2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Ekim 2010 Cuma

İkinci Bayram Yazısı

Öncelikle bir önceki yazımdaki bir noktaya açıklık getireyim, oradan da geçişi yaparız:

Efendim, her ülkenin bir kurucusu vardır. O ülkenin kurucusu da, o ülke devam ettikçe, anılmaya devam eder. Bizdeki sorun, nispeten daha hala yeni bir ülke olmamız, ve de dışarıya yeni yeni açılmaya başlamamız. Bu yüzden, Atatürk sadece bir "kurucu" mevkiisine indirgenemedi, hala daha kimi insanlarca "tek yol gösterici" olarak kabul ediliyor. Bu bakış açısı anlaşılabilir, lakin sonuna kadar da tenkit edilmelidir ve edilecektir.

Bugün ABD'de baksan Jefferson, Hamilton ve de Washington çoğu noktada farklı düşünmüş üç adet kurucu babadır. Ama bugün bu kurucu babalar, fikirlerinden bağımsız olarak o mertebedelerdir. Scalia gibi dingil Anayasa Mahkemesi üyeleri haricinde de bu babaların fikirlerine sadece temel düzeyde atıf yapılır (özgürlükler anlamında, çünkü günümüz retoriğine de uyar bu babaların fikirleri) Ya da ne bileyim, Almanya'nın kurucusu Bismarck'tır, Hollanda'nın kurucusu William'dır, Hindistan'ın kurucusu Gandhi'dir vs., ve bugün o isimlere fikirlerinden bağımsız bir saygı duyulmaktadır. Gandhi'nin fikirlerinden hiç haz etmeyen Hintlilerle konuşmalarımızda "Tabii ki sonuçta ülkeyi o kurtardı, kabul." motifi vardı. (Buradan bu isimler hiç eleştirilemez, haklarında espri yapılamaz falan gibi bir anlam da çıkmasın; sonuna kadar dalga geçilebilirler bu kurucu babalarla, geçilmelidir de ve hatta.)

Atatürk'ün statüsü, zamanla dekonstrükte edilecektir/edilmelidir, ve de o da normalleşmiş bir kurucu haline dönecektir/dönmelidir. Bu süreçte de Atatürk'ün eylemleri ve fikirleri tartışılacaktır. Bu tartışma sırasında, Atatürk'ün dogmalaştırılması da sorgulanacaktır. Lakin "Atatürk'ü peygamberleştiriyorlar" cümlesindeki "Halbuki bizim peygamberimiz belli" örtük anlamını es geçmeyelim, dediğim budur.

* * *
Buradan bayram mevzuusuna gelelim. Bir ülkede, ülkenin bağımsızlığını ilan ettiği/kurulduğu günün kutlanması çok normaldir. Fakat bu kutlamaların içeriği tartışma konusu yapılmalıdır. Ben hala daha ilkokul çocuklarının üniformalarını çekip de rap rap rap rap yürüdüğü bir kutlama şeklini tasvip edemem. Ya da her bayramda stadyumda gösteriler yapılmasını vs. de tasvip edemem.

Tabii ki çeşitli günler anlamlıdır. 19 Mayıs anlamlıdır, 23 Nisan anlamlıdır. ABD'de de Kolomb günü var, Şehitleri Anma Günü var, İşçi Bayramı var vs., fakat bu bayramlarda kimse bu tür farslara girmiyor. Onlar "anlamlı gün" olarak, insanların dimağında yer ediyor sadece. Ve hatta "Oh be bugün okul yok" şeklinde bir anlam bile olsa da, normaldir bu.

Fakat bu tür -hala sürüp sürmediğini bilmediğim- kutlama çeşitleri minimuma indirilmelidir. Çocuk Bayramı'nda çocuklar için festiviteler olsun, Spor Bayramı'nda ülke çapında spor müsabakaları düzenlensin, Cumhuriyet Bayramı'nda coşkuyla ülkenin kuruluşunu kutlayalım vs., kabul. Ama her bayramda kortej geçmesin lütfen, her bayramda şiirler okunmasın, gözyaşları dökülmesin vs.

Sonuç: Kavramlar azamiyetle iç içe geçmiş halde olduğundan, bazen eleştirilerin nesnesi şaşabiliyor. Kemalizm'in erk düzeyinde algısı ile, Kemalizm'in birey düzeyinde algısı karışıyor; ya da bayram dediğimiz olgunun ne ifade etmesi gerektiği Atatürk'ün kişiliğine bağlanabiliyor vs. Yapmayın etmeyin gençler, onu diyorum.

Kalın sağlıcakla.

Atatürk'ün Peygamberleştirilmesi Eleştirisinin Eleştirisi

Ülkemizin kamplaşma gazını referandum süreci alamadığından Cumhuriyet Bayramı'na da "bu ülke sahipsiz değil, Atam Atam sen kalk ben yatam" Facebook/Twitter mesajları eşliğinde girdik. Bu durumu artık kanıksadığımdan bunun üzerine espri yapmayı Levent Kırcalık olarak görüyorum, yapanlar da kusura bakmasın, eskidi o ayaklar.

