2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Aralık 2011 Cuma

Uludere: Kürt Değil, Türk Sorunu

Dün anaakım medyanın katliam haberini sunuşundaki, hafif tabirle, tutarsızlıklara (ağır tabir de gene bu kelimenin içinde, bir kaç harf atmanız gerek sadece) değinmiştim. Bugün medyanın gıyabında "ama bunu istiyorlar" bahanesi ardına sığındığı "halk" tepkisini, daha doğrusu Türk halkı tepkisine değinelim örnekli anlatımlı bir şekilde.

Öncelikle dikkatimi çeken şu oldu: PKK'nın şiddet eylemlerinden sonra çoğunluk BDP'ye "şiddeti kına" baskısı yapardı. Dünkü eylemden sonra bu baskıyı, bu kınamayı yapanların genel nüfusa oranı oldukça düşük kaldı. İşin daha da vahimi, tıpkı BDP'nin eleştirildiği gibi, bu insanlar hemen devlet adına bahaneler dizmeye başladılar. Hele ki ne bahaneler (aşağıdakilerin hepsi gözlemlenmiş gerçek söylemlerdir, uydurmuyorum. Ki uydursam da bu kadarını uyduramazdım):

- Onlar da kaçakçılık yapmasalardı. Oradakiler bizzat devlet gözetiminde kaçakçılık yapıyorlar, askeriyenin haberi olarak sınırı geçiyorlar ama olsun. Hem zaten bütün kaçakçılık yapanlar tepelerine bomba yağdırılarak katledilmelidir.

- 50 kişi kaçakçılık yapmaz. Bunu diyen oldu. Kendisine "siz yetkili bir abiye benziyorsunuz, kaç kişi kaçakçılık yapar maksimum?" diye sordum, cevap olarak yine "50 kişi yapmaz" dedi.

- Ergenekon'un son nefesi bu. Ergenekon diye var olduğu iddia edilen bir örgüt, önce "geniş bir ağ" haline geldi, sonra bir "fikriyat" olarak nitelenmeye başladı. Artık memleketin başına kötü ne gelirse Ergenekon adlı mitolojik (ironik tesadüf) kavramdan biliyoruz.


MGK'da karar alınmadığı sürece "devlet katletti" diyemeyiz. "Atatürk milliyetçiliği" kavramından daha içi boş bir hal alan "vesayet" kavramının apolojistlikte bireyi getirdiği son nokta.


- Vahim hata/istihbarat hatası. Bir insan hata yapar ve sonrasında özür diler. Devletler için de aynı şey geçerli olur "tazminat" şeklinde mesela. Ama devlet hata yapıp 35 vatandaşını bomba ile öldürürse "bir hatadır oldu" deyip geçiştirilemez. Ayıptır, günahtır.

Ha, bir de sorsan çoğunluğu "11 Eylül saldırıları istihbarat hatası değildi, ABD kendi yaptı" diyecek ülkenin insanları "istihbarat hatası" bahanesinde huzur ve konfor buldular ya, canımsınız.

- PKK'nın tuzağı, köylüleri gerilla gibi giydirip devletimizi kandırdılar. Alay komutanlığa "bunlar kaçakçı" diye bilgi geliyor, o rotayı kaçakçılar hep kullanıyor, askerle samimi ilişkileri var, ama ne hikmetse akşam karanlığında heronlar giysilerine bakıp köylüleri PKK'lı sanıyor ve o yüzden sorgusuz sualsiz, "Dur!" ihtarsız F-16 ile katlediyorlar. PKK derhal stratejik planlama kurumu olarak istihdama başlamalı, ölümcül bir zeka bu, Hollywood filmlerine taş çıkartıyor.

- Devletimizi yıpratmaya çalışıyorlar. Bu en güzeli. Devlet 35 vatandaşını öldürüyor, sonra da tepki gelince "yıpratma" çalışması oluyor. Devlet değil, ergen genç sanki. Bak kızdı şimdi odasına kapattı kendini :(

Daha fazlası da var da, en sık duyduklarımı, ve içlerinde en yaratıcı olanları aldım buraya. Daha da bulursam eklerim, arşivlik çünkü bunlar.

*   *   *

Şimdi, başlığa da ilham veren daha ciddi meseleye gelelim. Türk halkının çoğunluğunun Kürtleri kafasında "bölücü" olarak kategorize ettiğini biliyoruz, insaflı olanlar da "iyi Kürt/kötü Kürt" ayrımına gidiyorlar en fazla. Hadi bunu kabul edelim.

Eğer ülkeniz, ülkenizin vatandaşlarını tepesine bomba yağdırarak öldürdüğünde ses çıkarmıyorsanız (hele ki normal reaksiyonunuzu da göz önüne alırsak), ve hatta bu katli vacip görmeye, katle bahaneler uydurmaya çalışıyorsanız, siz maktülleri "vatandaş" olarak görmüyorsunuzdur. Bu durumda sormak lazım esas kim bölücü diye.


Eğer siz, vatandaşınıza karşı devletinizi savunuyor, devleti insan hayatından yüksek mertebeye koyuyorsanız, en temel bir yerde hatalısınız, "insanlık" denen kavramı önemsemiyorsuuz demektir. Varlığınızı sağlamak için bir araç olması gereken kurumu amaç haline getirmiş olmanız, pek de sağlıklı bir eda olmasa gerek.

1990'lardan beri bir çok benzer katle "terörle mücadele" gibi kılıflar uyduruldu. Ama o günler geride kalmıştı, artık yeni bir sayfa açmıştık, özür diliyor, geçmişimizle yüzleşiyorduk, Türk - Kürt kardeşti vs. İşte bazen bir "hata", bütün zihniyetinizi açığa döker, şaşırır kalırsınız.

Uludere Katliamı tekrar gösterdi ki, bu ülkede Kürt sorunu değil, Türk sorunu vardır. Türk sorunu da değil, vatandaş sorunu vardır. İnsanlık sorunu vardır. İzan sorunu vardır, idrak sorunu vardır.

Devletini insanından daha çok sevenlerin ülkesinde de bunların olması normaldir. Vatandaşlar, devletinin günahlarıyla yüzleşemediği sürece de bir sorunumuz bitecek, öteki sorunumuz başlayacaktır. 

29 Aralık 2011 Perşembe

Anaakım Medyanın -Yeniden- İflası: Uludere

Bugün Türkiye yakın tarihine çok talihsiz şekilde geçecek bir katliam yaşandı sınırın orada, Uludere'de. Tam 35 silahsız köylü, PKK'lı olduğu şüphesiyle tepelerine bomba yağdırılarak katletildi. Olayla ilgili İHD ve Mazlum-Der bir rapor hazırladı, buradan ulaşabilirsiniz.

Bu olayı daha hafif bir şekilde anlatmanın imkanı yok, daha doğrusu yok sanıyordum ki, anaakım medya kıvrak zekasıyla ve arsızlığıyla beni yine yeni yeniden yanılttı.

Öncelikle 28 Aralık 2011 günü akşam saat 21.20 sularında gerçekleşen bir olayı saatlerce es geçmelerine bir alkış tutmak lazım. Sayın Başbakan abayı gösterince altında sopa olduğunu anlayıp "tabii biz sansürleriz" diye emrine koşan basın patronlarımız muhtemelen bir sinyal bekledi belli bir süre. Sonra o sinyal geldi, bakalım nasıl geldi, olayın üzerinden 24 saat geçince bu katliam kendine nasıl yer bulmaya başladı: (Resmi yetkililerin açıklamaları bu analizde yer almayacak, sadece katliam haberinin nasıl verildiğine bakılacak)

Zaman


Haberin kendisi anasayfadaki modülde yok, manşetler kısmında mevcut. Başlık "Irak sınırında F-16'lar kaçakçıları vurdu: 35 ölü" Haber öğlen 15:12'de geçilmiş. Metinde, başlıktan da anlaşılacağı gibi, vurgu şahısların kaçakçı olduğu üzerine, bu kelime ve türevleri tam 7 defa kullanılmış. İki farklı yerde de "terörist oldukları sanılan" denmiş. Haber metninde görgü tanıklarının ifadeleri yok, sadece Şırnak Valiliği'nin açıklaması var.

