2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

27 Eylül 2011 Salı

Kürt Sorunu, Pozisyonsuzluk ve Şiddet

(Önnot: Bu yazı, blog girdi kurallarına aykırı olarak haddinden fazla uzun olacak, lakin Kürt sorunu konusundaki bölük pörçük ifade ettiğim görüşlerimi/tenkitlerimi bütünleyici bir şekilde toparlamak istedim. Eğer ki "Uf bu ne ya?" diye sıkılacak olan varsa, doğrudan üçüncüve dördüncü kısıma gitmelerini tavsiye ederim ki, en azından sonuçlarım okunsun.)

Kürt sorunu konusunda gerek bilgi asimetrisi, gerekse siyasi kutuplaşma geleneğimizden dolayı toplumca ciddi bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Özellikle son bir-iki yıllık dönemde, tekrar şiddet eylemlerinin artmasıyla bu kafa karışıklığı ciddi boyutlara ulaştı. Bu kafa karışıklığının sebep ve sopnuçları üzerine değinmek için yazıyorum bu yazıyı, fakat konu öyle çetrefilli ve içinde bulunduğumuz zamanlar o kadar hassas ki, lafı toparlamakta ne kadar muvaffak olacağımı ben de bilemiyorum. Hayırlısı.

I. Pozisyonsuzluk


Herhalde yazının başlığına koyduğum iki terimi açıklamakla başlamak en isabetlisi olacak. Bugün çoğu insan, daha doğrusu ekseriyetle bu yazının muhatabı olacak olan entelektüel ve/veya sosyal medyada aktif kesimin büyük çoğunluğu, Kürt sorununun siyaseten çözülmesi gerektiği konusunda hemfikir. Edilen kelamların çoğunluğu bu minvalde zira. Lakin bu temennilerin boşluğa çıkmasının sebeplerinin değerlendirilmesi aşamasında ciddi bir aksaklık teşkil oluyor: Tartışmaya katılanlar sempati/antipati duyduğu tarafa göre pozisyon alınıyor, ve de tartışma karşı tarafa suçunu kabul ettirme formuna dönüşüyor.

Halbuki başka bir teşhis mümkün: Bugün Kürt sorununu çözmesi beklenen siyasi aktörler, yani AKP ve BDP -CHP ve MHP'nin bahsi dahi nalüzum- soruna dair pozisyon almaktan çekinmekteler, ve de sorunun devamını bu temel çelişkiler mümkün kılıyor.

a) İktidarın pozisyonsuzluğu


Önce AKP'den başlayalım. AKP'nin Kürt sorunu konusundaki yaklaşımını "Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşların sorunu vardır" cümlesi özetliyor demek yanlış olmaz, zira Başbakan'ın ve de ona yakın kalemlerin üzerinde durduğu husus bu. Yani bu durumda Kürt halkının kolektif bir sorunu yok, sadece bireysel haklar sorunu var ve de PKK kendi gündemi peşinde koşan, Kürt halkıyla alakası olmayan bir terörist çete.

Eğer durum bu ise, hükümetten beklenen iki şey olmalı: PKK ile silah yoluyla muhatap olmak, ve de PKK'ya meşruiyet kazandıran/sempati uyandıran faktörleri elimine etmek. Eğer ki PKK, Kürt halkını temsil etmiyorsa, Kürtlerin, Lozan'ından tut Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne kadar bir çok altına imza koyduğumuz anlaşmayla sahip olması gerektiği hakların bir an önce verilmesi şart kere şart. Yani PKK gerçekten gayrımeşru bir oluşum ise, bu hakların tartışılması PKK'nın eylemlerine bağlı olamaz. (1)

Buradan AKP'nin benimsediği ikinci ve ilkiyle çelişen pozisyona geçiyoruz. Eğer bu hakların tartışılması için gerçekten PKK'nın silah bırakması ön şart ise, PKK'nın arkasında ciddi halk desteği olan bir örgüt olduğunu kabul ediyoruz demektir, ve bu durumda ortada olan mefhum bir "düşük yoğunluklu savaş"tır. Ve savaşı bitirmenin yolu da barıştır, müzakeredir. Ki devletin MİT aracılığıyla PKK ile görüşmesi de, tam bu tarz bir barış görüşmesine tekabül etmektedir. Bu görüşmelerde kolektif haklar ve özerklik eğer mevzubahis edilmişse, PKK'nın artık "kimsenin desteklemediği, üç beş bin bağımsız terörist" olmadığı aşikardır.

