2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Kasım 2012 Perşembe

Evrenin bir amacı var mı?

Amerika'nın en hakkını vererek popüler bilim insanı, astrofizikçi Neil deGrasse Tyson'a bir gün Templeton Enstitüsü başlıktaki soruyu sorar ve Tyson buna ibretlik bir cevap verir. Bu zaten çok önceden bilinen bir muhabbet, fakat dün Youtube'da anime edilmiş bir halini görünce onu ekleyip, altına da tercümesini yazmanın iyi olacağına kanaat getirdim. İyi seyirler/okumalar.



"Emin değilim.

Bu soruya bundan daha kesin bir cevap veren insan, deney ve gözleme dayanmayan bir bilgiye eriştiğini iddia ediyordur. Bu dinlerde ve bazı felsefî akımlarda sıklıkla görülen ve dikkate şayan biçimde ısrarcı düşünme tarzı, geçmişte evreni anlama ve dolayısıyla tahmin etme konusunda bayağı bir başarısız oldu.

Evrenin bir amacı olduğunu söylemek, evrenin bir niyeti olduğunu ima etmek demek. Niyet de istenen bir sonuç olduğunu anlatır. Ama kim istiyor? Ve istenen sonuç ne? Karbona dayalı yaşamın kaçınılmazlığı mı? Hayatın nörolojik zirvesinin bilinçli primatlar (maymun ve insanı içeren memeliler) olması mı? Bu sorulara insanî düşünce kaynaklı bir önyargı olmadan cevap vermek mümkün mü ki? Tabii ki insanlar evrenin tarihinin %99.9999'u boyunca ortada yoktu. Yani evrenin amacı insanları yaratmak idiyse, kendisi utanç verici bir verimsizlik içindeymiş.

Evrenin amacı eğer hayatı mümkün kılacak bir beşik yaratmak idiyse de bunu tuhaf bir şekilde göstermeyi seçmiş. Dünyadaki yaşam, 3.5 milyar yıldan fazla bir süredir sürekli felaketler, ölüm ve yok ediş gibi faktörlerin saldırısına maruz kalıyor. Volkanlar, iklim değişiklikleri, depremler, tsunamiler, fırtınalar, salgın hastalıklar ve özellikle de katil göktaşları dünya üzerinde yaşamış türlerin %99.9'unu öldürdü.

Peki insan hayatı? Eğer dindar biriyseniz, hayatın amacının Tanrı'ya hizmet etmek olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat insan kalın bağırsağının bir santimetrelik yerinde yaşayan ve çalışan 100 milyar bakteriden (ki bu sayı şu ana kadar doğmuş insan sayısının toplamından fazla) herhangi biri olsaydınız, bu soruya cevabınız farklı olurdu: İnsan hayatının amacı, size karanlık ama huzurlu, oksijensiz bir ortamda bok sağlamak.

Yani insanın kibrini ve bu kibrin yol açtığı sanrıları bir yana koyarsak, evren bayağı rastgele duruyor. Bizim faydamız için gerçekleşen olayların sayısı, bizi öldürmek için gerçekleşen olayların sayısına yakın iken bir niyetten bahsetmek zor. O yüzden evrenin bir amacı olup olmadığını kesin olarak söyleyemesem de, olmadığına dair kanıtlar oldukça kuvvetli, ve de evreni olmasını istediği gibi değil de olduğu gibi görenler için de gayet açık."

27 Kasım 2012 Salı

Okullarda Kıyafet Serbestisi Üzerine

Gene nur topu gibi bir gündemimiz ve etrafında kutuplaşacağımız bir meselemiz oldu: Okullarda kıyafet zorunluluğu, belirli şartlar dahilinde kaldırıldı. Bu kararın potansiyel faydalarını ve zararlarını tartışmak yerine, argumentum ad absurdum'a varan örneklemeler ve arkaik beyanat ile bize yakışan bir zemin oluşturduk. Halbuki şöyle bir gerçek var: Bir eylem mutlaka yararlı veya zararlı olmak zorunda değil, ve bazen en iyi pozisyon "bir bakalım görelim, sonuçları inceleyelim" pozisyonu. Yani okullarda kıyafet serbestisinin belli bir süre denenmesinin hiçbir zararı olmayacaktır, çünkü bu konu her ülkenin kendi koşullarına göre farklılık arz edebilen sonuçlar sunan çetrefilli bir konudur.