Sabah


Anasayfada saf katliam haberini bulmak mümkün değil. Modülde Genelkurmay'ın Cudi Dağı operasyonuna dair dağıttığı görüntüler ve AKP adına Hüseyin Çelik'in açıklaması yer alıyor. Yanda "Taksim'de göstericiler polisle çatıştı" haberi ihmal edilmemiş. Altlarda "Davutoğlu'ndan Uludere açıklaması" ve "Cenazeler Uludere'ye götürüldü" başlıklı iki haber daha var, ama ötesini bulmak mümkün değil.

Hürriyet


Çatışma haberi burada da Çelik'in açıklamalarıyla birleştirilmiş durumda modülde. Seçilen giriş cümlesi çok ilginç: "TÜRK Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçakları dün gece Irak sınırında PKK’nın terör yuvalarına yönelik hava operasyonu gerçekleştirdi." Haber içinde siyasilerin tepkilerine de yer verilmiş, lakin haberin sonunu okumayacak bir insanda oluşturulmak istenen kanaat ilk cümleden aşikar.

Star


Star Gazetesi'nin anasayfasındaki modülde haber saf haliyle yer alıyor, fakat başlık oldukça temkinli: ''F-16'lar köylüleri vurdu'' iddiası" Diğer Güneydoğu ve çatışma temalı haberlerde de aynı temkini görmek isteriz anaakım medyadan. Haberin ilk cümlesi de temkinli yaklaşıma devam etmekte: "Şırnak'ın Uludere İlçesi Ortasu köyü kırsalında Irak sınırına yakın bir yerde dün gece düzenlenen hava operasyonunda 35 kişi öldü." Kullanılan tümleç ve kipler ilgi çekici: "hava operasyonunda 35 kişi öldü." 35 kişi otobüs kazasında can verse daha çok sempati ve merhamet toplardı herhalde haberin yazarından.

Haberin altında da şu masumcuk kutucuk var, haberin nispeten tarafsız tonu rahatsız etmiş sanırım:


Milliyet


Milliyet, SON DAKİKA kutusunda şu başlıkla bir haber veriyor: "AK Parti ölenlerin sivil olduğunu kabul etti" Aynı flash kutuda "PKK'lı diye jetlerle vurulanların çoğu 30 yaş altında" ifadesi de var. Yani buradan Milliyet'in en sağduyulu başlığı attığını söyleyebiliriz şimdilik.

Şimdilik diyorum, çünkü modüldeki ilk 3 haberin başlığı şöyle: "BDP'liler Taksim'i savaş alanına çevirdi", "BDP'li Önder: İkinci 33 kurşun vakası yaşandı. İsyan edin demektir bu", "Bunu söyleyen bir milletvekili... Bırakın vatandaş biraz molotof atsın" (Bu haberin doğruluğu şaibeli, henüz teyit edilmedi)

Milliyet'in derdinin sağduyu mu, yoksa kızıştırıcı propaganda mı olduğu konusunda kararsız kalmamak mümkün değil.

Radikal


Radikal'de esas haber anasayfadaki modulün ikinci sırasında, başlık "Savaş uçakları sivilleri vurdu". Şunca haberde "kişi, şahıs, kaçakçı" diye değinilen maktüllere "sivil" demek ilk Radikal'in aklına gelmiş. Radikal'ın modülündeki diğer haberler de bölgeye değinmekte: "Görgü tanığı: Cesetlerin bazılarında kurşun izi var", "İstanbul'dan Yüksekova'ya kadar Uludere protestosu", "BDP 3 günlük yas ilan etti: Bu aleni bir katliam, ölenlerin tamamı köylüler" modülde ön sıralarda yer bulmuş haberler. Radikal'ı kutlamak lazım.

Yeni Şafak


Bu gazetemiz de temkini elden bırakmayan bir ilk haber vermeyi tercih etmiş. Modülde yer alan haberin başlığı "F-16'lar PKK'lı diye köylüleri mi vurdu?" Sorunun cevabının evet olduğunu kamu uzun süredir biliyor, lakin Yeni Şafak soru işaretini henüz giderememiş durumda. Haber metni ise nispeten objektif, iddialara ve Valilik açıklamasına yer verilmiş.

Habertürk


Olaya karşın nispeten adil bir tutum da Habertürk'ten gelmiş. Modüldeki haberler Radikal'de olduğu gibi -bağlam farklı olsa da, mesela BDP'nin açıklamalarına yer verilmemiş- azamiyetle bu olay hakkında. Konuyla ilgili ilk haber tıpkı Yeni Şafak gibi "F-16'lar PKK'lı diye köylüleri mi vurdu?" başlığıyla verilmiş, lakin devamındaki şu ifade nispi bir sağduyu getiriyor habere: "Şırnak'ın Uludere ilçesine bağlı Ortasu köyünde yaşayan vatandaşlardan 35 tanesi dün gece F-16 uçaklarından açılan ateş sonucu öldürüldü. İddialara göre bu 35 kişi yaşamlarını kaçakcılık yaparak kazanıyorlardı ve bölgedeki karakol komutanının da bu durumdan haberi vardı." Haberin "öldü" yerine "hayatını kaybetti" deyişini kullanması da daha insani bir sunum getiriyor, onun da altı çizilmeli.

Bu inceleme doğrultusunda anaakım medyanın yaklaşımını değerlendirecek olursak:

1. Radikal
Mansiyon: Habertürk
Fasarya: Diğerleri

şeklinde bir sıralama uygun olacaktır.

Ekleme: Sosyal medyadaki yansımalar için @nhacizade'nin şu çalışmasına bakabilirsiniz.

Yarın: Uludere Katliamı'na kamunun verdiği tepkiler.

22 Aralık 2011 Perşembe

Soykırım Tutarsızlıkları

Uzun uzadıya girizgâh yapmaya gerek yok. Mesele güneş tutulması vs. doğa olayları gibi her sene belirli dönemlerde karşımıza çıkıyor zaten: "X ülkesi soykırımı tanıyacakmış!", "Y ülkesi soykırımı inkar etmeyi suç ilan etmiş!" falan filan. Tabii bu "kendi içinde var olan" hala daha nispeten kapalı toplumumuz için büyük travma.

Öncelikle algının kapılarını biraz açalım:

1. Şu anda 20 ülke Ermeni soykırımını resmi olarak tanımış durumda.
2. Gayssot Act diye bir şey var, insanlık suçlarını inkar etmeyi suç olarak tanımlıyor. Bunun üzerine aktif bir tartışma var zaten.
3. Yahudi soykırımını reddetmeyi suç olarak tanımlayan (aralarında Bosna Hersek'in de olduğu) da bir sürü ülke var.

Yani özetle, biz kulaklarımızı kapatıp "la la la" diyebiliriz, ama Avrupa'da bu konu, bizim çapımızın çok dışında bir şekilde tartışılıyor. Bizim çapımızın çok dışında, çünkü bizden hala şaka gibi tepkiler geliyor. Zaten esas derdim de o:


1. Tarihi tarihçilere bırakalım!


Tez: "Devletler soykırım konusunda bir şey yapmamalı, tarihçiler karar versin."