Fakat hükümetin eylem ve söylemlerinden sürekli bir çelişki havası yakalanması, bugün isteyen aydının bir tarafa, isteyenin öbür tarafa konuşlanmasına, ve de bu konudaki tartışmaların da taraflaşma olarak teşkil olmasına sebep oluyor.

Mesela "BDP PKK ile arasına mesafe koysun" talebine bakalım. Bu talebin ima ettiği ilk senaryo. "PKK bir çete, BDP meşru olmak için onu kınamalı ve siyaset sahnesine gelmelidir." Fakat öte yandan AKP'nin DTP'nin kapatılması hususunda sessiz kalması, Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin iptali için bizzat dilekçe vermesi, KCK tutuklamalarının orantısızca devam etmesi gibi eylemler ve de örneği muhtelif söylemler aracılığıyla BDP'nin meşruiyetini azaltmaya çalıştığını ve de PKK'yı daha direkt bir muhatap olarak gördüğünü görüyoruz. İcabında Kandil ile görüşen bir devletin, son 2-3 yıldır BDP ile görüşmekten mümkün mertebe imtina etmesi bu çelişkinin bir göstergesi. BDP'nin "ovada da siyaset yaptırmıyorlar" serzenişine, siz katılsanız da katılmasanız da kendi gözünde geçerlilik kazandıran da bu pozisyonsuzluk. (3)

b) Muhalefetin pozisyonsuzluğu


Bu kadar çok BDP dedikten sonra, onların tenkitine geçelim. Bu konuda ilk adımı Aysel Tuğluk attı, ve de Radikal'e yazdığı yazıda (2) kısa da olsa bir özeleştiri yaptı "Öcalan'a daha yakın durmalıydık" şeklinde. Fakat BDP'nin esas sorunu, gerçek anlamda bir siyaset zemini oluşturamaması, kolektif haklar ve özerklik talebini ya çok sessizce, ya da damdan düşercesine gerçekleştirmesi, siyaset acemiliklerinde bulunması. Örneğin Bengi Yıldız'ın Taraf'a verdiği, ve özerklik konusunda paragraf başına üç kafa karışıklığı düşen mülakatı buna bir örnek sayılabilir. Gene BDP'nin kaleme aldığı, ve de beylik temenniler haricinde çalışan bir ekonomik/hukuki model öngörmeyen özerklik bildirgesi gene bu minvalde değerlendirilebilir.

BDP'nin şiddet eylemlerini kınadığı -her ne kadar anaakım medya görmezden gelse de- biliniyor. Fakat BDP'nin bu eylemleri sadece kınaması da yeterli olmayabilir. Mesela BDP, PKK'nin gerçekleştirdiğini bildiğimiz örgüt içi infazlarına karşın bir hak arama zemini oluşturabildi mi? "Sivil itaatsizlik" gibi, gerçekten başarılı olabilecek bir örgütlenme modelini neden inşa edemedi, neden ısrarcı olmadı? Meclise gelmeme gibi, ilkesel olarak haklı olduğu bir pozisyonu neden bir inatlaşmaya çevirip meşruiyetini sempati toplaması gereken çoğunluk gözünde kaybetti? (4)

Mukaddema AKP'nin BDP'yi pozisyonel sıkıştırmasından bahsettim, fakat BDP'nin de sıkışmışlığı salt AKP kaynaklı değil, bunu söylemek insafsızca olur. BDP'nin eksenini Türkiye çapında bir demokratikleşme platformu alternatifinden, kendi bölgesine tıkılan bir sınırlı gündem partisine değişik zaman dilimlerinde kaydırması, PKK ile ilişkisini söylemsel olarak netleştirememesi de kendi günahları olarak tahtaya yazılmalıdır.

