmuş ben görmeyeli, aman nazar değmesin. Oğuz hala daha tek komple "uzun"umuz (Ersan'ın 3-4 numara değişmeli oynadığını varsayarsak), fakat Ömer Aşık kendini buluyor galiba. Hidayet'i Ersan'ı falan hiç zorlamadık bile, iyi dinlendiler yani. Barış Hersek tam bir 12. adam, tam bir "Ya tutarsa", kadroya sonradan girdiği belli. Hala daha bu turnuvada ciddi bir takımı yenemezsek suçlusu "uzun" seçimlerinden dolayı Tanjevic olacaktır tezimde iddialıyım ben, keza Semih ve Barış'tan hiç umutlu değilim.
Semih demişken ayrı bir paragrafa geçmek lazım: Arkadaş, Bulgaristan'ın uzunlarına karşı bu kadar acemi fauller yapıp, daha 3. çeyreğin ortasında 5 faulle dışarıda kalırsan bu iş olmaz. Etkisiz oynamak başka, negatif oynamak başka bir hikayedir. Şu maçta da moral depolayamayacaksan, etkili savunma yapamayacaksan; ikinci turda Brezec'i, Gasol'u, Krstic'i nasıl tutacaksın sen?
En nihayetinde 2. tura geçmeyi garantiledik, İyi bir antrenman maçı yaptık, ter attık, daha da güven tazeledik; iyi oldu. Fakat dünkü maçtan sonra değindiğimiz "uzun" problemi hala daha kafadaki tilki olmaya devam ediyor.

8 Eylül 2009 Salı

Türkiye - Litvanya: Hayda Bre..

Türk Basketbol Milli Takımı'nı analiz etmek istiyorsanız iki adet doneye ihtiyacınız var:
1. Favori gösteriliyorsak mutlaka tepe taklak gideriz, ama bize çok şansa verilmiyorsa herkesi şaşırtırız.
Tezi destekleyici yarı-gerekli istatistiki bilgi: Eurobasket 1999'da İtalya ve Hırvatistan'ın üzerinde gruptan lider çıkıp Fransa'ya 3 sayıyla kaybeden ama 2001'de "Uh ah dev adam!" gazıyla finale kadar yürüyen takım; Avrupa 2.si forsuyla gittiği 2002 Dünya Şampiyonası'nda gruplarda Porto Riko ve Brezilya'ya yenilip şaşırtmıştı. Eurobasket 2003'te Yugoslavya'ya 4 sayıyla kaybedip elenen ama itibar tazeleyen takım, 2005'te rezil bir oyun sergilemişti. 2006 Dünya Şampiyonası'na "wild card" kontenjanından genç bir kadroyla gidip destan yazan A Milliler, büyük beklentilerle katıldıkları Eurobasket 2007'de 2005'ten de rezil bir oyun sergilemişti. (Litvanya'dan 17, Almanya'dan 30 sayı fark yemiştik.)
2. Nasıl başlarsak öyle gideriz, istikrar sahibiyizdir.

