Yazıya başlık atayım diye düşünürken böyle yazdım, sonra "lan" dedim kendi kendime, "ikinci izlenim olur mu hiç?". Sonra da "olur, niye olmasın?" dedim ve ilk izlenimin altında yıllardır ezilen bu garibi gün yüzüne çıkartmaya karar verdim. Evet, Atina-Oropos, ikinci izlenimler. Hepiniz aya ilk ayak basanın kim olduğunu biliyorsunuz değil mi? Peki ya ikinci ayak basan? N'oldu? O garibanı hiçbiriniz tanımıyorsunuz değil mi? Diğer şerefsize bir dirsek atıp da aşağı ilk kendisi adımını basıp afili laflar edeydi, hepimiz onu tanıyor olacaktık. Neyse.
Ecnebinin de dediği gibi zaman uçuyor adeta. 4 gün önce buradaki 1 ayımı doldurdum. Geriye kaldı 2-2.5 hafta zamanım. Hüzünlenmiyor değilim, zira beklediğimden daha keyifli, daha enteresan her şey. Öyle akıcı gidici birbiriyle bağlantı bir hikayem yok şu anda Oropos'a gelişimde olduğu gibi, dolayısıyla notlar notlar halinde anlatayım meramımı:
- Öncelikle, derdimi anlatacak kadar Yunanca öğrendim 1 ayda. Alfabeyi okumayı iyi kötü, en azından yazanı tamamlayıp ne yazdığını anlayacak kadar ilk 1 haftada söktüm. Başta çok karmaşık görünse de, lise yıllarında yok fizikti, yok matematikti, yok istatistikti derken yarısını öğrenmişiz meğer harflerin. Ohm simgesi omega, istatistik belasi chi ve psi, matematiğin bel kemiği pi (bu esnada pi sayısı da yanlışmış ya la?) ve daha neler neler... Gerçekten kolay oldu, sadece bağlantıları kurmak ve birazını da öğrenmek gerekiyor. Alfabeyi geçince de "ena pita kalamaki hirino parakalo" (bir domuz şiş Yunan dürümü lütfen) ve "ena bira parakalo" (bir bira lütfen) demeyi öğrendim. ki bu şekilde de günlük besinimi sağlayarak hayatta kalmayı başardım.
- Yunanistan'ı ziyaret eden her Türkiye insanının dikkatini çekecek ilk nokta ortaklıklar olacaktır. Özellikle de bir şeyler yemeye gidildiğinde sipariş verilirken ortak kelimelerin gani olduğu hemen fark edilir. Bu zaten sürekli de yapılan bir muhabbet; imam bayıldı, baklava, kadayıf, midye, cacık, dolma, midye... Yemeklerin yapılış ve yeniş şekli yer yer değişse de, genelde benzer. Örneğin baklavaki ve kadaifi gayet aynı. Gerçi benim için biraz fazla şerbete boğulmuştu ama sadece bir tatlıcıdan yediğim için genellemeyeyim. Lokma! Lokumades dedikleri ve bizim lokmaya tekabül eden tatlı biraz daha farklı. Beni misafir edip kahrımı çeken arkadaşımın üst komşusu bir gün "lokumades yer misin?" diye getirmişti. Önce salyaları salgılamaya başladım, sonra bir baktım bir tabak dolusu hamur topçukları. E zaten lokma da o değil mi aslında? Evet, ama bizdekinden farklı servis ediyorlar. Hamuru doğrudan kızgın şerbetin içinde pişirmek yerine, sade olarak pişirip, daha sonra üstüne bal ve tarçın dökerek yiyorlar. Tatlıların olmazsa olmazı tarçın bu esnada. Bayılıyorlar! Ama kadayıfta ben beğenmedim şahsen. (Lokma konusunda güncelleme: 2 farklı kişinin daha yaptığı lokmayı yeme fırsatı buldum, gayet bizimki gibi yapanlar da varmış, hatta geneli o şekilde imiş, evet.)
