2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

28 Şubat 2011 Pazartesi

83. Oscar Ödül Töreni

Bu akşam, James Franco ve Anne Hathaway'in sunumuyla birlikte Oscarların bu sene kime kavuşacağını öğreneceğiz. Büyük kategorilerde uzun zamandır görülen en heyecansız Oscar töreni olacak gibi duruyor, ve biliyoruz ki akademi böyle durumlarda mutlaka 1 tane sürpriz çıkarır. Bu bağlamda, adetten olduğu üzere, tahminlerimizi sıralayalım:

En İyi Film: The King's Speech. 

The Social Network da güçlü bir aday, lakin biliyoruz ki akademi her zaman için kuşlar böcekler yapımları misanthropic (insanları sevmeyen) yapımlara tercih etmiştir. Raging Bull, Taxi Driver, Saving Private Ryan, Network, The Graduate gibi çok sağlam filmler daha mutlu alternatifleri tarafından geride bırakılmıştır. Bu sene de farklı bir şey olmaz.

En İyi Yönetmen: David Fincher.


Emin olmadığım bir seçim bu, zira son birkaç senedir ne zaman "En iyi filmi/yönetmeni buna verirler ama yönetmende/filmde de bunun emeğini es geçmezler" diye düşündüysem hatalı çıktım ve film-yönetmen ödülleri çoğunlukla el ele gitti. (The Hurt Locker - Bigelow, Slumdog Millionaire - Fincher, No Country for Old Men - Coen, The Departed - Scorsese, Million Dollar Baby - Eastwood) Lakin bu seneki en iyi filmin yönetmeni Tom Hooper (kim?), ve de Fincher son 5 senedir Oscar ödülü için film yapmaya başladı, hakkını teslim ederler diye düşünüyorum. Hadi biz Hooper ile The Damned United sebebiyle tanışmıştık da, Akademi'nin futbolu sevdiğini zannetmiyorum.

Lakin bu sene de bu mantık yürütmem beni üzerse inatçılığı bırakırım.

En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth.

Zaten garantiydi, bir de aksanı var, iyice garanti.

En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman.

Zaten garantiydi, bir de hamile, iyice garanti.

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale.


Zaten garantiydi, rakipleri de çok ciddi değil, iyice garanti.

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Hailee Steinfeld.

İşte sürpriz tercihim bu film. Şu ana kadar Melissa Leo ne kadar ödül varsa topladı, lakin kendisi saçmasapan bir kampanya yaptı ödülü alması için, Consider diye dekolteli fotoğraflar çektirdi falan filan. Ucuz işler. Ben kıllandım teyzeye, akademi de kıllanmıştır diye düşünüyorum.

En İyi Özgün Senaryo: The King's Speech.

Burada genel tahmin Christopher Nolan diyor, lakin eğri oturup doğru konuşalım, Inception'ın senaryosu İsviçre peyniri gibiydi. The Kids Are All Right'ın senaryosu da kötüydü. Elimizde kalan bu.

En İyi Uyarlama Senaryo: The Social Network


Aaron Sorkin bu işlerin adamı, tam ödülü toparlamalık senaryo yazmış zaten, garanti.

En İyi Animasyon: Toy Story 3


En iyi filme de aday olmuş bir animasyonun bu kategoriyi kaybedeceğini düşünmüyorum.

En İyi Yabancı Film: Biutiful


Bu kategorinin hem aday seçimleri, hem de ödül kazananın seçimleri tam bir fiyasko. Daha önce bu konuda makaleler yazıldı çizildi, bu filmler gösterilirken çoğu Akademi üyesi salona dahi gitmeye tenezzül etmiyormuş. Kağıt üzerinde bakıldığında hem tanıdık isim, tanıdık aktör, sempatik konu falan filan bir araya gelip ödülü buraya veriyor.

En İyi Belgesel: The Inside Job


Çok sağlam bir filmdi bu. Akademinin kolpa muhalif duruşunu göstermesi için de mükemmel bir fırsat, es geçmeyeceklerdir. Zaten diğer ödüllerde rakip olmuş belgesel Waiting for Superman adaylar arasında da yok.

