2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Haziran 2011 Çarşamba

So far no matter how close: Ermenistan (4/4)


Dağınık Notlar
(Buradan sonrasını çok derli toplu yazamadım, biraz daha ufak tefek notlar şeklinde sunuyorum. Gecikmeden dolayı özür dilerim.)

- Şehrin The Northern Avenue adında bir mekânı var, 1-2 arkadaş Champs-Elysees diye takılıyordu. Kimsecikler yoktu ortada, çok popüler bir yer gibi görünmüyordu ama sanırım şekil şemal ve içerik olarak benzetilmeye çalışılmış. En lüks ve Avrupa kökenli mağazalar burada bulunuyordu.



- Türkiye’deki “Ermeni vilayetleri”nin isimlerinin Erivan’da ilçelere/mahallelere verilmesi gibi bir uygulama da söz konusu bu esnada. Şu haritada görebileceğiniz gibi, Malatya, Maraş, Arapgir gibi isimler verilmiş. Bu isimlerin arttığını söylüyordu bize müzeye giderken eşlik eden Areg.

- “Olm Türk olduğunuzu belli etmeyin ha!” diyen arkadaşların tavsiyesini özellikle göz önünde bulundurmaya çalışmadık, ama Yılmaz’ın deri ceketi sağ olsun, zaten çok çaktırmıyorduk. Yani yüzdeki ortalama kıl tüy ve metal parçası miktarı itibariyle ve elimizde fotoğraf makinesi olduğunda çok belli etsek de, yine de insanlar bizimle Ermenice konuşup, bizim şaşkın bakışımızla karşılaştıklarında dili bilmediğimizi değil, sadece anlamadığımızı/duymadığımızı düşünerek aynen tekrarlıyorlardı. Sonra biz İngilizce yanıt verince bir gülümseme. Pazarda da 2 kişi Türkçe konuştu. Biri İstanbul’a gidip geliyormuş, ticaret yapıyormuş, Türkçe biliyor. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordu, teşekkür ettik. Öbürü de benim magnet aldığım, şiş kebaplı magnetlerini ilginç bulmadığım –haliyle- bir amca idi. Türkçe konuştuğumuzu duyunca “Türkiye’den mi geliyorsunuz? Kebap sevmiyor musun?” diye sordu. Dedim seviyorum da, yeter artık kebap kebap.

- Havaalanı çıkışı çok enteresan geldi. Normalde yüzlerce kez kontrolden geçip, soyunup dökünüp, işkence çekip girilmesine alışkın olduğumuz için, Erivan uygulaması garip geldi. Bazen bavuldaki yiyecek/içeceğe bile takılındığı ve bavullar da kaçakçı bavulu gibi olduğu için (alkollü içkilerin ucuz olduğunu söylemiş miydim? Peki ya orada 3 €'ya aldığım votkayı önceki gün Migros'ta 80 TL'ye görmem?) biraz kaygılandım şahsen. Ama havaalanına gidince kaygımın yersiz olduğunu gördüm. Zira girdik havaalanına, dümdüz yürüyüp kontuara çantayı koyup pasaportları verdik, çantalar yürüdü gitti. Bütün bu kısım yaklaşık 3 dakika falan aldı sanırım. Güvenlikmiş, kontrolmüş, olmadı öyle şeyler, çok da güzel iyi oldu. Bu esnada çıkışta yine yeşil pasaportlu arkadaş ufak bir sıkıntı yaşadı; vizeyi bakanlıktan aldığı için üzerinde mühür yoktu, ona takılmışlar, ama kolay çözüldü bu sefer.

- Ben pek sevdim Ermenice’yi. Normalde hani bilinmeyen diller kulağa çok böyle acele acele konuşuluyormuş gibi, hepten karmaşıkmış gibi gelir ya, Ermenice sanki aksine, böyle tane tane konuşuyorlar. Ermenice konuşan birinin konuşmasını çok rahatlıkla metin haline getirebilirmişim gibi hissettim. Ama o alfabesi yok mu... Arapmış, kirilmiş, halt etmiş. Konuşması ne kadar sade/sakin geldiyse, alfabesi de bir o kadar karışık...

- Ermenistan kökenli bir a cappella üçlüsü olan Zulal’in albümünü almak istedim, aradım mamafih bulamadım. Sorduğum 3 müzik dükkanı ve birkaç Ermeni genç bilmiyordu, çok şaşırdım. Dinlettiklerim “bilmiyordum ama çok süpermiş ki bu!” dediler. Ben Türkiye’den böyle çok beğenebileceğim ve bir başkasından duyup da bilmeyeceğim bir grup düşünemiyorum, değişik geldi. Bu esnada orijinal albüm bulmak da çok kolay değil. Normal müzik marketleri bizim Maltepe Pazarı korsancıları gibi, dükkanlardaki hemen bütün albümler/filmler korsan.

Sonuç olarak
Sonuç olarak, benim için oldukça yorucu –özellikle de toplam 36 saat süren gidiş ve dönüş yolu itibariyle- olsa da, çok keyifli bir deneyim oldu Ermenistan. İçimdeki MEB müfredatından çıkmış faşistin biraz daha ufalmasına da vesile oldu mesela. 

26 Haziran 2011 Pazar

Sivas'ın Yollarından Otobüs Maceraları

İşbu yazı her ne kadar bloga yazdığım en kişisel yazılardan biri gibi görünse de amacı çok büyük ölçüde bisikletsever insanların otobüs firmalarıyla imtihanına ilişkin deneyimin paylaşılıp fikir vermesidir. TLDR insanlarına önnot: Yazının anafikri sonundadır.

Yaklaşık 3.5 aydır haftada ortalama 2 kere Sivas-Ankara yolculuğu yapıyorum. 3 tane şirket var zaten o hatta çalışan (Sivas Tur, Metro, Sivas Öz Huzur), her türlü kombinasyonu denedim. Cam kenarında geldim, koridorda geldim, en önde, en arkada, son dakikada, bisikletli, bisikletsiz, kazalı, kazasız... Ve bu vesileyle otobüs şirketlerinin işleyişine ilişkin biraz daha iyi fikir sahibi oldum.

9 Haziran'da Ankara'ya gelirken mesela, Huzur Turizm'in usta şoförü 2 şeritli yolda soldaki itfaiyet ile sağdaki tır arasına girip, sol aynasını birine sağ aynasını diğerine vurarak kırmayı başardı! Gerçi beceriksizliğinden mi kaza yaptı adam bu şekilde, yoksa ustalığından mı sıyrılıp sadece bununla atlattık bilmiyorum ama sonuçta benim şehirlerarası bir otobüste yaşadığım ilk kazaydı, dolayısıyla kendisinin beceriksizliğine vermek istiyorum.

Kaza olunca da bu esnada çok acayip bir şey fark ettim: Arıza, kaza ve iş makineleri - hepsi "erkek işi"! Kazayı yaptık, otobüs kenara çekti, otobüste ne kadar erkek var, hepsi aşağıda, yarısının elinde sigara, hepsi aynalara bakıyor! Zaten erkekliğimi sorguladım o an bir kez daha, dedim "lan bende bi' gariplik var herhal?" ve 15 dakika sonra ben de indim sonunda. İnerken bir baktım, dolu olan otobüsten aşağı inmiş 1 genç kadın var sadece, onun dışında otobüsün içindeki 8-10 kişiden 7-8'i kadın. Kadınlar aşağı inse işe yaramayacaklarını düşündüklerinden mi inmiyor? Ya da erkekler hemen koşup el atmak için mi? Tahminim, geçmişte yaşanan bireysel araçla yapılan kazalarda kadının zaten anlamayacağı için araba içinde oturtulup o yönde koşullanmış olması.

