2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Mart 2012 Cuma

4+4+4 ve Din Eğitimi Üzerine Notlar

Türkiye'deki eğitim sistemi üzerine ne zaman bir şeyler yazmaya niyetlensem, konunun dallı budaklılığı cesaret kırıcı oluyor. Örneğin sadece üniversiteleri anlatmak için YÖK'ü, Cumhurbaşkanı'nın yetkilerini, akademisyen kadrosunun seçiliş ve işleyişini, giriş sistemini vs... sayfalarca yazmak lazım.

Son günlerin tartışma konusu 4+4+4 üzerine bir de geçen "Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed'in Hayatı seçmeli ders" önerisi gelince, konuyu sadece kısıtlı bir yerinden alarak biraz irdeleyebileceğimi düşündüm.

Kısım I: Devlet Nedir? Neden/Nasıl Eğitim Vermelidir?


Bu çok genel girişi yapmadan argümanımın temelsiz kalacağını düşünüyorum. Devlet, bireylerin/özel kurumların işleyişi sağlayamayacakları (bilgi asimetrisi, beleşçi sorunsalı), haksız rekabet/tekelleşme çıkacağı, bazı masrafların fiyat mekanizmasıyla karşılanamayacağı (dışsallık) vs. hallerde devreye girmesi beklenen, özel kişi ve kurumların vergileriyle yürüyen bir sözleşme sonucudur. Bu yüzden devletlerin çevresel sorunlarda, piyasanın verimsizleştiği zamanlarda, ulusal güvenlik hususunda vs. müdahaleci olması beklenir. Eğitim, sağlık vs. gibi sektörlerde devletin rolü ise tartışmalıdır.


Fakat bütün bu tartışmalara karşın üzerine uzlaşılan bir konu, devletin vereceği eğitimin evrensel niteliği olmalıdır. Niye? Çünkü devlet eğitime sponsor olduğu anda, bütün vatandaşların vergileriyle o harcamayı yapmaktadır, o halde vatandaşları dışlayıcı bir hizmette bulunması düşünülemez. Yani:

1. Devlet tüm vatandaşların vergisini alırken, onlara kimliğinden dolayı eğitim vermeyi reddedemez.
2. Devlet eşit olarak vergi aldığı vatandaşlara eğitim hizmetini eşit olarak geri vermek zorundadır.

İlk madde konusunda koyu Kemalistler/milliyetçiler haricinde bir uzlaşı gözlemlemek mümkünken, ikinci maddede liberaller ve liberterler biraz yalnız kalmakta ki, bu da bir yere kadar bu yazının konusu zaten.

Kısım II: Zorunlu Eğitim ve Özel Eğitim


Önce şu soruyu cevaplayalım: Neden zorunlu eğitim diye bir şey var? Çünkü toplumsal ve ekonomik gelişmenin olması için insan niteliğinin yükselmesi lazım, ve bu da eğitimle olan bir şey. Peki bunun zorunlu olması şart mı? İnsanlar kendi kendilerine karar veremezler mi eğitim görmeleri gerektiğine? Daha iyi bir yaşam umudu, zaten yeterli motivasyon değil mi?


Bu konuda çok farklı görüşler, araştırmalar vs. var, ancak geçici olarak şu minimumda buluşulabilir: "Devlet, erken yaşlardaki eğitimi düşük gelirli ailelere sağlayarak, onlara bir fırsat eşitliği yaratmakla yükümlüdür. Geri kalanı ise özel eğitim halledecek kapasitededir."

Neden özel eğitim vurgusu? Çünkü devlet eğitimi, fazla vergilendirme, müfredat üzerine tekel, birey tektipleştirmesi, yenilikçiliğin (inovasyon) önünün kesilmesi, devletin etnik, dini, cinsi konularda taraf tutması/tutum takınması gibi sorunlara yol açıyor. Devlet eğitiminin ideolojik boyutu, toplumun ilerleyebilmesi için gerekli çeşitliliğin önünü kesiyor, böylece zararı kârından fazla oluyor.

(Bir sonraki kısıma geçmeden şunu not düşeyim: Buradaki gözlemler ağırlıkla tarihi ve biraz da teorik. Burada liberter perspektifin nasıl analiz yaptığını vurguluyor, ve de ilkesel bazda bir çözümleme yapıyorum.)