Tartışma esnasında gördüğüm bazı saçmalık sınırında gezinen görüşler hakkında iki kelam edeyim önce. Bir adet "okulda üniforma diktatörlüktür, Kuzey Kore işidir" gibi bir çatıya sığınan kitle var, ki düpedüz yalan söylüyorlar. Zorunlu okul üniforması, dünyanın birçok ülkesinde (buna ABD, İngiltere vs. gibi ülkeler de dahil) uygulanmakta. İllaki diktatöryel, faşist bir zihniyetin uzantısı olmak zorunda değil, zira okul üniformasının etkileri hakkında bir sürü araştırma yapılıyor ve bunun sonuçlarına göre belirli bölgelerde/koşullarda/zamanlarda denenmesi makul bulunuyor.

Karşı cepheden gelen de "okul üniforması yoksul aileler için bir avantaj, okuldaki sınıf ayrımını ortadan kaldırıyor" argümanı ki gayet ezberci bir sunum bu. Benim hatırladığım kadarıyla okul üniformaları öyle ucuz şeyler değil, hatta belli okullar belli mağazalarla anlaşma yapar ve öyle satarlardı, garip bir piyasası da vardı bu işin. Üniformaları devlet herkese tedarik etmediği sürece bu argüman yersiz kalıyor. Ayrıca insanlar sadece okul için giysi alıyorlar ve geri kalan zamanlarda çıplak dolaşıyorlar gibi bir durum da sözkonusu değil, herkesin giysisi var giydiği. "Sınıf" konusuna gelince, üç nokta var: 1. Günümüzde çocukların birbirlerine sınıfını gösterecekleri milyon tane alan var; ayakkabı gibi üniforma harici giysilerden tutun kırtasiye malzemelerine, saat vs. gibi aksesuarlardan diğer teknolojik gereklere kadar bu ayrım zaten var. 2. Çocukların birbirlerinin hayatın diğer alanlarında rahatlıkla gözlemleyeceği farklarını yok sayacağı  bir ortam yerine, bu farklılıkları görüp tolere edeceği/benimseyeceği bir ortam sağlamak da daha faydalı olabilir. 3. Özel okullar gibi bir gerçeklik varken sanki bütün okullar devletinmişçesine "sınıf" argümanı geliştirmek ezberci kaçıyor.

Gelelim üniforma üzerine yapılmış araştırmalara. Üniforma günümüzde faşizan zihniyet hüküm sürsün ya da herkes eşit olsun diye uydurulan bir kural değil, öğrencilerin okula geliş sıklığı, öğrencilerin davranışları (sigara ve uyuşturucu kullanımı, kavgalar vs.), öğrencilerin başarısı, öğretmenlerin tutumu vs. gibi bir çok alanda etkilerini ölçmeye çalışan araştırmalar var. Bu konulardaki bulgular ülkeden ülkeye değiştiği için kesin bir yargıya varmak zor, ama aşikar olan şu ki üniforma bazı hususlarda olumlu/olumsuz etkilere yol açarken bazen hiçbir etkisi de gözlenmiyor.

Özetle demek istediğim şu: Üniforma hususu, gayet şaibeli bir tedrisata maruz bırakılıp öyle ya da böyle militer bir tornadan geçirilen öğrenciler için "özgürlüğün kapısı" olmayacağı gibi, serbest bırakıldığının ertesi yılı "sınıf savaşları" da yaşanmayacak. Konunun bu absürdist argümanlardan uzaklaştırılıp, yukarıdaki paragrafta italize ettiğim gibi parametrelere bakarak değerlendirilmesi daha sağlıklı olacaktır. Memlekette bu kadar eğitimci, psikolog, sosyolog vs. varken bu konu siyasilerin ve köşecilerin partizan argümanlarının boyunduruğu altına sokulmamalı.

Dipnot: Bıyık ve sakalı serbest bırakmayan bir kıyafet serbestisi tam değildir. Öğrencilerin her sabah traş olma derdine son! Bırakınız salsınlar.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Solfasol: Ankara'nın Gayrıresmi Gazetesi


Ne yazsam ne yapsam derken, “Ankara’ya Ankara’yı yazanları yazayım.”da karar kıldım. Gerçi çok zor olmadı, zira ilk çıktığı zamandan beri sempatiyle yaklaştığım -hatta çok fazla yaklaşıp farkına varmadan içine bile girdiğim- heyecanla takip ettiğim, “Ulan ben Ankara için bir şeyler çıkaracak olsam böyle bir şey yapardım!” dediğim bir “şey” Solfasol. Bir “şey/ler” deyip duruyorum, zira gazete midir, dergi midir, in midir cin midir, hırlı mıdır hırssız mıdır birlemiyorum, tanımlayamıyorum. Tanımlara sığmıyor kerata. Dedim ki biraz çabalayayım, belki biraz anlatabilirim, birilerinin ilgisini çeker. Dolayısıyla evet, bugün menümüzde leziz bir Solfasol var.