Lakin bu işin Levent Kırcalık boyutunu aştığı söylemler de görüyoruz. Benim taktığım "Atatürk'ü peygamberleştiriyorlar!" tadındaki yorumlar. Bu yorumların çok ciddi bir mantıksal çıkmazı var, bugün onu yazayım da, Cumhuriyet Bayramı'nı kutlamakta benim de bol iyotlu bir tuzum olsun.

Bakınız efendim, bugün her insan her insanı idol haline getirme hakkına sahiptir. Eğer o insanlar, idol haline getirdikleri insan uğruna baskı oluşturmuyorlarsa, bırakınız sevsinler yahu! Bırakınız Atatürk'ü peygamber olarak görsünler, size batan ne? Dışarıdan bir gözle bakarsak (dünya nüfusunun Müslüman olmayan 5.5 milyarının gözü bu bu arada), o adam Atatürk'ü peygamberleştiriyorsa, sen de Muhammed'i peygamberleştiriyorsun?

Bu "Atatürk'ü peygamber gibi görüyorlar" eleştirisini getirenlerin dayanak noktası "Bir insan bu kadar idolleştirilemez" değil, zira esas sıkıntı "Hz. Muhammed esas bizim peygamberimiz, Atatürk de kim?" noktasında. Bu durumda da aynı kazağın laciverti giyilmiş oluyor.

Dediğim o ki, bir Kemalist olmayan agnostiğin gözünden bakarsak hiçbir farkınız yok, o yüzden bu tür kıyaslar çok saçma oluyor. Hani sallamayacaksınız ama, ben sizi gene de uzaktan sopayla bir dürtükleyeyim. Neticede ikiniz de yanlış yoldasınız hocam, en gerçek peygamber DNA.

Özetin özeti: Bir dogmanın eleştirisi yapılacaksa, o eleştiri "Bu bir dogmadır." diye yapılmalı, yoksa "benim dogmamı çalıyorlar!" şeklinde değil. O zaman çıkmaz yola gireriz.

Hadi bayramınız kutlu olsun.

Arsızlık diz boyu

Dünyaca ünlü İ. Melih Gökçek sırıtışını dünyaca ünlü iktidar sırıtışına evrilten arsız bakan M.Ş (43) yine halt yemiş. Radikal'in haberine göre şöyle bir şey olmuş:

"Maliye Bakanı M.Ş., 15 Ekim’de düzenlediği basın toplantısında vatandaşa söz vererek, “Yeni yıla yeni vergilerle girilmeyecek” demişti.

Bugün Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren alkollü içecekler üzerinden alınan vergilerin artırılması üzerine gazeteciler Bakan Ş.’e, “Sayın Bakan vergi zammı yok demiştiniz” hatırlatması yaptılar.

Maliye Bakanı Ş. gülerek, “Ben, yeni yıla zamlarla girmeyeceğimizi söylemiştim. O nedenle bu düzenlemeyi erken yaptık” dedi. Ancak Ş., geçen hafta bir kalemde maktu vergi düzenlemesi yapılacağını açıkladığını belirterek; bugün de onun yayınlandığını söyledi.

Ş., bugünkü ÖTV artışının içki fiyatlarına yüzde 4 ila yüzde 12.5 oranında zam olarak yansıyacağını belirtti. Bu zam ile 2011 yılında alkollü içki vergilerinden 800 milyon liralık gelir beklediklerini açıkladı."

Bu nasıl bir yüzsüzlük, nasıl bir arsızlık, nasıl bir embesilliktir yahu? Lan tamam, kulak arkamızı bile bırakmadınız da, bu kadar da pişkinlik gerçekten nereden geliyor, kaynağını merak ediyorum. Biliyoruz hepimiz gerçi o kaynağı da ama... En iyisi askerde öğrenmek zorunda kaldığım bir sürü gerizekâlı şeyden biriyle edeyim bedduamı; allah belanızı kaynağınızın ta orta yerinden versin!

Zekâ ile espri/mizah yeteneğinin mükemmel bir ters korelasyonunu gözler önüne sere sere bi' hal olan bir iktidara sahibiz şüphesiz. Ama yükselen şaşırma eşiğimizi her geçen gün biraz daha yükseklere çekebilmeleri gerçekten takdire şayan. 

Sıradaki şarkı tüm güldürürken kerkinen, kerkinirken süründüren, süründürürken utanmayan iktid-ar-sızlara gelsin:

"Hep arsızlık var huyunda, arsızlık diz boyu..."

Zeus belanızı versin!

24 Ekim 2010 Pazar

Kusturica Üzerine...