Kısım III: Din Eğitimi



Yukarıda anlattığım prensipler uyarınca şunu söylemek kolay: Devlet tek bir dinin eğitimini müfredata koymamalı: Bu hem farklı dine mensup insanlara ekonomik olarak haksızlık, hem de devlet eğitiminin evrensel olması ilkesine aykırı. O yüzden zorunlu "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" (ki bu dersin anlattığı ezici çoğunlukla İslam kültürü) dersi zaten sakat.


Peki bunun çözümü nedir? Öncelikle, devlet din dersi verecekse, bu ya "dinler tarihi" gibi evrensel nitelikte olmalı, ya da "karşılaştırmalı din" gibi dünya, en azından Türkiye'de gözlemlenen tüm inançları sosyolojik bir boyuttan anlatmalıdır. Örneğin seküler olmayan ABD'de, din eğitimi ya okul sonrası etütlerle verilir, ya da özel kurumlar/cemaatler bu yükümlülüğü üstlenmiştir. Eğer bir ders İncil'i okutacaksa, tamamen nötral, akademik ve edebi bir perspektifle okutmalı, İncil hakkında her sorunun sorulması serbest olmalıdır.


Peki bu son düzenleme ile gerçekleşen ne? Hem İmam Hatip liseleri -ki bunlar "çocuğunun dini eğitim almasını isteyen ebeveyn için" diye savunuldu yıllarca- opsiyonu getiriliyor, hem zaten programının yarısı "Kur'an ve Hz. Muhammed" olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunlu olmaya devam ediyor, hem de üzerine aynı temalı bir seçmeli ders getiriliyor. Bu yanlıştır. Hem devletin dini eğitimi tekeli altına alması, hem vergilerin eksesif bir şekilde bu kadrolara kullanılması, hem de evrensellik prensibini çiğnemesi açısından yanlıştır.

Kısım IV: Mesleki Eğitim


Sorun sadece burada da bitmiyor. 4+4+4 ve mesleki yönlendirme, devletin kontrolü altında yapıldığı takdirde inovasyon konusunda ciddi bir engel getirebilir. Devlet, bireye temel bir eğitim verdikten sonra, onun ne yapacağının kararını aile ve bireyin kendisine bırakmalıdır. Bu tür bir düzenleme, devletin, çocukların geleceğine ipotek koyması anlamına gelecek halde teşkil olabilir.

Tabii ki herkesin yüksek eğitim alıyor olması, üniversite bolluğu, kadroların kalitesizliği vs. bir sorun, fakat bunun çözümü mesleki yönlendirmeyi erken yaşlara çekmek demek değil. Bu kurumların kalitesini düzeltecek öneriler kulak ardası edilmekle kalınmadı, TÜBİTAK'ın özerkliğinin kaldırılması,  başına "füze teknolojisi yapacağız ne evrimi" kafalı birisinin getirilmesi, YÖK'ün yetkilerinin korunması gibi daha da zıt yönde hamleler yapıldı. 


Sonuç: Bu eğitim modeli ile yeni Türkiye hedefi beliriyor. Teknolojik atılım, ileri düzey akademi, yüksek kalite eğitim değil hedeflenen. Yeni nesil, az çok bilgiye sahip, sanayi elemanı çıtasıyla yetinen, militer-endüstri kompleksinde yahut ara üretimci olarak istihdam olunan, vatan-millet-Sakarya hususunda hemfikir, yarı-otoriter bir devlet modeli altında edindiği kapital ile geçinen insanlar olacak. İlköğretimden YÖK'e kadar bütün yapılanmaya bakıldığında gözüken bu.

Ha, iyi büyürüz, ona lafım yok da, insan ne kadar mutlu olacak, insani gelişim endeksi nerelere gidecek, onu zaman gösterecek. 

21 Mart 2012 Çarşamba

Riya's Anatomy

Türkiye toplumunun riyakârlığı yeni bir fenomen değil, ama böyle yoğun bir şekilde yaşanınca tadından yenmiyor. Her kesimde, her cephede bu tadı yakalamak mümkün.

Mesela Ergenekon ve diğer benzer polis operasyonlarında "imamın ordusu" olarak yaftalanırken, ne zamanki Kürtlere karşı bir girişim olur, o zaman "törörüklerin başını ezen kahramanlar" payesine yükselirler.