En İyi Kısa Belgesel: Poster Girl


Geçen sene en iyi film ödülünü The Hurt Locker'a veren akademi, bu sene de ödülü bu filme verir eğer tutarlılık gösterirlerse. Plase Strangers No More.


En İyi Canlı Aksiyon Kısa Film: Na Wewe


Özgeçmişi sağlam.

En İyi Kısa Animasyon: Day & Night


Toy Story 3'ü izleyen herkes hayran kaldı zaten.

En İyi Film Müziği: The Social Network

Trent Reznor abimiz Altın Küre'den sonra bir de Oscar kapsa hiç de fena olmaz. Burada Inception da diğer kuvvetli aday, zira kapı gibi Hans Zimmer'dan bahsediyoruz. Diğer yanda da Desplat var gerçi, son 5 senenin ıska geçmeyen adayı.

Düşündüm de, en heyecanlı kategori bu galiba.

En İyi Özgün Şarkı: We Belong Together - Toy Story 3


7'den 70'e herkesin gözyaşlarını akıttığı bu şarkıyı es geçmezler, gerçi karşıda da If I Rise ile AR Rahman var. Zor seçim.

En İyi Ses Kurgusu: Inception


Bunu alsın bari. Ki hakikaten hak edilen bir ödül olacaktır bu, zira diğer adaylara göre teknolojinin nimetlerinden en çok yararlanan film bu.

En İyi Ses Miksajı: Inception


Sırf o "Daaaaan"ların yarattığı etki sebebiyle bu ödülü veririm ben bu filme.

En İyi Sanat Yönetmeni: King's Speech.


En İyi Kostüm: Alice in Wonderland.


Bu iki kategori cidden zorlayıcı. Bir tarafta İngiliz Kraliyet kostümleri, diğer tarafta Tim Burton'ın çılgın tarafı. Ben kardeş payı yaptım, ama Akademi yapmayabilir.

En İyi Makyaj: The Wolfman

Daha önce 6 defa Oscar kazanan Rick Baker'ın sırf ismine ödül vereceklerdir.

En İyi Sinematografi: True Grit

Aslında Inception'ın sinematografisi tartışmasız biçimde çok etkileyici, lakin daha önce tam 9 defa aday olmuş ve Oscar'ı alamamış 61 yaşındaki Roger Deakins'i bu sene es geçmezler diye düşünüyorum. Karar veremedim.

En İyi Görsel Efekt: Inception


Yukarıdaki tercihim doğrultusunda bu kategorinin kazananı Inception olmak zorunda.

En İyi Kurgu: The Social Network


Genelde En İyi Filmi alan bu ödülü de alır, ama bu sene The Social Network'e teselli ikramiyesi olacağını düşünüyorum bu ödülün.


27 Şubat 2011 Pazar

Howard Melton Mefhumu

Howard Melton'ı tanır mısınız? Merak etmeyin ben de tanımıyorum, ama Fatih Altaylı tanıyormuş. Kendisi Amerika Birleşik Devletleri'nin saygın üniversitelerinden Purdue'nun Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi imiş, ve  bizim "dekolte" fenomenine farklı bir bakış açısı getirecek sansasyonel bir makale yazmış:

"Kadının dekolte giyim, makyaj vesair unsurlarla erkekleri cezbedişini doğru bulmayan ve bu cazibeyi kadının başına gelebilecek cinsel taciz ve tecavüzü makul gösterecek bir neden olarak kabul eden erkek davranışı klinik bir vakadır. 
Bu davranışta, kadının cezbetme gücünü şiddetli kıskanma duyguları yer almaktadır.
Bu durum latent homosexuality denilen gizli eşcinselliğin en belirgin özelliğidir. 

Özellikle kapalı ve muhafazakar toplumlarda yetişen ve kendileri bizzat taciz ve tecavüze uğrayan erkeklerin ileri yaşlarda bu klinik bulguları göstererek kadınların cazibesini aşağılamaları yaygındır."


Bu alıntıyı okuyunca insanın aklına bazı sorular düşüyor:

1. Profesör neden direkt bizim gündeme hakimmişçesine dekolteyi özneye koymuş?
2. Makale 5 cümleden mi ibaretmiş?
3. "latent homosexuality" denilen gizli eşcinselliğin" kısmının İngilizcesi tekrara düştüğünden komik duyulmamış mı?

gibi. Bu doğrultuda da ufak bir internet araştırması yapasımız geliyor, ve sonuç: Howard Melton diye bir profesör yok Purdue Üniversitesi'nde. Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi'nde bir Howard Melton var ama onun da bölümü İngilizce. Bir de hukukçu bir Melton var.