(Efendim, konuk yazarlarımızdan birisi Kusturica üzerine fikirlerini beyan etmek istemiş, ama biz meşgul adamlar biraz geç fark etmişiz bunu, geç olsun güç olmasın diye de bağlayalım lafı)

Modern dünyada ideolojiler en basit ifadeyle üretim üzerinden şekillenir (Bir çok etken tabii ki sayılabilir, ancak uzatmamak adına basit bir tanımlama yolunu seçtim). Ülkemizde ise durum biraz farklı, çünkü bizde insanlar kendisini genelde tüketim şekillerine göre ve dine olan mesafelerine göre ifade ediyorlar. 

Örneğin gelirden daha çok pay alan ve ağırlıklı olarak kıyı şeridinde yaşayan insanlar kendilerini solcu olarak tanımlıyorlar (Son zamanlarda ulusalcı demeye başladılar). En basit ifadeyle sol aslında üretim modelinden doğan bir ideolojidir, işçi-işveren ayrımı ve işçi sınıfının hakları sol ideolojinin bir yerde temelidir. Ancak ülkemizde işçi-işveren ayrımı bir taraf insanlar tüketim şekilleriyle kendilerini ifade etmekteler. İşverenler solcu, işçiler sağcı!

İrtica korkusu diye dayatılmaya çalışılan korkuların temelinde bu insanların tüketim alışkanlıklarının değişme ihtimali yatmaktadır. Dini yönetim gelirse kadınlar denize giremez, içki içilemez vs. Böyle olunca da kendisine solcu diyen insanların önemli bir çoğunluğunda dine, İslam'a karşı bir antipati doğuyor. Ülkemiz solcularının bu temel yanlışlığının sonucu olarak ortaya sol yerine ulusalcı, Kemalist denen ve hiçbir evrensel kabulü olmayan seçkinci ve antidemokratik bir zihniyet çıkıyor. 

Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım izahı kabul edecek olursak, solun dine ve dindara karşı yapılan her türlü haksızlığa göz yumması, kayıtsız kalması normal oluyor. Sonuçta burası çelişkiler ülkesi değil midir? Sağ-sol çatışmasının en yoğun yapıldığı yetmişlerde milliyetçi akımlar içindike ırkçı unsurları temizleyebilmişken, sol ırkçı, faşist, seçkinci, bürokrat takımının elinde kalmıştır. 

Kusturica’nın faşistliği dine olan mesafesi kadar anlam ifade eder bizim solcular için. Dolayısıyla Beyaz Türklerin Bosna dramına uzak kalması benim için şaşılacak bir durum değil. Kusturica’ya kızıyoruz da, biraz haksızlık etmiyor muyuz? En azından adama “FAŞİST” diyebiliyoruz. Dersim katliamını meşru gören zihniyete evrensel bir tanım bile getiremiyoruz. Yani faşist bile diyemiyoruz, çünkü onlar Kemalist. 

Hatırlarsanız refarandum sürecinde kimi sanatçıların tutumu kamuoyunda çok tartışıldı. Benim uzun zamandır kafama taktığım bir konu var: “Sanatın herhangi bir dalında başarılı olan insanların söyledikleri tartışılmaz mıdır?” Mesela Fazıl Say’ın söylediklerini bir hatırlayalım. Destek verenler genelde şu tür gerekçeler sunuyordu: “Say dünya çapında bir sanatçı. O bir deha! Katlanmak zorundayız.” Halbuki bir insana saygı duymak için onun sanatçı olması gerekmiyor. Bir sanatçının da sırf sanatçı kimliğinden ötürü fikirlerinin kabul görmesi, eleştirilmemesi de beklenmemeli. Emir Kusturica olayına da bu açıdan bakıyorum. Hiçbir film buram buram faşizm kokan fikirlerin eleştirilmesini engelleyemez. 

Dikkat ederseniz bir sanatçı eleştirildiğinde o sanatçı konuyu kişiselleştiriyor ve sanatının eleştirildiğini iddia ediyor. İyi bir müzisyen olmak, iyi bir sinemacı olmak vs. eleştirilemez şeyler söylemek anlamına gelmiyor. Hele bizim gibi ülkelerdeki sanatçıların değişim konusundaki performansları söz konusu olduğunda, eleştiriyi fazlasıyla hakettiklerini söylemek lazım.

Bir samimiyet testi de muhafazakarlar için. Tertip komitesi demiş ki “Biz Kusturica’nın sanatçı kişiliği ile ilgileniyoruz.” 

Evet hatırlayın, birkaç sene sövdük, sonra en muhafazakarımız, en milliyetçimiz, ülkücümüz bile MODA, REKLAM etkisi altında kalıp Ahmet Kaya için “ya çok da güzel söylüyor, şarkıları çok güzel” demedi mi? Yani Ahmet Kaya’nın sanatçı kişiliği ile ilgilendiler.

Fakat PKK gibi bir terör örgütü Türkiye’nin gündemini bunca yıl meşgul etmese idi, Anadolu insanının Kürt sorununa bakışı, veya Ahmet Kaya’ya çatal fırlatanların bakışı böyle olur muydu? (riyakarım, riyakarsın, riyakar..)