Alternatif loukoumades
- Ortak besin demişken temel besin kaynaklarından bir başkasında da çok önemli bir ayrılık yaşıyoruz: rakı/uzo! Burada (ve genel olarak Balkanlarda) "raki" (veya Balkanlarda daha çok "rakija") dediğiniz zaman erikten yapılmış, sert, genelde sek ve shot olarak içilen mazotvari bir içki anlıyorlar. Bizim halis muhlis rakı da onların beklentileri için fazla yumuşak/tatlı kalıyor. Kurban olun siz ona be! Neyse, geldiğiniz/gittiğiniz zaman Türkiye'ye gelmemiş birileri "raki raki" derse dikkatli olun, siper alın.
Bunun dışında, uzo içen gençler de gördüm ve kendilerini, rakıya yıllarını ve malvarlığının yarısını vermiş 50 yaş üstü bir rakı üstadıymışımcasına kınadım! Zira kendileri "rakı on the rocks" eyliyorlar. Bildiğin böyle bardağa buzu boca edip ağzına kadar buzla doldurup, üstüne terbiyesizce rakıyı döküyorlar. Daha fazla anlatmaya kalbim dayanmayacak. Aydın Boysan ettiniz lan beni!
- Ortak yemek kültürü demişken (laf lafı açıyor gördüğünüz üzere), bir uyarı yapmakta fayda var: her gördüğünüze, duyduğunuza kanmayın! Zira örneğin bir vejetaryen kişi iseniz, fırına/pastaneye gidip "usta bana sarıver ordan bi' 'peinirli'" dediğinizde size verecekleri şey jambonlu/peynirli/kıymalı poğaça olabilir. Yok o zaman ben poğaça alayım bari, kendimi güvende hissedeyim derseniz yine zor, bu sefer de "pogatsa" diye aldığınız şey size pudra şekerli ve tarçınlı leziz bi' pay (pie?) olarak yaşadığınız en büyük hayal kırıklığını yaşatabilir. Tadı bence hakikaten nefis olsa da, tuzlu bir şey beklerken tatlıyla karşılaşmak çok isteyeceğiniz bir şey olmayabilir o an. Bizim dolmaya da bu esnada (ilk fotoğraftaki) yemista deniyor, yaprak sarmaya da dolma...
Bir başka şaşkınlık da, yemek pişirirken yaşadık. Elimizde makarna var, pirinç var, mercimek var. Dedik hep makarna hep makarna, bugün de pilav yiyelim. İsveçli arkadaşın pilav yapma anlayışı da mantıken makarnanınkiyle aynı olduğu ve benim hiç olmayan anlayışımdan haliyle daha makul olduğu için "hadi bakalım" diyerek koyulduk pişirmeye. Ne zaman ki o pirinç tanelerinin hepten makarna sarısı olup şişerek makarna kıvamına geldiğini gördük, o zaman kendisinin "Oh, this is pasta!" (Vay arkadaş, bu makarnaymış ya la!) demesi ve akabinde "kurban olduğumun Yunanları" esprilerinin gırla gitmesi bir oldu. Meğer gerçekten pirinç tanesi şeklinde makarnaymış kendisi ve özellikle bazı et yemeklerinin yanında kullanılırmış. F'li bir adı vardı ama hatırlayamadım şimdi. Aman diyeyim.
Vay arkadaş, bu makarnaymış ya la!
- Ortaklığın hepten dibine vurmuşken; ortak kelimelerden biri, biraz daha farklı bir tepki/dikkat çekiyor: efendim. Ben birkaç sefer refleks olarak "efendim?" deyince, "aslında efendi'yi çok kullanmasan iyi olabilir, zira bazıları için sinir bozucu olabilir. Malum, 'efendi'lerle çok iyi anılarımız yok.." dedikleri anda kafamda dedemin dedesi Selanikli Hacıcıkzade Mehmet Efendi'nin karakalem resmini aydınlatan bir ampul yandı. Diyaloğu duyan komşunun "Evet efendim! Tamam efendim!" diye seslenmesiyle ampulüm zenon oluverdi. Kaderin cilvesine bakın ki, efendi kelimesinin kökeni Yunanca: afendis. Soyadlarında sık geçen "hacı" ve "oğlu" ifadeleri de bizden (ya da Arapçadan mı desek?) onlara miras.