Sorular:

- Halihazırda bir sürü tarihçi orada olan katliamları belgesiyle ortaya koymuş ve de soykırım olduğu konusunda kanaat bildirmiş durumda. Bu tarihçilerin nesi yanlış? Yoksa sizin demek istediğiniz "tarihi bizim dediğimizi diyecek tarihçilere bırakalım" mı?

- Türkiye Cumhuriyeti bu konuda araştırma yapmak isteyen tarihçilere arşivlerini sonuna kadar açmış mıdır? Mezarları araştırmak isteyenlere hiçbir sorun çıkartmamış mıdır?

- Madem tartışmalı tarihi tarihçilere bırakmak lazım, neden Başbakan Dersim Katliamı'ndan dolayı özür dilemiş de "konuyu tarihçilere bırakalım" dememiştir?

- Dünya üzerinde siyasi ve toplumsal boyutta hiç tartışılmamış, sadece tarihçilere bırakılmış katliamlar hangileridir?

Doğru argüman: "Bu konuyu hukukçulara bırakalım, soykırım olup olmadığı uluslararası düzeyde bir karara bağlansın."

2. Fransa da Cezayir'de soykırım yaptı!


Tez: "Onlar da soykırım yaptı, bak biz de yasa geçiririz."

Sorular:


- "de" kelimesinin anlamını biliyor musunuz? Bu argümanda dolaylı olarak soykırımı kabul ettiğinizin farkında mısınız?

- Başkasının tarihinde olayların sizin tarihinizde olanların gerçeklenmesiyle ne gibi bir alakası vardır? "Almanlar yenilince biz de yenildik" sözünün yalan olduğunun farkında mısınız?

Doğru argüman: "Biz kendi tarihimizle yüzleştik, özrümüzü diledik, sonraki adımları atmaya hazırız. Fransa'nın da kendi tarihi konusunda aynı şeyi yapmasını tavsiye ediyoruz."

3. İfade özgürlüğü!


Tez: "Ben istersem soykırımı reddedebilirim, hani Avrupa ifade özgürlüğünü savunuyordu?"

Sorular: 


- Bu tartışmaya ve yasa tasarısına dair hiçbir şey okudunuz mu? Temel argümanın "soykırımı inkar etmenin bir topluluğa karşı nefret suçu işlemek" olarak yorumlanması olduğunun farkında mısınız? Yoksa her "bence soykırım değil" diyenin cezalandırılmayacağını biliyor musunuz?

- Kendi Ceza Kanunu'nda 301. madde gibi bir madde olan, doğru düzgün tanımlamadığı "Türklüğe hakaret" mefhumu sebebiyle "soykırım oldu" diyen Orhan Pamuk'u yargılayan bir ülke olarak "ifade özgürlüğü" konusunda konuşma hakkına sahip misiniz?

Doğru argüman: "Türkiye, ifade özgürlüğü üzerinde hiçbir engelin olmaması gerektiğine inanır ve yasalarıyla da bu durumu güvence altına alır. O yüzden Fransa'nın yasa tasarısı temel prensiplerimize aykırıdır."

*   *   *

Soykırım konusunda bir çok abuklama mevcut, lakin en son gündeme gelen fikriyatı bir didkleme ihtiyacı hissettim. Yoksa sayfalar yetmez bu konuyu anlatmaya.

Tabii Almanya'da "Türklere kendi dilinde eğitim hakkı verilmeli" deyip bir sonraki gün "Türkiye'nin dili Türkçedir!" diye gürleyen bir başbakanın (mübalağa yok), ve tüm retoriğini ilkokul 3. sınıfta girdiği tartışmalardan besleyen bir ana muhalefetin ülkesinde tüm bunlar normal.

Not: Taner Akçam'ın şu makalesi de son derece faydalı.

15 Aralık 2011 Perşembe

Kişilik Testi: TMK'nın Neresindesiniz?

Güzel ülkemiz Türkiye demokratik prensipler doğrultusunda yeniden inşa edilirken, içimizdeki çürük yumurtaları elemek icap etmekte. Bunun için en geçerli yöntem de TMK. İşte bu test, sizin bu resmin neresinde olduğunuzu görmenize yardımcı olacak, gerekirse kendinize çeki düzen vermenizi sağlayacaktır. (Flash uygulamasını görmekte sıkıntı çekiyorsanız testi bu linkten de alabilirsiniz.) (Flash uygulamasını kullanıyorsanız, sorunun tamamını görmek için mouse imlecini sorunun üzerine getirmeniz gerekebilir.)



Quizzes by Quibblo.com | SnapApp Quiz Apps

9 Kasım 2011 Çarşamba

Senin devlet gibi, hükûmet gibi ta...

Van'da 5,6 büyüklüğünde bir artçı (veya yeni bir deprem) daha oldu. Bundan yaklaşık 1.5 saat önce. Bir otel ve birkaç binanın yıkıldığına dair haberler geliyor.

Çok yakın geçmişte olanların bir özeti:

- Doğruluğunu bilmemekle birlikte Hasip Kaplan twitter'dan "BDP Van belediyesinin 70 teknik elmanı reddedip, fasa fiso hasar tesbiti yapan 16 gündür kayıp bir hükümet var ortada." dedi az önce.

- Yardım konusundaki aczi tüm çabalara rağmen saklanamayan Kızılay, yine az önce yıkılan bina olmadığına dair açıklama yapıyor. Ne olduğunu bilmeden nasıl yardım edeceksin?

- Erdoğan Bayraktar şöyle demiş geçen depremden sonra: "'Vatandaşlarımız ağır hasarlı olan evlere kesinlikle girmesin. Sağlam olan ama sıva çatlağı, cam kırığı olanlar girsinler. Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsünün raporuna göre artçı depremler giderek azalıyor. Bu rapor doğrultusunda 5'in üzerinde bir artçı depremin olma ihtimali çok az. Bu artçı depremler vatandaşları korkutmasın.'"

- Deprem uzmanı Gündoğdu şu anda NTV'de bunun yeni bir deprem olduğuna ilişkin açıklama yaparken, bir başka uzman artçı olduğunu söyledi. Bundan şu an emin olamamaları çok doğal. Önemli olan Erdoğan Bayraktar'ın geçen depremin ardından söyledikleri:  "Depremin tarihine baktığımız zaman herhangi bir bölgede büyük deprem olduğu zaman 6.5 şiddetinden büyük olduğu zaman bundan sonra burada artçı depremler olacak. En kısa mesafe 150 km'yi etkileyecek. Büyük depremin olduğu yerde bir daha deprem olmaz. Dünyada bunun bir örneği görülmemiştir. Bugün diyebilirim ki Van merkez ve Erciş en güvenilir bölgedir. çünkü buradaki fay kırılmıştır, enerjisini boşaltmıştır. İlk 3 gün 6'ya yakın şiddetli deprem olabilir. Ondan sonra şiddeti azalır. 3 aya kadar bizim hissettiğimiz çok az ve hissetmediğimiz binlerce sarsıntı olur. Onun için burada özellikle ağır hasarlı binalar girilmesin. Yıkık binalara yaklaşılmasın. Bunun dışındaki binalara girilebilir."

- Bir başka twitter insanı, Beşir Atalay'ın "Otelde fazla müşteri yoktu" dediğini söylemiş. Şu an televizyonda otelde en az 100-150 kişi olduğu iddia ediliyor olması bir yana, "fazla" müşteri yoktu ne demek? "Artık üçün beşin hesabını yapmayıp topluca öldürüyoruz, s.ktredin 5-10 kişi varsa" mı? Ah o otelde sen de olsaydın!