Bir kere, hırssızdır diye başlayabilirim galiba. Yani böyle CHP stayla “AKP muhafeleti olsun, çamurdan olsun.”, “İMG çamurlaması olsun, zaten güzel olur.”cu değil. Hatta bugünün en güncel terimleriyle söyleyecek olursak bir “Birgün kapağı” değil. Evet, Ankara’yla ilgili pek çok b.kluk gelip bir İMG gülümsemesi altında düğümleniyor olabilir, ama Ahmet Şık’ın RTE için söylediği sözlerini ödünç alarak ifade edecek olursak “İMG bir figür, sistemin kendisi değil ve eleştirinin de tek kişiye indirgenmesi doğru değil.”. Dolayısıyla İMG’de var olan “Oh, şehre milyon tane gazeteyle pompalayayım kendimi ve iktidarımı” hırsı yok, ondandır Solfasol’e hırssız demem, "kentli muhalif" halindendir (Misal bakın, ben dayanamıyorum o dünyanın en çirkin gülümsemesine saldırmadan). Solfasol birkaç bin basılır, bir miktar satılır, yer yer dağıtılır, hayatını 18 sayıdır idame ettirir.



Solfasol bir Ankara semti, keçi de Ankara keçisi. Bisikleti Ankara'yla ilişkilendiremedik gitti, ama ona da az kaldı!

Gazete-dergi ikilemine gelince; bu konu beni aşıyor, zira ben okurum arkadaş. Gerek geniş zamanda, gerek isim olarak, gerek sıfat olarak, gerek “yazar”ın yancısı olarak “okur”um. Bakmam gazeteymiş, dergiymiş, oymuş buymuş. Oldukça güncel haberlerden kelli gazetevari yanlarının yanında (yana yana yan yana), makale/köşe yazısı tarzı içeriğinden öt'rü daha dergisel bir hali de var. Her halini seviyorum, hiç dert etmiyorum böyle şeyleri, ama kafanızda biraz canlanması için söylüyorum. Dosyaları oluyor mesela bazı sayılarda (hatta sık sık oluyor da, şu an elimin altında Kasım 2012 sayısı olduğu ve onda dosya göremediğim için “bazı sayılarda” demekle yetindim), veya bir sayıda bakıyorsunuz astronomiyle ilgili bir şeyler, berikinde veganizmle ilgili makale, bir bisiklet fotoromanı, bir bitmeyen Ankara’nın kaldırımları da süklüm püklüm yolları.

Bu arada Kasım sayısı demişken, bu sayıdaki orta sayfaya yerleştirilen “Ankara Bir Festivaller Kenti mi?” başlıklı bölümü bi’ ayrı sevdim. Bakınca insanın içi karmaşık hislerle doluyor. Aslında “Ankara’da bildiğin festivalleri say?” deseler, 3-4 tane sayabilirim belki, ama hem nicelik hem de nitelikten yana epey festival varmış Ankara’da, görmek hoşuma gitti. Yani elbette bir İstanbul değil, bir kültür başkenti değil (Bu esnada çok alakasız bir parantez açmak istiyorum: Kim veriyo’ lan bu adama ve şehrin bu haline o abuk subuk ödülleri, çabuk çıksın ortaya?!), ama o da bize o kadar da boş değil neyse ki.

Bunların dışında, dediğim gibi epey yaklaştım Solfasol’e, yazanlar çizenler, emek verenler, konuşan tartışanlarla tanışma fırsatı da buldum. Ki zaten yarısıyla öyle ya da böyle tanışıyor, bir yerlerde ama yüz yüze, ama başka şekilde karşılaşmış, yollarımızın kesişmiş olduğunu fark ettim. Dışarıdan büyük görünse de, Ankara küçük bir şehir zaten. Buralarda insan gibi yaşamak için bir şeyler yapmaya çalışan insan sayısı epey sınırlı ve Solfasol de güzel bir kesişim noktası olmayı beceriyor pek güzel. Dolayısıyla kendisine ilişkin çok rahatlıkla söyleyebileceğim bir başka şey de, Solfasol’ün arkasında Ankara’da hakkıyla yaşamaya çalışan bir grup insanca verilen çok ciddi bir emek ve heyecanın olduğu.

Valla gördüğünüz üzere Solfasol anlatılmaz yaşanır kabilinden bir müessese, zira anlatamadım gitti kaçyüz karakterdir. Dolayısıyla satın alın, ödünç alın, bir sürü kafeye gidip çayınızı içerken beleşe okuyun, buyrun bir çayımı içerken ben size okuyayım/okutayım, abone olun, eşe dosta abonelik hediye edin ve kendiniz görün. Kâr amacı güden bir “şey” ololmadığı için, kimse sizi zorlamayacaktır satın almaya, zira internet sitesine girip eski sayılarını ücretsiz olarak okuyabiliyorsunuz zaten. Sadece içinde bulunulan ay internet sitesinde bulunmuyor, ücretsiz ve onlayn olarak 1 ay geriden takip edebiliyorsunuz. Ama yine de benim önerim, paranız yettiğince destek olun, abone olun, alın, eşe dosta verin, Ankara’ya can verin. Böyle diyorum diye de desteğinizi parayla sınırlı sanmayın; yazın, çizin, duyurun, kendileriyle iletişin, düzeltin, eleştirin, Feysbuk’tan layk edin, fotoğraf gönderin, paketleyin, gezin, dağıtın, tanışın, tanıyın... Dayanışmanın binbir türlü yolu var, keşfedin!