- Akropolis'e henüz gidemedim (5 hafta oldu ben geleli) ama tarih delisi bir arkadaşla birlikte Akropolis Müzesi'ne gitme şansını yakaladım, süper oldu. Yazın sıcağında, insanların gerçekten utanmasa çıplak gezeceği bir sıcakta gittik. En alt katında içeri doğru girdiğimizde önce yukarı doğru bakıp sırıtan bir güvenlik gördüm. Kulağında kulaklığı var, yukarı bakıp bakıp gülüyor. Lan dedim n'oluyo' acaba? Ki ben o sırada ayağımın altındaki cam zeminden yerin altındaki devam etmekte olan kazıya ve sergilenen eserlere şaşkın şaşkın bakmakla meşguldüm daha ziyade. Sonra kafayı bi' kaldırdım, meğer insan denen varlığa hiç bu açıdan bakmamışım! Ne demiş şair, "Akropolis Müzesi'nin zemin katından yukarı bakınca bir dizi don göreceksin, şaşırma!". Evet, şeffaf cam zemin değişik bir fikir. Altındayken gerçekten çok farklı bir bakış açısı, üstündeyken çok farklı bir hissiyat. Neyse ki tamamen şeffaf değil, üzerinde siyah noktalar var da kompil havada olma hissi yaşatmıyor (Yazıyı tamamladığım bu gün itibariyle Akropolis'e de gitmiş oldum. Ne yalan söyleyeyim, müze veya kendisinin akşam uzaktan görünüşü daha etkileyiciydi, dibim düşmedi).
Atina'nın ikinci en yüksek tepesinden (adını hatırlayamadım) Akropolis görüntüsü
Akropolis'te aslında görmek istediğim bir etkinlik de Ağustos dolunayında düzenlenen özel konserler idi, ama geçen sene giden ve ezilme tehlikesi yaşayan arkadaşların uyarısıyla çok cesaret edemedim. Ki sonradan yine gidenleri duyunca çok da pişman olmadım.
- 15 Ağustos Aziz Meryem günü olarak kutlanıyor. Sanırım bütün Avrupa için geçerli bu, emin değilim ama... Herrr yer kapalı. Ama her yer! Benzin istasyonlarının bile nöbetçileri var, onun dışında inanılmaz derecede ölü oluyor memleket. Zaten Ağustos ayı, özellikle de 15'inden itibaren tatil zamanı, 15 Ağustos'taki özel günle birlikte Atina sokakları böyle Ankara'da akşam saat 11 olmasa bile saat 9 boşluğunda. Öyle bir hareketsizlik. İnsan yok, trafik yok, karmaşa yok... Ben de ne yaptım? O fırsatı Atina'dan Oropos'a bisikletle gelerek değerlendirdim! Daha önceki yazıda yazmış mıydım hatırlayamadım ama yazmadıysam yazarım (Vazgeçtim, yazmam ya... Bu yazıyı zor bitirdim lan şu tarihte. Ona da söz vermeyeyim de, biraz daha bisiklet macerası biriktirdim, belki yazarım diyeyim). Bu esnada Meryem'e adanan bu günün çok enteresan bir önemi de var; bir kadına ithaf edilen tek dini gün olması! Hiç öyle yaklaşmamıştım, öyle düşününce hepten garip geliyor.
- Benim için en çarpıcı şeylerden biri de, Oropos'ta, Türkiye'den mübadele zamanı yerinden edilen Palatialıların müzesi oldu. Onbinlerce insan gibi, onlar da yerinden olup, daha sonra da buraya yerleşmişler. Geldiğimden beri zaten bir Umut Sarıkaya karikatürü misali, bir ucundan Selanik muhacırı olmanın çok ekmeğini yedim, ama orada da konu olunca bize müzeyi gezdiren amca "aşkolsun canum, aşkolsun!" diye diye yıllar önce kaybettiği evladını bulmuşçasına sarıldı. Anladığım kadarıyla, benim de içinde bulunduğum Fransız grubuna pek de sansür uygulamadan, her zamanki gibi anlattı, gezdirdi müzeyi. Fotoğraflar, giysiler, hatta sergilenen bir kitap! O kadar tanıdık ki her şey... Osmanlı'dan kalma fermanlar da sergileniyor, Türkçe bir kitap da.