Neyse, konumuza dönelim. Ben işte keriz gibi kazanın ardından şirketin bizi mağdur etmeyeceği hayali falan yaşıyorum. Bu esnada bindiğim otobüs de 16:00 otobüsü. 6.5-7 saat süren Sivas-Ankara yolunu düşünürsek, 22:30-23:00 civarı Ankara'ya varması lazım normalde ve bu da toplu taşıma araçları için yeterli. Ki, benim şehrin 30 km dışında oturduğumu düşünürsek, bunun ne kadar elzem olduğu görülür. Amma lakin ki öyle olmadı, otobüs 23:45 civarı Ankara'ya vardı. Yozgat'ta şirketi arayıp kazadan ve Ankara'ya gecikmemiz durumunda ne yapılacağından bahsetmiştim, "Ankara'daki arkadaşları bilgilendirdik, haberleri var, yardımcı olacaklar." demek suretiyle yüreğime su serptiler. Yozgat'ta bir ayna yenilendikten ve bir ayna da bantla tutturulduktan sonra Ankara'ya doğru yola çıkıp, söylediğim saatte vardık. İnmeme 10 dakika kala muavine "Eve nasıl gideceğiz biz şimdi? Nasıl yardımcı olacak şirket bu durumda?" diye bir soru sorma gafletinde bulundum, diyalog şöyle gelişti:

- Valla bizim yapabileceğimiz bir şey yok?
+ E ama araç kaza yaptı ve gecikti, bu benim suçum mu?
- Bizim suçumuz mu?
+ Ha tabi, siz kaza yapın, ceremesini biz çekelim? Sivas'tan buraya 25 TL'ye geldim, buradan evime 50 TL'ye mi gideyim taksiyle?
- Beyefendi bakın ne güzel söylediniz, sizi Sivas'tan buraya 25 TL'ye getirmişiz, burada 50 TL taksinizi nasıl karşılayalım? Hem siz otobüsü kaçırmışsınız altı üstü, bizim otobüsümüz hasar gördü, bir sürü masrafa girdik...
+ Bravo! Ben mi yaptım kazayı? Yapmasaydınız? Bana deyin ki şöyle yapın, böyle gidin, yapayım.
- Semt servislerine binin?
+ Elvankent'e yok.
- Batıkent?
+ Ne yapacağım Batıkent'te?
- Yakın değil mi?
+ Kaldı 15 km...
- Valla kaptana sorayım ama bizim yapabileceğimiz bir şey yok.
+ Sorun, sevinirim.
- (Sorup geldikten sonra) Hayır, dediğim gibi yokmuş yapabileceğimiz bir şey.
+ Peki.

İşte böyle bir diyaloğun ardından indim otobüsten gecenin bir körü. İşin garibi benimle birlikte 5-6 kişi daha indi ve kimse durumundan şikayetçi değildi. Böyle durumlarda zaman zaman insanın Yozdil olup ampır ampır konuşası geliyor ya, neyse. 

Hışımla gittim terminale, Huzur'un yazıhanesine. Onlarla da benzer bir diyaloğu yaşadım. "Semt servisine binin" dediler. Dedim yok o tarafa. "E o zaman biz n'apalım?" dediler özetle. Otobüstekinden daha da umursamaz. "Hani haberiniz vardı? Hani yardımcı olacaktınız?" dedim, "e işte semt servislerini söyledik, daha da taksiyle gönderecek değiliz ya!" diye fırçamı yedim, bela okuyup oradan da ayrıldım. Ardından birkaç saat önce aradığım telefonu tekrar arayıp, aynı şeyleri oraya da sorup, aynı cevapları oradan da alıp sinirimden kudurdum. Danışmaya gittim, adamcağız iyi niyetli bir şekilde bana haksız olduğumu, kazaların olabileceğini, otobüsün de bir günahının olmadığını anlatmaya çalıştı Tayyip bıyığıyla sağ olsun. İkna olmayınca da zabıta var imiş, dedim gideyim bir de zabıtaya bari. 

Derdimi zabıtaya anlattım, bütün bezmişliğiyle öğrendiği çaresizliğini bana öğretti:

+ Bıdı bıdı, böyle böyle, otobüs şöyle, firma böyle, yazıhane hepten şöyle...
* Beyefendi, haklısınız ama otobüs şirketleri böyle işliyor maalesef. Yani otobüs şahsa ait sonuçta, yazıhane dediğiniz zaten bilet satıp komisyon alan adamlar. Satılan her biletin bir kısmını şirket alır, bir kısmını komisyoncu yazıhane alır, kalanı otobüs sahibine kalır. Kimse de kimseye bir şey yapmaz. Başınıza bir şey geldiğinde özellikle küçük şirketlerde ne şirket umursar sizi, ne yazıhane, ne otobüs. Şu anda yapabileceğiniz bir şey de ne yazık ki yok. En fazla Ulaştırma Bakanlığı'na şikayet edersiniz, Ankara'ya varış sürelerine ilişkin tarifeye göre gecikmeye bakılarak oradan belki bir şey çıkar ama onu da çok sanmıyorum.
+ Hiç mi yapabileceğim bir şey yok? Otobüs İzmir otobüsüydü, AŞTİ'ye girmesi gerekmiyor mu?
* Hah! Bakın onun için şikayetinizi alabiliriz.
+ Valla "İzmir otobüsü olduğumuz için bizi almıyorlar AŞTİ'ye" dediler bir de...
* Yok canım, 30 TL para ödememek için diyorlar. Siz gelip şikayet edince de biz 60 TL ceza kesiyoruz. Plakasını aldıysanız, biletinizi de verin...
+ Buyrun...

En fazla o oldu yani. Daha sonra Ulaştırma Bakanlığı çağrı merkezini aradım, onlar da en yakın karayolları bölge müdürlüğüne yazılı olarak şikayet edebileceğimi söylediler. Ölme eşşeğim ölme. Sivas için adresi aldım neyse, dermanım olursa bu hafta artık... Zaman aşımı yokmuş yalnız bu durumlarda, halen şikayet edebilirim yani. Aklınızda bulunsun...


--
Henüz sıkılmayanlar için 2. macera

Daha sonra Sivas'a geri döndüm (kahretsin!). Bisikletimi de götürdüm Sivas Tur'la. Üniversite yazıhanesindeki oğlan arayıp konuşmuştu, tamam, sorun yok demişti. Hakikaten de gittim AŞTİ'ye, şoförü yakaladım sordum hemen, aldılar koydular sağolsunlar gık demeden. Bisiklet benden rahat gitti hatta Sivas'a, öyle söyleyeyim. Sonra da Bisikletle Yüzyıllık Macera'ya gitmek üzere yine aynı yazıhaneden aynı yolu izleyerek aldım biletimi. Sivas terminaline bir gittim, aldılar bisikleti koydular otobüse ve koymalarıyla "sen buna bir bagaj parası da verirsin" demeleri bir oldu. "Aha" dedim, "şimdi s.çtık.". 60 TL zaten otobüs bileti, olay şöyle gelişti.

- Sen buna bir bagaj parası da verirsin artık.
+ Neden? Kimse öyle bir şey söylemedi?
- Valla bunu kime sorsan bagaj parası ister, parasız getirecek götürecek bir kişi de bulamazsın.
+ Nasıl ya? 3 gün önce yine Sivas Tur'la Ankara'dan getirdim, 5 kuruş da istemediler.
- İmkanı yok. Kim getirdi? Yalan söyleme.
+ Ne yalan söyleyeceğim be, sizden başka herkes parasız alıyor esas!
- Arkadaşım yok. Kimse taşımaz parasız.
+ Ne kadar istiyorsunuz peki (çabuk yumuşadım gaddemit)?
- Valla normalde 50'den aşağı götürmez kimse.
+ E bilet 60 TL be, el insaf!
- Valla işte sen de ona göre bir şey ver...
(mola)
Burada biraz mola aldım, durdum, sustum, kilitlendim. Bir yandan benim bisiklete gelen eşyaları yaslamaya başladılar. O sırada adam "artık ver bagaj parasını da bisikletin zarar görmesin bak" diye tehdit etti bir de terbiyesizce! Gittim, yazıhaneyi aradım, abi dur ben arayayım onları dedi, aradı, ses yok. Tekrar aradım, terminal yazıhanesinden biri gidecek şimdi dedi, geldi de hakikaten. Gelen adam da "e hakkı tabii, bir şeyler vermen lazım" dedi. Dedim "millet çuval çuval ıvır zıvır taşıyor tek kelime etmiyorsunuz, şu 2 bavuldan daha fazla yer kaplamıyor ki bu?". "O özel eşya, onun için herkes alır ondan bagaj parası" dedi.

Son kez şansımı denemek üzere terminal yazıhanesine ben gittim diğer adamlarla şansımı denemeye ve "agadaşım 5 yıldır mazot ne kadar zamlandı biliyor musun! Sen mi yakıyorsun mazotu, tabii vereceksin!" diye fırçamı yiyip oturdum. Cebimden 15 TL çıkardım, alın dedim, lanet olsun başka da param yok. Bu 5 liraya da inince bir şeylere bineyim Bursa'da. Mırın kırın etti, o 5 kağıdı da istedi, bela okuyarak al dedim al, daha da hiç param yok. 20 TL iteklediler ayak üstü özetle. Makbuz falan zaten yok, hop cebe! Bildiğin kara para. Tiksindim.

Ankara'da AŞTİ'ye uğramayınca dedim "bunları da yine zabıtaya şikayet edebileceğiz demek ki hepi topu" ama Bursa'da inince unuttum plakasını almayı. 

