2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

20 Ocak 2012 Cuma

Muhalefet Sıkıntısı

Hrant Dink davası, şaşırtıcı olmayan bir şekilde devletin "ne, örgüt mü?" demesiyle sonlandı. Haklarını verelim, tam öyle demediler, daha çok "ya örgüte inanmıyorum ama bir güç var" dediler. O gücün adı da devletin kendisi olduğundan döngü böylece tamamlanmış oldu.

Bu karardan sonra dün onbinler sokağa dökülüp adalet isteklerini yeniden dile getirdiler. Güzel bir manzaraydı, bir rahatsızlığın dışavurumuydu neticesinde. Bu kadar kalabalığı ne olursa olsun bir araya toplamak güç '80 sonrası Türkiyesinde.

Lakin benim kronik realist olarak derdim, endişem var bu hususta. Hem daha önce de bir yazıyla anlattığım Dink'in metalaşması hususu, hem vicdan denen günbegün anlamsızlaşan kelimenin ön plana çıkması, hem muhalefetin benzer olaylara karşı tepkisizliği, hem vakaya odaklanıp esasın kaçırılması...

Bardağın dolu tarafına haksızlık etmek istemem, lakin Dink öldürülmeden önce yazdıkları umurunda olmayanlar, 1915'te yaşananların adını koyamayanlar, öldürüldükten sonra bile mazurbaz bir tutuma yakınsayanların birden "adalet" yakarışlarında bulunması ilginç. Tabii kimseyi niyeti sebebiyle yargılayamayız, eğer ki o zamanki hatalarını kabul ederlerse, ya da ders aldıklarını başka olaylara tepkileriyle gösterirlerse herkesin değişmeye hakkı vardır. Kendimden biliyorum, 5 sene önceki düşüncelerimle, hayat tecrübemin bana öğrettikleri konusunda şimdi düşündülerim farklı.

Ama mesele öyle değil. Bu konuyu daha önce de yazdığımdan ayrıntılandırmayacağım, ama Hrant Dink ödülünü Ahmet Altan'ın alması üzerine yaşanan polemiğin bana verdiği sıkıntıyı üç maddede şöyle anlatmıştım:

"1. Bir kişi anısına verilen sembolik bir ödülü, sanki eğlence dünyasına (entertainment business) ait bir olaymış gibi değerlendirme/değersizleştirme.
2. Hrant Dink'i bir vicdani tatmin aracı, bir özgeçmiş sabunu olarak kullanıp geçmiş defterleri dürme.
3. Siyaseti maneviyat/kişiler üzerinden yürütme hastalığının en "entelektüel"ine bile sirayet etmiş olması."

Gözlemlediğim kadarıyla bu sıkıntıların yansımaları devam ediyor bugün. Bunun sebebi de, yazının başlığında değindiğim üzere, muhalefetin esas noktayı kaçırıyor olması.

Bizde güzel bir döngü var. Çok temel bir X sorunu vardır. Bu X sorunu, Y, Z, Q kişilerine, durumlarına yansıtılır. Muhalefet bunlardan Y'yi seçer, Y için toplanılır, protestolar yapılır. Bu sırada Z ve Q ise kaderine terk edilmiş olur. X sorunu ise A, B ve C'ye yansımak üzerine hayatına devam eder.

(Lejand:

X = Her türlü azınlık karşıtlığı, devlet örgütü, TMK, ÖYM, yetki gaspı.
Y = Hrant Dink, Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu, Ahmet Şık, Nedim Şener.
Z , Q = Siyasi olduğu devletçe itiraf edilmiş KCK tutuklamaları, TMK'nın aşırılığı ile gerçekleşen öğrenci tutuklamaları, artık kimsenin bir fikri olmadığı Ergenekon tutuklamaları, ve de duyamadığımız binlerce mağduriyet vakası.)

Sormaya başlıyorum.

Daha geçen gün Uludere'de 38 insanın başına bomba yağdırdılar. Bu katliam için kitlesel bazda ne kadar tepki verildi? Katliamdan bir hafta sonra olayın akıbeti ile ilgili ne okuduk, ne duyduk? Mesela doğru düzgün soruşturma açılmadığını biliyor muyuz? Ve hatta umurumuzda mı?