Mevzubahis Türkiye (veya "Asya yavrusu") haritası
Müzeye girdiğimizde, anlatmaya Türkiye haritası üzerinden başladılar. Yani öyle Yunanistan haritası, bir kısmında da Türkiye görünüyor falan değil, bildiğiniz Türkiye haritası. Zira evleri, eşleri, dostları Palatia Köyü'nde imiş zamanında. Palatia, İngilizce'deki "palace" kelimesinin Yunanca karşılığı. Yani Saray. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de şaşırtıcı şekilde, köyün adını çok da değiştirmeyerek, Saraylar Köyü olarak Türkçeleştirmiş onları denize döküverdikten sonra. Saraylar Köyü, Marmara Adası'nın kuzey kısmında yer alan bir köy. Gerisi hep bildiğimiz zorlu süreç, acılı anılar, buğulu gözler.
Bu esnada buraya geldiğimden beri Selanik ve Serez'e gitmek istiyorum. Hatta mümkün olursa annem ve babamla birlikte gidelim istiyorum. Zira baba tarafından bir "oralılık"
olduğu için hep merak ediyor, görmek istiyorlar. Hazır ben de buradayken bundan daha güzel bir fırsat olamaz. Sonra geçenlerde Orkun'un "Parakalo!" yazısını okurken tekrar hatırladım: Buradaki insanların İstanbul'u anarken gözlerindeki anlam Orkun tarafından sıla hasreti olarak adlandırılırken, "çoğunluk" tarafından "eziklik" olarak anılıyor. Aslında benim de, babamın da aynı "ezikliği" Selanik için yaşıyor olduğumuzu fark ettik. Belki biraz daha farklı, ama sonuçta aynı yere çıkan, aynı şeyleri düşündüren hisler. Hala buradan oraya bisikletle gitmenin hayalini kuruyorum bu esnada, planlamaya henüz geçemedim ama zor görünüyor.
"Aşkolsun canum, aşkolsun!"
- Bizden çok farklı olan bir şey de televizyonları. Hemen her kanal bizim cnbc-e gibi, dublajsız ve altyazılı veriyor yerli malı olmayan bütün programları. Diziler, filmler, şovlar. Hepsi orijinal dilinde, altyazılı. Benim gibi dublaj sevmeyenler için süper. Ayrıca gençler de "biz İngilizceyi beyle beyle öğreniyoruz" diyor, o da var.
- Atina uyuşturucu kullanımı açısından bir cennet. "Kime göre, neye göre?" sorusunu "kullanana göre" olarak yanıtlamak gerekiyor bu noktada (böyle keyif veren şeyler cehennemde yok, onlar hep cennette ya, o yüzden.). Şehrin belli kurtarılmış noktaları var özellikle, polis çok sık karışmıyor, sadece ara sıra uğrayıp ilgiliymiş gibi görünüyor. Atina'da gezdiğimiz bir günde de 20'ye yakın insanı toplayıp götürdüler örneğin. Çok sık olmuyormuş bu. Exarcheia Meydanı örneğin cuma ve cumartesi akşamı şehrin gençlerinin eğlenmek üzere toplandığı bir kısmı ve meydana yaklaştıkça soluduğunuz havanın değiştiğini hissediyorsunuz. Bu hava değişikliği, gece 3 civarı yağmaya başlayan biber gazıyla da bambaşka bir hale bürünebiliyor.
Bir operasyon sonrası gözaltılar
- "Nerelisin hemşerim?" sorusunu "Türkiye" olarak yanıtladığınız zaman, ilk olarak "Şehrazat!" karşılığı geliyor. Herkes manyak gibi Türkiye yapımı dizi izliyor. Biriyle yabancı damattan çıkıp baklavaya gelmiştik, ama çoğunluk nedense bir Şehrazattır tutturmuş gidiyor. Onun dışında televizyonda Ezel'i de gördüm, o da epey popüler sanırım. Hatta televizyon dergileri ek olarak Türkiye dizisi veriyor!