O günün akşamı tura katılmaya gelenleri karşılamak için terminalde beklerken bir de ne göreyim! Aynı otobüs ve aynı g.tler! Adamın yanına gittim bisikletle, şöyle bir diyalog geçti:

- Sen hala burada mısın yahu? (En Melih Gökçek gülümsemesiyle)
+ Bütün paramı aldınız, bir yere gidemedim ki! Kaldım burada!
- (Daha da sırıtmak)
+ Siz şimdi Sivas'a giderken para istiyor musunuz yine bisiklete?
- Sen para vermeden onu şuradan şuraya götürmem.
+ İyi o zaman, almayanını buldum ben yine, size kolay gelsin.

Bu diyaloğun ardından dönüp gittim. Diyaloğun öncesinde Metro Turizm'e gidip yine sözlü olarak (hala güveniyorum mecburen, ne yapalım) garantiyi almıştım bisiklet için. Sağolsunlar turun ardından zaten gık demeden aldılar, rahat rahat geldim. Metro Turizm'e yazmıştım tur öncesi, onlardan da "otobüs şoförüyle konuşmanız gerek." cevabı alınca dumur olmuştum, ama hagaden öyleymiş. 

Kıssadan hisse: Özellikle küçük firmalarda (Yakın zamanda Ulusoy'u satın aldığını duyduğum Metro Turizm de dahil *smayli*) olay tamamen otobüs sahibinde/şoföründe bitiyor. Mümkünse doğrudan adamlarla iletişime geçmeden bisikletle rahat gidebileceğinizi düşünmeyin. Hatta eğer durumunuz çok acil değilse, biletinizi almayın, önce pazarlığınızı yapın, parasız alıyorlarsa bir kenara sıkışın siz de. Ama Sivas gibi daha böyle arzın talebin altında olduğu oligopol bir yerlerse sabır ve kolaylık diliyorum.

Bir de ayrıca not: Ankara'dan 5 kişi bisikletleriyle birlikte Pamukkale'nin aynı otobüsüyle gelip, Kamil Koç'un aynı otobüsüyle döndüler, kimse kerkinmedi, memnunlardı.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Türkiye "Sol"u Neden Çöküşte?

Önce bu sorunun net cevabını vereyim: Türkiye solu, doğru düzgün sol olmadı, 1990'ların başından beri de hiç değil. Savunmaya çalıştığı değer ulusalcılık olunca, yani sağdan oy çalmaya çalışınca miadı doldu. Kentsoylu ulusalcılık ve yaşam tarzı edebiyatı ile kendine bir kitle kilitledi ve o noktada tükendi. (Şimdi diyeceksiniz ki "Niye malumu ilam ediyorsun?" Görüyorum ki, CHP de tabanı da bu malumun farkında değil, bir faydam olsun kendilerine.)

Hikayenin özeti bu, ayrıntıya geçelim.

12 Eylül darbesinden sonra Evren Paşa'nın ideal dünyası "bir sağdan bir soldan" olmuşken, 1983 genel seçimlerinde de bu çizgi benimsenmişti. Meclise, Paşamızın desteklediği MDP ve de karşısına diktiği HP girecekti ilk etapta (sonra Özal sistemin ağzından girip burnundan çıkarak ülkeyi muhtemel bir stagnasyonun eşiğinden kurtardı ama o ayrı hikaye) İnönü önderliğindeki SODEP veto edilmişti mesela. SODEP veto edilmişti edilmesine de, zaten gayet devletçi ve laik çizgide kurulmuş bir parti idi (Kurucuları arasında Oktay Ekşi vardı mesela)

Sonra Calp'in Halkçı Partisi ve SODEP birleşti, SHP oluştu. O sırada yasaklar kalktı, Ecevit de DSP'yi kurdu. Mehmet Ali Aybar, o sırada "SHP'nin de DSP'nin de solla ilgisi yok" diyordu 12 Eylül'ün tıktığı köşesinden. SODEP-HP birleşmesine karşı çıkan milletvekilleri DSP'ye gider, merkez sol "bölünme" kavramıyla tanışırken, anaakım medya ise "SHP iktidara yürüyor" iteklemesini yapmakla meşguldu.
İnönü'nün SHP'si, 1987 genel seçimlerinde %24 oy aldı, Ecevit'in DSP'si ise %8.5 oy alıp barajı aşamadı. İnönü "solu böldün de iyi mi ettin?" diye çıkıştı Ecevit'e, o da seçim başarısızlığından sonra da siyaseti bıraktığını açıkladı. Sonra 1989'da dayanamayıp geri döndü. İşte Türkiye "sol"unun kendi kendini tokatladığı dönem de bu sırada başladı.

SHP, 1989'da hazırladığı Kürt raporu ile, bugün için geride olmasına karşın zamanı için hiç de fena olmayan söylemler geliştirmişti, fakat parti içinde bunun tam olarak kabul edildiğinden bahsetmek güçtü. Kasım 1989'da, Kürt kimliği ile ilgili Avrupa'da düzenlenen bir konferansa katıldığı gerekçesiyle 7 kişi partiden ihraç edilmişti mesela, bunu protesto için farklı istifalar da gelmişti. İstifa edenler arasında bulunan Fehmi Işıklar, "parti militarizm ve sermaye ile barış yapmak sevdasında, işkence ve devlet teröröüne savaşım ortadan kalktı" diye eleştiriler getirecekti. Hatta öyle ki, Kemal Anadol, cezaevindeki kötü koşullara ve grevlere yeterince ilgi gösterilmediği eleştirilerinde bulunacaktı.

Buna karşın SHP, 1991 yılında HEP ile seçim ittifakı yapacak kadar cesaretli idi, fakat bu ittifakı hiçbir zaman tam anlamıyla savunamamıştı. Malum olaylar, SHP'nin Kürt sorunu hususundaki duruşunu iyiden iyiye salladı. Tabii bunda, siyasete geri dönen ve de seçim kampanyası boyunca SHP-HEP işbirliğine vuran "ulusalcı" Ecevit'in payının olmadığını söylemek de yanlış olmaz.
 

Bu noktada başka bir ilginç parantez açmak lazım: Baykal. Deniz Baykal, SHP Genel Sekreteri iken sürekli İnönü'yü aşağı almaya çalışmış, parti içi muhalefete geçmiş, en sonunda 1992 yeniden kurulmasına izin verilen CHP'nin başına geçerek iktidar hevesini tatmin etmişti. Lakin şunu da söylemek lazım: O yıllarda Kürtçe'nin özel yayın ve kurumlarda serbest bırakılması konusunda yasa teklifi veren, Güneydoğu'daki devlet teröründen dem vuran bir Baykal'dan bahsediyoruz.

Türkiye solunun bu sallantıları ve "birleşmeme" inadının en ciddi darbesi 1994 yılındaki yerel seçimlerde vuruldu. İstanbul ve Ankara'da üç başlı olarak seçime giren SHP, CHP ve DSP hiç ummadıkları bir mağlubiyet alınca, üçü arasından en güçlü olan SHP kendini Baykal'ın CHP'sine kattı.

1995 genel seçimleri öncesinde iki adet sol parti kalmıştı böylece. Birincisi, daha ulusal çizgiye kendisini konuşlamış Ecevit'in DSP'si, diğeri ise daha dinamik olan Baykal'ın Yeni Sol'u (kendisi İsmail Cem ile birlikte bu kitabı kaleme almıştır) ve CHP'si. Sonuç CHP için hüsran olmuştu, 1999'da tekrarlanmak üzere. (Tabii CHP'nin yenilgisini sadece ideolojik sebeplere bağlayamayız. CHP'nin imajı, DYP ile olan koalisyon ortaklığındaki milyon tane skandaldan dolayı da oldukça hasar görmüştü)

Sonrası ise malum. Ecevit'ten boşalan koltuğu Baykal'ın doldurma hevesi, ve CHP'nin geldiği noktayı herkes biliyor.

İşte Türkiye sosyaldemokrasisinin "ulusalcı" çizgiye kayışının temelleri bu şekilde atıldı. Sosyaldemokrasi, tabanını değiştirmek için uğraşmak yerine daha çabuk iktidara gelme ve sol içindeki rakibine üstünlük kurma kaygısıyla statükoya yanaştı, ve de her mağlubiyetten sonra daha da basiretsiz, daha da pısırık hale geldi. İçindeki "üniter" ve "planlamacı" devlet canavarını yiyemedi, o canavar onu yedi.

CHP'nin bugün nasiplendiği oy tabanını irdelemek için, 1995 Genel Seşim Sonuçlarına bakmak da bir fikir verebilir: Bugün İstanbul'da CHP'nin kalesi olarak görülen Kadıköy, Şişli, Adalar, Beşiktaş gibi ilçelerde 1995 yılında ANAP ve DYP'nin kesin bir hegemonyası var idi. Buralarda DSP ve CHP'nin oy toplamı, Türkiye düzeyindeki oy toplamı olan %30'un üzerine çıkamıyordu. Yine İzmir'de DYP ve ANAP'ın oy toplamı %41 iken, DSP ve CHP'nin oy toplamı %37 civarında idi.