- Yine doğrudan duymadım ve bilmiyorum doğru mudur ama doğruluğundan da şüphem yok; sıradaki halt da Beşir Atalay'dan gelsin: "Biz asıl hasar tespitini yarın yapacaktık."

- Bir de yine Bayraktar 29 Ekim'de "Ön hasar tespit çalışmalarının yüzde 95'i tamamlandı" demiş. Ee? Sonuç?


- Bu da var; linki şu aslında ama o link de nice insan gibi akp tarafından öldürüldüğü için buradan yakın.

Erdoğan Bayraktar, o yıkık binaların dışındaki binalar var ya...

Lan uzun uzun yazdım ama aslında söylemek istediğim bir tek şey var;

sizin yapacağınız işin ta ortasına sıçayım!



7 Kasım 2011 Pazartesi

Seçmece arama öbekleri serisi #5 (Tematik-Özel sayı)


Gün itibariyle -hatta ilk aramanın öğlen 2 gibi oluğunu düşünürsek, kurban kesim doğrama yüzme işlemleri bitip de eve gelip bilgisayara kavuştuğu andan itibaren- bütün Türkiye’nin merak ettiği bir tek soru var, sadece tam olarak şu an açılan feedjit sayfasına bakarak, memleketin dört bir yanından her dakika aranıp taranıp sorularak İşkembe’ye gelenlerin bir özetini verelim:

Istanbul arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Şubat 2010" by searching for işkembe nasıl beyazlatılır.
23:22:13 -- 40 minutes ago

23:01:16 -- 1 hour 1 min ago

21:44:15 -- 2 hours 18 mins ago

Sakarya arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Şubat 2010" by searching for işkembe nasıl beyazlatılır.
20:39:04 -- 3 hours 24 mins ago

Istanbul arrived from google.com.tr on "Komünal İşkembe: Şubat 2010" by searching for işkembe nasıl beyazlatılır.
20:35:44 -- 3 hours 27 mins ago

19:04:38 -- 4 hours 58 mins ago

17:51:17 -- 6 hours 12 mins ago

15:23:17 -- 8 hours 40 mins ago

14:07:18 -- 9 hours 56 mins ago

Aslında işkembenin nasıl temizlendiğini merak ettiğinizi sanıyorum. Ama yani şuraya bir tek kişi de “işkembe nasıl temizlenir?” diye gelmediği için, “milyonlarca insan yanılıyor olamaz” diyerek temizleme ve beyazlatma işlemlerinin farklı olduğunu düşünüyorum. Karmaşık hislere gark ettiniz beni. Gark.
Neyse, belki de blogda “temizlenir” kelimesi geçmiyordur ve her şeyin sebebi de budur. Sorunuzun yanıtı şurada, buyrun bir video, bir de yazı:


Afiyet olsun!


ps. itirafnoktakom - Bunca yıldır sizden sakladığımız tek şey; sitenin bütün trafiğinin %76,8'ini gerçekten işkembe, çorbacı ve işkembenin nasıl beyazlatılacağını merak eden insanlar oluşturuyor. geri kalan %23,2'lik kısım da biziz zaten, 20 tane yazarı var blogun. Dolayısıyla yeni sloganımız şöyle: 


"Komünal İşkembe: Kendin pişir kendin ye!"


Afiyet olsun demiş miydik?

5 Kasım 2011 Cumartesi

Öteki Bisiklet harekete geçti!

Ankara'da -neyse ki sadece sanal- bisiklet gruplarında son zamanlarda yaşanan çatışmalar bir yeni bisiklet grubu daha doğurdu!

Perşembe Akşamı Bisikletçileri Ankara grubunun geçtiğimiz baharda kan kaybettiğine ilişkin tartışmalar yapılıyordu bir süredir. Çok fazla katılamadığım ve yaz aylarını da yurt dışında geçirdiğim için şahsen bilemiyorum, ancak ben de tanıdığım bir dizi insanı bir süredir göremediğime göre muhtemelen doğrudur. Bu kan kaybının nedenini bilmiyorum, ama memlekette her nevi insan grubu içinde bölünmelere alışığız malum, yadırgamıyorum da. Yeri gelir bölünülür, yeri gelir birleşilir. Uzlaşılamadığı noktada bölünmek en iyisidir. Kangren meselesi... Ha, bununla birlikte bu bölünme tabii ki çok keskin bir şey değil, sonuçta bisiklet bu ve bisiklet gruplarından birine dahilsen öbürüne olamazsın ve de bu gruplar tamamen birbirinden kopuk gibi kurallar yok. Yeri gelir yardımlaşılır, bisiklet paydasında ortak bir şeyler yapılır. Ama o "yer" gelene kadar da madem ayrılık gerekiyor, ayrılınır...

İşte Öteki Bisiklet de böyle harekete geçen bir oluşum. Özellikle Çukurca'da yaşananlar ve Van'da olanların ardından olaylarla birlikte şahıslara ve düşüncelere de gelen tepkiler, böyle bir bölünmeyi başlattı. Diyalog deyince "terör" anlayanlar, barış dendiğinde "ama PKK çok rerörerö" diyenler, "deprem" deyince ilahlardan ve onların takdirlerinden dem vuranlar, kendisi her yaraya bayrağı sürüp de kendinden farklı olarak sürmek istemeyenlere saldıranlara bir tepki olarak ortaya çıktı. İşin ayrıntısını bulabileceğiniz manifestosu da bu yönde oluştu. Çok iyi de oldu, çok da güzel iyi oldu.

Bugün 5 Kasım 2011. Başka bir bisikletin mümkün olduğunu haykırmak üzere "Öteki Bisiklet" doğdu. Neyse ki tam vaktinde doğdu da, 6 Kasım'a kalmadı.

Öteki Bisiklet'i takip edebileceğiniz yerler, kişiler, kurum ve kuruluşlar şuralar:

Blog/İnternet sitesi: http://otekibisiklet.wordpress.com (otekibisiklet.org çok yakında!)

Barış!

3 Kasım 2011 Perşembe

Bari bugün söyleme

Bu adamla ilgili yazmayayım, uğraşmayayım, işin profesyonelleri kendisiyle yeterince ilgileniyor diyorum ama yine olmadı yine olmadı. Öncelikle, Van'da görünmeye gittiğinde sağ üst köşe kapak karikatüründeki gibi bir olay tecelli etmişti daha geçen gün---->

Saçmalıklara doyamayan hükûmetin saçmalıklara ve gaflara doyamayan içişleri bakanı İdris Naim Şahin, Bianet'in haberine göre bugün de, yani devlet-i alimizin ve Kaan Sezyum'un deyimiyle cüce yargının hepimize N.Ç. şahsında tecavüzünün hemen ardından şöyle demiş:

"Bakan Şahin BDP'nin Anayasa Komisyonu üyesi Prof. Dr. Emine Büşra Ersanlı'nın KCK operasyonunda tutuklanmasının ardından, "Sayın profesörümüzün anladığım kadarıyla bu yapıyla bir bağlantısı olduğu. Sanki dersimiz siyaset, konumuz da Türkiye Cumhuriyeti'nde halk nasıl ayaklandırılır, sebepsiz yere, kandırılarak, Türkiye Cumhuriyeti nasıl bölünür derslerinin hocalığını yapmak durumundaymış diye duyuyoruz. Eğer bunlar yanlışsa yanlış hesap bir yerden döner. Sadece yargıçlar Berlin'de değil yargıçlar Türkiye'de vardır ve biz Türk yargısına Türk yargıçlarına güveniyoruz" açıklamasını yapmıştı."