II. Şiddet Eleştirisi


Yukarıda siyaseten çözümün sağlanamaması sürecindeki fundamental sorunu açıklamaya çalıştım. Şiddet eleştirisine geçmeden tekrar kısaca özetleyeyim: Siyasi aktörler, kendilerine sağlam bir pozisyon belirleyip oradan hareket edemediklerinden ve gündelik siyasi rant hesapları ile zigzag çizdiklerinden, sorunun çözümünde müthiş bir öneme haiz güven temin edilemiyor. (Bu güven mefhumun önemine çözüm tartışmasında tekrar değineceğim.)

İki tarafa da sempati duyan entelektüellerin yapması gereken eleştiriler bu temelden yola çıkmalı iken, mevcut tartışma ortamı çok ilginç mahsuller veriyor. Bunlardan benim en garibime giden ise, özellikle son zamanda dozajı artan "şiddeti kınama" mecburiyeti ve bunun siyasi bir pozisyon olarak lanse edilmesi. Şiddetin bitmesini isteme/şiddeti kınama, bir temenni, bir temel insani değer, bir iyi niyet göstergesi, bir apolitik yakarış olabilir, fakat olamayacağı bir şey varsa o da siyasi bir pozisyon olmasıdır.

Daha önce bahsettim: İktidarın PKK'ya yaklaşımında bir tutarsızlık var. Eğer PKK bir çete ise, PKK'nın keyfi, şiddeti bırakması beklenmeden muhakkak Kürtlerin bireysel/kolektif hakları mevzusu tartışılmaya başlanmalıdır. Yok eğer devlet ile PKK bir savaş içindeyse, bizim karşı olmamız gereken bir tarafın şiddeti değil, bütünlüğüyle bu süregelen savaş olmalıdır.

Yani entelektüellerin alacağı iki adet mantıklı ve tutarlı pozisyon var.

1. İktidarın Kürtlerin haklarını teslim etmesi sürecini hızlandırıcı çağrılarda bulunmak ve kampanyalar yapmak. Bu konuda o kadar çok odak seçilebilir ki: Birçok siyasi suçu maskelemek için kullanılan ve bir düşünce polisi aleti statüsüne yükselmiş Terörle Mücadele Kanunu'nu eleştirmek, bu kanundan dolayı öngörülen boyutun çok üstüne çıkmış KCK tutuklamalarına odaklanmak, Kürtçe'nin kullanılması önündeki engellerin kaldırılması için gündem oluşturmak, militer toplum anlayışının devamında rol oynayan ögelere dadanmak (ki bu hususta andımızdan vicdani retin inklarına kadar çok geniş bir skala var), hakikat komisyonu benzeri önerileri gündemde tutmak, anadilde eğitim mevzusu için tartışma platformu yaratmak, seçim barajının indirilmesini gündeme taşımak için bir dahaki seçimleri beklememek... Her ne kadar kimimizde "ileri demokrasi"nin ve gelecek "sivil anayasa"nın rahatlığı olsa da, bu hamlelerle dahi çözülmeyecek bir çok aksaklık var. Her aktivist, her STO bunların biriyle ilgilense ve yılmaz takipçisi olsa, sorun çözümünde büyük adımlar atılır.

2. Eğer ki durumun bir "savaş" olduğuna kanaat getiriliyorsa, bu savaşın sona ermesi için çağrılarda bulunmak. Türk entelektüeller Türk otoritenin, Kürt entelektüeller Kürt otoritenin eleştirisini yapmalı, taraflar kendi taraflarına şiddeti bitirme ve barışı sağlama çağrısında bulunmalı.