23 Ekim 2010 Cumartesi

"Uzun Etek" Mefhumu

Laikliğin ve cumhuriyetimizin dingil bekçisi Hürriyet gene üstüne vazife olmayan işlere atlamış, ama ne atlamak.

Efendim, Sakarya Valisi Mustafa Büyük, Cumhuriyet'in. 87. yıldönümü vesilesiyle bir resepsiyon düzenlemiş, o düzenlemenin davetiyesinde de kıyafet kurallarını (gavurun dress code dediği) yazmış. Bu kurallar arasında "uzun etek" de varmış, Hürriyet hemen "Şeriat gelüüüüü" diye ortalığı velveleye vermiş.

Tabii Hürriyet Gazetesi'nin atladığı miniminnacık bir ayrıntı var: Uzun etek, gavurun "full length dress" diye tabir ettiği gece elbisesidir, ve de böyle resmi resepsiyonlara gidilirken bunlar giyilir. Kimilerinde omuz dekoltesi bile uygun kaçmayabilir, o derece.

Ve bakınız elimizde laikliğin ve cumhuriyetimizin eski bekçisi Ahmet Necdet Sezer'in resepsiyon davetiyesi var:

Amanııııııın! Ahmet Necdet Sezer de şeriatçıymış! Dağılın şimdi.

Dipnot: Bir Hürriyet'i, bir de Vakit'i okuyanlara acıyorum cidden, yazık yahu. Adamların doğru yazdığı şey sayısı, yanlış yazdığından istikrarlı olarak fazla.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Ben Sana Bakan Olamazsın Demedim

Ben Sana X Olamazsın Demedim serisinde bugün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer'i irdeleyeceğiz.

Bildiğiniz gibi, kendisi Zonguldak'ta gerçekleşen son maden kazasından sonra "Güzel öldüler. O konuda ben acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini buradan rahatlıkla söyleyebilirim" diye bir açıklama yapmıştı. Gerçi başbakanın "Ölmek madencilerin kaderinde var" dediği yerde de bakanın daha az absürt bir cevap vermesi beklenemezdi. Biz erk sahiplerinden sorumluluk beklerken onlar "kader, güzel öldüler" gibi, insanların acılarını katlayacak türden laflar etmişlerdi.

Gün oldu devran döndü. Şili'de, son on yılın en büyük mucizelerinden birine şahit olmaya başladık biz. Madenciler tam 66 gündür yer altında yaşamaktalar, ve de birer birer yeryüzüne çıkarılıyorlar. İnsanın gözlerini yaşartan bir durum bu.

Peki o "güzel ölüm"cü Dinçer ne demiş bu konu ile ilgili? "Bizde olsa 3 günde çıkarırdık... Niye o kadar büyütüyoruz ki hadiseyi?" Net bir yüzsüzlük, ötesi yok.

Şili'de işi ağırdan almalarının sebebi, çok ince delikler açıp onu yavaş yavaş genişleterek herhangi bir toprak kaymasına vs. sebep olmamak. Bu süre zarfında kendileri yiyecek, içecek, duş ve sigara gibi ihtiyaçlarını karşılayabilecek haldelerdi zaten, oraya ulaşım vardı.

Düşünüyorum da, biz ki hızlı trene 3 günde geçmiş bir milletiz, hakikaten 3 günde çıkarırdık o işçileri. Ama çıkarırken bir kaza olurdu, işçilerin bir kısmı ölürdü; sonra bakan gene çıkar "En azından güzel öldüler, son bir sigara içebildiler." falan derdi sonra, biz de "kısmet" deyip geçerdik.

Özetle: Ayıp be, vallaha ayıp.

12 Ekim 2010 Salı

Yozdil ile saymayı öğreniyorum

Döktürmüş yine. Geçen bi' sefer 1900'lü yılları saymayı öğrenmişti. Daha sonra bıraktığı yerden 2000'lere devam etti... 576'ya kadar sayı saymayı öğrenmiş bu sefer, maşallah. Kırmızı kurdeleyi hak etmesine ramak kaldı. Sağ olsun, sayesinde coğrafyayı, saymayı ve yılları öğrendik. Darısı yazmanın başına...

Ha gayret, kaşlar tamam gibi, sola doğru d'evrimini tamamlayınca biraz daha benzeyeceksin. Biraz daha devril, bizi fotoşoklattırma, kafayı biraz daha objektife çevir, öbür gözün de görünsün. Boy(n)un devrilsin.

Bünyesine güvenen şu 4 linke arka arkaya tıklamayı deneyebilir. Hatta aynı tarayıcı penceresinde farklı sekmelerde açıp, arka arkaya CTRL+TAB yaparsanız belki Şirinler'i siz de görebilirsiniz!

1
2
3
4


Kodcu tanrıları aşkına; yeter ulan! Zuckerbergler götürsün seni e mi! Rakam tuşların kopsun!