Tamam, konuşmayı bilmiyorsun. Yine tamam, belli kalıplar var "yargıya güveniyoruz", "karşılığı misliyle verilecek", "bıçak kemiğe dayandı", "hesabı sorulacak", "adalet yerini bulacak" gibi, ama konu her ne olursa olsun bu söylediğini bugün, memlekette yargıya güvenen tek insan grubunun yasama organı ve mütecavizler olduğu sırada söylemek gerçekten çok enteresan bir kafanın ürünü. Gerçi bütün eşşeklerinizi (2 ş'li) yargıya atadınız, şimdi güvenirsiniz tabii. Biz de önce eşşeği yasamaya bağlayıp sonra demokrasiye güveniyoruz da, sizin eşşekler daha güvenilir demek ki.



Alternatif Akif Beki çıkarımları


Bugünkü "Sansür varsa mizah niye satmıyor?" başlıklı yazısında muhterem "Sansür kriterlerinden biri de mizah. Bir siyasi düzende kaliteli mizah üretilemiyorsa orada baskı yoktur." buyurmuş. Ya ben lan neyse bir şey demiyorum...


Önce sana sansürün resmini çizeyim mi Akif? Bak;

"sansür 
isim Fransızca censure

1 .     Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin hükûmetçe önceden denetlenmesi işi, sıkı denetim:
       "Basın, sözde özgürlüğe kavuşmuş, sansür kaldırılmıştı."- H. Topuz.
2 .     Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin yayınının ve gösterilmesinin izne bağlı olması, sıkı denetim."

Sansürün tek yolu yasal olarak engellemek değildir bir kere. Düşüncenin ve ürünlerinin önüne koyulacak her nevi engel ve üzerinde oluşturulacak her türlü baskı sansürdür. Ne olur, bu senin görünürde yaptığın sansür olmaz da otosansür olur. Dolayısıyla herhangi bir kişinin söylemekten/yazmaktan/çizmekten korkup da vazgeçtiği her şeyin günahı senin boynuna olur da kimsenin ruhu duymaz.

Lan ağzını kırdığım (dua et kamuya açık alandayız, bu kadar diyebiliyorum), hadi mizahtan başlayalım; Salih Memecan'dan başkasını takip etmiyor musun sen? Harakiri diye bir dergi vardı, duydun mu? Duymadın muhtemelen çünkü ikinci sayıdan sonra en az seninki kadar güzel kafalar yüzünden kapanmak zorunda kaldı.  Baruter'e ne oldu haberin var mı? Erdem Büyük'e? Yayınını, sitesinde Türk bayrağı dalgalandırıp yanında "bu site Türkiye'de sansürlüdür" bannerıyla sürdüren Richard Dawkins'den haberdar mısın? Ahmet Şık'ı, Nedim Şener'i tanımıyor musun? Türünün tek örneği olsa keşke denen yayınlanmadan toplatılan kitabı biliyor musun peki? Haydar kimdir, neden kendisine ulaşmamızı engelliyorlar, erotik bir insan mıdır nedir fikrin var mı? Kendi gazetende yazan insanları da mı okumuyorsun? Hadi Özgür Mumcu daha bugün yazmış, Ezgi Başaran'ın dün yazdığını da mı okumadın? Açılan pankartlara verilen yıllarla ölçülen hapis cezaları, Ergenekon, KCK derken hiçbir yasal dayanağı olmadan içeri tıkılan ve tıkılmaya devam eden insanlar... Genç-Sen nedir ve Türksel'in aptal "gençsen x'eceksin" reklamlarından başka bir şey ifade eder mi sana? Muhtemelen etmez, dolayısıyla kapatılmış olması da bir şey ifade etmez. Buraya "Ölüm Pornosu" yazsam tövbe der tıklamazsın değil mi? Çevirmen ve yayıncıya açılan davadan da haberdar olamazsın tabii öyle olunca... Bu kadar mı aciz, gündemden bu kadar mı uzaksın? "Hiç eşek görmediysen b.kuna da mı basmadın?" derler insana... Ha, bunun üstüne de bana çağrıştırdığın iki dize var sadece:

"cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bilmezler
ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler


Senin bu güzel kafan daha fazla yorulmasın diye ben de alternatif birkaç çıkarım yaptım. 1 haftalık yazı çıkar sana buradan:

- "Allah yoksa her şeyi kim yarattı?"
- "Açlık sınırı bin liranın üstündeyse memleketin yarısı neden ölmüyor?"
- "Kızılay acizse o kadar yardım Van'a nasıl gitti?"
- "Hükümet beceriksizse nasıl 2 dönemdir iktidar oluyor?"
- "Melih Gökçek beceriksizse neden 20 yıldır iktidar olup hala da pişkin pişkin 'Beşinci dönem için de adaylığımı koyacağım' diyebiliyor?"
- "N.Ç.'nin kendi rızası varsa neden tecavüz sayılıyor?"
- "KCK yoksa Zarakolu kim?"
- "Ben insansam neden vicdanım yok?"

Lanet olsun ki sana 15 dakikamı ayırdım. Hani şu sıralar çok popüler olan "kanını yerde komamak" misali, "zamanımı yerde koma" ve sen de 15 dakikanı ayırıp burada yazdıklarıma, o bağlantılara bir bak olur mu? Yoksa bana 15 dakika borçlusun, cehennemde yanarsın. 

30 Ekim 2011 Pazar

İki Film Birden - Aburcubur Adam 1 ve 2

Çocukluğumda evde çok sevdiğim birkaç kaset vardı. Biri kapağında kendi kafası fotoşoklanmış bir ördek fotoğrafı olan Ali Avaz kasedi; biri adı ya da soyadı Coşkun olan ve benim "mavi kaset" diye andığım bir enstrümantal kaset; diğeri de bir Aşık Mahzuni Şerif kasedi idi. Özellikle Aburcubur Adam şarkısını çok severdim. Yıllar sonra bugün tekrar dinledim de, yine sevdim.

Facebook'ta Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın bir videosu dönüp duruyor şu ara, "bulut sistemi, abur cubur" falan diye. Memleketin bu artık başta internet olmak üzere her nevi iletişim teknolojisinden sorumlu adamı mevzubahis videoda şöyle diyor:

"bu bulut sistemi dedikleri birşey var. şimdi, son zamanlarda herkes oraya birşey atıyor, gelen oradan işine yarayanı, alıyor kullanıyor, ben böyle anlıyorum belki farklı birşeydir. şey yok artık, böyle, sistematik birşey yok, abur cubur dolduruyorsun, herkes ihtiyacını oradan alıyor ama hiç de karışmıyor. istediğini buluyorsun. bu bilişim, fazla kafa yorarsan sıyırırsın. kullanacaksın, nimetlerinden kullanıp, yararlanıp işini göreceksin, kafayı taktın mı o zaman işin kötü. çok fazla, hikmetine fazla şey yapmamak lazım." (sözlük'ten çalıntı deşifre)

Yani diyecek hiçbir şeyim yok kendisine haliyle. Sadece Aşık Mahzuni Şerif'in "Abur Cubur Adam"ı geldi aklıma doğrudan semantik bir çağrışımla. Akabinde bir de ne göreyim; başıma bir iş gelmeyecekse şu an çağrışmadan daha fazlasını yaşıyorum "Gül boyanmış kara yılan abur cubur Abdullah falan"...