Bu metni internette arattığımızda blog'larda, Mine Kırıkkanat'ın Facebook sayfasında vs. harfi harfine karşımıza çıkıyor. Olayın başlangıcının müsebbibi kim bilmiyorum, ama delinin biri taş atmış, Altaylı da atlamış. Basının her zamanki hali.

Peki buradaki söylemi rahatsız edici yapan ne? Altaylı'nın "Bakın siz de eşcinsel olmayasınız ehi ehi" tipinde bir pasif saldırı yapma çabası. Altaylı'nın şu metnin, metni geçtim adamın varlığını sorgulatacak kadar Google bildiğini varsayarsak, kendisinin görür görmez bu metne köşesinde yer vermesi sadece "Ohh ne güzel laf sokacak yer buldum hihoha" diye düşünmesinin sonucu. Kendisinin eşcinsellik hususunda sicili de pek temiz değil zaten, biliyoruz.

Türkiye gibi muhafazakar bir toplumda gizli eşcinsellik fenomeninin olmasını beklemek çok normal, ve hatta bildiğimiz gibi eşcinsellik kimliği konusundaki sorunlarımızın bir bileşeni de bu aslında. Hani söz konusu metin çok yanlış bir savlamadan ibaret değil. Fakat bu konuyu tartışmanın ne yeri, ne de üslubu bu şekilde olmalı.

Gerçi konuştuğumuz adam Altaylı neticede, ama benim maksadım milletin kafası karışmasın.

17 Şubat 2011 Perşembe

Dekolte Mefhumu

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker, "rütbesi uzun aklı kısa" dedirtecek cinsten bir açıklama yaptı ve dedi ki:

"Elbette [tecavüz] son derece iğrençtir. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyinen kadının da etkisi küçümsenmeyecek kadar büyüktür."

Şimdi lamı cimi yok, bu fevkaladenin fevkinde rezalet bir laf. Lakin bu lafa gösterilen tepkilerde iki nokta var dikkat edilmesi gereken.

1. Hepimiz Çeker'iz: Bu laf, kişinin ideolojisinden bağımsız olarak değerlendirilmesi gereken bir laftır. Dünyanın tüm erkek-egemen toplumlarında, en "modern" insanın bile içinde yatan bir aslan çıkar ve böyle bir laf edebilir. Bu laf illa apaçık "dekolte giyersen tecavüze de uğrayabilirsin" diye zuhur etmez, ama şeklen farklı mealen aynı çok laf vardır böyle.

Açık giyinmiş birisini görünce "yollu" ya da "aşüfte" diyor musunuz? Hiç lafa "dişi köpek kuyruk sallamazsa" diye başladığınız oluyor mu? Bir taciz haberi okurken "O da o saatte ne arıyor orada?" dediniz mi? Siz de, Çeker kadar olmasa da, kültürel önyargılarınızın esirisiniz ve de zorlasak sizden de Çeker'in dediği gibi bir laf alabiliriz.

Çeker'in sorunu kabuğunu "fazlasıyla" kırması. Lakin "Olm karıya bak nasıl giyinmiş, kesin istiyor" diyen adamın, bu dediği doğrultusunda paldır küldür davranan adamdan tek farkı statüsü dolayısıyla yediği zımparadır. İki durumda da motivasyon aynı iken, Çeker politically correct (politik olarak doğru) olamadığı için hedef tahtasına koymak kendimizi olduğumuzdan daha yukarıda görmektir.

Bir kadını "kaşar" diye nitelendirmek ile taktığı lakap doğrultusunda davranmak arasındaki ince çizgiye tecavüz eden çok insanımız var, kimilerine de yargımız hafifletici sebep bulma konusunda oldukça bonkördür.

2. Çeker'in daha tehlikeli lafları: Yukarıda açıkladığım gibi, ben bu lafa o yüzden "aşırı" tepki göstermedim, fakat devamındaki daha sorunlu bir beyanata takıldım.