10 Ekim 2010 Pazar

Riyakarım, Riyakarsın, Riyakar

Vaka-ül Kusturica ile, Ertuğrul Günay nezdinde mükemmel bir ikiyüzlülük gösterisine daha imza attık. Ömer el-Beşir gibi sabık bir katliamcının kuşsütüyle beslendiği, el üstünde tutulduğu ülkede, Kusturica birkaç zibidi söylemi, ve hatta söylemsizliği sebebiyle günah keçisi ilan edildi. Aynı saatlerde ise biz Jiabao adlı muhterem insan hakları ihlalcisi ile tarihi bir anlaşma imzalıyorduk davul zurna eşliğinde, hani şu Doğu Türkistan'daki soydaşlarımıza işkence yapıyor diye Facebook'ta profil resimlerini değiştirdiğimiz adam bu. Bakanımız Kusturica gibi bir katliamcıya ve faşiste hak ettiği muameleyi çekerken, Ali Suat Ertosun hala daha HSYK üyesi ve devlet üstün hizmet madalyası sahibi idi. Bakın daha Ermeni kelimesini ağzıma dahi almadım.

Soykırım ekseninde bunlar olurken, asimilasyon ekseninde de süper gelişmeler yaşandı. Almanya'da bir konuşma yapan Erdoğan, oradaki Türkler için anadilde eğitim istemiş. Hani bizim Kürtlere anadilde eğitim konusunda taviz vermez açıklamalar yapan Başbakan. Oradaki Türklerin asimilasyonundan dem vurmuş; "...örflerinden, âdetlerinden, geleneklerinden zorla tecrit edilmesi, soyutlanmasıdır ki insanoğlunu buna zorlamak kesinlikle bir insanlık suçudur. Bu düşüncemde herhangi bir değişikliğin olması mümkün değildir." buyurmuş. Evet evet, ikisi de aynı insan.

Siyasetçilik kurumunun olayı budur zaten. Dürüst olmazsın, kendi çıkarınca konuşur, o çıkar doğrultusunda kıvırırsın. Benim esas dert ettiğim, "aydın" olması gereken insanların bu riya şovuna çanak tutması.

Siyasetçinin vicdanı yoktur. Arada ağlar, sızlar ama en nihayetinde cep şişkinliği esastır. Ama siz sıradan vatandaşlar, siz vicdanınızı terk etmeyin, rica ederim. Bu ikiyüzlülüğü size empoze etmeye çalışan siyasetçi, medyacı, kanaat önderi vs. tiplere de prim yaptırmayın.

Not: Bu yazı çeşitli yerlerde yaptığım çemkirmelerin derlemesi olsun burada dursun, arşivlik olsun diye yazıldı, çok yeni bir şey yok yani.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Kusturitsa akıllı olsun!

Bırakın Türkiye'yi, herhangi bir yerde 'sanatçı' denildiğinde neden bahsedildiğini anlamak oldukça güç. Yüzyılların tartışması olması da boşuna değil. Batı felsefe tarihinin evrimi -ve özelinde estetik tartışmalarınınkisi- bize tartışmanın sanatçı nedirden sanat eseri nedire kaydığını teyit ediyor. Yirminci yüzyılda sanatçıya gelen en büyük tehdit olan politikanın estetikleştirilmesi ise, estetiğin politikleştirilmesi çabasının hala oldukça önünde gözüküyor (bkz: bir sonraki paragraftaki başucu kitabı). Belki de Nazi Avrupasının (hayır bir klavye sürçmesi değil bu), bize en büyük miraslarından biri bu ve halen çözülmeyi bekleyen bir uygarlık fiyaskosu olarak da ilgiden fazlasını istiyor.

Bu kadar ciddi bir tartışmayı yürütecek ne gücüm ne de kaynağım var elimde. Tartışmanın başucu kitabını Walter Benjamin'in Alman Trajik Dramasının Kökeni (Ursprung des Deutschen Trauerspiels) addedersek, anahtar cümlemiz de sanırım şu olacak: Hakikat güzelliğin varoluşunun kefilidir. (Truth is the guarantor of the existence of beauty). Walter Benjamin'in bu girdaplarla dolu eserinin daha en başlarında attığı en önemli adımlardan biri Eflatun'ca temelleri atılmış bu algının altını oymaktı (Benjamin 31). Kitabın konusu ve uğraşısı bir yana, bu argüman ne demekti ve sorunluysa bile neden sorunluydu?

Minimal Eflatun bilgim, hakikatın bir değişmez olarak değişken güzellik/estetik algısının sabitlenmesinde önemli bir role sahip olduğunu varsayarak yola çıkmamız gerektiğini söylüyor. Güzelliğin bakanın gözlerinde olduğuna dair modern estetik algısının daha esamesi okunmazken ileri sürülen bu algı, aslında hakikatın tam da kendisinin estetik değerinden bahsediyor olsa gerek. Daha iyi anlaşılabilmek için buraya bakın derim. Özellikle 4. kısımda bahsi geçen güzelliğin varoluşu tartışması oldukça açıklayıcı...