"içi yalan, dışı yalan
her bakışı bin bir plan
gül boyanmış kara yılan
abur cubur abdullah

etme dedim, tutma dedim
dostluğu unutma dedim
sana verdiğim lokmayı
çabuk biter, yutma dedim

abur cubur adam
ben seni nidem
daha kendini bilmezsin
kimdir yanındaki madam

bir elinde kamerası
sanarsın film ağası
her dolapta numarası
abur cubur abdullah

etme dedim, tutma dedim
dostluğu unutma dedim
sana verdiğim lokmayı
çabuk biter, yutma dedim

abur cubur adam
ben seni nidem
daha kendini bilmezsin
kimdir yanındaki madam

der mahzuni tövbe olsun
böyle dost düşmana kalsın
şeytanlar namazın kılsın
abur cubur abdullah

etme dedim, tutma dedim
dostluğu unutma dedim
sana verdiğim lokmayı
çabuk biter, yutma dedim

abur cubur adam
ben seni nidem
daha kendini bilmezsin
kimdir yanındaki madam" (sözlük sağolsun)

29 Ekim 2011 Cumartesi

Törenler İptal Olmuş!!1!bir!

Tane tane anlatayım:

1. Törenlerin iptal edildiği yok, sadece hipodrom resm-i geçit ve köşk resepsiyonu iptal edildi. Meclis resmi programı devam ediyor, tebrikler alınıyor, beynelmilel ziyaretler gerçekleşiyor.
2. Bu bağlamda geçmişteki örneklerden (misal 1999 senesinde Zafer Bayramı kutlamalarının iptali) farkı yok pek.
3. Ben kendi bilincime eriştim erişeli resm-i geçitlerden nefret etmişimdir. Onlar iptal oldu diye üzülene de şaşarım. Oturup TRT'den izliyordunuz sanki sabahın köründe kalkıp, yemeyelim birbirimizi.
4. Bayramı illa devlet tekelinde kutlamak zorunda değiliz, değilsiniz. İsteyen istediği şekilde gider kutlar, onu engelleyen yok. Normali budur zaten.
5. Muhalefet edilecek zilyon tane icraat varken enerjinizi bu tür saçmasapanlıklara harcarsanız üzülerek söyleyeyim, hiçbir yere varamazsınız. Sizin kazan öldü.

Sevgiler, saygılar.

Bir dost.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Seçmece Arama Öbekleri Serisi #4.52

Bir başka tek aramalık öbek görüntüsü. Şu sıra kelimeler habire kifayetsiz zaten, onu söylemeye gerek görmüyorum tekrar.


19:52:42 -- 23 hours 11 mins ago

19 Ekim 2011 Çarşamba

Atina-Oropos - İkinci ve Son İzlenimler

Yazıya başlık atayım diye düşünürken böyle yazdım, sonra "lan" dedim kendi kendime, "ikinci izlenim olur mu hiç?". Sonra da "olur, niye olmasın?" dedim ve ilk izlenimin altında yıllardır ezilen bu garibi gün yüzüne çıkartmaya karar verdim. Evet, Atina-Oropos, ikinci izlenimler. Hepiniz aya ilk ayak basanın kim olduğunu biliyorsunuz değil mi? Peki ya ikinci ayak basan? N'oldu? O garibanı hiçbiriniz tanımıyorsunuz değil mi? Diğer şerefsize bir dirsek atıp da aşağı ilk kendisi adımını basıp afili laflar edeydi, hepimiz onu tanıyor olacaktık. Neyse.

Ecnebinin de dediği gibi zaman uçuyor adeta. 4 gün önce buradaki 1 ayımı doldurdum. Geriye kaldı 2-2.5 hafta zamanım. Hüzünlenmiyor değilim, zira beklediğimden daha keyifli, daha enteresan her şey. Öyle akıcı gidici birbiriyle bağlantı bir hikayem yok şu anda Oropos'a gelişimde olduğu gibi, dolayısıyla notlar notlar halinde anlatayım meramımı:

- Öncelikle, derdimi anlatacak kadar Yunanca öğrendim 1 ayda. Alfabeyi okumayı iyi kötü, en azından yazanı tamamlayıp ne yazdığını anlayacak kadar ilk 1 haftada söktüm. Başta çok karmaşık görünse de, lise yıllarında yok fizikti, yok matematikti, yok istatistikti derken yarısını öğrenmişiz meğer harflerin. Ohm simgesi omega, istatistik belasi chi ve psi, matematiğin bel kemiği pi (bu esnada pi sayısı da yanlışmış ya la?) ve daha neler neler... Gerçekten kolay oldu, sadece bağlantıları kurmak ve birazını da öğrenmek gerekiyor. Alfabeyi geçince de "ena pita kalamaki hirino parakalo" (bir domuz şiş Yunan dürümü lütfen) ve "ena bira parakalo" (bir bira lütfen) demeyi öğrendim. ki bu şekilde de günlük besinimi sağlayarak hayatta kalmayı başardım.

- Yunanistan'ı ziyaret eden her Türkiye insanının dikkatini çekecek ilk nokta ortaklıklar olacaktır. Özellikle de bir şeyler yemeye gidildiğinde sipariş verilirken ortak kelimelerin gani olduğu hemen fark edilir. Bu zaten sürekli de yapılan bir muhabbet; imam bayıldı, baklava, kadayıf, midye, cacık, dolma, midye... Yemeklerin yapılış ve yeniş şekli yer yer değişse de, genelde benzer. Örneğin baklavaki ve kadaifi gayet aynı. Gerçi benim için biraz fazla şerbete boğulmuştu ama sadece bir tatlıcıdan yediğim için genellemeyeyim. Lokma! Lokumades dedikleri ve bizim lokmaya tekabül eden tatlı biraz daha farklı. Beni misafir edip kahrımı çeken arkadaşımın üst komşusu bir gün "lokumades yer misin?" diye getirmişti. Önce salyaları salgılamaya başladım, sonra bir baktım bir tabak dolusu hamur topçukları. E zaten lokma da o değil mi aslında? Evet, ama bizdekinden farklı servis ediyorlar. Hamuru doğrudan kızgın şerbetin içinde pişirmek yerine, sade olarak pişirip, daha sonra üstüne bal ve tarçın dökerek yiyorlar. Tatlıların olmazsa olmazı tarçın bu esnada. Bayılıyorlar! Ama kadayıfta ben beğenmedim şahsen. (Lokma konusunda güncelleme: 2 farklı kişinin daha yaptığı lokmayı yeme fırsatı buldum, gayet bizimki gibi yapanlar da varmış, hatta geneli o şekilde imiş, evet.)

Alternatif loukoumades

- Ortak besin demişken temel besin kaynaklarından bir başkasında da çok önemli bir ayrılık yaşıyoruz: rakı/uzo! Burada (ve genel olarak Balkanlarda) "raki" (veya Balkanlarda daha çok "rakija") dediğiniz zaman erikten yapılmış, sert, genelde sek ve shot olarak içilen mazotvari bir içki anlıyorlar. Bizim halis muhlis rakı da onların beklentileri için fazla yumuşak/tatlı kalıyor. Kurban olun siz ona be! Neyse, geldiğiniz/gittiğiniz zaman Türkiye'ye gelmemiş birileri "raki raki" derse dikkatli olun, siper alın.

Bunun dışında, uzo içen gençler de gördüm ve kendilerini, rakıya yıllarını ve malvarlığının yarısını vermiş 50 yaş üstü bir rakı üstadıymışımcasına kınadım! Zira kendileri "rakı on the rocks" eyliyorlar. Bildiğin böyle bardağa buzu boca edip ağzına kadar buzla doldurup, üstüne terbiyesizce rakıyı döküyorlar. Daha fazla anlatmaya kalbim dayanmayacak. Aydın Boysan ettiniz lan beni!

