Bırakın Türkiye'yi, herhangi bir yerde 'sanatçı' denildiğinde neden bahsedildiğini anlamak oldukça güç. Yüzyılların tartışması olması da boşuna değil. Batı felsefe tarihinin evrimi -ve özelinde estetik tartışmalarınınkisi- bize tartışmanın sanatçı nedirden sanat eseri nedire kaydığını teyit ediyor. Yirminci yüzyılda sanatçıya gelen en büyük tehdit olan politikanın estetikleştirilmesi ise, estetiğin politikleştirilmesi çabasının hala oldukça önünde gözüküyor (bkz: bir sonraki paragraftaki başucu kitabı). Belki de Nazi Avrupasının (hayır bir klavye sürçmesi değil bu), bize en büyük miraslarından biri bu ve halen çözülmeyi bekleyen bir uygarlık fiyaskosu olarak da ilgiden fazlasını istiyor.
Bu kadar ciddi bir tartışmayı yürütecek ne gücüm ne de kaynağım var elimde. Tartışmanın başucu kitabını Walter Benjamin'in Alman Trajik Dramasının Kökeni (Ursprung des Deutschen Trauerspiels) addedersek, anahtar cümlemiz de sanırım şu olacak: Hakikat güzelliğin varoluşunun kefilidir. (Truth is the guarantor of the existence of beauty). Walter Benjamin'in bu girdaplarla dolu eserinin daha en başlarında attığı en önemli adımlardan biri Eflatun'ca temelleri atılmış bu algının altını oymaktı (Benjamin 31). Kitabın konusu ve uğraşısı bir yana, bu argüman ne demekti ve sorunluysa bile neden sorunluydu?
Minimal Eflatun bilgim, hakikatın bir değişmez olarak değişken güzellik/estetik algısının sabitlenmesinde önemli bir role sahip olduğunu varsayarak yola çıkmamız gerektiğini söylüyor. Güzelliğin bakanın gözlerinde olduğuna dair modern estetik algısının daha esamesi okunmazken ileri sürülen bu algı, aslında hakikatın tam da kendisinin estetik değerinden bahsediyor olsa gerek. Daha iyi anlaşılabilmek için buraya bakın derim. Özellikle 4. kısımda bahsi geçen güzelliğin varoluşu tartışması oldukça açıklayıcı...
Öte yandan, tam da argümanın karşısında benim söyleyeceğim şudur ki, hakikat güzelliğin kefili değil, güzellik hakikatin kefilidir. Estetik değeri olmayan hiçbir hakikat hakikiliğin elegelirliğinden nasiplenmez! İşte bu, zamanımızın gerçeklerinden biridir. Genelgeçer bir doğru asla değildir belki de. En bayağı örneğiyle, şiddet ve ölümün tiksindirici hakikiliği, ancak ve ancak estetik karakteriyle bize ulaşılabilir kılınır. Amerikan Güzeli'nin ucuz sahnelerinden birinde, akan kanda bir "güzellik" bulan yabancılaşmış o genci mümkün kılan tam da budur. Tabii bu örneklerde takılırsak meselenin ciddiyetini elimizden kaçıracağımıza dair endişelerim var. O yüzden bu kısımları şimdilik unutalım.
Gündeme oturan bir haber var bu sıralar. Altın Portakal Film Festivali'ne çağrılan Emir Kusturica'nın "politik duruşu" (artık ne demekse) nedeniyle karşı karşıya olduğu büyük protestolar. Şöyle bir anımsayalım. Önce şöyle ve şöyle haberlerle başladı. Şu cümleleri çekip çıkarıyorum:
Subaşiç, tepkisini şöyle dile getirdi: "Tüm Türkiye suçlu demiyorum, ama Kusturica'yı davet eden festival organizatörleri benim için Kusturica ile aynı olur. Böyle bir durum canımı acıtıyor. Çünkü bu, Srebrenitsa annelerinin, kurbanlarımızın küçük düşürülmesi anlamına gelir. Bu çok ayıp bir şey. Müslümanları aşağılayan bir kişinin, Müslümanların kalbi olan ülkeye gitmesini, onun orada ne söyleyebileceğini anlayamıyorum. Orada belki Müslümanlardan nefret ettiğini, Çetniklerin tarafına geçtiğini söyleyecektir.