Ankara’dan haber almak, Ankara’ya haber vermek için Solfasol! 

21 Kasım 2012 Çarşamba

E-devlet bizi düdüklüyor?


Böyle spor servisi ve yozdil başlığı arası bir harf oyunlu cin başlıkla karşınıza çıkmak istemezdim, ama bugün de böyle olsun izninizle. Hem belki birileri bu vesileyle sağda solda paylaşır, altına "anlayana..." falan yazar ne bileyim.

Geçen gün bir sevgili arkadaşımın yardımıyla Amerika'dan telefon getirttim. Cep telefonu olduğunu söylememe gerek yok sanırım, bu devirde masaüstü kablolu telefon getirtecek halim yok. Gerçi hal demişken, hali-vakti yerinde olmaktan yola çıkarsak cep telefonu da getirtecek halim yok ya, neyse. 

Çoğunuz biliyorsunuzdur, Çelik'le paralel olarak devir de değişti, devlet öyle elini kolunu sallaya sallaya telefon getirtmiyor epey süredir. Hatta Haziran ayının başından beridir de 100 lira bir haraç alıyor. Ne kadar ucuz bir telefon getirtirseniz, o telefonu kaydettirmek için ödediğiniz haracın oranı o derece yükseliyor diyebiliriz.

Neyse, aynı devlet, iliğimizi kurutan ve "telefonu getirmeyin, buradan alın" diyen devlet bu sefer de bizi yormamak için ayağımıza kolaylık getiriyor 1 Kasım 2012 itibariyle; yurtdışından gelen telefon kayıtları e-devlet üzerinden yapılabilecek. İşte devletimizin bir hizmeti daha! Böylece bir haraç da GSM şirketlerinin iletişim merkezlerine verilmeyecek. Hadi yine iyiyiz köftehorlar..

Bu beleşçiliğin heyecanıyla e-devlet sistemine girmeye çalışıyorum, giremiyorum. Şifremi değiştirmiştim, hatırlıyorum, denemiştim, %100 çalışıyordu. Ama olmadı, olduramadım.

Neden sonra (hiç kullanmamıştım bu kalıbı da, bakalım nasıl oluyormuş), dedim gideyim PTT'den anlayayım. Oradaki genç "Daha önce 2 kere mi aldınız şifre?" dedi. Dedim "Bilmem?". Sonra "Ben biliyorum, buradan görüyorum, 2 kere almışsınız." Ve şöyle bir diyalog geçti:

- E peki, almış olayım. Şimdi niye giremiyorum?
+ En son ne zaman girdiniz?
- Valla hatırlamıyorum.
+ 3 ayda bir şifrenizi yenilemeniz gerekiyor.
- Yok, 3 aydan fazla olmuştu.
+ Zaten 1 ay boyunca hiç giriş yapmadıysanız şifreniz bloke olur.
- Bloke mi olur? Değiştirmeye falan zorlamıyor mu sistem?
+ Yok, doğrudan bloke oluyor. Ben de biliyorum, çok saçma ama böyle. 4 lira alayım.
- Al la al, la havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, amin.

İşte bu diyaloğun ardından e-devlete bir kez daha kendimi düdüklettikten sonra, gidip internetten daha da fazla düdükleteyim diye çıktım yola. Hala beceremedim, ama en kısa sürede bakalım.

Özetle, e-devlet şifreniz varsa ayda bir devlete kendinizi yoklatın ki ucuza gelsin. Düdüklemenin yanında bunun çok açık bir kontrol mekanizması, askerlikvari bir yoklama olduğunu da atlamamak gerek. Türksel'in yeni servisiyle birlikte düşünüp, üstüne bir de KPDS'de her sınıfın kamerayla dikizlendiğini düşünürsek, 1984'e verilen 500 milyarıncı referans ödülüne aday olabiliriz sanırsam. Bambaşka bir yazının iğrenç konusu olsun bunlar da. Zira bir Gökhan Demirkol misali hem ırza geçip hem videoya kaydetmektir bu yapılan, daha az iğrenç değil.