- Ecnebinin "Türk gibi sigara içmek" dediği şey gerçekten çarpıtılmış. Baca gibi, fosur fosur sigara içiyorlar. Şu 1.5 aylık yaşantımda çoğunluğu genç (35 yaş altı) belki 20 tane Yunanla vakit geçirdim, sadece ikisi sigara içmiyor. Ya örneklemim çok kötü, ya da başka bir sorun var.
- Atina'da "gökdelen" olarak adlandırılan 2 bina var, 10 küsur katlı. İstanbul'un silüetine (devasa gökdelenleri) sokan bir neslin torunları olarak bize garip gelebilir ama "Akropolis'ten daha yüksek bina inşa edilmeye!" denildiği için şehrin tüm binaları belli bir yüksekliği geçemiyor.
- Şehir içi toplu taşıma gayet güzel işliyor. Metro ağı şehrin göbeğini sarmalıyor zaten. Troleybüs ve otobüsler de kalanına yetiyor. Yazının yazıldığı tarih itibariyle 1,40 € olan 1.5 saatlik bilet fiyatı nedeniyle insanlar biletsiz binmeye veya metro çıkışlarında birbirleriyle paylaşmaya alışkın. Ankara'da bitmiş 10'luk kartı vermenin oradaki muadili bütün biletler için geçerli. Birkaç kez bu yöntemi kullandım, gayet de güzel işliyor. Bir nevi "hareket" olmuş bu bilet fiyatlarına karşı, dolayısıyla da belediye biletlerin arkasına "başkasına verdiğini görürsem yakarım" yazmış ama bilet isme kesilmiş olmadığı için sanırsam hukuki olarak çok da bir geçerliği olmasa gerek bu ifadenin. Kimse de sallamıyor zaten, herkes barut gibi, birbirine yanaşmıyor dolayısıyla.
- Syntagma Meydanı genel olarak kaynıyor olsa da, 1-2 sefer gittiğimiz eylemler daha çok 10 kişilik küçük bir grubun protesto eylemiydi, büyük çaplı bir şeye denk gelmedik. Ama yine de memleket kaynıyor, her tarafta onu hissedebiliyorsunuz.
Syntagma Meydanı'nda solo eylem
- Ona ayrı bir yazı ayırayım diyecektim ama sanırım şu an gerekli enerjim yok, dolayısıyla burada değinmeden de geçmeyeyim: benim orada olma nedenlerimden biri de Yunanistan ve Türkiye'den birer STK ortaklığıyla düzenlenen "Avrupa Gençlik Müzesi Festivali" idi. 21-26 Kasım 2011 tarihleri arasında Oropos'ta ilk ayağı düzenlenen ve 12-21 Nisan 2012'de ikinci ayağı Ankara'da düzenlenecek olan festival Yunanistan ve Türkiye'den pek çok genci, müzisyeni, pandomimcisinden kuklacısına, perküsyoncusundan heykeltıraşına sanatçıyı bir araya getirdi. 6 gün boyunca düzenlenen atölyeler ve etkinliklerin sonunda Avrupa Gençlik Müzesi'nin resmi açılışı gerçekleştirildi. Müzenin fiziksel olarak Oropos'taki, zamanında hapishane olarak kullanılan yerde oluşturulması düşünülüyor.
Festivalin resmi kapanışı ve müzenin de bir o kadar resmi açılışında Yunanistan'daki evsahibi organizasyon, Türkiye'ye "Mevzubahis barışsa, size bırakın zeytin dalını, ağacı köküyle veririz!" mesajı verdi.
İşte böyle sevgili İşkembeseverler. Bir "düşman komşu ülke" yazısının daha sonuna geldik. Gerçi Türk'ün Türk'ten başka dostu olmadığı için nereyi yazsak olur bu başlığa ama idare edin. Bu arada Biraz uzun oldu bu yazı, ikiye bölmek lazımdı belki ama Ermenistan yazımın son bölümünü hala yayınlamadığımı fark ederek yekpare yayınlayayım da gümbürtüye gitmesin istedim bu yazı da.
Barış diliyorum cümleten, zeytin bahçeleri...
ευχαριστώ πολύ Ελλάδα!