- Ortak yemek kültürü demişken (laf lafı açıyor gördüğünüz üzere), bir uyarı yapmakta fayda var: her gördüğünüze, duyduğunuza kanmayın! Zira örneğin bir vejetaryen kişi iseniz, fırına/pastaneye gidip "usta bana sarıver ordan bi' 'peinirli'" dediğinizde size verecekleri şey jambonlu/peynirli/kıymalı poğaça olabilir. Yok o zaman ben poğaça alayım bari, kendimi güvende hissedeyim derseniz yine zor, bu sefer de "pogatsa" diye aldığınız şey size pudra şekerli ve tarçınlı leziz bi' pay (pie?) olarak yaşadığınız en büyük hayal kırıklığını yaşatabilir. Tadı bence hakikaten nefis olsa da, tuzlu bir şey beklerken tatlıyla karşılaşmak çok isteyeceğiniz bir şey olmayabilir o an. Bizim dolmaya da bu esnada (ilk fotoğraftaki) yemista deniyor, yaprak sarmaya da dolma... 

Bir başka şaşkınlık da, yemek pişirirken yaşadık. Elimizde makarna var, pirinç var, mercimek var. Dedik hep makarna hep makarna, bugün de pilav yiyelim. İsveçli arkadaşın pilav yapma anlayışı da mantıken makarnanınkiyle aynı olduğu ve benim hiç olmayan anlayışımdan haliyle daha makul olduğu için "hadi bakalım" diyerek koyulduk pişirmeye. Ne zaman ki o pirinç tanelerinin hepten makarna sarısı olup şişerek makarna kıvamına geldiğini gördük, o zaman kendisinin "Oh, this is pasta!" (Vay arkadaş, bu makarnaymış ya la!) demesi ve akabinde "kurban olduğumun Yunanları" esprilerinin gırla gitmesi bir oldu. Meğer gerçekten pirinç tanesi şeklinde makarnaymış kendisi ve özellikle bazı et yemeklerinin yanında kullanılırmış. F'li bir adı vardı ama hatırlayamadım şimdi. Aman diyeyim.

 Vay arkadaş, bu makarnaymış ya la!

- Ortaklığın hepten dibine vurmuşken; ortak kelimelerden biri, biraz daha farklı bir tepki/dikkat çekiyor: efendim. Ben birkaç sefer refleks olarak "efendim?" deyince, "aslında efendi'yi çok kullanmasan iyi olabilir, zira bazıları için sinir bozucu olabilir. Malum, 'efendi'lerle çok iyi anılarımız yok.." dedikleri anda kafamda dedemin dedesi Selanikli Hacıcıkzade Mehmet Efendi'nin karakalem resmini aydınlatan bir ampul yandı. Diyaloğu duyan komşunun "Evet efendim! Tamam efendim!" diye seslenmesiyle ampulüm zenon oluverdi. Kaderin cilvesine bakın ki, efendi kelimesinin kökeni Yunanca: afendis. Soyadlarında sık geçen "hacı" ve "oğlu" ifadeleri de bizden (ya da Arapçadan mı desek?) onlara miras.

- Akropolis'e henüz gidemedim (5 hafta oldu ben geleli) ama tarih delisi bir arkadaşla birlikte Akropolis Müzesi'ne gitme şansını yakaladım, süper oldu. Yazın sıcağında, insanların gerçekten utanmasa çıplak gezeceği bir sıcakta gittik. En alt katında içeri doğru girdiğimizde önce yukarı doğru bakıp sırıtan bir güvenlik gördüm. Kulağında kulaklığı var, yukarı bakıp bakıp gülüyor. Lan dedim n'oluyo' acaba? Ki ben o sırada ayağımın altındaki cam zeminden yerin altındaki devam etmekte olan kazıya ve sergilenen eserlere şaşkın şaşkın bakmakla meşguldüm daha ziyade. Sonra kafayı bi' kaldırdım, meğer insan denen varlığa hiç bu açıdan bakmamışım! Ne demiş şair, "Akropolis Müzesi'nin zemin katından yukarı bakınca bir dizi don göreceksin, şaşırma!". Evet, şeffaf cam zemin değişik bir fikir. Altındayken gerçekten çok farklı bir bakış açısı, üstündeyken çok farklı bir hissiyat. Neyse ki tamamen şeffaf değil, üzerinde siyah noktalar var da kompil havada olma hissi yaşatmıyor (Yazıyı tamamladığım bu gün itibariyle Akropolis'e de gitmiş oldum. Ne yalan söyleyeyim, müze veya kendisinin akşam uzaktan görünüşü daha etkileyiciydi, dibim düşmedi).

Atina'nın ikinci en yüksek tepesinden (adını hatırlayamadım) Akropolis görüntüsü

Akropolis'te aslında görmek istediğim bir etkinlik de Ağustos dolunayında düzenlenen özel konserler idi, ama geçen sene giden ve ezilme tehlikesi yaşayan arkadaşların uyarısıyla çok cesaret edemedim. Ki sonradan yine gidenleri duyunca çok da pişman olmadım.

- 15 Ağustos Aziz Meryem günü olarak kutlanıyor. Sanırım bütün Avrupa için geçerli bu, emin değilim ama... Herrr yer kapalı. Ama her yer! Benzin istasyonlarının bile nöbetçileri var, onun dışında inanılmaz derecede ölü oluyor memleket. Zaten Ağustos ayı, özellikle de 15'inden itibaren tatil zamanı, 15 Ağustos'taki özel günle birlikte Atina sokakları böyle Ankara'da akşam saat 11 olmasa bile saat 9 boşluğunda. Öyle bir hareketsizlik. İnsan yok, trafik yok, karmaşa yok... Ben de ne yaptım? O fırsatı Atina'dan Oropos'a bisikletle gelerek değerlendirdim! Daha önceki yazıda yazmış mıydım hatırlayamadım ama yazmadıysam yazarım (Vazgeçtim, yazmam ya... Bu yazıyı zor bitirdim lan şu tarihte. Ona da söz vermeyeyim de, biraz daha bisiklet macerası biriktirdim, belki yazarım diyeyim). Bu esnada Meryem'e adanan bu günün çok enteresan bir önemi de var; bir kadına ithaf edilen tek dini gün olması! Hiç öyle yaklaşmamıştım, öyle düşününce hepten garip geliyor.

- Benim için en çarpıcı şeylerden biri de, Oropos'ta, Türkiye'den mübadele zamanı yerinden edilen Palatialıların müzesi oldu. Onbinlerce insan gibi, onlar da yerinden olup, daha sonra da buraya yerleşmişler. Geldiğimden beri zaten bir Umut Sarıkaya karikatürü misali, bir ucundan Selanik muhacırı olmanın çok ekmeğini yedim, ama orada da konu olunca bize müzeyi gezdiren amca "aşkolsun canum, aşkolsun!" diye diye yıllar önce kaybettiği evladını bulmuşçasına sarıldı. Anladığım kadarıyla, benim de içinde bulunduğum Fransız grubuna pek de sansür uygulamadan, her zamanki gibi anlattı, gezdirdi müzeyi. Fotoğraflar, giysiler, hatta sergilenen bir kitap! O kadar tanıdık ki her şey... Osmanlı'dan kalma fermanlar da sergileniyor, Türkçe bir kitap da.

Mevzubahis Türkiye (veya "Asya yavrusu") haritası

Müzeye girdiğimizde, anlatmaya Türkiye haritası üzerinden başladılar. Yani öyle Yunanistan haritası, bir kısmında da Türkiye görünüyor falan değil, bildiğiniz Türkiye haritası. Zira evleri, eşleri, dostları Palatia Köyü'nde imiş zamanında. Palatia, İngilizce'deki "palace" kelimesinin Yunanca karşılığı. Yani Saray. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de şaşırtıcı şekilde, köyün adını çok da değiştirmeyerek, Saraylar Köyü olarak Türkçeleştirmiş onları denize döküverdikten sonra. Saraylar Köyü, Marmara Adası'nın kuzey kısmında yer alan bir köy. Gerisi hep bildiğimiz zorlu süreç, acılı anılar, buğulu gözler.