"Çeker, hangi kıyafetlerin tahrik edici olacağına ise bir komisyonun karar vermesi gerektiğini belirtti."

Demek ki bu profesörün gücü olsa bir komisyon kurup dekolte, mini etek falan giyenleri "tahrikçi" diye yaftalayacak ve hatta bu doğrultuda onlara saldırmayı meşru görecek. Sonraki aşama, yargı gözünde bunu bir hafifletici sebep olarak göstermek. Hoş, erkek-egemen yargı koridorlarında bugün tecelli eden durum da çok farklı değil tecavüz hususunda.

Neticede bir profesörün çıkıp "Bence bir komisyon kurup hangi kıyafet ahlaklı hangisi değil" demesi, ataerkil bilincini ortaya dökmesinden daha çok tehlike arz eder benim gözümde. Bu adam neticede "temel hak ve özgürlükler"in eğitimin temeli olması gereken bir üniversitede bölüm başkanı, ironiye gel.

Sonuç: Çeker'in dediği laf, yurdum insanının kafası iyiyken ve üzerindeki sosyal baskından kurtulmuşken "Haklı ağğğbii yeaea!" diye onaylayacağı bir laftır. Ve hatta söylemdeki tecavüz lafını alıp taciz yapıp hafif gösterin ve ev ev dolaşıp anket yapın, en az %75'lik oran tutturmazsanız ben bu işi bilmiyorum. 

Çeker'in zihniyetinde daha tehlikeli yerler var, onlara konuşmak ve büyük resme bakmak lazım.

15 Şubat 2011 Salı

Liberalin Sabırla İmtihanı: Oda TV Olayı

Oda TV de Ergenekoncu çıktı. Yersen. Türkiye'nin Susurluk'tan bu yana derin devleti temizlemek adına oluşturulan en ciddi iddianamesinin adım adım bir piyese dönüşmesinin bir sonraki aşaması bu.

Oda TV'nin kurucusu Soner Yalçın. Türkiye'de 80 sonrasında derin devleti aydınlatmak için en ciddi araştırmaları yapmış gazetecilerden birisi, Gladio adını ilk defa ağza alanlardan. Cem Ersever -muhtemelen- JİTEM tarafından öldürüldükten sonra kendisine "Sıra sende" anlamında Ersever'in kimliği yollanıyor. Behçet Cantürk, Abdullah Çatlı vs. hakkındaki kitapları malum. Aynı Soner Yalçın, kariyerinde muhteşem bir dönüşüm yaşıyor bu olaylardan sonra, ve tam da en başta karşı çıktığı kurumun dilinden kitaplar yazmaya başlıyor.

Bu durumda, bir Ergenekon soruşturması yapıyorsanız yapacağınız iki şey vardır: Ya Soner Yalçın'a tanık olarak başvurursunuz, ya da kendisinin, 5 küsür yıl beklemeden, daha en baştan ifadesini alırsınız. Yalçın'ı ve Oda TV'yi basmak için Ergenekon soruşturması ile ilgili bir haber yapmasını beklemezsiniz, aksi takdirde ortaya çok kesif, çok pis kokular saçarsınız.

Bir yayın organı düşünün ki, komplo teorisyenliğinin doktorasını yapsın. Bu yayın organı, Kemalist statükonun yılmaz savunucusu, azınlıkların da yılmaz hakir görücüsü olsun mesela. Azınlığın hak ve özgürlük ihlallerine zerre sesini çıkarmasın. Liberallere sürekli hakaret etsin. Bu organın özgürlüğünü bugün benim savunmak zorunda kalmam, sabrımın sınırlarını zorlayan bir hareket, ama basın özgürlüğü esasını unutmamak adına yapılması mutlak suretle gerekli bir hareket.

Türkiye'de "bırak o adamları zaten öyleler" prangasından kurtulup da ilke ve fikir bazlı tartışma yapmak zor, biliyorum, ve hatta şartlar bunu hep daha da zor yapmakta, lakin ortada açık seçik bir politik/polisiye savaş var ve bunun karşısında durulmalı.