Mesela Suriye'de Esed halkına binbir türlü zulüm ederken ona karşı çıkanlar, Kürtlerin uğradığı zulüm karşısında "ama onlar da kaşınıyor" demeyi uygun görürler. Onlar Misak-ı Milli sınırları içinde düzenin bekçisi, o sınırlar dışında en büyük devrimcidir.*

Mesela Esed'in muhaliflere de "kendi muhaliflerini öldürüyorlar" tarzı suçlamalar getirilir, ama bu duyulmaz. Lakin aynısını yapan PKK'nın elinde Kürtlerin zulüm görme ihtimali iyiliksever Türk aydınının yüreğini burar. Aynı Kürt'ün halihazırda zaten zulüm görüyor olması ise teferruattır.

Mesela herhangi bir spor müsabakasında sık görülecek, derbilerden önce misliyle yaşanan olaylardan sonra kimse "Zaten bütün Türkler/taraftarlar böyle" demez, onlar kulüplerin/taraftarların adını lekeleyen birkaç çapulcudur. Ama bir Newroz kutlamasında bir vitrin camı inmeyegörsün, bütün Kürtler öyledir zaten, medeniyetsiz ıyy.

Gene protestolarda bir otobüs taşlanınca "bizim ödediğimiz vergiler!" diye hassaslaşan arkadaşlar, aynı vergilerle alınan BDP otobüsünü sivil polisler taşlayınca susarlar. Gerçi "helali hoş olsun!" diyeni de vardır kesin.

Gene "KCK'nın içine giren MİT elemanları çok kötü işler yapmış!!!" diye günlerce manşet atan gazeteler, aynı suçlamalar polise yöneltilince sus pus olurlar. Polis bizim dostumuz, arkadaşımızdır.

Türklerin de, Kürtlerin de medyası zaten propaganda ve dezenformasyon konusunda birbirlerine taklalar attırmaktadırlar. İşin komik yanı, Kürtlerin medyasının zaten bağımsız olma gibi bir iddiası yokken, yandaş/candaş sözde farklı kutupların Türk anaakım medyasının tek sesi farklı tonlarda yankılatmasıdır.

72 saate 72 buçuk riya sığdıran bir ülkenin insanlarının bu ortak tutumu göz yaşartıcıdır. Ne de olsa ozanın da dediği gibi: "Aynı yoldan geçmişiz biz/aynı sudan içmişiz biz."

*@ebedichef'in veczidir.

19 Mart 2012 Pazartesi

Newroz'dan Nevruz'a

Newroz konusunda derli toplu bir şeyler yazmak o kadar zor ki, insan nereden başlayacağını bilemiyor. Anlatacağım şey basit aslında: Bugün yaşananların hepsi ya planlı, ya da beklendik idi, zira Türkiye Cumhuriyeti devletinin en iyi bildiği şey, kitlelerin muhalefet gücünü kırmak, basitleştirmek (bkz: 1 Mayıs törenleri) ya da kitleleri birbirine düşmanlaştırarak ellerini yıkamaktır (bkz: Sivas katliamı)

Newroz konusunda da -ki Newroz sadece bir bayram değildir, Kürd ulus bilincinin yaratılmasına hizmet etmiş Demirci Kawa efsanesi ile birleşen bir kutlamadır- devletin mantığı aynı: Bayramı resmileştirelim, bizim istediğimiz gibi kutlansın, öyle kutlamayanlar da bölücü törörcü olsun. (Çünkü 90'lardaki "Kürt yoktur, Newroz da yoktur" politikasının artık iflas ettiği bir gerçek)

Olayın böyle olduğunu gösteren iki durum var: Birincisi, bir bayramı tatil günü kutlamayı istemek, dünyanın en normal işidir. ABD'de aynı zamanlarda kutlanan St. Patrick günü (17 Mart) eğer haftaiçine denk geliyorsa geçit törenleri haftasonu yapılır. İkincisi, devletin 18 Mart günü kutlamayla bir sorunu olmadığı, Çırağan Sarayı'nda aynı gün GÜNSİAD'ın verdiği davetten belli. Devlet ile uyum içinde çalışan kapitalin 18 Mart günü kutlaması sorun değil, ama halkın kutlaması sorunlu? Diğer bir deyişle: "Newroz 18 Mart'ta kutlanacaksa onu da biz kutlarız."

