Özellikle orta okul ve lise yıllarında lig maçlarını izlemek için ekseriyetle mahalle kahvehanelerine gider, tuttuğum takımın galibiyetine önem verdiğim kadar içinde bulunduğum ortamı da gözlemeye dikkat gösterirdim. Daha sonraları yurt dışında kaldığım zamanlarda da Türklerin bolca yaşadığı yerlerde bu tür kahvehanelerde çok maç izlemişliğim vardır. Örneğin 2006 yılında Berlin'deki bir Türk bakkalının arkasındaki çakma kahvehane - o semtte maçı yayınlayan bulabildiğim tek yerdi ve maç ortamına girmek için çeşitli ürünlerin arasından geçmek gerekiyordu. Ancak tüm o ürünleri atladıktan sonra ulaşılan yer tam bir yurdum kahvehanesiydi. Bolca sigara dumani, masaların üzerinde dağılmış gazeteler, kimi yerde tavla, kimi yerde iskambil kartları. En önde tavana yakın bir yerde asılı televizyon, ve her atakta en ön sırada oturup ayağa kalkar kalkmaz hemen oturan ben. Bir de bu tür ortamların vazgeçilmez elemanlarından birisı, en arka masada gün boyu oturan, çok az konuşan, genelde kalın bıyıklı ve gözlüklü, sigarası elinden düşmeyen, orta yaşını geçkin bir bilge insan. Yine bir atak sonrası ben tuttuğum takımımın klasik sorunu gol atamama sonucu krizlere girerken, arkadan bilge amcanın sesi yükseldi: "Bir Oktay Derelioğlu vardı, çok yetenekli oğlandı, ne oldu ona?"
Bunca zaman sessizliğini koruyup kahvehanenin geri kalan kısmına karizmasını kabul ettirmiş amcamızın bu çıkışına yandan birisi "Amca o adam Beşiktaş'tan gideli çok oldu yahu... Adı sanı unutuldu... Ne çakardı ama..." diyerek amcayı günümüz dünyasına tekrar getirdi.
Bu anekdotu niye anlattım? Son haftalarda Türkiye'de yaşanan gelişmeler bana Berlin'deki bilge amcayı hatırlattı. Kendi kendime geçenlerde bir gün"Bir AB davası vardı, ne oldu ona?" diye sordum. Daha sonra bu soruya "Bir Kürt davası vardı, bir çok kişiyi hapse atmışlardı, ne oldu ona?" takip etti. Ardından da "Bir ekonomik kriz vardı, bizim ekonomi küçülmüş ve bir çok insan işsiz kalmıştı, ne oldu ona?" geldi. Ve bu sorular elbette bitmedi. "Milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldıracaklardı, ne oldu ona?" ya da "Her gün anayasa değişikliğinden bahsediliyor, son sekiz senedir ne oldu ona?" gayet tabi gelebilir.
Bunca gündem karmaşası içinde siyasete bir futbol benzetmesi yapmadan geçemeyeceğim. Tuttuğum takım doğumumla birlikte bana gelen anne ve baba gibi bir kavram olduğundan her koşulda kazanmasını, gol atmasını, saldırmasını bekliyorum. Fanatiklik masumane bir şekilde gözlerimi körelttiğinden oturu futbolu güzelleştiren şeyleri geçip ne olursa olsun takımımın kazanmasını istiyorum. O yüzden yıllardır Beşiktaş'a bir siyahi forvet gelse de kurtulsak diye ümit etmekteyim. Türkiye siyaseti de istesek de istemesek de hemen hemen her Türk vatandasının içine doğduğu ve belirli bir noktada ihmal edemediği bir olay. En apolitik insanlara kadar uzanabilen bir durum. Politikadan zerre kadar hazzetmesem de aynı tuttuğum takım olayındaki gibi artık Türkiye siyasetinin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için bir mucize beklemekteyim. 1980 sonrası giderek apolitikleşen Türk gençliği de böyle bir beklenti içerisinde gibime geliyor. AB'ye girsek de kurtulsak Kürt sorunu çözülse de kurtulsak, ya da darbeciler tamamen temizlense de kurtulsak gibi. (Seçim yasası değişse de kurtulsak da iyi bir aday bu liste için.) Hoş, sadece gençlerin değil, ancak daha fanatik bir şekilde politika aktörlerinin de böyle bir tutumu yansıttığını düşünüyorum (kimileri holiganlaşarak hatta). Ve yine tuttuğum takım olayındaki gibi Türkiye'nin demokrasisini ileri götürecek esas adımlardan ziyade politikanın forvet hattında taraftarlarını güldürecek hareketler görmekteyim her geçen gün. Maç öncesi ısınma hareketlerinde kavgaya tutuşan futbolcular gibi bizim kurumlarımız, amaç hakkıyla mücadele ve iyi yönetim olmadıktan sonra kim daha iyi tribünlere oynuyor o önemli oluyor nitekim. Yargı hem bağımsız hem tarafsız olmalı gibi kulağa güzel gelen laflar, bir futbol hakeminin eline sözlük gözüne gözlük sloganından farksız aslında.
Konuyu futbol aracıyla basitleştirdiğimi düşünebilirsiniz. Ancak bunca tozun bulutun içinde bana görünen en açık şey fanatikliğin had safhalara ulaştığı ve amaçın Türkiye demokrasisini ve yönetimini nasıl geliştirebilirizden ziyade "bu demokrasi denen maçı ne yollardan bizim takıma kazandırırız" zihniyetinin herşeyden üstün olduğudur. Diğer bütün maçları önemsiz sayıp sadece derbileri kazanarak büyük takım ilan ediyoruz ya tuttuğumuz takımları, yandaşı bulunduğumuz görüş ya da kurumlara da öyle yaklaşıyoruz kanımca. Fakat bu sefer gözümüzün körlüğü ne masumane ne de dışarıdan bize empoze edilmiş bir şey. Aksine, gözlerimizi bilerek açmayışımızın sebebi tamamen çıkar çatışması. Dün sen fişledin, bugün ben; yani son derbiyi sen kazandın, şimdi ben kazanacağım anlayışı. Ne de olsa siyasetin oynadığı tribünler iyi yönetimden ziyade derbi maçlarını kazanmanın herşeye değer olduğu görüşüne çok daha meyilli.
Bugünlerde konumuz yargı ya, ben de bir bilge amcalık yaparak bitireyim yazıyı: "Bir Pierluigi Collina vardı, 100 metre öteden görürdü faulu, ne oldu ona?"
1 yorum:
Eline saglik.
Yorum Gönder