Bu esnada buraya geldiğimden beri Selanik ve Serez'e gitmek istiyorum. Hatta mümkün olursa annem ve babamla birlikte gidelim istiyorum. Zira baba tarafından bir "oralılık"
 olduğu için hep merak ediyor, görmek istiyorlar. Hazır ben de buradayken bundan daha güzel bir fırsat olamaz. Sonra geçenlerde Orkun'un "Parakalo!" yazısını okurken tekrar hatırladım: Buradaki insanların İstanbul'u anarken gözlerindeki anlam Orkun tarafından sıla hasreti olarak adlandırılırken, "çoğunluk" tarafından "eziklik" olarak anılıyor. Aslında benim de, babamın da aynı "ezikliği" Selanik için yaşıyor olduğumuzu fark ettik. Belki biraz daha farklı, ama sonuçta aynı yere çıkan, aynı şeyleri düşündüren hisler. Hala buradan oraya bisikletle gitmenin hayalini kuruyorum bu esnada, planlamaya henüz geçemedim ama zor görünüyor.

"Aşkolsun canum, aşkolsun!"

- Bizden çok farklı olan bir şey de televizyonları. Hemen her kanal bizim cnbc-e gibi, dublajsız ve altyazılı veriyor yerli malı olmayan bütün programları. Diziler, filmler, şovlar. Hepsi orijinal dilinde, altyazılı. Benim gibi dublaj sevmeyenler için süper. Ayrıca gençler de "biz İngilizceyi beyle beyle öğreniyoruz" diyor, o da var.

- Atina uyuşturucu kullanımı açısından bir cennet. "Kime göre, neye göre?" sorusunu "kullanana göre" olarak yanıtlamak gerekiyor bu noktada (böyle keyif veren şeyler cehennemde yok, onlar hep cennette ya, o yüzden.). Şehrin belli kurtarılmış noktaları var özellikle, polis çok sık karışmıyor, sadece ara sıra uğrayıp ilgiliymiş gibi görünüyor. Atina'da gezdiğimiz bir günde de 20'ye yakın insanı toplayıp götürdüler örneğin. Çok sık olmuyormuş bu. Exarcheia Meydanı örneğin cuma ve cumartesi akşamı şehrin gençlerinin eğlenmek üzere toplandığı bir kısmı ve meydana yaklaştıkça soluduğunuz havanın değiştiğini hissediyorsunuz. Bu hava değişikliği, gece 3 civarı yağmaya başlayan biber gazıyla da bambaşka bir hale bürünebiliyor. 

Bir operasyon sonrası gözaltılar

- "Nerelisin hemşerim?" sorusunu "Türkiye" olarak yanıtladığınız zaman, ilk olarak "Şehrazat!" karşılığı geliyor. Herkes manyak gibi Türkiye yapımı dizi izliyor. Biriyle yabancı damattan çıkıp baklavaya gelmiştik, ama çoğunluk nedense bir Şehrazattır tutturmuş gidiyor. Onun dışında televizyonda Ezel'i de gördüm, o da epey popüler sanırım. Hatta televizyon dergileri ek olarak Türkiye dizisi veriyor!

- Ecnebinin "Türk gibi sigara içmek" dediği şey gerçekten çarpıtılmış. Baca gibi, fosur fosur sigara içiyorlar. Şu 1.5 aylık yaşantımda çoğunluğu genç (35 yaş altı) belki 20 tane Yunanla vakit geçirdim, sadece ikisi sigara içmiyor. Ya örneklemim çok kötü, ya da başka bir sorun var.

- Atina'da "gökdelen" olarak adlandırılan 2 bina var, 10 küsur katlı. İstanbul'un silüetine (devasa gökdelenleri) sokan bir neslin torunları olarak bize garip gelebilir ama "Akropolis'ten daha yüksek bina inşa edilmeye!" denildiği için şehrin tüm binaları belli bir yüksekliği geçemiyor.

- Şehir içi toplu taşıma gayet güzel işliyor. Metro ağı şehrin göbeğini sarmalıyor zaten. Troleybüs ve otobüsler de kalanına yetiyor. Yazının yazıldığı tarih itibariyle 1,40 € olan 1.5 saatlik bilet fiyatı nedeniyle insanlar biletsiz binmeye veya metro çıkışlarında birbirleriyle paylaşmaya alışkın. Ankara'da bitmiş 10'luk kartı vermenin oradaki muadili bütün biletler için geçerli. Birkaç kez bu yöntemi kullandım, gayet de güzel işliyor. Bir nevi "hareket" olmuş bu bilet fiyatlarına karşı, dolayısıyla da belediye biletlerin arkasına "başkasına verdiğini görürsem yakarım" yazmış ama bilet isme kesilmiş olmadığı için sanırsam hukuki olarak çok da bir geçerliği olmasa gerek bu ifadenin. Kimse de sallamıyor zaten, herkes barut gibi, birbirine yanaşmıyor dolayısıyla.

- Syntagma Meydanı genel olarak kaynıyor olsa da, 1-2 sefer gittiğimiz eylemler daha çok 10 kişilik küçük bir grubun protesto eylemiydi, büyük çaplı bir şeye denk gelmedik. Ama yine de memleket kaynıyor, her tarafta onu hissedebiliyorsunuz.

Syntagma Meydanı'nda solo eylem

- Ona ayrı bir yazı ayırayım diyecektim ama sanırım şu an gerekli enerjim yok, dolayısıyla burada değinmeden de geçmeyeyim: benim orada olma nedenlerimden biri de Yunanistan ve Türkiye'den birer STK ortaklığıyla düzenlenen "Avrupa Gençlik Müzesi Festivali" idi. 21-26 Kasım 2011 tarihleri arasında Oropos'ta ilk ayağı düzenlenen ve 12-21 Nisan 2012'de ikinci ayağı Ankara'da düzenlenecek olan festival Yunanistan ve Türkiye'den pek çok genci, müzisyeni, pandomimcisinden kuklacısına, perküsyoncusundan heykeltıraşına sanatçıyı bir araya getirdi. 6 gün boyunca düzenlenen atölyeler ve etkinliklerin sonunda Avrupa Gençlik Müzesi'nin resmi açılışı gerçekleştirildi. Müzenin fiziksel olarak Oropos'taki, zamanında hapishane olarak kullanılan yerde oluşturulması düşünülüyor. 

Festivalin resmi kapanışı ve müzenin de bir o kadar resmi açılışında Yunanistan'daki evsahibi organizasyon, Türkiye'ye "Mevzubahis barışsa, size bırakın zeytin dalını, ağacı köküyle veririz!" mesajı verdi.

İşte böyle sevgili İşkembeseverler. Bir "düşman komşu ülke" yazısının daha sonuna geldik. Gerçi Türk'ün Türk'ten başka dostu olmadığı için nereyi yazsak olur bu başlığa ama idare edin. Bu arada Biraz uzun oldu bu yazı, ikiye bölmek lazımdı belki ama Ermenistan yazımın son bölümünü hala yayınlamadığımı fark ederek yekpare yayınlayayım da gümbürtüye gitmesin istedim bu yazı da.  

Barış diliyorum cümleten, zeytin bahçeleri...


ευχαριστώ πολύ Ελλάδα!