Bütün bu rahatsızlıkların kaynağı yasal düzenlemeler için nasıl bir kamuoyu oluşturdu nüfuzlu entelektüeller? TMK için kaç tane yazı yazıldı, panel düzenlendi? 4 ay önce Bülent Arınç "TMK'nın değişmesi isteniyorsa yüksek sesle söylensin" dediğinde kaç kişi bir şeyler söyledi? Neden tartışma yapılmadı?

KCK tutuklamalarının neden yapıldığı konusunda kimsenin bir fikri var mı? İddianameyi kaç kişi okudu? Neden sadece "Ben her türlü şiddete karşıyım, o yüzden KCK haklıdır" ya da "Benim tanıdıklar içeride, o yüzden soruşturma haksızdır" parametrelerinden tartışma yapılıyor? Devlet gözetiminde görüşme yapan Abdullah Öcalan'ın avukatlarının bile tutuklanması neden hiç dikkat çekmiyor? Bu usulsüzlükler kime yar olacak?

KCK'yı bir kenara koyalım, hangi iddianameyi kim okudu? "DGM'ler kalktı" diye argüman yürütenler, neden Özel Yetkili Mahkemelerden bahsetmiyor? Neden bu apaçık hukuki yetki gaspına karşı bir tepki konmuyor?

Daha bu liste gider, zira çok dertli kurum var. Lakin anlatmak istediğimi anlatabildim sanıyorum. Hoş, bir şeyler anlatmaktan ziyade içimdeki siniri atmak misyonu vardı bu yazının ya, olsun.

Muhalefet, kişi/olay seçip ona tepki gösterdikçe, meselenin esasına dair konuşmadıkça, içindeki öfkeyi dışarı yansıtmayıp devleti vicdan ile ikna etmeye çalıştıkça elde edeceği şeyler ufak tefek mutluluklar olur.

Daha yeni bir Occupy Wall Street fiyaskosu izledik, ders alalım. O taddaki eylemlerle ancak ayakkabı eskitiliyor. Üzücü ama gerçek.


18 Ocak 2012 Çarşamba

Tutuk internet


"N'oluyo' lan?" diyenler, 


***


şöyle buyrun:

***

- internet tutulması

***

- ekşi sözlük

***

Anlayana...

4 Ocak 2012 Çarşamba

Kötülük Kavramı ve Uludere

İnsanlığın sahip olduğu en büyük zaaflardan birisi ikicil düşünme sistemi. Bir kavramın varlığını, ancak onunla arasına kesin hatlar çizilmiş zıttının da varlığıyla anlamlandırabilmek, asırlar boyunca bu epistem ile şekillenmiş kültürümüzün bize bıraktığı, ve sınırların hızlıca kalktığı dünyada omuzlarımızda iyiden iyiye yük olmaya başlayan talihsiz bir miras.

Dünyayı bu ikicillik dahilinde anlamlandırma, çocukluktan itibaren farklı formlarda empoze edilen bir fenomen; ve bu takviyenin en sık rastlanan formundan birisi de "iyi" ile "kötü"nün mücadelesi. Semavi dinlerdeki şeytan olgusundan, masallardaki sınırları açıklıkla çizilmiş ve parmakla gösterilebilecek kadar berrak, popüler görsel ürünlerdeki her dakika kötülük yapmayı düşünen ve sonunda iyi kahraman tarafından mağlup edilecek karakterlere kadar kötü imgesi çoğunlukla net oluşturulmuş durumda.

Bu dikotomiyle (ikileşim) aynı anda oluşan iyilik ve kötülük kavramları da, eylemlerin niteliğinden failin niteliğine bir geçişleme yaratıyor. Kültürel olarak şekillenmiş düşünce sistemimizde iyi insanın yaptığı eylemler iyilik, kötü insanın yaptığı eylemler kötülük olarak kodlandığı, ve bu kodlama mümkün mertebe kati sınırlarla belirlendiği için, bir noktadan sonra "iyi" intibası mühürlenmiş öznelerin kötülük yapma olasılığı ortadan kalkıyor.

Daha açık şöyle diyebiliriz: "İyi insan iyilik yapandır, kötü insan kötülük yapandır" imgesi, zamanla "iyi insan kötülük yapmaz, kötü insan iyilik yapmaz" gibi bir genel kabule yol açıyor. Halbuki bu bakış açısı, insanların çıkarları doğrultusunda da hareket edebileceğini, farklı değer yargılarıın "iyi" ve "kötü" gibi kavramları farklı değerlendirebileceğini, "iyi" ya da "kötü" imajının içten var olan değil, bizzat dışarıdan şekilenen bir olgu olduğunu göz ardı ediyor. Yani yataktan kalkıp "bugün ne kötülük yapsam" diye el ovuşturan bir insanın var olduğunu düşünüyoruz, ama o insanın da kendi değer yargı sistemince o eylemleri "iyi" olarak onaylıyor olabildiği gerçeğini unutuyoruz.