Bu işin artık cılkı çıkıyor. İnsanın da seçimlerin yaklaştığını düşünerek ve AKP'nin en büyük kazancı olan "Darbeler karşısındaki mağdur ve mağrur savaşçı" pozisyonunu özlediğini varsayarak bu son iki hafta içindeki gelişmeleri değerlendiresi geliyor.

Niye iki senede bir İttihatçılarla mücadele etmek zorunda kalıyoruz ya Rab?

13 Şubat 2011 Pazar

Muhalefetsizlik

İktidarın önemliden önemsize herhangi bir üyesinin her Allah'ın günü en azından bir adet saçma eylem ve söylemde bulunduğu bir ülkede, anamuhalefet nasıl başarısız olabilir? Eğer anamuhalefetin önemliden önemsize herhangi bir üyesi daha fazla saçmalayabiliyorsa. İşte ülkenin Polaroid resmi budur.

İktidarın en büyük eksilerinden birisi faili meçhuller. Karşımızda defalarca komisyon açılması talebini reddetmiş bir parti var, toplu mezarlar açıldıkça üzerleri kapatılıyor. Peki bu anamuhalefetin etkin söylemlerinden birisi mi? Hayır.

1982 Anayasası ile dünya literatürüne sokmayı başarabildiğimiz bir kavram var bizim: İzinsiz gösteri. Böyle bir saçmalık yok, erk sahibini protesto etmek için erk sahibinden izin almak mantıksızlığı hakim bu topraklarda. Büyük-küçük her gösteride sanki dünyanın en önemli olayı olacakmış gibi oraya getirilen ve agresif rol üstlenen bir emniyet birimi var polis adında. Peki bu anamuhalefetin etkin söylemlerinden birisi mi? Hayır.

Ülkede her türlü azınlık hala daha ezilmekte. Pınar Selek davası daha geçen gün görüldü, bir Yargıtay komedisi daha izledik. Hrant Dink davası, Malatya davası, Alevilerin kimlik sorunu... Bitmiyor komedya. Peki bu anamuhalefetin etkin söylemlerinden birisi mi? Hayır.

İşçilerin ciddi rahatsızlıkları var. Ekonomik göstergeler iyi olsa da, dikkat çekilmesi gereken bir cari açık hususu var. Peki buna anamuhalefetin söylemlerinde rastlayabiliyor muyuz? Hayır.

Anamuhalefetin derdi ne? Hala daha Ergenekon, hala daha Balyoz. Türban, Kürt, Alevi lügatta yok. Ekonomik olarak alternatif yollar ortaya sunulmamış, 70'lerin dili kullanılıyor. Gösteriler konusunda ortaya konan irade "Siz de çıkın dağıtın ortalığı, bakın Mısır'a!"dan ibaret. Yargıtay konusunda bir tek eleştirel söylem geliştirilemiyor, faili meçhul karşıtlığı söyleme samimiyet getirilemiyor.

Neden? Çünkü anamuhalefet, kendisini iktidar gibi görüyor, askeri vesayet adlı yılların gizli iktidarı ile eklemleştiriyor. Kendisini muhalefet pozisyonunda görmektense, gücünü kaybetmemeye çalışan bir organmışçasına bir söylem geliştiriyor. AKP'nin "mağdur" rolünün bitmek üzere olduğu bu dönemde, o role uzatmaları oynatabiliyor. Öyle bir kimlik bunalımına yöneltiyor ki kendini, ne iktidara oynuyor, ne muhalefete; ortada kemik kitlesiyle takılıyor.

Neticede CHP hala daha toplum dinamiklerinden bihaber. Ardıç'ın sürekli CHP'ye ithaf ettiği "memur zihniyeti"nden kurtulunabilinmiş değil. 3. parti olan MHP'ye hiç girmiyorum bile bakın.

Türkiye son 2 ayda, geride bıraktığımız 8 yıl içindeki en ciddi AKP muhalifi ortamı yaşamaya müsait gelişmelere gebe idi. Bu süreci armut toplayarak geçirdi anamuhalefet. O süreçte Kılıçdaroğlu'ndan şaka gibi bir "Liberaller bizi desteklesin" beyanatı geldi bir de, sanki bir şey üretilebilmiş gibi.