13 Kasım 2012 Salı

Yeni başlayanlar için vejetaryenlik - 3 / Neden? (Sağlık)


Serinin önceki yazıları:



Neden sorusuna sağlıktan devam edelim. Yalnız benim burada sağlık başlığı altında ele aldığım kısım, genelde kendi deneyimimden yola çıktığım için son 3 ayda 9-10 kilo vermem ve görece sağlıklı hissetmem üzerine odaklanacak (Zaten genelde insanlar enteresan –belki de çok normal- bir şekilde hayvanlara edilen işkencelerden, öldürmekten vesaire etkilenmiyor, ama “t sürede x kilo verdim!” deyince, “Ouvv! Ben de mi vejetaryen olsam?” diye düşüncelere dalıyor.) Uzun vadeli etkiler için birkaç on yıl bekleyeceksiniz artık, n'apalım:

Daha önceki yazı(lar)da fark ettiyseniz "dengeli bir vejetaryen beslenme" deyip durdum. Zira "Ooh, eti bıraktım, e madem Anadolu'nun da göbeğinden geliyorum, yumulayım hamura baklavaya da aman enerjiden proteinden geri kalmayayım." dememeniz gerekir. Kabartlama gibi olursunuz allaama. Hâl böyle olunca sağlık meselesinde hepçil bir temel argüman olarak "E dengeli bir hepçil beslenme de sağlıksız değil ki?" ile karşılaşıyoruz. Evet? Ama halihazırda görece yüksek kalorili olan hepçil beslenmede hem daha fazla dikkat etmek gerekiyor, hem de kontrol kaçtığı anda çok sağlam kaçıyor maşalla (Kendimden biliyorum, evet). Et yemek, ister istemez daha fazla enerji almayı beraberinde getiriyor. Geçen mesela çalıştığım yerde öğle yemeğinde sağ olsun yemekçi ablamız ayıptır söylemesi patlıcan musakka yapmış. Elbet tezgahın üstünde kendisiyle göz göze gelince (Ablayla değil, musakkayla. Ablanın ne işi var tezgahın üstünde?) hasretle gözlerim doldu. Zira musakkanın hastasıyım. Yani patlıcan aşığı bir insan olduğum için, musakka benim için kokoreçle yarışabilirdi desem yalan olmaz. Patlıcanla ilgili bir acayip şey, közlenmişinden de bir o kadar nefret etmem. Bu çok garip, biliyorum, yani "ouv bebeyim sana aşığım ama sol kulağından nefret ediyorum." (benzetme pek olmadı galiba ama idare edin) demek gibi bir şey, ama öyle. Neyse, abla da sağ olsun ofisin tüm elemanlarına musakka yaparken, bana da sadece bir kompil patlıcan közlemiş, beni de unutmamış. Çok iyi bakıyor, Zeus razı olsun kendisinden bu vesileyle. İşte o hiç hoşlaşmadığım közlemeyi yedim böylece (mecburen biraz, ve ofiste közlenmiş patlıcanla ilk karşılaşmam olduğu için abla da beni artık onu seven bir insan olarak kodladı sanırsam (Kendini değil, patlıcanı. Onu zaten seviyorum, aslan ablam.)... Hâlâ da sevmiyorum yahu patlıcanın közünü? Ne çirkin bi' şey o?

Ne diyorduk? Ha, işte o esnada algıladım ki, ben kendi halinde bir patlıcanı yerken, musakka yiyenler patlıcanın yanında kıymayı, yağını ve o yağa banılmazsa ölür hastalığına yakalanmış olan zavallı ekmekleri löp löp yuttular. Afiyet bal şeker olsun, hiçbirinde gözüm yok. Ama hepimiz de doyduk mu? Doyduk.

Bu az önce verdiğim örneğin vejetaryen beslenmeden farklı olarak "dengeli beslenme" başlığı altına daha çok yakışacağının farkındayım, ama ikisi birbirini tetikliyor demek çok yalan olmaz. Bir başka örnek vereyim; yaz vakti Türkiye için mangal vakti malum. Yazın yanan milyonlarca mangaldan birinde arkadaşla eşle dostla birlikteyken, ortamda bulunan iki vejetaryen olarak közlenmiş patates, kızarmış domates-biber-patlıcan (Yoksa Barış Manço da mı vejetaryendi? Ya bu esnada düşünüp duruyorum, bir aşk şarkısının adı nasıl domates-biber-patlıcan olabilir? Olmaz demeyin, oluyor.) ile beslendik. Diğer arkadaşlar da sucuktu, tavuktu, köfteydi, her nevi et ürünü tüketti. Yine doyduk, ama doymamız ikimize x kaloriye ve minimal kolesterole mal olurken, kalanlarımıza nereden baksan y (y de ner'den baksan x+200 eder) kaloriye ve gani gani kolesterole patladı bu keyif.