Öte yandan, tam da argümanın karşısında benim söyleyeceğim şudur ki, hakikat güzelliğin kefili değil, güzellik hakikatin kefilidir. Estetik değeri olmayan hiçbir hakikat hakikiliğin elegelirliğinden nasiplenmez! İşte bu, zamanımızın gerçeklerinden biridir. Genelgeçer bir doğru asla değildir belki de. En bayağı örneğiyle, şiddet ve ölümün tiksindirici hakikiliği, ancak ve ancak estetik karakteriyle bize ulaşılabilir kılınır. Amerikan Güzeli'nin ucuz sahnelerinden birinde, akan kanda bir "güzellik" bulan yabancılaşmış o genci mümkün kılan tam da budur. Tabii bu örneklerde takılırsak meselenin ciddiyetini elimizden kaçıracağımıza dair endişelerim var. O yüzden bu kısımları şimdilik unutalım.

Gündeme oturan bir haber var bu sıralar. Altın Portakal Film Festivali'ne çağrılan Emir Kusturica'nın "politik duruşu" (artık ne demekse) nedeniyle karşı karşıya olduğu büyük protestolar. Şöyle bir anımsayalım. Önce şöyle ve şöyle haberlerle başladı. Şu cümleleri çekip çıkarıyorum:

Subaşiç, tepkisini şöyle dile getirdi: "Tüm Türkiye suçlu demiyorum, ama Kusturica'yı davet eden festival organizatörleri benim için Kusturica ile aynı olur. Böyle bir durum canımı acıtıyor. Çünkü bu, Srebrenitsa annelerinin, kurbanlarımızın küçük düşürülmesi anlamına gelir. Bu çok ayıp bir şey. Müslümanları aşağılayan bir kişinin, Müslümanların kalbi olan ülkeye gitmesini, onun orada ne söyleyebileceğini anlayamıyorum. Orada belki Müslümanlardan nefret ettiğini, Çetniklerin tarafına geçtiğini söyleyecektir.

Abdurrahmanoviç, "Saraybosnalı biri olarak, Bosna soykırımını hiçe sayan bu insan hakkında Türk kardeşlerimizin pozitif bir şey söyleyeceklerini düşünmüyorum. Kusturica, yaptığı açıklamalarla, ait olduğu milleti hakkında düşündüğü her şeyi açıkça sergiledi. Onun Türkiye'deki bir festivale davet edilmesi fikrinin nereden geldiğini bilmiyorum, ama inanıyorum ki kaderimizi, Boşnakların yaşadığı katliamları bilen Türk dostlarımız buna tepki göstereceklerdir" dedi.

Anladığım kadarıyla Kusturica müslüman olmayan herhangi bir ülkeye gitse bu iki tepki de gösterilmeyecek. Bu bile benim bu tepkilere burun kıvırmama yetiyor. Zira koşullu tavır, tavır değildir. Bunun adına politik olmak denir. Ve politikasız bir politik olma kadar tehlikeli çok az şey vardır. Bu biraz o ünlü "o ayrı"cı tavırlara benziyor. -E ama Türkiye'de de Emporio Armani Soykırımını reddeden bir sürü sanatçı var! -O ayrı Benjamin.

Sonra olay şişti şişti ve buram buram kokmaya başladı. Semih Kaplanoğlu ve tayfası festivale gitmeme kararı aldı ve basına tavrını ortaya koyan bir açıklama sundu. Mustafa Altıoklar destek verdi. Ardından Ertuğrul Günay Kültür Bakanlığı konumunda Erdoğan'dan aşağı kalmaz bir oynamıyorumculukla Kusturica varsa ben yokum, dedi. Bir de bonus olsun, bu nedir allaşkına?

Ben daha, ne oluyor be, diyemeden mesele yine evet ama hayır ama evet ama rerö rerö dalaşına döndü. Bir Antalya'nın CHPliliği kalmıştı meseleye sızmayan; o da oldu. Daha bugün de Kusturica ağırbaşlı açıklamalar yapmaya çalıştı, ama bulaşmıştı bir kere. Ama yine de şunu kabul etmem lazım, Kusturica gibi ileri geri konuşmaktan egoist keyifler alan bir adamın yeri geldiğinde sükunetle alttan alabiliyor olmasına şaşırdım. Sanatından taviz vermesi istenmediği sürece sanırım uysal birisi olabiliyor kendisi. Ama kişiliğiyle ilgili konuşmaya başlarsam tepki gösterenlerle olan duygusal yakınlığım yazının tavrından taviz vermeme sebep olabilir. Hemen kesiyorum. İronik bir "seni bir insan olarak sevmiyorum Kusturica," deyip bırakıyorum.