Öyle bir ülkedeyiz ki, bir agnostik liberal Türk olarak "Has Parti'ye mi BDP'ye mi oy versem" ikilemi içerisindeyim. Voltaire mezarında ters dönüyor "Yanlış zamanda yanlış ülkede doğmuşum :(" diye.

4 Şubat 2011 Cuma

Çifte Standart

Bizim ülkece tutumumuz her zaman realist olmuştur, öyle etik falan sallamayız, ülkemizin menfaati için gerçeği eğeriz bükeriz acımayız.

Mesela Güneydoğu'da Kürtler'i ezeriz, sonra onlar haklarına kavuşmak için silaha sarılınca kıyameti koparırız. Bunlar olurken ise Rusya'da terör estiren Çeçen kardeşlerimizin haklarını savunuruz.

Güneydoğu'da eylem yapan çocuklar olur, onları ergen gibi yargılarız; ama Filistin'de taş atan çocuklara öyle bir sempati gösteririz ki şaşırırsınız.

Sonra mesela soykırım konusunda kendimizi savunuruz yapmadığımıza dair, belge isteriz, tartışma isteriz. Ama mevzu Sudan ise belgeyi tartışmayı unutur, soykırım iddialarını "Müslüman adam soykırım yapmaz" diyerek ortadan kaldırırız, o kadar da insanîyizdir.

Sonracığıma başbakanımız Almanya'ya gider, "Buradaki soydaşlarımızın anadilde eğitim almak en doğal hakkıdır" der. Sonra ülkesine geri dönünce "Bu milletin dili birdir!" diye kükrer aynı başbakan.

Eh tabii hal böyleyken, "Ey Mübarek, sokağın sesine kulak ver!" diye çağrıda bulunan başbakanın ülkesinin sokaklarında, sözlerinin üzerinden 24 saat geçmeden, protesto gösterisi düzenlemek isteyen işçilere cop indirilmesi şaşkınlıkla karşılanmamalıdır.

Bu millet o kadar anlı ve şanlıdır ki, gerçeğin ruhu önümüzde diz çöker tövbe ister.

3 Şubat 2011 Perşembe

Vicdanımıza Edeyim

Neredeyse bir ay oldu Mutki keşfedileli. Şimdi aranızda "Mutki ne yahu?" diye soracaklar olabilir, normaldir, zira ülkece bırak üçü, beş maymun oynamaya çalışıyoruz.

Mutki'de bulunan toplu mezarda 32 kişinin kemikleri var. Bu toplu mezar, yıllarca üstü kapatılmış bir toplu mezar. O toprağı kazan vinç operatörünün ihbarı ile yıllar sonra keşfedilen bir toplu mezar. Bir ülkenin yakın tarihinden bir toplu mezar.

İktidar suskun, muhalefet suskun, medya suskun. Sanki hiçbir şey olmamış gibiler. Konuşanlarının da dediği şu: "Yahu zaten bunlar PKK'lıymış, PKK'ya katılmaya gidiyorlarmış, n'olacak?"

Soru net: Abilerim ablalarım, madem bu kadar olağan bir şey bu, neden onlarca yıl üzerini kapattınız? Neden bir vinç operatörünün itirafıyla keşfettik biz bunları yıllar sonra? "PKK 30 bin cana kıydı" diye bas bas bağırırken -ve halbuki o 30 binin 17 bini faili meçhulken-, neden bunları da propaganda malzemesi yapmadı devlet? Neden "Bakın PKK ne yapmış?" ayağına yatmadı "Köyleri asker kılığına giren PKK'lılar yakıyor, sivilleri asker kılığına giren PKK'lılar öldürüyor" demekten çekinmeyen devlet?

Biz bugün biliyoruz ki, köyleri yakan, sivilleri öldüren sadece PKK değil. Biz bugün biliyoruz ki, orada JİTEM diye bir canavar yaratılmış. Biz bugün biliyoruz ki, insanlar beyaz Toroslara binip binip kayboluyorlarmış.


Yahu hepsinden geçtim, sonradan keşfedilen bir toplu mezar ne zaman "normal" bir şey oldu yahu? Ne zaman bu kadar zımparalandınız duygularınızdan siz? Ama pardon, ölüm kuyularını da sallamamıştınız zaten, unutmuşum.