Abdurrahmanoviç, "Saraybosnalı biri olarak, Bosna soykırımını hiçe sayan bu insan hakkında Türk kardeşlerimizin pozitif bir şey söyleyeceklerini düşünmüyorum. Kusturica, yaptığı açıklamalarla, ait olduğu milleti hakkında düşündüğü her şeyi açıkça sergiledi. Onun Türkiye'deki bir festivale davet edilmesi fikrinin nereden geldiğini bilmiyorum, ama inanıyorum ki kaderimizi, Boşnakların yaşadığı katliamları bilen Türk dostlarımız buna tepki göstereceklerdir" dedi.
Anladığım kadarıyla Kusturica müslüman olmayan herhangi bir ülkeye gitse bu iki tepki de gösterilmeyecek. Bu bile benim bu tepkilere burun kıvırmama yetiyor. Zira koşullu tavır, tavır değildir. Bunun adına politik olmak denir. Ve politikasız bir politik olma kadar tehlikeli çok az şey vardır. Bu biraz o ünlü "o ayrı"cı tavırlara benziyor. -E ama Türkiye'de de Emporio Armani Soykırımını reddeden bir sürü sanatçı var! -O ayrı Benjamin.
Sonra olay şişti şişti ve buram buram kokmaya başladı. Semih Kaplanoğlu ve tayfası festivale gitmeme kararı aldı ve basına tavrını ortaya koyan bir açıklama sundu. Mustafa Altıoklar destek verdi. Ardından Ertuğrul Günay Kültür Bakanlığı konumunda Erdoğan'dan aşağı kalmaz bir oynamıyorumculukla Kusturica varsa ben yokum, dedi. Bir de bonus olsun, bu nedir allaşkına?
Ben daha, ne oluyor be, diyemeden mesele yine evet ama hayır ama evet ama rerö rerö dalaşına döndü. Bir Antalya'nın CHPliliği kalmıştı meseleye sızmayan; o da oldu. Daha bugün de Kusturica ağırbaşlı açıklamalar yapmaya çalıştı, ama bulaşmıştı bir kere. Ama yine de şunu kabul etmem lazım, Kusturica gibi ileri geri konuşmaktan egoist keyifler alan bir adamın yeri geldiğinde sükunetle alttan alabiliyor olmasına şaşırdım. Sanatından taviz vermesi istenmediği sürece sanırım uysal birisi olabiliyor kendisi. Ama kişiliğiyle ilgili konuşmaya başlarsam tepki gösterenlerle olan duygusal yakınlığım yazının tavrından taviz vermeme sebep olabilir. Hemen kesiyorum. İronik bir "seni bir insan olarak sevmiyorum Kusturica," deyip bırakıyorum.
Bu meseleyi ateşleyen demeçler 2005te gerçekleşmiş. Birçokları gibi sanırım ben de çok da ciddiye almadan, ve verilen tepkilerin bırakın farkına varmayı, gerçekleşme olasılığını bile düşünmeden devam etmiştim hayatıma. Guardian söyleşisindeki bazı ifadeleri başka yerlerdeki tekerrürleriyle birçoklarının aklından çıkmamış anlaşılan. Bunlardan bir tanesi şu mesela: "OK, maybe we were Muslim for 250 years, but we were orthodox before that and deep down we were always Serbs, religion cannot change that. We only became Muslims to survive the Turks." (Tamam belki 250 yıl boyunca müslümandık, ama ondan önce ortodokstuk ve derinlerde biz hep Sırptık, din bunu değiştiremez. Yalnızca Türklerden korunmak için müslüman olduk.)
Kusturica'nın "Boşnaklık"ı reddetmesi ve üstüne bir de bir "Hristiyan Sırp" olarak çıkması Bosna konusunda İslam'la içiçe bir şekilde duyarlı çevrelerin yarasına tuz basmıştı. Yine duyarlı ama işin içine var ya da yok kendi İslami duygularını karıştırmayan kitleler içinse bu basitçe bir seçim olarak değerlendirilip geçilebilirdi. Tabii Kusturica'nın Osmanlı referansı daha da acıtıcı bir söylemi içeriyordu. Bosna'nın göbeğinden çıkan oryantalist bir söylemdi bu. Zira şu yukarıdaki sorgulamayı yapan bir insandan biraz daha ileri gidip "allaam çok saçma lan" demesini ve Sırplığın da altını boşaltmasını beklerdim. Bak yine kişisel oynamaya başladım. Sanatçı-sanat eseri meselelerine dönelim ivedilikle.