2011 Genel seçim sonuçlarının Meren adlı blog'da yapılmış çok güzel analizinde görülen kesin sonuçlardan birisi de bugün CHP'ye sadece gelişmişlik endeksinde pozitif illerin oy verdiğidir.

Neticede, CHP'nin cidden sol olabilmesi öncelikle 1989'daki özgürlükçü söylemlerine geri dönmesi Kürt siyasetine yakınlaşması lazım. Bu "sol" olduğunun göstergesi olmayacak tabii, ama en büyük engeli aştığı anlamına gelecek. Daha sonra tabanına bugün "sol" diye kabul ettikleri değerlerin, tarihsel çizgide sol mol olmadığını, sadece yaşam tarzı ve milliyetçilik odaklı siyasetin, o siyasetin esas sahibi geldikçe gitgide daha da başarısız olacağını anlatması lazım. Tabanı bunu idrak etse de kurmay kadrosundaki eskinin İnönüleri, şimdinin Baykalları bunu idrak edemeyeceğinden ciddi bir "bagajdan kurtulma" hali de şart tabii.

Bugün Türkiye'de yapılacak en etkin muhalefet, ücretliden alınan vergilerle, işçilerin sosyal güvenliksiz çalışmasına vurgu ile, herkes için özgürlük sloganı ile başlayacaktır. BDP'nin "statü", CHP'nin de "eski kentsoylu"  ve "statüko" bariyerlerini aşıp, etkin bir muhalefet dili geliştirmesi şart. Zira Türkiye'de merkez sağı birleştirmiş bir partiye ancak muhalefet edilir, ve o blok çatırdamadan da söz sahibi olunması imkansız kere imkansızdır.

Monolitik bir sağ blok haline dönüşmüş AKP'nin üzerinde demokratikleşme baskısı hissetmesi için de bu dönüşümün gerçekleşmesi şart. Yoksa artık dünya tarihinde bir ilkin olmasını bekleyip, "otoriter kapitalizm"den mutlak fayda sağlayacak muhafazakâr bir partinin kendi kendine özgürlükçüleşmesini umut edeceğiz.

Seçim Sonrası Zırvaları

Seçimler sonrasında matematik ve de istatistik bilgisi zayıf olan köşe yazarlarının sonuç yorumlamasına bayılıyorum, çünkü -af edersin- zırvalıyorlar. Dün buna Ahmet İnsel güzel bir cevap vermişti: "AKP’nin 331’den az milletvekili çıkarmasından seçmenin Erdoğan’a koşullu destek mesajı verdiği türünden bir anlam çıkarmak, gönlünden geçeni nesnel gerçekmiş gibi ifade etmeyi ele veriyor." Sanki seçmenler bir tür algoritma ile çalışıyor da, AKP'ye özellikle 330 MV'nin altında bırakacak kadar oy veriyorlar gibi... Seçmen net bir şekilde AKP'nin oyunu arttırmışken, ve de AKP'nin MV sayısı D'Hondt sisteminin azizliği yüzünden azalmışken (bkz: Alternatif Seçim Sonuçları başlıklı yazım) bir mesaj sonucu çıkarmak cidden garip. Bunun için daha fazla açıklamaya bile gerek yok.

Seçimler sonrası ikinci duyduğumuz zırva da, AKP'nin "milliyetçi" söylemi benimsemese %58'e daha yakın oy alacağı. Bunu dün Mehmet Altan savlamıştı, rakam vermeden de olsa "AKP milliyetçi söylem benimsemese daha çok oy alırdı" diyenler var. Bu da büyük bir zırva ve bunu önce matematiksel, sonra sosyolojik yönden eleştireceğim.

Seçim sonuçlarına bakkal hesabı ile bakanların atladığı bir nokta var: Katılım oranları. Mesela referandum oylamasını BDP seçmeni boykot etmişti, bu oyların yansımasını düşünmeden "58 - 50 = 8" hesabı yapmak matematiğe büyük ayıp.

Hesaba geçelim: 2010 referandumunun ve 2011 genel seçimlerinin tarihsel yakınlığından dolayı, iki seçimde oy verecek durumda olan seçmen sayısının eşit ve demografik olarak birbirine yakın olduğunu varsayalım. Bu durumda, iki seçime de katılım oranını, partilerin aldıkları oy oranı ile çarparsak, seçmen nüfusunun ne kadarının kime oy verdiğinin daha isabetli bir sonucunu ortaya koymuş oluruz.

Referanduma katılım %77, genel seçime ise katılım %87. Referandumda çıkan evet oyları %58'di, yani çarparsak seçmenin %44.66'sı "Evet" demiş oluyor. Genel seçimde AKP'ye oy veren kesimin efektif temsil ettiği yüzdeyi aynı şekilde hesaplarsak, çıkan sayı %43.5. Bu hesabın tabii ki hata payı olacak, lakin görüldüğü üzere hiç de ciddi bir fark yok.

"Ben yüzdeden anlamam" diyenler için farklı bir matematik hesabı yapalım: Referanduma "Evet" oyu veren seçmen sayısı 22 milyon 300 bin civarındaydı. 2011 Genel Seçimleri'nde anayasa paketini destekleyen AKP+BBP+Saadet+HAS oyları 22 milyon 600 bin civarı idi. Referanduma 16 milyon 100 bin civarı "Hayır" oyu gelmişti. Genel seçimlerde CHP ve MHP'nin oylarını topladığımızda 16 milyon 600 bin civarı bir oya ulaşıyoruz. Ufak partiler de işin küsüratı olsunlar.

İşin Türkçesi şu: Bir takım liberallerin kendilerini kandırdıkları gibi "AKP daha da oy alırdı ama işte çok milliyetçi oldu, hatalarından ders alacaktır" durumu yok. Bilakis, referandum sonuçları, genel seçim sonuçlarına neredeyse birebir yansımış durumda.

*   *   *

Son zamanlarda biraz fazla takmış olabilirim, fakat liberallerin/demokratların "AKP geçici milliyetçi, AKP'nin milliyetçi söyleminden halk razı gelmez" diye hariçten gazel okumaları komiğime gidiyor, hatta trajikomiğime gidiyor. Bu hüsnükuruntu (wishful thinking) halinin sosyolojik hiçbir temeli de yok.

"Türkiye toplumunu iki kavram ile açıkla" denilse diyeceğim şudur: Devlet-i aliyeci ve cemaatçi. Türkiye toplumu devleti bireyin üstüne koyar, devletin korumacı rolünü benimsemiş, devlet baba figürüne hizmet ile doğmuştur. Bireysellik yoktur, modernlerin ağızlarına sakız ettikleri "mahalle baskısı" aslında çok ciddi bir sosyolojik tespittir. Türkiye toplumu geleneksel olarak milliyetçi-mukaddesatçı çizgiye oy vermiş, sürüden ayrılan cezalandıran otoriter devleti sevmiş ve saymıştır. 

O yüzden, Türkiye halkını dünyanın önde gelen özgürlükçü ve de bireyci halkıymış gibi tanımlayıp da "Halk sivil Anayasa bekliyor, Erdoğan'ın çıkışı BDP ile yapılacak Anayasa" söylemlerinde bulunmak ciddi bir düş görme hali. Yetmez ama Evet gibi, oy haritasında etkisi en fazla %1 ile ölçülecek bir hareketin, siyaseti elinde tutuyormuşçasına bu analizlerde bulunmasına Erdoğan'ın güldüğünü düşünüyorum ben. (Bunu da daha önce bu yazıda işlemiştim.) 

AKP Kürt açılımı yaptı, muhalefet ona BDP işbirliği üzerinden vurdu, 2009 seçimlerinde oylar düştü. Hükümet açılımları askıya aldı, BDP-CHP-MHP sanal bloku oluşturup milliyetçi-mukaddesatçı stratejiye oynadı, oyları %50'ye çıktı.

Gerisi laf-ı güzaf bu işin.

Hadi bir de tüyo vereyim: %50'ye karşın hala daha "devlet-vesayet-geçici hal" argümanı yapmayı bırakarak Türkiye resmine bakmakla işe başlanabilir.

14 Haziran 2011 Salı

Alternatif Seçim Sonuçları

NTVMSNBC'nin seçim sonuç haritasının işlevselliğinden yararlanarak iki adet alternatif harita çıkardım. Birincisi 2002 Genel Seçimlerine kıyasla oyunu en çok arttıran partiye, ikincisi ise 2007 Genel Seçimlerine kıyasla oyunu en çok arttıran partiye göre illeri boyuyor.