Çoğunluğunun devletin gayriresmi Halkla İlişkiler organı pozisyonunda olduğu medyanın tepkilerine de bakarsak, bu politikanın izdüşümünü görmek kolay olur. Newroz'un erken kutlanmak istenmesini doğal bir durum olarak değil de bir "garip istek" olarak gören medya, kutlamalar için "erken Nevruz" tabirini kullanıyor. Kutlamalarda çıkan olayları anlatırken "Polis: 1 BDP: 0" diye skor tutan Güneş'ten, çıkan olaylarda "1 ölünün olduğu iddia edildi" diyerek kıvırmanın 3. derecesine geçen Radikal'e tutum aynı. (Vakit ve Hürriyet'i alıntılamaya dahi gerek duymuyorum) Türklerin okuduğu gazetelerden alabileceği mesaj belli: "BDP gene olay çıkarttı. Nevruz gibi güzel bir günü bile doğru düzgün kutlayamıyorlar."

Halbuki ortada net bir bile bile lades durumu var. Devlet izin vermediği, polisi ileri sürdüğü kutlamalarda olay çıkmayacağını bilmeyecek kadar aptal bir kurum değil. Ortada bir alışılmış refleks var, devletin gösteriye izin vermemesi, kitlelerin buna direnmesi, polisin biber gazı ve tazyikli suya sarılması, kitlelerin kaldırım taşlarını polise atması... İş "şiddet", "maddi hasar" noktasına varınca zaten devletperest toplum "onlar da yürümeseydi, yapmasaydı, taş niye atmışlar" argümanı ile, en baştaki izinsizliğin mantıksızlığını kanıksar hale geliyor.

Bütün bu gerilim, devletin bir taşla üç kuş vurmasına yol açıyor:

- Newroz kutlayan "iyi Kürt-kötü Kürt" ayrımı oluşuyor.
- Newroz'u Nevruz'a dönüştürüp devlet tekeline almanın yolu açılıyor.
- Kürt mücadelesini "kutlayabilme özgürlüğü"ne indirgeyecek bir yol açılıyor.

Bu son maddeyi biraz açayım. AKP hükümetinin Kürt sorununa çözümsel yaklaştığına dair iki büyük argümanı var: 1. TRT Şeş'i açtık 2. Oslo'da görüştük. Sanki Kürtlerin bütün anadil mücadelesi devlet sponsorluğunda televizyondan şarkılar türküler dinleyebilmekmiş gibi, ya da daha önce devlet hiç PKK ile görüşmemişçesine sonuçsuz bırakılan bu açılım büyük bir lütufmuş gibi yansıtma. Bu indirgeme "daha ne yapalım?" boyutuna geliyor zamanla. Bu minvalde bakarsak, 5 yıl sonra Newroz'un Taksim'de kutlanmasına izin veren, ya da resmi bayram ilan eden devlet dünyanın en büyük ihsanını eylemiş gibi davranacak muhtemelen. İnsanlar da "iyi de doğal olan buydu zaten, istenen bunun ötesi" diyemeyecek.

Yani "yahu devlet de izin versin de insanlar bayramlarını kutlasın, ama doğru düzgün kutlasınlar" bakış açısı, nazarımda fazlasıyla naif. Karşımızda bütün kitlesel dinamizmi "hadi şu saatten şu saate Taksim'den Galatasaray'a zararsızca yürüyelim"e indirgetmeyi başarabilmiş bir devlet aklı var. Bu aklın bir köşesinde Newroz'u Nevruz'a dönüştürerek Kürtlerin kitlesel dinamizmini de "Artık istediğimiz zaman istemediğimiz yerde Newroz kutlayabiliyoruz"a bağlamak olduğunu unutmamak, en azından bu makul şüpheyi bir yerde tutmak lazım.

16 Mart 2012 Cuma

Dikkat, örgütsel doküman çıkabilir!

Daha siz veya bir yakınınız TMK kapsamında tutuklanmadınız mı? “Yoksa muhalif değil miyim yahu?” diye kendinizden şüphelenmeye mi başladınız? Hiç meraklanmayın, çembere dahil olmanız an meselesi. Mesela ben, son aylarda yeni bir sıfat edindim: artık evi de polis tarafından aranmış bir 'tutuklu öğrenci yakını'yım. Ne yalan söyleyeyim, insan evinin her odasının emniyet güçlerince aranarak güvenliğinin sağlandığını bilince gerçekten çok rahatlıyor. Bir yandan da kitaplığının ve odasının düzenine aşırı düşkün birisi olarak, nelerin emniyet güçlerimiz tarafından özel bir dikkatle arandığını yakinen görme fırsatım oldu. Hangi kitaplara, dergilere ellenmiş, hangisi yerinden çıkarılıp bakılmış, hangisi bakılmaya değer görülmemiş de hiç dokunulmamış, bir bir inceledim. Bu vesileyle, sorumlu bir vatandaş olarak, sizlere evde aranabilecek, 'şüpheli' kitap, yazar ve dokümanlardan bir seçki sunmayı borç bilirim:

- Kitaplıktaki Lenin ve Marks tarafından yazılmış 6-7 adet kitabın tümü, Sol Yayınları'ndan (Ah bu sakallılar yok mu, bütün şerrin kaynağı onlar...)

- Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili - Lewerenz (Yine Sol Yayınları'nın epey eski bir basımı, içinde 1970'lerden kalma örgütsel doküman olabilir, ben de olsam kontrol ederdim tabii.)

- Türkiye'de Siyasal Gelişmeler ve Sosyalistler - Toplumsal Araştırmalar Vakfı Panel Dizisi (Sosyalistler, gelişme, toplum... hmmm... bence de sakat. Gelişip gelişip topluma zarar vermesin bunlar sakın?)

- İdeolojinin Yüce Nesnesi - Slavoj Zizek ('İdeoloji' filan diyen bir ecnebi, kökü dışarda…)

- Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi: Halk Evleri - Sefa Şimşek (Ben size bir daha ideoloji denmeyecek demedim mi!)

- ÖDP'nin Kimliği - Doğu Perinçek (ÖDP'li mi İP'li mi acaba arkadaş diye düşündürebilir. Neyse farketmez, her halükarda büyüyünce örgüt üyesi olur bu.)

- Nazım Hikmet'in Şiiri - Afşar Timuçin (Amirim, ortak bir noktamız olduğuna sevindim. Ben de şiir severim.)

- 62 Tavşanı ve Makiler- Sunay Akın (İçimdeki şiir aşkı bambaşka - İmza: polis teşkilatı?)

- Mayakovski - S. Vladimirov ve D. Moldavski (Bu kadar Rus'un adını bir arada görsem ben de işkillenirim. Şiir sevmek de bir yere kadar...)

- Kasabanın En Güzel Kızı - Charles Bukowski (Eh, soyadı Bukowski olunca Rus diye arada kaynaması normal bence.)

- Ekonomi Üzerine Hemen Her Şey (Valla bundaki şüphe unsurunu ben de anlayamadım. Ama itiraf ediyorum, kitabın kapağı kırmızıydı…)

- Gen Bencildir - Dawkins (Bunu anladım tabii ama anlamazdan geldim.)

- Agatha Christie çoğunlukta olmak üzere İngilizce ve Almanca birçok polisiye roman (Polisiye=polis=polise mukavemet? Yabancı dil=Türkçe olmayan herhangi bir şey=Türklüğe hakaret? Bence ikisi birden.)

- Avrupa'da Devrimler: 1492-1992 - Charles Tilly (Eeee, o kadar konuştuk, daha bir kere devrim demedik, olur mu hiç?)

Veeeee, gelelim kesin suç deliline:

- Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Bunu karıştırırken bir yerinde 'ifade özgürlüğü' ile ilgili bir madde gördünüz mü memur bey? Ben hayal meyal hatırlıyor gibiyim de...)

Öğrenciyse, at sepete...

Adettendir, köşe yazarları arada bir 'bu memlekette iyi şeyler de oluyor' konulu yazılar kaleme alırlar. Herhalde her şeyin sürekli kötüye gitmesine alıştığımızdan, biz de bu yazıları neşeyle takip eder, yaşadığımız ülkeyle gurur duymak için önümüze çıkan ender fırsatları değerlendiririz. İşte ben de bugün köşe yazarlarına özendim: Türkiye'de güzel şeyler de oluyor!

Mesela, hepimizin bildiği gibi tutuklu veya tutuklu yakını olmak artık iyice kolaylaştı. Hele de bir üniversite kazandıysanız, hiçbir şey yapmanıza gerek yok, sadece gidip okul kaydınızı yaptırın ve tutuklanma sıranızı bekleyin. Güvenlik güçlerimiz, sizin tam teşekküllü bir cezaevine konularak güvenliğinizin sağlanması için gerekli bütün dokümanları temin edecektir. Eğer cezaevine giriş için doküman eksiğiniz varsa, bu konuda da sizlere sonsuz kolaylıklar sunuluyor: mesela eksikleri telefon yoluyla tamamlamak mümkün. Eşinizle dostunuzla yaptığınız telefon görüşmelerini sizler için dinleyen yetkililer, güvenliğinizi tehdit eden unsurları anında tespit edip cezaevi giriş evraklarınızı düzenliyorlar. O da olmadı kitap, dergi, afiş, poşu, şemsiye, boş soda şişesi gibi delillerin teminiyle size yardımcı oluyorlar.