İşte benim bilhassa eleştirdiğim kitlenin düşünce dinamiği burada ortaya çıkıyor. Örneğin sürekli eleştirilen ve de barış sürecine balta vurduğu kanısı iyiden iyiye yerleşen bir Silvan çatışması var. Orada PKK'nın yaptığı, saldıran konumunda olduğu için kesinlikle kabul edilemez ve de kınanmalıdır, bu konuda hemfikiriz. Lakin şu da bir gerçek ki, o askerler o arazide PKK'lı izi sürmek üzere bulunuyorlardı. Bu iz sürme de, 2011 yılının ilk dönemlerinde start verilen, bugün Işık Koşaner'in sızan teyp kaydından da bildiğimiz gibi durması hiç sözkonusu olmamış askeri operasyonların bir sonucuydu.

Yani eğer bir savaş içerisindeysek ve barış istiyorsak, öncelikle kendi muhatap olduğumuz tarafın eylemlerinden yükümlüyüz. Ha, eğer diyorsanız ki "Hayır, PKK militanları elinde silahla dolaşıyorsa, devlet de operasyon yapar tabii", siz bunu bir savaş olarak görmüyorsunuz ve PKK'yı ilk durumdaki gibi "terörist örgüt" diye nitelendiriyorsunuz. Bu durumda ise sizin devleti bu savaşta desteklemek kadar, PKK'nın meşruiyetini azaltıcı hamleleri teşvik etmeniz lazım.

Laf çok uzadı, ama demek istediğimi sanırım anlatabildim. Temel eleştirim, aydının sıkışmışlığı, ve de vicdanının/duygularının esiri olup, çözüm sürecine katkıda bulunduğunu sanıp da bulunmaması. Örneğin geçenlerde "Kürtler'den çağrı, benim için öldürme!" diye bir kampanya başlatıldı sanal ortamda. Bu bildiride, gayet yukarıdan bakan bir üslupla PKK'nın eylemleri eleştiriliyor, onlara silah bırakması çağrısında bulunuluyordu. Kampanyayı destekleyenler ve konuşanlar ise ekseriyetle Türklerdi. Bu "kendin çal kendin oyna" edasının, daha muhatabını ve muhatabını ikna edecek üslubunu seçememiş hareketin başarıya ulaşacağını ve PKK'ya sempati duyan/kolektif hak talebinde bulunan Kürtler arasında bir etki yaratacığını beklemek, nasıl desem, naiflik. Ve naiflik ruhu doyursa da karnı doyurmaz.

III. Sorunun Çözümü 


Bu yaklaşımları tenkit ettikten sonra sanırım soruna dair öngörülerimi de paylaşmalıyım ki yazınn bir nihayeti olsun.


Öncelikle çok açık olarak şunu söylemeliyim. Tarihsel olarak baktığımızda, bu aşamaya gelmiş bir azınlık sorununun, aynı anda mevcut modellerin korunması ve de zararın minimumda tutulması ile çözülmesi mümkün değil. Ya azınlıklar sonunda kolektif haklar/özerklik/bağımsızlık kazanırlar, ya da hak talebinde bulunan kitle katliama uğrar/tecrit/tehcir yaşar. ETA ve IRA'nın kazanımları belli, Tamil Kaplanları'nın başına gelenler belli. Tarih federal yapıya bürünen, kantonlara, otonom bölgelere, mali özerkliğe kavuşan hikayelerle dolu. Yani bunun aksini düşünmek, gerçekten ya büyük bir vizyon, ya da büyük bir körlük gerektiriyor.

Peki bu durumda ne yapılmalı? Bir önceki bölümde aydınların tutumunu eleştirip iki yol haritası çizdim: Ya herkes kendi tarafını "savaş"tan vazgeçmeye çağırıp, kendi medyasında bu nihai sonu tartışmaya açacak; ya da başlarındaki otoritelere, karşı tarafın gözünde meşruiyet kazanımı sağlatacak davranışlar için mücadele edecek.