Bu meseleyi ateşleyen demeçler 2005te gerçekleşmiş. Birçokları gibi sanırım ben de çok da ciddiye almadan, ve verilen tepkilerin bırakın farkına varmayı, gerçekleşme olasılığını bile düşünmeden devam etmiştim hayatıma. Guardian söyleşisindeki bazı ifadeleri başka yerlerdeki tekerrürleriyle birçoklarının aklından çıkmamış anlaşılan. Bunlardan bir tanesi şu mesela: "OK, maybe we were Muslim for 250 years, but we were orthodox before that and deep down we were always Serbs, religion cannot change that. We only became Muslims to survive the Turks." (Tamam belki 250 yıl boyunca müslümandık, ama ondan önce ortodokstuk ve derinlerde biz hep Sırptık, din bunu değiştiremez. Yalnızca Türklerden korunmak için müslüman olduk.)

Kusturica'nın "Boşnaklık"ı reddetmesi ve üstüne bir de bir "Hristiyan Sırp" olarak çıkması Bosna konusunda İslam'la içiçe bir şekilde duyarlı çevrelerin yarasına tuz basmıştı. Yine duyarlı ama işin içine var ya da yok kendi İslami duygularını karıştırmayan kitleler içinse bu basitçe bir seçim olarak değerlendirilip geçilebilirdi. Tabii Kusturica'nın Osmanlı referansı daha da acıtıcı bir söylemi içeriyordu. Bosna'nın göbeğinden çıkan oryantalist bir söylemdi bu. Zira şu yukarıdaki sorgulamayı yapan bir insandan biraz daha ileri gidip "allaam çok saçma lan" demesini ve Sırplığın da altını boşaltmasını beklerdim. Bak yine kişisel oynamaya başladım. Sanatçı-sanat eseri meselelerine dönelim ivedilikle.

Üç tane kendimce önemli bulduğum soruya yanıt vermeye çalışacağım. İlki, Film Festivali ve özelinde Antalya Altın Portakal Film Festivali nedir? İkincisi, "filmlerini iyi olabilir ama kendisi kötü bir insandır" ne demektir? Ki "filmleri de iyi değil zaten"i de aynı sorunun içine katıyorum. Bu tip absürdlerle uğraşmak her zaman büyük bir eğlence olsa da, korkunçlaşmadan önce deşelemekte fayda var. Üçüncü ve son olarak da sanatçı ile kişi arasındaki ayrıma dair bir soru sormak lazım: Davet etmek nedir, sanatçıyı davet etmek ne demektir? (Çirkin olduğunuz kadar küstahsınız da sevgili sorular).

Film festivali yoğunlaştırılmış bir sinema pazarı alanı yaratır. Birincil derdi hiçbir zaman sinema değildir. Ekonomisine vs hiç girmeyeceğim. Genel olarak kullandığımız festival kavramından farklı olarak film festivali, kandaşları müzik ve tiyatro festivalleri gibi, kaba tabirle seyirci dediğimiz kitleye kültürel sermaye dağıtır. Zira film festivallerinin benim gibi birçok insan için çekici başlıca özellikleri şu cümleler etrafında yoğunlaşır: Başka yerlerde gösterilmeyen filmleri görme imkanı sağlıyor. Ardarda birçok iyi filmi görebilme şansı veriyor. Klasikleri perdede görebiliyorum böylelikle. Filmlerle bağlantılı önemli isimlerle söyleşiler vs var. Diğer festivaller için perde yerine sahne, film yerine müzik performansı falan koyabilirsiniz... Zaten bir film festivalini sevmeme ya da o festivale burun kıvırma sebepleri de aynı cümlelere referans verir. Festivalden sonra zaten vizyona giriyormuş abi. Seçki çok kötü. Söyleşiler az; paneller bok gibi; e Alain Delon nerede hani?

Kendimi -Aha da geldi Jeanne Moreau! -Hani nerede? diyaloğunun ardından bir anda kendisinin önünde gözlerine salak salak bakarken bulmuş olduğum için çuvaldızın bilenmişine oturduğumu belirtmek isterim. Bütün sene sinemaya çok az gideceğimi bildiğim için festivalde yüksek doza vurdurmak isteğiyle karşı karşıya kaldığında kendinden utanıp yalnızca vizyon yüzü görmeyecek olanlara gitmiş de bir insanım ayrıca.

Velhasılkelam. Festival zaten politiktir. Ödülleri de politiktir. Yönetimi de politiktir. Ama bunu insanların gözüne sokunca lan noliy dedirtir. Sonra geçer. Benim derdim o lan noliy anını yakalayıp bir süre orada tutunmak şu an. Örneğin, cnnturk'ün haberinin peşini kovaladığımda şu yenişafak haberiyle karşılaştım. Bahsi geçen zaman gazetesi haberinden çok bu söyleşi ilgimi çekti benim. Kusturica bu söyleşide "Türk kültürü kelimesi Türk kelimesinden de daha geniş bir anlam ifade ediyor." gibi bir şey söylemiş. Müthiş. Film festivali ne demektir? Sine-Kültürel sermaye satışıdır. Bu satışı farklı bir şekilde değerlendiren istisnalar kaideyi bozmaz.