Bu ve benzeri yollarla ulaşılmış ve tutuklanarak güvenliği sağlanmış öğrenci sayısı şu an 600 kadar. Neler yapmış peki bu çocuklar? Mesela Cihan Kırmızıgül, poşu takmak suretiyle büyük bir suç işlediği düşünülerek tutuklanmış bir öğrenci. Davası yaklaşık 2 yıldır devam ediyor, savcının tahliye talebine rağmen hakimler tutukluluğunun devamına karar veriyorlar. Mesela Ali Deniz Kılıç ve Baran Nayır, basın açıklaması yapmak istemişler, 2 yıldır tutuklular. 20 Aralık'ta yakınları tahliye beklerken, duruşmaları bir kez daha ertelenerek nisan ayına atılıyor ve tutuklu yargılanmalarının devamına karar veriliyor. Mesela Şeyma Özcan, staj başvurusu yapmak üzere bir avukatla görüştüğü için evinden apar topar yapılan bir baskınla alınıp, terör örgütü elemanı olma şüphesiyle tutuklanıyor. Aynı baskında göz altına alınan Deniz Küçükbumin, yasal olarak satılan bir derginin bir sonraki sayısını çıkarmaya teşebbüs etmiş. Bunlardan başka, eyleme katılma, kitap ve afiş bulundurma, telefon görüşmesi yapma gibi 'ağır suçlar' işledikleri gerekçesiyle terör örgütü üyesi olduğundan şüphelenilip tutuklanmış yüzlerce öğrenci var. İddianameleri aylarca hazırlanamıyor, neyle suçlandıklarını bile bilmiyorlar. İlk duruşmada serbest kalanları bile bu duruşmanın gelmesini 10 ay bekleyebiliyor.

E mecburen de, bu ülkede Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi gibi yapılar oluşuyor. 'Tutuklu öğrenci' diye ayrı bir kategori oluşturmak zorunluluğu, herhalde tarihimizde bir ilk olarak anılmalıdır. Yaşasın muhalefeti örgütlemek için elinden geleni ardına koymayan devletimiz! Siz olmasanız harekete geçeceğimiz yoktu valla...

14 Mart 2012 Çarşamba

Taha Akyol'la Hukuk -101

Geçenlerde Mahçupyan bize kelime oyunları ile nasıl tarihsel tez yaratılabileceğini kanıtlamış, ufkumuzu açmıştı. Bugün Taha Akyol onu görmüş ve arttırmış, dünya hukukunu yeniden yazmış.

Akyol'un yazısı aslında Türkiye için geçerli olabilecek bir durumu irdeliyor, ve Türkiye'deki mevcut hukuk ile "insanlığa karşı işlenen suç"un geriye doğru işletilemeyeceğini, zamanaşımı kavramının yeni bir kanunla sadece geleceğe dönük suçlara karşı geçerli olacağını söylüyor. Buraya kadar doğru. Lakin boyunu aşan kısım, uluslararası hukuka dalıp şunları demesiyle başlıyor:

"Hukuken geçmişe yürüyen ceza mümkün değildir; hiçbir hukuk siteminde yoktur, modern hukukta hiç düşünülemez. Sadece sanık lehine olan ceza hükümleri geçmişe yürür.

Bizim tarihimizde İstiklal Mahkemeleri ve Yassıada Mahkemesi, dünya tarihinde çeşitli ihtilal (halk) mahkemeleri geçmişe yürüyen ceza uygulamaları yaptılar. Fakat evrensel hukuk bakımından bu savunulamaz.

‘Ben yaparım olur’ derseniz, hem Anayasa Mahkemesi’nden hem AİHM’den döner üstelik."


Akyol'un burada söyledikleri de hukuken yanlış değil, ama eksik ve güzelce kılıfına uydurulmuş konumda. Çünkü "insanlığa karşı suç" kavramının doğuşuna ve işleyişine hiç değinmiyor bile, bu da ya sinsilik, ya cahilliktir.