Şimdi bu bilgiler ışığında iki sonuca varabilirdik: Litvanya maçını alırsak turnuvayı domine etme şansımız çok yüksek, ve de favori görülmediğimiz için bu maçı alırız. İşte bu yüzden sevgili Komünal takipçileri, umutlu olabiliriz, çünkü maçı aldık. Bu turnuvada bendimizi çiğner aşarız arkadaş! (Aslında o kadar da gaza gelmemek lazım..)
Maça geçmeden önce bir şey diyeyim, bundan sonraki analizlerimi okurken de aklınızda bulunsun bu: Ben Tanjevic'i sevmem. Tanjevic'i seveni de sevmem. Tanjevic'in babasını tanısaydım onu da sevmezdim. Geçen turnuvadaki rezil oyunu, plansızlığı hiçbir şekilde açıklayamayız. Bu plansızlığı gündeme getirdiği için kendisiyle arası bozulan Kaya Peker'i, biraz da "kendi yetiştirdiği" uzunları desteklemek için (Takımdaki 4 "uzun"dan 3'ü, Tanjevic'in aynı zamanda çalıştırdığı Fenerbahçe Ülker takımında oynamakta), bu uzun sıkıntısında kadroya almayan bir adamdır Tanjevic, ki aynı anlamsız inadı Hakan'ı yüceltmek için Kerem'i kadrodan keserek de göstermişti geçmişte. (Ki Kerem grup elemelerinde zıpkın gibi kadroya dönmüş, 2007 için kafayı duvarlara vurdurmuştur..) Ayrıca rotasyon diye baş döndürmekten çekinmeyen bir koçtur bu Tanjevic.
Benim turnuvadan önceki en büyük derdim de Tanjevic sebepliydi. Mehmet Okur yok, Kaya Peker dışarıda, Kerem Gönlüm yasaklı madde tüketmiş, Hüseyin Beşok zaten ne zaman kadroya girebildi Tanjevic zamanında, sevmesem de Mirsad gibi bir tecrübe de kişisel sebeplerden dışarıda, Valencia'lı Ermal Kuqo yok falan. Kaldı bize istikrarsız Semih ve tecrübesiz Ömer'li bir uzun rotasyonu. Kısalarımız ne kadar iyi olsa da, uzunlarımız ne savunmada, ne de hücumda dominant bir karakter gösteremeyecekti böyle bir kadroyla.
Alışıldığı üzere turnuvayı Litvanya maçı ile açarken (Eurobasket 2005 ve 2007, Dünya Şampiyonası 2006. "Kuralarda hile var, ayarlanmış bunlar, imkansız böyle bir şey olması diyenlere örnek olarak bu tesadüfi durumu tokat gibi çarpabilirsiniz.) aklımda bu endişe vardı, ama Ömer Onan'ın da yokluğunda çift oyun kurucuyla başladığımız maçta (ki bence başarılı bir hamleydi, tebrik etmek lazım teknik kadroyu), ilk bir kaç dakika çok başarılı bir hücüm planı çizdik. Sonrası ise bildiğin "futbolda 10 numara şart mıdır?" geyiğine döndü. Hidayet ile Ersan'ın bireysel çabalarıyla götürdüğümüz, kaotik bir anlayışla oynadığımız bir yarı izledik. Sebep? Uzunları etkin kullanamamamız. Ömer erken faul problemi yaşadı, Semih hiçbir şey yapmadı, Hidayet'in dinlendiği zamanlarda Ersan 3 numaraya geçince Oğuz yalnız kaldı. Savunmada da Ersan 4 numara olarak yetersiz kaldı vs. Yani çok da umutlu değildi durum.

Maçın en skorer ismi ve takımın "dinamo"su Hedo. (fotoğraf ntvmsnbc'nin sitesinden alınmıştır.)
Lakin ikinci yarıda ilk yarıdan çok farklı bir oyun ortaya koyduk, yani var olan direncimiz ve inadımızın üzerine daha dengeli, daha planlı bir hücum alternatifi ile çıkınca başarılı olduk. Şimdi burada öne çıkması gereken birkaç isim var. Öncelikle Ender Arslan. Ben kendimi bildim bileli saçma şut tercihleri yapan, gereksiz paslar deneyen, hücumu hızlı oluşturma tercihini sık sık başarısızlıkla gerçekleştiren bir Ender yerine, sadece doğruları yapan bir Ender vardı sahada. Ki özellikle tutturduğumuz inanılmaz serbest atış yüzdesinde onun da yadsınamaz bir katkısı vardı. İkinci isim Oğuz Savaş. İçeride savunma sertliği ve de hücum aktifliği sağlamak adına, adeta tek başına elinden geleni yaptı. Son isim ise Bekir Yarangüme. Kendisinden hiç beklemediğim bir bench katkısı yaptı gerek hücum, gerek savunma anlamında; özellikle Ömer Onan'ın yokluğunda iyi bir alternatif oldu.
Ha, diğer isimlerden bahsetmiyorsam; onlar kötü oynadığından değil, zaten bekleneni verdiklerinden. Hidayet, Ersan (özellikle 1. çeyrekte), Kerem, sakatlıktan çıkma Engin, Sinan (çok kritik iki üçlük geldi ondan) vs. kendilerinden bekleneni yaptılar zaten. Semih, ve Ömer Aşık'ın ilk yarı performansını bu gruptan ayrı tutuyorum ama. Ömer silikliğini maçın sonunda üzerinden atsa da, Semih Erden çok kötü oynadı, olumlu katkısı yok denecek kadar azdı. (Not: Ben Semih'i de sevmem, özellikle de yukarıda saydığım isimlerin alınmadığı bir kadroda var olması beni üzer.)
Sonuçta, çok iyi bir mücadele gördük, kimlik gördük, inanç gördük sahada. Hafızası taze olanlar bir 2006 ruhu görmüş olabilirler orada mesela. Ki en başta belirttiğimiz doneler ışığında bakarsak, bu turnuva bizim turnuvamız olabilir. Ama bunun şartı, kısaların bu performansını sürdürmesinin yanısıra, uzunların da silkinip kendilerine gelmesi. İşte bu noktada akla düşen kurt, oralarda gezinmeye devam etmekte.
İlk güne dair bir iki not daha: Fransa - Almanya maçının hakemlerinden birisi Türkiye'den Engin Kennerman'dı; ve de genç Sırbistan'ın şımarık İspanya'yı mağlup etmesi içimin yağlarını eritti. Ayrıca yeni fark ettim ki, İtalya yok turnuvada??
Son söz: O 2007'de de izlediğimiz ve de içimizde patlayan "Hayda Bre.." temalı reklamları hala daha ne yüzle yayınlıyorsun bre Turkcell??