Bu iki örnek, görece masum olanlar. İki bira içerken yanında kızarmış patates veya kızarmış sosis yemek de bir fark yaratacak, o iki biradan sonra bir adana dürüm veya çiğköfte dürüm yemek de. Veya ben souvlakilere (Yunan dürümü) doyamazken, bir sonraki yazıda bahsedeceğim Axel'in o söz konusu souvlakileri etsiz yemesi (Ne kadar saçma buluyordum geçen sene halbüse? Gerçi hala saçma buluyorum lan, etsiz souvlaki saçma bi' şey. Alkolsüz bira gibi, ne bileyim içinde döner olmayan döner dürüm gibi). Bunlar ve önceki iki örnekten çıkarak, vejetaryenliğe geçiş yapmamdan gayrı çok da ekstra bi' çaba sarf etmemiş olmama rağmen (haftada takriben 100-150 km arası bisikletim süregeliyor zaten 2012 Mart civarından beri, onu da gözardı etmemek gerek) son 3 küsur aydır 9-10 kilo vermiş olmam bununla paralel olabilir. Karnımın doymasına rağmen gözümün doymamasından kelli, ihtiyacımdan oldukça fazla tüketiyordum, şimdi biraz daha zor o iş. Yani yine fazla tüketiyorum, ama yemeğin tatlı öncesi kısmında her halükarda görece düşük oluyor aldığım enerji (Tatlıyı her türlü yiyorum zira. Hatta Natura Horror Vacui'nin deyimiyle "Yærim!"). Aslında şimdi aklıma geldi, ilk yazıda bahsettiğim "ihtiyaç" meselesini şöyle de örneklendirebiliriz; ev gibi biraz. Yani eve böyle farkında olmadan saçma sapan zilyon tane şey alınca hani ev içi hacim ihtiyacınız günden güne artar, artar ve bir yerden sonra artık daha küçük bir eve sığamazsınız ya, öyle oluyor. Lan bunu atsan atılmaz, onu satsan satılmaz derken bütün o saçma şeyler yer işgal etmeye devam ediyor. Sonra da o evden bir şeyler eksiltince çok rahatlayabiliyorsunuz ya, alan açılıyor size. O kalabalığa alıştıktan sonra boşluğuna da alışmak zaman alıyor, ama mis gibi de oluyor, evdeki alana ihtiyacınız azalıyor, daha küçük bir evle yetinebiliyorsunuz, hayat sizin için ucuzluyor, ısınması daha kolay oluyor, oluyor da oluyor. İşte öyle bir şey...

Kısa vadede en görülebilir etki kilo olduğu ve herkes onu en çok fark ettiği için oraya biraz fazla odaklandım sanırım başında da söylediğim üzere, ama tabii ki beslenme alışkanlıklarının daha uzun vadeli bir etkisi var. Et (kırmızı, beyaz, yeşil, mavi fark etmez) tüketmeyenlerin, et tüketenlere göre daha düşük kalp-damar hastalıklarına yakalandığı, kolesterol seviyelerinin görece düşük olduğu yönünde bulgular var. Yumurtanın bir doktor tarafından yasaklanırken beriki tarafından kiloyla önerildiği, konulara dünya ve insanlık olarak çok yönlü yaklaşmaya en çok ihtiyacımız olan şu günlerde bu bulguyu/bulguları mutlak bir kural/kanıt olarak sunmayacağım elbette. Ama et yemeyerek alınan görece az kolesterol ve eti başka şeylerle ikame ederek alınan sebze/meyve/baklagil gibi söz konusu açılardan görece sağlıklı besinlerle iki yönlü bir etki nedeniyle bunun çok olası/mantıklı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca vejetaryenlerin görece zayıf (aşırı zayıf veya anoreksik değil, sadece görece zayıf) olduğunu da uzun vadeli sağlık etkilerinden yana düşünebiliriz.

(Parantez paragrafı: Ya bu arada bir de şu an düşündüm ve de algıladım ki, doğuştan gelen alışkanlık olan ete karşı direnebileceğimin farkına varmam, yemeğe ilişkin her nevi dürtümü çok daha rahat kontrol altına almam anlamına geldi sanırsam. Evet, galiba böyle.)