NTVMSNBC haritasinda AKP sarı, CHP kırmızı, MHP yeşil ve bağımsız adaylar mavi renkte. (İkinci haritadaki gri renk BBP'yi temsil ediyor)

 2002-2011 kıyası
2007-2011 kıyası

Öncelikle şunu belirteyim. Bu iki haritaya bakıp kesin sonuçlara varılamaz, daha ayrıntılı bir çalışma yapılmalı. Mesela bazı illerde oy artış rakamları çok yakın, bazılarında ise fark çok büyük. Renkleri, oy ağırlığına göre tonlayan bir harita daha iyi bir fikir verirdi. Diğer bir durum ise, seçimlere girmeyen, ya da siyaet arenasından silinen partilerin politik eksende konumlanışının seçim sonuçlarını etkileme durumu. AKP'nin aldığı toplam oy sayısı arttıkça, ideolojik konsantrasyon dolayısı ile, büyüme potansiyeli de doğal olarak azalmakta.

Lakin gene de bariz olan -bu haritalar olmadan da barizdi- iki adet sonuç var:

1. AKP, oylarını 2002 yılına göre tartışmasız arttıran ve de istikrarlı bir şekilde büyüyen bir parti.
2. AKP, 2007 yılında yakaladığı büyüme ivmesini 2011 yılında kaybetmekte.

Fakat şunu söylemek yanlış olmaz: AKP seçmeni doygunluğa ulaşmakta, ve de kararsız, partisi seçime girmeyen vs. seçmenin tercihi AKP'den ziyade diğer partiler olmakta. AKP'nin Güneydoğu'da ve Doğu'da çoğunlukla oy kaybetmesi, CHP'nin oy oranı artışında 2007'ye kıyasla AKP'den daha büyük atılım göstermesi, AKP'nin tartışmasız seçim zaferinin dipnotları olarak analize eklenmeli.

Bu haritanın matematiksel olarak bize verdiği bir sonuç daha var. D'Hondt seçim sisteminin bir özelliği, partiler arasındaki oy farkının açılmasını farkı açan parti lehine ödüllendirmesidir. Bu seçimde AKP'nin oyunu arttırmasına karşın MV sayısında azalma yaşamasının bir sebebi de 2. haritadan anlaşılabilir.

Eğer vaktim olursa oy oranlarının istatistiksel olarak azaldığı-arttığı illeri karşılaştıran ve de yerel seçimlere göre değerlendirme yapan bir başka post da atma planım var, o yüzden "1. bölümün sonu" diyelim şimdilik.

Balkon Konuşması ve İllüzyonlar

AKP, nispeten tarafsız kesimin beklentilerini aşarak, %49.9'luk bir seçim zaferine ulaşması, bu ülkenin 1983 ANAP'ından beri gördüğü en büyük seçim zaferi oldu. (2007'yi saymamamın sebebi, AKP'nin oy patlamasını gözleri ulusalcılıkla kör olmamış herkesin görmesiydi.) AKP'nin bu başarısının iki net sebebi var: 1. İlk defa doğru düzgün uygulanan liberal ekonomik politikaların getirdiği öncül refah ortamı ve 2. Erdoğan'ın bu ülkenin ideal lider profilinde olması.

Seçim zaferinin her ne kadar bu boyutu beklenmiyorduysa da, seçim sonrası bir balkon konuşması herkesin aklındaydı. Dillerde de anlamsız bir soru vardı: "Acaba Erdoğan nasıl konuşacak? Milliyetçi dilini sürdürecek mi?" Bu soruyu soranlar, Erdoğan'ın konuşmasını dinledikten sonra da "Hah, tam da istediğimiz gibi kucaklayıcı bir konuşma yaptı." dediler azamiyetle.

Ben bu görüşe bütünüyle katılmıyorum, zira zannımca kucaklayıcı konuşmayı övenler Erdoğan'ın "Bir iki üç, KOY-DUK-MU?" demesini olumsuzluk olarak göreceklerdi. Benim ise konuşmadan çıkardığım iki altmetin var:

1. Erdoğan "330 milletvekilinin altında kaldık diye, muhalefete kapımızı kapatmayacağız" dedi konuşması esnasında. Ben bu cümleyi bir lapsus olarak görüyorum, zira 330 milletvekilinin altında kalan her parti muhalefete kapısını açmak zorundadır çünkü salt yasa değiştirecek güce ulaşamamıştır. Erdoğan'ın aklında 330 MV'nin üzerine çıkmak olduğunu biliyoruz, ve seçim öncesi planladığı konuşma, MV sayısının sandıkların %80'i açılana kadar da 330 üzerinde seyretmesi bu cümlenin neden bu şekilde ağızdan çıktığını açıklayan sebepler zannımca.

2. Erdoğan'ın konuşmasında iki tur "etnisite sayımı" vardı. İlki, bu seçimin kazananının kimlerin olduğu idi, ve kendisi Türk, Kürt, Zaza, Arap, Roman, Gürcü kardeşlerin kazandığını belirtti, ve hatta Türkiye sınırlarında kalmayıp Saraybosna'dan Gazze ve Kafkasya'ya uzanan bir coğrafyadan dem vurdu. (Davutoğlu'nun kitabını okuyan ve konuşmalarını takip edenler için bu hiç de sürpriz değil zaten.)

İkinci tur etnisite sayımı ise yeni Anayasa'nın kimlerin anayasası olacağına dair idi, buna da üstte saydığım etnisiteler haricinde Alevi, Sünni, Laz, Tatar ve Türkmen de dahil oldu. Dört etnisite hariç: Yahudi, Ermeni, Süryani ve Rum; onlara o uzun cümlenin en sonunda "azınlıklar" demeyi uygun gördü Erdoğan. Kendisinin seçim öncesi "Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz ne de Rumluğumuz kaldı." cümlesiyle gayet paralellik gösteren bir açıklama oldu bu.


Şimdi gelelim buradan çıkarılacak sonuca: AKP'nin yeni Anayasa sürecini başlatacağı muhakkak, iki defa pas geçilen bu konu bu dönemde nihayete erdirilecektir. Lakin, bu Anayasa'nın tonu ve kiminle işbirliği yapılacağı konusunda benim endişelerim baki.

Öncelikle şunun altını çizmek lazım: Erdoğan'ın "milliyetçi-mukaddesatçı" çizgisi "geçici" falan değil. Erdoğan'ın idealindeki Türkiye'nin profili, 2007 sonrası icraat ve söylemlerin gösterdiği gibi. Zafer ve otoritenin perçinlendiği bir balkon konuşmasında, 72.5 milletten dem vurup da gayrimüslim etnisitelerden hiçbirini ağzına almaması manidar. Bu bakış açısını, AKP'nin Anayasa profesörü Burhan Kuzu ve yükselen değeri Cemil Çiçek'in açıklamaları ile de birleştirince, ortaya pek de parlak bir resim çıkmıyor.

Lafı daha da uzatmadan sadede geleyim: Yeni Anayasa geleceği kesin, fakat bu Anayasanın özgürlükçü olmama, sadece vatandaşlık tanımını belirli bir doğrultuda genişletip süregelen toplumsal düzeni birkaç rötuş ile devam ettirme olasılığı oldukça yüksek. Böyle bir Anayasa'yı referanduma götürmek için 6 MV bulmak AKP için pek de zor olmayacaktır, ve de alınan oy oranı, toplumun çoğunluğundan gelecek desteğin -referandum bazında- garantisidir.

AKP bu seçimler sonunda, demokrat aydınların illüzyonunda olduğu gibi halkın "özgürlükçü Anayasa" istediği sonucuna varmadı. AKP, bu seçimler sonunda halkın "milliyetçi-mukaddesatçı" söylemi benimsediği ve de Erdoğan'ın karizmasının hala daha yükselişte olduğu sonucuna vardı. AKP çıkarlarının liberter değil, otoriter söylemlerde yattığını gözlemleme şansı buldu.

O yüzden siz sol görürken sağdan yumruk gelirse hiç ama hiç şaşırmayın. Baştan söyleyeyim ben.

10 Haziran 2011 Cuma

Bir Hikaye

Lideri başında tam 8 sene boyunca kalmış bir ülkenin hikayesi bu.

Bu 8 yılda, terörle mücadele adı altında inanılmaz insan hakları ihlalleri yaşanmış. Sorguya götürülüp geri gelmeyenlerden tutun, sebepsiz yere tutuklu kalanlara, kötü koşullarda hapishanelerden yapılan işkencelere kadar hikayeler ortaya çıkmış. Gene bu ülkede, telefon dinlemek "vatan için" yasal hale getirilmiş, insanların özel hayatlarının sınırları aşılmış aynı sebepten.