17 Haziran 2009 Çarşamba

Futboldan sonra sıra basketbola geldi

Efes Pilsen ile Fenerbahçe Ülker arasındaki final serisinin son iki maçını uzun zamandır tatmadığım ama gayet tanıdık bir hissiyatla bitirdim. Her iki takımın oyuncuları da serideki tüm maçları canlarını dişlerine takarak oynadılar. Sonuçta seyir zevki olarak çok üst kalite bir seri izlettiler bizlere. Tabi sahada basketbol oynandığı anlardan bahsediyorum. Bir de saha içinde ve tribünlerde şahsen midemi bulandıran meydan savaşlarının yaşandığı anlar vardı ki yazımın asıl konusu da bu. Yine de henüz haberi olmayanlar için söyleyelim. Efes son iki maçın ikisini de kazanarak kupayı aldı. Son iki galibiyetinin her ikisinde de maç sonrası sahaya yağan yabancı maddeler -ki bunlara insan suretindeki hayvanlar da dahil, barbarca sökülen sandalyeler ve savrulan küfürler oynanan güzel basketi gölgede bıraktı. Merak edenler okumaya devam etmeden önce NTVMSNBC'nin son maçla ilgili haberindeki video görüntülerini izleyebilir. Hiç öyle eyyamcı ve politik yorumlara, takım pohpohlamalara girmeyeceğim. Spikerlerin ve yorumcuların tercih ettiği "Fenerbahçe gibi güzide bir takımın taraftarlarına hiç yakışmadı" gibi dolambaçlı yollara da sapmayacağım. Yapılması gereken genel tahlil kanımca şudur:
  1. Basketbol maçlarında salonları dolduran ve üç büyükleri destekleyen seyircinin büyük bir kısmı ne basketten anlamaktadır ne de baskete gönül vermiştir. Bir çoğu artık kanıksadığımız fanatik futbol seyircisidir. Bir çoğunun arzusu tansiyonun yükselmesini fırsat bilip taşkınlık yapmak, adam dövmek ve ortalığı savaş alanına çevirip deşarj olmak. Belki de sistemdeki yerinden veya daha özel sebeplerden kaynaklanan öfke ve nefretini kusarak rahatlamak. Hakem kararlarını bahane ederek şiddeti kısmen de olsa mazur göstermek en hafifinden eyyamcılıktır.
  2. Bu kitlenin içinde muhakkak kışkırtıcı insanlar, başı çekenler mevcuttur. Bu elebaşları maalesef zaman zaman takımların yöneticileri tarafından kollanmakta, cesaretlendirilmekte veya en azından eylemlerine üstü kapalı olarak göz yumulmaktadır.
  3. Tabii en son Efes-Fenerbahçe maçında şahit olduğumuz bu toplu histeri sadece elebaşları ile açıklanamaz. Kışkırtma ne boyutta olursa olsun bu tarz şiddet eylemlerine katılıp katılmamak son kertede bireyin seçimidir. Yani maça gelen bireylerin önemli bir kısmında bu tarz hastalıklı eğilimler mevcut.
  4. En son Fenerbahçe'nin asbaşkanı Ali Koç örneğinde gördüğümüz gibi takım yöneticileri sık sık taşkınlık yapan taraftarlarını her şeye rağmen saygı gösterilmeyi hakeden, empati kurulabilecek ve telkinle sakinleştirilebilecek bireyler olarak algılamakta, sözde sağduyulu davranarak onlara laf anlatmaya çalışmakta ama netice değişmemektedir. Demek ki bu taraftarları daha fazla alttan almamak gerekir. Bu insanları muhatap almak anlaşılan o ki kendilerini bir şey zannetmelerine ve isyanlarında haklılık payı olduğunu düşünmelerine katkıda bulunmaktadır. Maçtan sonra Mirsad Türkcan'ın yaptığı gibi "Bence Fenerbahçe taraftarı dünyanın en iyi taraftarı" gibi gülünesi, popülist açıklamalar ile bir yere varmak imkansız. Gerçeklerle yüzleşmenin zamanı geldi de geçiyor.