Üç tane kendimce önemli bulduğum soruya yanıt vermeye çalışacağım. İlki, Film Festivali ve özelinde Antalya Altın Portakal Film Festivali nedir? İkincisi, "filmlerini iyi olabilir ama kendisi kötü bir insandır" ne demektir? Ki "filmleri de iyi değil zaten"i de aynı sorunun içine katıyorum. Bu tip absürdlerle uğraşmak her zaman büyük bir eğlence olsa da, korkunçlaşmadan önce deşelemekte fayda var. Üçüncü ve son olarak da sanatçı ile kişi arasındaki ayrıma dair bir soru sormak lazım: Davet etmek nedir, sanatçıyı davet etmek ne demektir? (Çirkin olduğunuz kadar küstahsınız da sevgili sorular).
Film festivali yoğunlaştırılmış bir sinema pazarı alanı yaratır. Birincil derdi hiçbir zaman sinema değildir. Ekonomisine vs hiç girmeyeceğim. Genel olarak kullandığımız festival kavramından farklı olarak film festivali, kandaşları müzik ve tiyatro festivalleri gibi, kaba tabirle seyirci dediğimiz kitleye kültürel sermaye dağıtır. Zira film festivallerinin benim gibi birçok insan için çekici başlıca özellikleri şu cümleler etrafında yoğunlaşır: Başka yerlerde gösterilmeyen filmleri görme imkanı sağlıyor. Ardarda birçok iyi filmi görebilme şansı veriyor. Klasikleri perdede görebiliyorum böylelikle. Filmlerle bağlantılı önemli isimlerle söyleşiler vs var. Diğer festivaller için perde yerine sahne, film yerine müzik performansı falan koyabilirsiniz... Zaten bir film festivalini sevmeme ya da o festivale burun kıvırma sebepleri de aynı cümlelere referans verir. Festivalden sonra zaten vizyona giriyormuş abi. Seçki çok kötü. Söyleşiler az; paneller bok gibi; e Alain Delon nerede hani?
Kendimi -Aha da geldi Jeanne Moreau! -Hani nerede? diyaloğunun ardından bir anda kendisinin önünde gözlerine salak salak bakarken bulmuş olduğum için çuvaldızın bilenmişine oturduğumu belirtmek isterim. Bütün sene sinemaya çok az gideceğimi bildiğim için festivalde yüksek doza vurdurmak isteğiyle karşı karşıya kaldığında kendinden utanıp yalnızca vizyon yüzü görmeyecek olanlara gitmiş de bir insanım ayrıca.
Velhasılkelam. Festival zaten politiktir. Ödülleri de politiktir. Yönetimi de politiktir. Ama bunu insanların gözüne sokunca lan noliy dedirtir. Sonra geçer. Benim derdim o lan noliy anını yakalayıp bir süre orada tutunmak şu an. Örneğin, cnnturk'ün haberinin peşini kovaladığımda şu yenişafak haberiyle karşılaştım. Bahsi geçen zaman gazetesi haberinden çok bu söyleşi ilgimi çekti benim. Kusturica bu söyleşide "Türk kültürü kelimesi Türk kelimesinden de daha geniş bir anlam ifade ediyor." gibi bir şey söylemiş. Müthiş. Film festivali ne demektir? Sine-Kültürel sermaye satışıdır. Bu satışı farklı bir şekilde değerlendiren istisnalar kaideyi bozmaz.