Bu 8 yılda, ülkenin ekonomisinin yapısı değişmiş, eş dost yüklü yüklü ihalelerin tepesine konmaya başlamış. Ekonomik kararlarda belirli çevreler, lobiler karar aldırır hale gelmişler. Çevresel ve kültürel konularda umursamazlık oluşmuş, menfaatler üst düzeyde tutulmuş.

Sadece bu değil, makroekonomik olarak da ilginç şeyler oluyormuş. Ülkenin borç oranı ciddi anlamda artmasına karşın bu konu pek tartışılmazmış. Ekonomik planların ayrıntıları medyaya yansıtılmazmış mesela. Ülkenin vergi yükü ücretli sınıfın tepesine bindirilirken, gelir vergisi konusunda tavizler verilmiş sürekli "ekonomik büyüme" adına. Artan gelir adaletsizliği göze batmamış.

Sonra basın üzerinde de görünmez bir baskı yaratılmış. Bir gazeteciye haber kaynağını açıklaması için baskı yapılmış mesela bu dönemde. Anaakım medya "uç" kalmamak adına sağa kaymış.

Devlet düzeyinde skandallar da yaşanmış. Mesela aykırı giden bir diplomatın ailesi hakkında gizli bilgiler deşifre edilmiş. Bürokrat düzeyinde görevlere, konuyla alakasız, özgeçmişi parlak olmayan insanlar atanmaya başlamış.

Bütün bu gelişmelere karşın liderin ise keyfi pek kaçmamış. Bir avantajı, karşısına çıkan adayların basiretsiz oluşuymuş. Ama ona kalmadan da, sürekli bir "güvenilirlik" imajı pompalanıyormuş. Lider "halkın içinden" biri diye lanse edilmiş, entelektüellere çatmış, kendini halka yakınlaştırmış. O da yetmez diye ağzından "vatan millet" laflarını eksik etmemiş. Çünkü korkan bir halk liderine sığınacakmış.

...

İşte 2000-2008 arası, bir liberal demokrasi olan ABD'yi yöneten ve de ülkeyi ne hale getirdiği aşikar olan George W. Bush'un başkanlık hikayesi kısaca böyle.

9 Haziran 2011 Perşembe

Kimi Liberaller ve Erdoğan

Önce bulguları ortaya koyalım:

- Erdoğan açıkça "Liberallerin bize ciddi sıkıntı ve zararları oldu" dedi, aynı konuşmada bir "ittifak" vs. olduğunu reddetti. Buna karşılık bir ses gelmedi.

- Başbakan'a fikriyat olarak bütün liberallerden daha yakın olan Hasan Celal Güzel, açıkça liberal aydınları "diss" eden şu yazıyı kaleme aldı iki sene önce. Eski Başbakanlık sözcüsü Akif Beki o bayrağı aldı, taşımaya devam ediyor liberal eleştirileri ile birlikte. Liberaller hala umutlu.

- Kendisi seçim sürecinde ciddi anlamda milliyetçi mukaddesatçı bir söylem benimsedi. Bu "seçim sonrası değişecek, şimdilik böyle" diye açıklandı.

- Milletvekili aday listesini açıklarken "Siyasette çıraklık ve kalfalık dönemini bıraktık, artık ustalık dönemine giriyoruz" dedi, ve de AKP kadrosunda yer alan çoğu liberali tasfiye etti. Anayasayı bu Çiçekli Aksulu Kuzulu meclisin yapacak olmasına hiçbir itiraz gelmedi.

- Kendisine sürekli "Cemil Çiçek'ten kurtulun" çağrısı yapıldı, buna karşılık 9 sene içinde Cemil Çiçek sürekli terfi etti, en son ikinci adamlığa, yani Başbakan Yardımcılığına yükseldi. Liberaller hala daha "Ah bir de Erdoğan Çiçek'ten kurtulsa" diyor.

- Erdoğan bugün seçim sonrasına dair ilk icraatini açıkladı ve kabineyi yeniden yapılandırdı. Bu model, dışarıdan atanacak olan Bakan Yardımcılarının olması ABD kabine yapısını anımsattı. Erdoğan zaten "gönlümde başkanlık var" diyor sürekli, ve hatta yeni Anayasa'nın özgürlükçü olmasından önce Başkanlık getireceği tahmin ediliyor. Liberaller gene de Erdoğan'ın demokrat kişiliğine inanıyorlar.


Şimdi bakıyorum, bakıyorum ve bu platonik liberalizasyonun nasıl ve neden doğduğunu bir türlü göremiyorum. Birisi bana açıklasın bu "Erdoğan esasında liberal" fenomenini cidden, kafam patlayacak.

Son Dakika: Erdoğan "27 Nisan muhtıra değil, bir yaklaşımdır, değerlendirmedir" demiş, listeye bunu da ekleyelim. Bakalım 3 gün daha neler duyacağız...

4 Haziran 2011 Cumartesi

Özkök ile Muhabbet II

Son iki yazı ağır oldu, kafa dağıtalım. Başka bir blog'dan esinlerek yazdığım Özkök ile Muhabbet yazısının ikincisini de yazayım dedim, çünkü Özkök gene mükkemmel bir pas vermiş. Buyrun:

Halkın nabzını niye tutmuyorum
İstesen de tutamıyorsun be abim.
KENDİ kendime soruyorum.
Kendine sorduğunu bize de soruyorsun hep zaten.
“Ben tembel bir gazeteci miyim?”
Haşa, ülkeyi karıştırmak için az uğraşmadın.
Bakıyorum, bütün arkadaşlarım seçim meydanlarında, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşıyorlar.
Geçen gün Şanlıurfa anlatan sen değil miydin yahu?
Bense oturduğum yerden ahkâm kesiyorum.
Sorun oturduğun yerden kesmen değil, sorun kestiğin ahkâm hocam.
Öyle yapıyorum ama bir yandan da yazdıklarını merakla okuyorum.
Bi'zahmet oku.
Yine de içimden seçim gezilerine katılmak gelmiyor.
Ödenek mi çıkmadı?
Böyle olunca da, insan kendi kendine gerekçeler buluyor, bulamazsa da yaratıyor.
Ne dedin şimdi yahu?
Bulduğum veya uydurduğum gerekçeler şunlar:
Hah, başladı durmaz.
¡ ¡ ¡
BİR: 
Bağırma.
21’nci yüzyılda, seçim mitingi denen propaganda biçimini köhne buluyorum.
Abi sorma, ABD'de de yapıyorlar.
Mekaniği çocukluğumdan beri hiç değişmiyor.
Halısaha maç mı yapacaklar, nasıl değişsin dinamik?
Her şehirde tekrarlanan basmakalıp yargılar; yerel birkaç motifle desteklenmiş aynı sloganlar; şehrin futbolkulübüne ve birkaç mahalli figürüne yapılan göndermeler...
Halk bidon kafalı ya, ondandır.
Yıllardır gördüğümüz şey bu.
Değişen sadece seçim otobüslerinin kalitesi, teknik donanım.
Abi katılmıyordun hani, nereden biliyorsun?
Bir de 70’li yıllarda Ecevit’in ceketi ve kravatı atıp, gömlekli kampanya dönemini açması.
Türk siyasi miting tarihini otobüs ve gömleğe sığdırdın ya, büyük adamsın.
İKİ: 
Bak gene bağırıyor.
Hafızamda seçim meydanları ile ilgili iki çok kötü hatıra var.
Kıyamam canım, anlat hadi.
1979 araseçimlerinde, Ecevit’in danışman kadrosundaydım.
Belli adamın niye kazanamadığı.
Beş şehirde yapılan seçim gezilerine katıldım.
Lütfetmişsin.
Hepsinde de meydanlar alabildiğine dolu, insanlar olabildiğine canlıydı.
Mitinge gelen adam put gibi durmaz herhalde dayı.
Sokak aralarında büyük ilgi vardı. Yani her şey, CHP’nin 1977 seçimlerinde aldığı yüzde 42 oyu yinealabileceğini gösteriyordu..
Beş şehirden yüzde 42 çıkarımını nasıl yaptın?
Ama CHP hezimete uğradı, Demirel 5 ildeki seçimlerin hepsini ezici şekilde kazandı. 
Danışmanı karga olanın...
¡ ¡ ¡
O gün anladım ki; sosyolog olarak, seçim meydanından zerre kadar bir şey anlamıyordum.
Abi şunu anlatamadık yıllardır: Sen sosyolog değilsin.
“Halkın nabzını tutmak” denen şeyi bir türlü öğrenemiyorum.
Her Pazar şarap yazarak tutulmuyor sanki nabız?
Ben öğrenemiyorum da, başka gazeteciler öğrenebiliyor mu?
Sen eziksin diye başkasına yansıtma hemen.
¡ ¡ ¡
2007 seçimlerinden önce “halkın nabzını tuttuğunu” sanan gazetecilerin yazdıklarına bir bakın.
Bak bak, ilkokul kompleksleri çıktı gene.
Bütün hayatım boyunca en anlamlı seçim yazısını o yıl yazmıştım.
Abi şunu da anlatamadık yıllardır: Sen anlamlı yazı yazmıyorsun.
“Arkadaşlarıma kefil değilim” demiştim.
Halbuki bizim bildiğimiz Özkök herkese kefil olurdu? Ehehe.
Seçim meydanına inmemiş, “halkın nabzını tutmamış olan ben” haklı çıktım.
Bravo.
AK Parti oyunu yüzde 47’ye çıkardı.
Peki sen kaç demiştin ki? Onu da yazaydın?
İşte o yüzden ben, “halkın nabzını tutmam”.
Tutamadığın için mi tutmuyorsun, yoksa prensip ayağına mı yattın kaşla göz arasında?
Çünkü tutamam.
Tutmaya kalksam elimden kaçar.
That's what she said?
Yıllar boyunca seçim kampanyaları değişmedi, gazetecilerin çalışma biçimleri de değişmedi.
Dur bir düşünelim: Evet, yıllar boyu Genel Yayın Ymnetmeni sendin.
Üç şey yapıldı:
Ne yapıldı?
Seçim otobüsünün üzerinden kalabalığa bakıldı.
Nereye bakacaklardı?
Otobüsten inilip, mitinge katılanların arasına karışıldı.
Ya ne olacaktı?
Bir de balkonlardan bakan insanların tepkisi ölçülmeye çalışıldı.
Abi seçim meydanını başka nasıl gözleyeceksin zaten?
Peki netice?
Evet?
Netice şu: Hepimize her gün okuyacağımız renkli gözlemler geldi.
E bunun nesi kötü?
Ama seçim sonucunu tahmin derseniz; benim gördüğüm masa başında oturanlarınkinden daha isabetli olmadı.
Tek partinin mitingine bakıp seçim sonucu tahmin edilir mi zaten yahu?
O zaman geliyorum asıl soruya: Seçim mitingleri halkın oy verme eğilimini etkiliyor mu?
Asıl soru demişsin de, şimdiye kadar bundan bir kelime bahsetmedin he.
Etkiliyorsa ne ölçüde etkiliyor.
Soru işareti koy sonuna.
Bu konuda ciddi araştırma var mı bilmiyorum, ama cüretkâr bir peşin hükümle şunu söyleyebilirim:
Hayatın cüretkâr peşin hüküm zaten, de hadi.
O araştırmaların sonuçlarının, seçim anketlerinden çok daha itibarlı olacağını sanmıyorum.
Çünkü onlar araştırma değil paşam, gözlem.
Yine de renk renktir, gazeteciler halkın nabzını tutmaya devam etmelidir.
Bi'dakika ya, niye yazdın o zaman bunca yazıyı?
Bense halkın nabzını uzaktan tutmayı tercih ediyorum.
Hani tutamıyordun alo?
Çünkü travmalarımı henüz atmadım, hayatımın sonuna kadar atabileceğimi de sanmıyorum.
Cezmi Ersöz'e bağladı bu hişt, travma falan, abov.

3 Haziran 2011 Cuma

The Economist Başmakalesi Üzerine

The Economist, yaklaşan Türkiye seçimlerini anlatan ve her zamanki gibi öze dair gerekçelendirilmiş başyazısında "Türkler CHP'ye oy versin" dedi, ve tabii ki ufak çaplı bir infial yarattı bu gelişme. 7 yıllık sadık bir The Economist okuyucusu olarak (ki bir ara abonelik hatası sebebiyle hem Türkiye, hem ABD adresime dergi almıştım, o yüzden iki katı okumuş sayılırım 1 yıl boyunca), ülkede yeşeren paranoya ve komplo çiçeklerini soldurmak adına, bir açıklayıcı yazı yazmanın uygun olacağını düşündüm. Yazı 3 kısımdan oluşacak: Öncelikle The Economist'in misyonu ve hedef kitlesini açıklayıp sonra kendilerinin seçim yazılarını değerlendireceğim. Son aşamada ise, dışarıdan bakınca The Economist yazısının neden normal olduğuna değineceğim.

I. The Economist Nedir, Ne Değildir?


Öncelikle The Economist, herkesin okuması için yazılan bir dergi değildir. Okuyucusunun temel ekonomi bilgilerine vakıf olduğunu varsayar, dünya politikasını anlatırken dipnot düşmez ve genel bir ilgi olduğunu düşünür. Derginin hedef kitlesi üst düzey eğitim almış ve de politika belirleyici konumda olan kişilerdir. Zaten dergide yayınlanan iş ilanlarına baktığınızda, ortalama maaş yıllık 150 bin dolar, ortalama istenen tecrübe 5 yıllık liderlik pozisyonudur (liderlik dediğimin öyle kıytırık üniversite kulübü olmadığını anlamışsınızdır zaten).

The Economist dergisinin en önemli özelliği, yazılarda yazanın imzasının olmamasıdır. Dergi, her yazısını sanki bir adet editörün elinden çıkmış gibi düzenler. Bu yüzden "farklı görüşten insanların yazdığı" bir mecmua kesinlikle değildir. Bu bağlamdan bakınca, derginin objektiflik ve bağımsızlık iddiasında olmadığını söylemek de zor olmaz. Derginin bir duruşu vardır, ve o duruş serbest piyasa, küreselleşme ve özgürlükçü toplum ekseninde şekillenir.

Özetle şu: The Economist illaki gazetecilik ya da dergicilik yapmaz. Ondan önce kanaat önderliği ve danışmanlık yapar.

II. The Economist'ten Seçime Ne?

The Economist, mevzubahis ülke dünya ölçeğinde bir yer tutuyorsa, o ülkede demokratik bir yapılanma mevcut ise, ülke yatırımcıları ve politika yapıcıları ilgilendiren bir ülke ise, o ülkenin seçimleri hakkında yorum yapar. Bakın haber yapar demiyorum, yorum yapar diyorum.

Örneğin dergi en son Amerikan seçimlerinden önce şu başyazı ile çıkmıştır:

"It's time: America should take a chance and make Barack Obama the next leader of the free world." 

Yani Türkçesi ile:

"Artık zamanı geldi: Amerika şansını kullanmalı ve Barack Obama'yı özgür dünyanın bir sonraki lideri yapmalıdır." Fiile dikkat: yapmalıdır.

Dergi benim hatırladığım kadarıyla İtalya'dan Brezilya'ya, İspanya'dan Almanya'ya, Meksika'dan İngiltere'ye bir çok seçimlerden önce "Şu adayı destekliyoruz, bizce şu aday kazanmalı, bu kazansa fena olmaz" gibi  kanaat bildirir. Buna endorsement denir, seçimlerden önce kurum ve kuruluşların desteğini açıklaması Britanya ve Amerikan tarzı politikada normal addedilen bir olgudur. (Bizim objektif gözüküp de subjektif takılan siyaset kimyamıza ters tabii)

O yüzden "The Economist ne biçim gazetecilik yapıyor!", "The Economist seçime müdahale ediyor!", "The Economist'e ne bizim meselemizden?" gibi argümanlar oldukça alakasız kalırlar. Hele ki bir yandan küreselleşmeden dem vurup, ülkenin ne kadar geliştiğinden ve etki alanının genişlediğinden bahsedip öte yandan "Bu dergiye ne? Birileri düğmeye bastı" tarzı konuşmak, komedinin daniskası olur.

III. The Economist Ne Biçim Yazmış! 

Türkiye hakkında yayınlanan yazının oldukça basit bir mantıksal önermesi var: "Türkiye AKP sayesinde oldukça ilerledi, lakin bu seçimlerden sonra AKP tek başına anayasa yaparsa otokratik bir hale dönülebilir, bunun sinyallerini verdi. Bu yüzden AKP'nin tek başına yapacağı bir anayasayı engellemek için alternatif partilere, CHP'ye oy verilmelidir."

Belki ülke içinden bakınca bu önerme size saçma ve basit ve yersiz geliyor olabilir, ama dışarıdan bakan bir yabancı kurum için hiç de şaşırtıcı değil. Neden mi?