- İnsanlığa karşı suç kavramı, Nürnberg Yargılamaları sırasında gayet geriye doğru uygulanmıştır. London Charter'da, bu suçların ülkelerin ulusal yasalarında tanımlanıp tanımlanmamasının önemi olmadığının altı çizilmiştir. Bu yargılamaların bir emsal teşkil edip etmediği de tartışılmaktadır.

- 1968 Konvansiyonu ile, insanlığa karşı suçlara "zamanaşımı" kavramının uygulanamayacağı vurgulanmıştır. Bu konvansiyonu imzalayan ülkeler bunu taahhüt etmiştir.

- Ocak 2006 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına göre, Estonya'da 1949 yılında Sovyetler Birliği'nde gerçekleşmiş sınırdışı uygulamalarından sorumlu tutulan kişilere 2003 yılında ceza verilmesi "cezanın geriye doğru uygulanamayacağı" prensibini ihlal etmez, çünkü 1949 yılında bu suç zaten tanımlanmıştır ve de bunun sadece bazı ülkelere uygulanması evrensellik prensibine aykırı olur.

Yani Taha Akyol üç paragrafa üç vahim hata sığdırmayı başarıyor: Bu durum evrensel hukuk açısından savunulabilir, geçmişe yürüyen ceza sadece bazı halk mahkemelerine özel değil, karar AİHM'den dönmeyebilir.

Ah referanssız köşecilik, sen ne güzel mesleksin.

7 Mart 2012 Çarşamba

Mahçupyan'la Tarih Yazımı 101

Türkiye'de köşe yazarlığı yapmanın en güzel yanlarından birisi, belirli bir karizma seviyesine ulaştıktan sonra referanssız dipnotsuz güzel güzel tezleri ipe dizebilmek herhalde. Ama işte arada okuduğu metinlerdeki referansları iki defa kontrol eden manyaklar çıkıp da bu kıymetli yazarlarımızın hatalarını buluyorlar, üzücü oluyor.

Etyen Mahçupyan, 7 Mart 2012 tarihli köşe yazısında devletin kendi memurlarını koruma mekanizmasını nasıl oluşturduğuna dair tarihi br inceleme yapmış. İlgili paragraf şu:

"Devlet ele geçirildikten sonra ise bu çeteciler devlet memuru haline geldiler ve 1913'te meşhur Mukavvat Kanunu, yani memurları 'güçlendirici' yasa çıkarıldı. Bu yasa memurları hukuk karşısında koruyordu ve zaten bir süre sonra da, Ermeni tehciriyle birlikte, Memurin Muhakemat Kanunu haline gelecekti. Kısacası devlet kendi memurlarının yasa dışı iş yapmasını normalleştirdi, onları bu yönde teşvik etti ve korudu."

Pek güzel, pek mantıklı bir çıkarım değil mi? Yalnız tek bir sorun var: Kanunun adı "Memurîn Muhakemâtı Hakkında Kânun-i Muvakkat." Mukavvat değil.

Anlaşılacağı gibi mukavvat kwy kökeninden gelen bir kelime, kuvvet, takviye, kuva gibi kelimelerle eşkökenli. Lakin kanunun gerçek adındaki muvakkat wkt kökünden gelen, "zaman" kavramı ile alakalı bir kelime. Muvakkat, "belirli bir zamanda olan" demek, yani uzun lafın kısası, bu bir "geçici kanun", "güçlendirici kanun" değil.

Peki niye çıkarılıyor bu kanunu muvakkatlar? Meclisin toplanamadığı zamanlarda, daha sonra meclis onayına sunulmak üzere. Bir nevi KHK.

Bu, kanunun içeriğini değiştirir mi? Hayır. Lakin Mahçupyan'ın özensizliğini, bilgisizliğini gösterir, ve de yazısının etkisini zedeler. Dikkatli okuyucu da der ki, "Demek ki Mahçupyan tarih ile ilgili yazılarını Vikipedi'den bakarak yazıyor."

Yazıyı Mahçupyan'a bir öneriyle bitireyim: Aynı yıl çıkarılan "Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-i Muvakkat" (İlköğretim Geçici Kanunu) var, ona da bir kelime oyunu yapıp "28 Şubat döneminde 8 yıllık eğitim dayatan zihniyetin temelleri 1913'te atılmıştı, işte o kanun!" diye bir yazı yazabilir. Hani gündemde hem "4+4+4", hem "28 Şubat" varken iyi gider. Saygılarımla.