Emir Kusturica iyi bir yönetmen olabilir; ama güldüğü zaman yanaklarını sıkasım geliyor; ama şerefsiz bir dönmedir; ama o kadar para bende olsa ohoo; ama o da bir insandır. Filmleri de bok gibi zaten! Burada anladığımı düşündüğüm bir şey var. Eylemin kendisi başedilemeyecek kadar ağır olduğunda, kişinin kendisi bir güvenlik alanı oluşturuyor. Einstein'ın karısına eziyet ettiğine dair hikayeleri -gerçek ya da değil- duyduğunda insanlar, zannedersem çok mutlu olmuşlardı. İsa dünyaya bir daha geri gelmeyecek. Çünkü kimse bunu ne duymak ne de görmek istiyor. Hiç kimse mükemmel değil. Liberalizmle kolkola giden hümanizm, sen nasıl bir canavarsın?! İsrail'e karşı olduğunda paşa, Srebrenitsa'ya istenen tepkiyi vermediğinde pislik olan adam sevdiğiniz filmlerin hem yönetmeni olabilir hem de olamaz. Ya da belki de o filmleri zaten hiç sevmemiştiniz. Keşke basitçe grip olmuş olsaydınız. Evde birkaç gün istirahat ve ilaçla halledilebilirdi o zaman hastalığınız. Sanat eseri bu yüzden hakikatin kefilidir. Ve yine bu yüzden hiçbir zaman bekçisi olmayacaktır. Ve yine bu yüzden sanatçıya bekçilik hiçbir zaman atfedilemeyecektir.
Son soruya geldim. Öyle ahım şahım bir şey söylemeyeceğim belki.
Sanatçı sanat eserini yaratmaz. Üretmez. Tüketmez. Yaşadıklarıyla olan bağlantıyı kurmaz. Sanatçı, sanat eserinin ancak asimptotunda durur. Bu açıdan ona en yakın ve en uzak yerlerde durur. Ucuzlaşayım yine. Bir doktorun bir doktorun hikayesini yazmasıyla bir tavşanın bir kalemi yanlışlıkla kağıt üzerinde gezdirip aynı hikayenin yayınevine ulaşması arasında sanat eseri adına hiçbir fark yoktur. Sanatçı olmayı istemek de, aynı bağlamda, insanların sizin sanatçı olmasını istemesinden ibarettir. Kusturica'nın 1995'te “There is only one reason for me to make movies. To be loved by you!”(Benim filmler yapmamda tek bir neden var. Sizlerce sevilmek!) demesi tam da bununla alakalıdır. Performatif bir cümledir bu. Yapma sebebiyle orada bulunma sonucu birleşmektedir. (Alıntının geçtiği makaleyi bu meseleyle ilgili çok önemli saptamalarda bulunduğu için şiddetle öneririm). Sanatçı olmaksa sanat eserinin asimptotunda bulunmaya çağrılmış olmakla gelir. Bir seçimden bahsetmek, ya da en basitinden Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresini çıkarmaya kalkmak işe yarayabilir. Ama o seçimin ve daha da ötesi seçebilmenin yokluğudur sanat eserinin menşeinde olan. Ve siz çıkıp da kişiden bahsettiğinizde hiç ama hiçbir zaman sanattan bahsetmiyorsunuzdur.
Bu yüzden Altın Portakal-Kusturica Meselesinde sanattan bahsetmiyoruz. Çağrılmış, hata olmuş olmamış, bunlar sanatla ilgili değil, direkt -direkt- politik meselelerdir. Ve tekrar ediyorum, politikası olan değil, politik olan meselelerdir. Koşulludurlar ve o yüzden dört ay öncesiyle sonrası farklılıklar gösterir. Polanski'nin davasından tutun Orhan Pamuk'un Nobel ödülüyle soykırım demeçleri arasında kurulan bağlantılara kadar birçok meselede yapılması gereken bir ayrım söz konusu olan.
Artık nihayete erdirmem lazım. Altın Portakal'a Kusturica'nın çağrılması da, tepkilere rağmen tutulması da yerinde hareketlerdir fikrimce. Kınamalara da eyvallah, katılmayarak protesto etmelere de. Tabii isterdim ki Kaplanoğlu gibi sanatçılar asimptotlarından böyle tavşanlar çıkarmasın. Ancak yine aynı yerden konuşarak diyorum ki, benim için Kaplanoğlu'nun tavrı saçma olduğu kadar bizi-ilgilendirmez kontenjanındadır. Açılıştaki yuhalama ve Günay'ın katılmayı reddetmesi ise, 'hah, tam da sizin yapacağınız işlerdir' kategorisinden yazıma meze oluyorlar. Rezalettir ikisi de. İstirham ederim meclisinizde cülus ediniz lütfen.
Görüntüde de olsa, bir gün Kusturica'yı savunacağım da aklıma gelmezdi ne yalan söyleyeyim.