*   *   *

Uludere Katliamı'ndan sonra, bu "kötülük" yapacağına inanamazlık halinin ilginç yansımalarını gözlemlemek mümkündü. Bunun en ilginç örneği Erdoğan'ın ayaküstü yaptığı açıklaması idi (ki bu yüzden daha değerli)

"Bir defa hiçbir devlet halkını kalkıp da kastı mahsusa ile bombalamaz. Geçmişte bu tür şeyler belki yapılmış olabilir. Ama bizim iktidarımız döneminde böyle bir şey olması mümkün değildir."


Peşisıra söylenmiş bu üç cümlede iki adet ilginç çelişki var. Birincisi Erdoğan'ın "hiçbir devlet yapmaz" dedikten sonra (burada devlete yukarıda değindiğim mutlak iyi payesi biçilmekte) hemen "geçmişte bu tür şeyler yapılmış olabilir" demesi. Hiçbir devlet yapmaz böyle bir şey, ama yapmış olabilir? İkinci çelişki ise, nesnel olarak var olan kötülüğü kabul etmek zorunda kaldıktan sonra "ama bizim iktidarımız yapmaz" demesi, ve kendi iktidarına mutlak iyi payesi biçmesi.

Erdoğan bu gerekçelendirmesinde de yalnız değil, zira olaydan sonra çok sayıda "siz iyi bir insansınız, biliyoruz öyle bir şey yapmazsınız ama sizin etrafınızda kötü insanlar var ve böyle şeyler yaptırıyorlar" temalı yazı da yayınlandı, özellikle de Erdoğan'ın manşetinden dolayı yukarıda alıntıladığım söyleminde bizzat çattığı Taraf gazetesinde. İşin daha komiği, iktidar ile gazete arasında bu diyalog yaşanırken, Taraf'a mutlak iyi ya da mutlak kötü payeleri biçmiş olanlar da bu hususta çatallaşıp kendi aralarında tartışmaya başladılar.

*   *   *

Bu yaşananların unuttuğu gerçeklik ise şu: "Kötülük", öznenin niteliğinden bağımsız olarak da var olan bir kavramdır. Bir insanın başına, onun "kötü" olarak nitelediği bir olay gelirse, failin niteliği ne olursa olsun bir "kötülük" gerçekleşmiştir.

Şu en temel çelişkiyi unutuyoruz: İki arkadaşınızın çıkarlarının çatıştığı bir durumda, bir eylemde bulunma zorunluluğunuz doğdu. Ne yaparsanız yapın, bir arkadaşınız bu eyleminizden dolayı zarar görecek. Birine "iyilik" yaparken, diğerine "kötülük" yapmış olacaksanız. Siz kendinizi ister "iyi", ister "kötü" olarak tanımlayın, eylemlerinizin maruz kalan açısından niteliği değişmeyecektir.

Bu durumda "iyi" insan ile "kötü" insanı tanımlamak için önemli bir kavramı gündeme getirmek gerekiyor: Farkındalık. Eğer siz, arkadaşınızın "kötü" eyleminizden zarar gördüğünün farkındaysanız ve onun gördüğü zararı yok etmek için de bir çaba sarf edecekseniz, o zaman "iyi" bir insan olduğunuzu savlayabilirsiniz. 

*   *   *

Özetle: İyi olabilmek için, kötülük yaptığını bilebilmek gereklidir. İyi olduğunu sanan insan, kötülük yapamayacağını düşünüp, eylemlerinin vardığı yeri göz ardı/inkâr edendir. Bu nitelikler koşulsaldır, eyleme bağlıdır, süreklilik göstermez.

Uludere'de 35 masum insanın bombalanarak katledilmesi, ister hata olsun ister komplo, ister kasıtsız olsun ister kasıtlı, ister X yapmış olsun ister Y, kötü bir eylemdir. Bu fiille doğru düzgün yüzleşemeyen herkes de bu yapılmış kötülüğün ortağıdır, kendisini iyi olarak konumlasa da.