  5. Bir önceki maçın bitmesine 13 saniye kala Ömer Onan kendisine çalınan bir faule isyan etti. Fenerbahçeli oyuncuların sinirlerine hakim olamayıp itirazlara devam etmeleri sonrası verilen iki teknik faul ile Fenerbahçe kazanma şansı olan bir maçı Efes'e ikram etti. Daha kötüsü ise bu isyan ve itirazların zaten patlamaya yer arayan seyirciyi iyice ayaklandırmasıydı. Açıkçası göz göre göre seyircinin eline koz veren ve onları taşkınlıkları için yüreklendiren basketbolculara akıl sır erdiremiyorum. Futbol sahalarında sık sık rastladığımız bir şeyin ortalamada daha eğitimli sporcular tarafından da yapılması çok düşündürücü. Neticede anonslara rağmen sahaya yağmaya devam eden pet şişeler yüzünden hakem maçı durdurdu ve canını soyunma odasına zor attı. Dakikalar sonra hakem biraz da zorla "ikna edilerek" maçı kaldığı yerden devam ettirdi. Sonuç: Fenerbahçe'den bir oyuncu hakem masasını yumrukladığı ve hakeme ana avrat düz gittiği için altı maç ceza alırken Fenerbahçe Kulübü'ne 12,500 TL para cezası verildi. Bu cezaların yeterli olmadığı tecrübeyle sabittir. Serinin son maçı sonrası çıkan olaylardan sonra Fenerbahçe'ye ligden ihraç veya ona yakın ağırlıkta bir ceza gelmesi gerekir ama bu konuda çok da umudum yok.
Benim vardığım sonuç şu: Türkiye'de futboldan sonra şimdi de basketbol fanatizmi ve şiddeti sıradanlaşmaya başlamıştır. Bu sorun sadece polis, kolluk güçleri veya özel güvenlik şirketleri ile çözümlenemez. Kulüplerin kendi taraftarlarını şiftiklemek yerine denetlemesi ve kontrol altında tutması için gerekli tüm önlemler alınmalıdır. Bu önlemler pek tabii basiretli ve namuslu federasyonlar ister. Takım ayrımı gözetmeksizin para cezaları artırılmalı, kulüplere maç cezasından tutun da kapatmaya kadar çok daha radikal cezalar verilmelidir. Bu cezalar "Şuna göz yumarsan veya bunu yaparsan sonuçları bunlar bunlar olur" şeklinde olabildiğince yoruma kapalı hale getirilmeli. Ancak bu şekilde tribünler gerçek sahiplerine, yani futbol ve basketbolu sahada oynanan oyun için seven, şiddet karşıtı, centilmen taraftarlara kalabilir. Taraftarlarından onca para kazanan bu takımlardan bu iç denetimi sağlayarak şiddeti önlemelerini istemek bilinçli taraftarın öncelikli görevi olmalı. Son olarak işin bir de sosyolojik boyutu var elbet. Sürü psikolojisi ve toplumsal şiddet üzerine Türkiye özelinde daha fazla kafa yormak lazım. Bu ülkede sosyal patlama olmaz diye ahkam kesenlerin tribünlere daha dikkatli bakması rica olunur.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Helal!