Sağlıkla ilgili şimdilik son bağlantılı nokta da, fast fooda ilişkin tutumunuzun ve alışkanlıklarınızın değişmek zorunda kalması. Türkiye koşullarında dış dünyada çok fazla vejetaryen beslenmeniz mümkün olmadığı için, daha az dışarıda yer oluyorsunuz bir kere. Dışarıda kumpir, salata (the reason why our children are obese fotoğrafı), kaşarlı tost, kaşarlı-mantarlı pide, çorba, pilav/makarnagil, Ege/Akdeniz mutfağı, mezeler gibi alternatifleriniz var, evet, yok değil. Gerçi itiraf ediyorum, eski alışkanlıktan (ilk başladığım zamanlardan kalma) cümleye "sayacağım menü çok kısa olacak" diye başlamıştım ve gördüğünüz üzere aslında uzayabiliyor, ki epey de uzayabilir daha. Ama sebze yemeklerine, ne bileyim canım kuru fasulyeye dahi et koyma alışkanlığı olan bir kültürün göbeğinde bulunduğumuz için ne demek istediğimi anlarsınız. Bir de benim için günlük alışkanlıklar olan et/tavuk dürüm, ve çok insan için benzer bir alışkanlık olan hamburger-derin derin kızarmış tavuk-pizza familyası da et endüstrisinin ve hepçil beslenme alışkanlığının önemli bir kısmını oluşturduğu için, bunların hayatınızdan çıkması epey güzel oluyor. Sağlıksal olarak olduğu gibi, maddi olarak da. İşin maddi boyutuna bir sonraki yazıda değinirim (Tam bu noktaya konulacak "Çocuklarımızın obez olmasının nedeni." diye bir görsel görmüştüm sanırsam feysbukta ama şimdi bulamıyorum. Özetle hamburgerin 1 $ olmasının yanında salatanın 5-6 $ civarında bi' fiyatı olmasından bahsediyordu. Buna daha sonra işin mikro ve makroekonomik boyutunda da değiniriz ayrıntılı olarak).

Bir de son olarak şunu diyeyim; aslında et yerken her şey çok normalmiş, et her derde devaymış da, vejetaryen beslenmeye başlayınca çok pis acayip ölümüne dikkat etmeniz gerekiyormuş gibi de bir algı var, hemen başlıyor "E peki ne yiyorsun onun yerine? x'i nereden alıyorsun, y'yi nereden alıyorsun? Senden iyi olmasın benim de bi' vejetaryen arkadaşım vardı, rahmetlinin saçları döküldü." falan. Bende de vardı vejetaryen/vegan insanlara karşı böyle bir panik hali, bir annevari "ah yavrıeeem, doyamazsın sen öyle, büyüyemezsin"cilik, artık yok (Gerçi yalan olmasın, veganizme karşı çok fazla bilgi sahibi olmadığım için yerli midir yersiz midir bilmem ama hâlâ var). Darısı başınıza. İşin iki tarafını da görmüş bir insan olarak söylüyorum, abuk bir yaklaşım bu bakın, gerçekten.

Yine çağrışımlara doyamadım, planladığımın 2 katı uzunlukta bir yazı oldu, bakalım bir de ikiye bölmeden deneyeyim, tivitır nesli kusuruma bakmasın, ihtiyarlığıma versinler. Saati de zaten 22:15 etmişim, gitmem gerek çoktan, yatsı tatlısını kaçırıyorum. Bir sonraki yazıda nasıl böyle bir değişikliğe karar verdiğimi anlatmaya niyetliydim ama daha epey süre nedenlerden devam edeceğim gibi görünüyor sanırsam.

öpt tşk kib bye

Ek: Sağlık konusunda taze denk geldiğim ve kaynağını/doğruluğunu bilmediğim şu bilgiyi de not olarak düşeyim: "İşlenmiş et ürünlerinin (salam, sosis, sucuk gibi) düzenli tüketimi erkeklerde prostat kanseri riskini artırmaktadır."

6 Kasım 2012 Salı

Yeni başlayanlar için vejetaryenlik - 2 / Neden?

Şu an buraya serinin ikinci yazısı diye başlayınca, aklıma daha önce yarım bıraktığım -sanırım 2 farklı- seri geldi. Zeus tamamına erdirsin diyerek başlayalım o vakit.
Bu sefer biraz işin "neden"inden bahsedesim var. En çok yanıtladığım soru ("balık da mı?"dan sonra elbet) bu olduğu için, buradan devam edeyim istiyorum.
Farklı insanların çok farklı deneyimleri ve nedenleri var, ama benim için en önemli nedenlerden biri, etoburlardan farklı olarak, yaşamımızı sürdürmek için (diğer) hayvanları öldürmeye ihtiyaç duymamamız. Yani bunun bir zorunluluk veya bir mutlak ihtiyaç olmaması. Evet, et yiyerek daha kısa sürede daha fazla enerji alabiliyor, uzun süreli tokluk hissi yaşayabiliyor, iskenderi löp löp yutarken kendimizden geçip biranın yanında kokorece ölüp bitiyoruz, bunların hepsi doğru. Yalan değil. Ama yine bunların hepsi, bugün için birer tercih/keyif meselesi. Ne et yiyerek az zamanda çok ve büyük kaloriler almamız gerekiyor (buzdolabı icat oldu, etoburluk bozuldu), ne de bira kokoreçsiz olmuyor. Pek ala et harici besinler tüketerek tüm besin ihtiyacımızı envai çeşit şeyden karşılayabiliyor ve biranın tadına da patatesle varabiliyoruz. "Yapma be, kokoreçsiz olur mu?" diyenleri duyar gibiyim; denedim, %100 oluyor. Size hatta bu yüzyılın başından bir diyalogla yanıt vereyim:
Shelbyl (s.) ve sokaktaki adam (s.a.) bir akşam Burhaniye dolaylarında lise arkadaşlarıyla bir kamptadırlar. Akşam yemeği için bilmem nereye gidilir. Yemeğin geciktiği dakikalarda ortalığı buram buram bir kokoreç kokusu kaplar ve olaylar gelişir...