Emir Kusturica iyi bir yönetmen olabilir; ama güldüğü zaman yanaklarını sıkasım geliyor; ama şerefsiz bir dönmedir; ama o kadar para bende olsa ohoo; ama o da bir insandır. Filmleri de bok gibi zaten! Burada anladığımı düşündüğüm bir şey var. Eylemin kendisi başedilemeyecek kadar ağır olduğunda, kişinin kendisi bir güvenlik alanı oluşturuyor. Einstein'ın karısına eziyet ettiğine dair hikayeleri -gerçek ya da değil- duyduğunda insanlar, zannedersem çok mutlu olmuşlardı. İsa dünyaya bir daha geri gelmeyecek. Çünkü kimse bunu ne duymak ne de görmek istiyor. Hiç kimse mükemmel değil. Liberalizmle kolkola giden hümanizm, sen nasıl bir canavarsın?! İsrail'e karşı olduğunda paşa, Srebrenitsa'ya istenen tepkiyi vermediğinde pislik olan adam sevdiğiniz filmlerin hem yönetmeni olabilir hem de olamaz. Ya da belki de o filmleri zaten hiç sevmemiştiniz. Keşke basitçe grip olmuş olsaydınız. Evde birkaç gün istirahat ve ilaçla halledilebilirdi o zaman hastalığınız. Sanat eseri bu yüzden hakikatin kefilidir. Ve yine bu yüzden hiçbir zaman bekçisi olmayacaktır. Ve yine bu yüzden sanatçıya bekçilik hiçbir zaman atfedilemeyecektir.

Son soruya geldim. Öyle ahım şahım bir şey söylemeyeceğim belki.

Sanatçı sanat eserini yaratmaz. Üretmez. Tüketmez. Yaşadıklarıyla olan bağlantıyı kurmaz. Sanatçı, sanat eserinin ancak asimptotunda durur. Bu açıdan ona en yakın ve en uzak yerlerde durur. Ucuzlaşayım yine. Bir doktorun bir doktorun hikayesini yazmasıyla bir tavşanın bir kalemi yanlışlıkla kağıt üzerinde gezdirip aynı hikayenin yayınevine ulaşması arasında sanat eseri adına hiçbir fark yoktur. Sanatçı olmayı istemek de, aynı bağlamda, insanların sizin sanatçı olmasını istemesinden ibarettir. Kusturica'nın 1995'te “There is only one reason for me to make movies. To be loved by you!”(Benim filmler yapmamda tek bir neden var. Sizlerce sevilmek!) demesi tam da bununla alakalıdır. Performatif bir cümledir bu. Yapma sebebiyle orada bulunma sonucu birleşmektedir. (Alıntının geçtiği makaleyi bu meseleyle ilgili çok önemli saptamalarda bulunduğu için şiddetle öneririm). Sanatçı olmaksa sanat eserinin asimptotunda bulunmaya çağrılmış olmakla gelir. Bir seçimden bahsetmek, ya da en basitinden Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresini çıkarmaya kalkmak işe yarayabilir. Ama o seçimin ve daha da ötesi seçebilmenin yokluğudur sanat eserinin menşeinde olan. Ve siz çıkıp da kişiden bahsettiğinizde hiç ama hiçbir zaman sanattan bahsetmiyorsunuzdur.

Bu yüzden Altın Portakal-Kusturica Meselesinde sanattan bahsetmiyoruz. Çağrılmış, hata olmuş olmamış, bunlar sanatla ilgili değil, direkt -direkt- politik meselelerdir. Ve tekrar ediyorum, politikası olan değil, politik olan meselelerdir. Koşulludurlar ve o yüzden dört ay öncesiyle sonrası farklılıklar gösterir. Polanski'nin davasından tutun Orhan Pamuk'un Nobel ödülüyle soykırım demeçleri arasında kurulan bağlantılara kadar birçok meselede yapılması gereken bir ayrım söz konusu olan.

Artık nihayete erdirmem lazım. Altın Portakal'a Kusturica'nın çağrılması da, tepkilere rağmen tutulması da yerinde hareketlerdir fikrimce. Kınamalara da eyvallah, katılmayarak protesto etmelere de. Tabii isterdim ki Kaplanoğlu gibi sanatçılar asimptotlarından böyle tavşanlar çıkarmasın. Ancak yine aynı yerden konuşarak diyorum ki, benim için Kaplanoğlu'nun tavrı saçma olduğu kadar bizi-ilgilendirmez kontenjanındadır. Açılıştaki yuhalama ve Günay'ın katılmayı reddetmesi ise, 'hah, tam da sizin yapacağınız işlerdir' kategorisinden yazıma meze oluyorlar. Rezalettir ikisi de. İstirham ederim meclisinizde cülus ediniz lütfen.

Görüntüde de olsa, bir gün Kusturica'yı savunacağım da aklıma gelmezdi ne yalan söyleyeyim.