Bugün ülkenin erk odakları ağzını açamıyor. "Ergenekon, darbe" diye bağıran AKP, "hak hukuk diktatörlük" diye bağıran CHP sessiz. Medyanın her kanadı sessiz: NTV en son haberi 20 Ocak'ta yapmış, şimdiye kadar on tane yaygara koparması gereken Zaman sessiz, hükümete günde 3 defa sallayan OdaTV sessiz. Niye? Çünkü biz Türküz ve de Müslümanız, öyle katliam falan yapmayız, anlı şanlı tarihimiz, kutsal şerefimiz falan var. Hem seçimler geliyor, milliyetçileri ürkütmemek, onların oyunu kaçırmamak lazım.

Zaten bu memlekette azınlıklar söz konusu olunca herkes çoğunlukçu.

Beyler, siz daha tüm hamasetinizle Muhteşem Yüzyıl konuşun. Yanıbaşınızdaki rezalet onyılın hesabını vermemize gerek yok nasıl olsa.

Hem bir gün çok üzerimize gelirlerse "Savaş haliydi, önce onlar bize saldırdı" deriz. 

2 Şubat 2011 Çarşamba

Atma Yozdil

Yozdil bugün yazısında Hatırl'atış gibi mükkemmel bir kelime oyunuyla, bize Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği sırasında nelerin olduğunu anlatmış. Yazıda sanki olanların bütün müsebbibi bizmişiz gibi bir ton var, hadi onu geçtim, olayların oturtulduğu zaman ekseni de yanlış. Özdil yazısında bizim 1 Ocak 2009 ve 1 Ocak 2011 tarihleri arasında üye olduğumuzu söylüyor, bakalım söylediği olaylar hangi tarihlerde gerçekleşmiş.

Madde madde gidelim:

İsrail, Gazze’yi işgal etti. - İsrail'in Gazze kuşatması 2007 Temmuz'unda başladı, Gazze savaşı ise 27 Aralık 2008'de.

İran’a abluka başladı. 
- Bunu anlamış değilim. Ama İran'ın nükleerleşme konusu 2005'ten beri dünyanın gündeminde zaten.

Kuzey Kore, Güney Kore’yi vurdu.
- Değil mi zaten bu iki ülke yıllardır kardeş gibiydiler?

Pakistan, Afganistan, Irak... Kan gövdeyi götürdü. - Afganistan'ta 2001'den, Irak'ta ise 2003'ten beri kan gövdeyi götürüyor zaten. Pakistan'a ise hiç girmiyorum.

Etiyopya Somali’ye girdi. - Somali'de 1991'den beri merkezi hükümet yok, bir savaş bitiyor diğeri başlıyor: 2011 itibariyle en sonunda seçim yapmaya çalışıyorlar, hani en azından böyle bir gelişme var.

Fildişi Sahili’nde iç savaş çıktı. - Fildişi Sahili'nde iç savaş 2002 - 2007 arasında cereyan etmişti. Kasım 2010 'daki seçimlerden sonra şiddet olayları oldu, ama bunun kökeni zaten geçmişe dayanmakta.


Çad’da iç savaş çıktı.Çad'da 2005'ten beri iç savaş var.

Kenya’da iç savaş çıktı.
- Kenya'da 2007 seçimlerinden sonra bir kriz olmuştu, onun arkasının da 2012 seçimlerinde gelmesi bekleniyor, ama şu anda bir iç savaş yok orada.

Kongo’da iç savaş çıktı. - Birincisi, hangi Kongo? Gerçi fark etmiyor, iki Kongo'da da 1990'lardan beri zibilyon tane çatışma ve savaş oldu.

Sudan karıştı, 3 bin kişi öldü. - Darfur 2003'ten beri karışıktı zaten, 3 milyona yakın insanın tehcir edildiği tahmin ediliyor, 300 bin civarı insanın ise öldürüldüğü. İşin garibi, 2010 yılında ateşkes imzalandı, çatışmaların şiddeti azaldı.

Özetle, Yozdil'in saydığı 20 gelişmeden 10'u ya yanlış ya da abartı.

Ama tabii "Olsun güzel yazmış gene de" diye bu adamı okuyanlar oldukça, Yozdil de sallamaya devam edecek.