sokaktaki adam (s.a.): [kokusundan bularak yumuldukları yarım kokorecin içinden] Abi hayat negzel yea!
shelbyl (s.): [kokusundan bularak yumuldukları tüm ekmek kokorecin diğer yarısının içinden] Valla öyle be abi. Üstüne de midye yedik mi, offf...
s.a: Aman sabahlar olmasın!
s.: Abi aslında evleneceksem bir tek kriterim olacak, o kadın midye kokoreç sevecek!
s.a: Kesinlikle olm, huzur öyle bi' kadında. Şu hayatta evlilik teklifini "benimle bir ömür midye-kokoreç yer misin?" diye yapabildiğim bir insandan başka ne isterim ki?
s.: Evet evet, kesinlikle.. Gnam gnam gnam..

İşte böyle bir diyaloğun evlatlarıyız ve bir yerde kökenlerimizi inkâr ediyoruz kimilerine göre. Kökenlerini inkâr etmekte bence hiçbir sakınca yok, bunu bir kenara bir not edeyim hele, ama zaten en başta toplayıcılıktan avcılığa geçtiğimizi düşünürsek şu an etçil beslenmeye doğru kayarak da kökenleri inkâr ediyoruz. Dolayısıyla kökeni neresi olarak aldığına bağlı bu, ki isteyen istediği yeri alsın, tepe tepe kullansın. Tekrar belirteyim, et yemek ihtiyaç/zorunluluk değil, sizi yiyorlar (gerçek anlamda yeseler "yamyam!" dersiniz, "imdat!" dersiniz bi' de, bunu da bir başka kenara not edelim).
Biraz daha genişleteyim aslında soruların ardından gelen diyalogları, sırf sorulara yanıtlar şeklinde olmasın. "İhtiyaç değil" dediğin zaman gelen yanıt elbette "Sadece ihtiyacın olan şeyleri mi alıyor/tüketiyorsun sanki?". Buna da öncelikli olarak karşı yanıtım "Sana ne y.rraam?" olsa da, bazen bu basamağı atlayıp "genel olarak evet" diyorum. "İhtiyaç" dediğin şey insanlar tarafından ölümüne esnetilebiliyor tabii ki, dolayısıyla bu kısım kimi insanın aklına hiç yatmazken, kimi hemen kabullenebiliyor, ikna olabiliyor. Ama genelde (ben de dahil) insanların kafasında "Bir numaralı yaşam kaynağı et!" gibi bir düşünce olduğu için, ihtiyaç olmadığını söylediğin zaman ikna etmek çok kolay olmuyor. Sorduğu her mineral/vitamin/besin kaynağı sorusuna karşılık bir "et olmayan besin"i 0.07 saniye içinde (takriben Google hızında oluyor) önerebilirsen, pes edebiliyor. Kimisi sadece protein-yağ-karbonhidrat sorup bırakıyor, kimisi B harfinin 99 güzel vitaminini tek tek öğrenmeden caymıyor. İnsanoğlu kısım kısım işte... İyi niyetli olanlara can kurban ("kurban diyör, ne biçim vejetaryen?"), sorsunlar yanıtlayalım, istesinler anlatalım. Ama diğer a taazlı olarak adlandırabileceğimiz kesimden bir şekilde ikna olan da bu sefer senin ihtiyaç fazlası şeylere hiç yanaşıp yanaşmadığını sorgulamaya başlıyor, ve akabinde küfürler gelişiyor...
            Üçüncü bölümde “neden?” sorusuna devam ederim. Yazı epey yavaş ilerleyecek böyle parça parça, ama hem çağrışımsal çalışan bir kafam olduğu için bir açılan parantez kapanmak bilmiyor, dolayısıyla insanoğlu kuş misali bir an buradayken başka bir an piii… Hem de yazılar çarşaf çarşaf uzamayınca okuması daha kolay oluyor malum.