- Ülke sınırları içerisinde "AKP geçici olarak milliyetçi" argümanı tutar, zira herkes niyet okur. Lakin Batılı "Geçici olarak milliyetçi olmak ne demek? O milliyetçi kitle size oy verdikten sonra birden puf diye demokratikleşmeyecek ki, hala sizin tabanınızda olacak? Hem neden seçim barajını 8 senedir indirmediniz?" diye sorar. 

- Siz AB sürecinde kaplumbağadan da yavaş bir hıza indiğinizde sizin halkınız bunu dert etmeyebilir, lakin Batılı bir derginin gözünde bu bir uyarı işareti olarak algılanır, reformist yaklaşımların geleceğinden endişe duydurtur.

- Siz Ergenekon sürecinin içinde bulunduğu çıkmazı Türkiye içerisinde "post-Ergenekon" gibi tanımlamalarla satar, "gevşek bağları" dahi teröristlik delili olarak görüp insanları süresiz tutuklu tutmayı makul gösterebilirsiniz. Lakin Batılı için "Ama bunların da böyle bağları var, siz bilmezsiniz, 1 numaraya gidiyoruz" argümanları tutmaz. Batılı için soru şudur: "Bu gazeteci ne yapmış, hangi yasal düzenlemeye istinaden içeride?". Bu yüzden bunu demokrasi mücadelesinden ziyade totaliter bir sinyal olarak algılar.

- Mikro ölçekte de dışarıya yansıyan sert protesto müdahaleleri, yasaklar vs.yi de ekleyin bunun üzerine.

Lafı uzatmayayım. Ülke sınırları içinde, dün yazdığım "Aydının İkilemi" yazısında da belirttiğim üzere, pozisyonlar "niyet okuma" üzerinden şekillendiği için siz uygulama ve söylemleri olumlayabilir, bir kılıfa sokabilirsiniz. Lakin dışarıdan çıplak gözle bakıldığında görülen şu: Türkiye son 8 ayda sivil özgürlükler adına oldukça geriliyor, AKP "liberter" değil "otoriter" bir demokrasiye doğru gidiyor.

Bu yüzden, yıllardır AKP iktidarına destek vermiş olan The Economist dergisinin, AKP'nin demokratik tandasları hakkında çekince duyması olağan kere olağandır. Altında hiç "düğmeye basıldı, kesin bir çıkarı var" tarzı işler aramayınız, abesle iştigal etmiş olursunuz. (Şakasını yapanın haricinde ciddi ciddi İnan Kıraç ve The Economist bağı iddia edeni de gördüm zira.)

IV. Sonuç

Yukarıda anlattıklarım ışığında, The Economist her zaman yazdığı tipte bir yazı yazmıştır. Dergi, Türkiye'de seçim sonuçlarını etkilemek vs. derdinde hiç değildir. (Eğer siz böyle köklü ve prestijli bir derginin bu hesap peşinde koştuğunu düşünüyorsanız gerçekten eksik düşünüyorsunuzdur.) The Economist'in belirli prensipleri vardır, ve bu prensipler doğrultusunda da fikir belirtir. 2007 seçimlerinden önce nasıl "Bu seçimleri AKP kazanacaktır, ve kazanmayı da hak ediyordur" yazdıysa, 2011 seçimlerinden önce de bu karakterde bir yazı yazabilir. The Economist'in bu tür yazılar kaleme almasını eleştirecekseniz, tümden bir eleştiri getirmeli, sadece Türkiye ve hatta bu yazı özelinde yaklaşmamalısınız.

Bu yazıdan sonra düşünülmesi gereken çok şey var, orası kesin. Lakin çıkara çıkara "İşte düğmeye basıldı, birileri sipariş verdi" sonucu çıkaranlara esenlikler dilemekten başka çare kalmaz.

2 Haziran 2011 Perşembe

Aydının İkilemi

Seçimler yaklaşırken, bir kampa dahil olmamak için çırpınan kişiler de "fikir beyan etme" derecesinde mahalle baskısını üzerlerinde hissetmeye başladılar. Normal olan da bu.

Lakin Türkiye'de hiç bu kadar garip bir seçim ortam oluşmamıştı şimdiye kadar. Seçmen genelde ya partizandır, ya da "hepsi kötü" deyip kötünün iyisini arar ve bulur da. Türkiye'nin seçim dinamikleri böyle şekillenegelmiştir. Bu sene ise elimizde öyle bir şema var ki, akıl durur. BDP ve MHP gibi aslen önemli aktörlere girmeyerek (girersek çıkamayız) duruma bir göz atalım:

AKP, 2002'den beri Türkiye'de değişimin dinamosu olmuştu. Lakin referandum kampanyası sırasında ve de sonrasında adeta bir metamorfoz geçirdi. AB süreci eğimli bir yokuştan yukarı çıkmaya çalışan cift çekerli araba gibi hararet yaptı, kenara çektik soğutuyoruz. Milliyetçi ve muhafazakâr söylem zirve yaptı.

Diğer yanda ise CHP var: SHP ile birleşip SHP kadrosunu tasfiye ettikten sonra ülkeye sadece kötülüğü dokunmuş bir parti. Lakin "acayip" bir şekilde genel başkanı değiştikten sonra, AB söylemine sarılmaya çalışan, 2 sene önce söylense "Baykal'ı uzaylılar kaçırmış" dedirtecek vaatlerde bulunmaya başlayan bir parti oldu CHP. Kılıçdaroğlu, seçmeni ürkütmemek için iki ileri bir geri gitti, ama son gelinen nokta cidden şaşırtıcı.

Bu iki parti özelinde 4 adet görüş belirtilebilir. Birincisi, AKP'nin aslında sadece milliyetçi gözüktüğü, ve de seçim sonrası liberal çizgisine geri döneceği. İkincisi AKP'nin liberal rüzgardan yararlanmayı bıraktığı, Erdoğan'ın yeterince güç kazandığı için artık kendi bildiğini okuyacağı. Üçüncüsü, CHP'nin sırf AKP'nin rolünü çalmak için özgürlükçü gözükmeye çalıştığı, "demokrasi gelirse biz getiririz" ayağına yattığı. Dördüncüsü, CHP'nin eski SHP çizgisine geri dönmeye çalıştığı, fakat seçmenine yabancılaşmamak için işi ağırdan aldığı.

İkilem ise şurada başlıyor: Bu söylemlerin hepsi "niyet okuma" üzerine kurulu.

Tutarlı bakış açısı nedir? Sadece söyleme bakarsanız, CHP'ye daha çok kredi vermeniz lazım, sadece eyleme bakarsanız AKP'ye. Partilerin çelişkilerini ön plana çıkarırsanız ikisinden de kaçmalısınız, fakat ikisinin de iyi niyetine inanırsanız ikisini de beğenmeli... Çıkar yol, mutlak doğru yok yani.

Ben ikisinden de uzakta durmayı seçtim mesela. Herkes kendince bir yol seçecek, bu ikilemde de kimseyi seçtiği yol itibariyle suçlayamayız. Fakat diğer bir trajedi de tam bu noktada ortaya çıkıyor: aydınlar kendi ikilemlerini, başka kampta gördüklerinin "hatalı" seçimleri üzerinden değerlendirip birbirleri ile çatışıyorlar.

Dediğim gibi, buraya MHP ve BDP'yi de kattığımızda olay karman çorman bir hal alıyor. Türkiye'de daha önce de çetin seçim dönemleri oldu, ama hiçbiri bu kadar çelişki, bu kadar güvensizlik, bu kadar şüpheden ileri gelen suçluluk hissinin maddi/manevi şiddete dönüşümünü barındırmamıştı.

Az kaldı. Dişimizi biraz daha sıkabilirsek hakikaten güzel olacak.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Yüzsüzlükte sınır tanımayanlar

Yüzsüzlükte sınır tanımayanlar bölümümüze bugün ironi kralı AKP konuk oluyor. RTE hazretlerinin Hopa'da yaptığı konuşmadan, günün anlam ve önemini çok iyi anlatan en "vurucu" (en gerçek anlamıyla) cümleyi seçip, internet sitesine koyduğu videonun başlığı olarak  tercih eden AKP'ye gelsin alkışlar...


Bu b.ku yiyen şahsı gerçekten tebrik ediyor, kendisine Kanal 24'te Cumartesi akşamları yayınlanacak "İroni Kralı" isimli programın yapımcılığı ve sunuculuğunu öneriyoruz!

B.k yiyenleriniz çok olsun evladım! ("Halihazırda az mı sanki?" dediğinizi duyar gibiyiz. Ama fazlası göz çıkarır belki diye bir temenni işte bizimki de naçizane...)


PS. Böyle çirkin bir vesile olsun istemezdim ama bu vesileyle Hopa'da AKP-İmamın Ordusu ortak yapımı bir faşizmin kurbanı olan Metin Lokumcu'yu saygıyla anıyoruz...