Eğer ki politik unsurlar bir pozisyon belirlemeye yahut uzlaşmaya yanaşmazsa, mevcut durumdan iki adet alternatif üretebiliyorum ben. Kürt siyasi hareketinin tam örgütlü bir şekilde sivil itaatsizliğe başlaması (ve böylece şiddetin bir toplumsal fenomen olmaktan çıkması), ya da eğer ki özerklik talebi Kürt siyasi hareketinin nihai arzusuysa, bir referandumun gündeme gelmesi. Eğer ki müzakereler sonuç vermezse, devlet Kürtlere haklarını teslim etmekte tembel davranırsa, Kürtler şiddeti mücadelelerinin mecburi bir parçası olarak görmeye devam ederlerse bu alternatifler ciddi olarak tartışılmalıdır.

Yoksa artık üniter devlet modelinden de, üniter devlet zihniyetinden de hayır gelmeyeceği belli oldu. Bunun sonu ya fedakarlık, ya felaket.

IV. Sonsöz


Derdimi dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Birer ikişer cümleyle tekrar özetleyeyim, ve de buraya kadar gelen okuyuculara teşekkür edip hatm-ı kelam eyleyeyim.

Gerek iktidarın, gerekse muhalefetin sorunun çözümü doğrultusunda bir pozisyon alma sıkıntısı var. Bu sıkıntı, karşılıklı güvensizlik havası yarattığından ötürü kutuplaşmalara, çözüm için tarafların şiddeti araç olarak görmesine ve de öz yerine araçlara odaklanılmasına sebep oluyor. Sorunun çıkış sebebi olan haklar mevzusu, ya da karşılıklı barış taraftarlığı yerine bir tarafı eleştirme, ve de salt anlamsız bir öge olan şiddeti kınama pozisyonları baskın pozisyonlar oluyor. Bu iki taraf arasında iletişim değil iletişimsizlik yaratıyor, lakin iki taraf da bilinçaltında kendi kendini tatmin ve meşrulaştırma derdinde olduğundan, bu iletişimsizlik gözardı ediliyor. Bu toplumsal kafa karışıklığından kurtulmanın zannımca iki yolu var: Birincisi, tarafların kendi taraflarına pozisyonlarını netleştirmesi doğrultusunda baskı yapması. İkincisi, bu sorunun zaten belirli bir sonla biteceğini kabul edip, bir inanç sıçraması (leap of faith) vasıtasıyla bir sonraki tartışma aşamasına geçebilmemiz (üçüncü kısımda anlattıklarım mesela)

Benim Kürt sorunu ve şiddet hususunda durduğum yer budur. Arz ederim.

--------------------------------

(1) Bunu Ahmet Altan da daha uzun uzadıya anlatmıştı 7 Eylül 2011 tarihli köşe yazısında.
(2) Yazının tamamı da kaydadeğerdi, o yüzden buraya not düşelim.
(3) Gerçeklik payından emin olamadığım için yazının içine koymadım, lakin kafamı oldukça kurcalayan bir makale okudum yakın zamanda. Bu yazıya göre, devlet Mayıs 2009'da Abdullah Demirbaş'ı, barış görüşmelerinin önemli bir elemanı olarak Sırbistan'a davet etmiş. Fakat nasılsa birkaç ay içinde aynı Demirbaş önce tutuklandı, sonra hastalığı göz önüne alınarak serbest bırakıldı fakat tedavisi için yurtdışına çıkmasına izin verilmedi. İnsanın ağzından ister istemez "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" mealinde lakırdı dökülüyor.
(4) Bir daha bakınca, buradaki inatlaşma kelimesinin altını biraz daha doldurmam gerektiğini düşündüm. BDP'nin meclisi protesto etmesine sebep olan koşullar değişmediğinden, meclise dönmemesi normal bir tutum olarak değerlendirilebilir. Lakin BDP'nin başarısız olduğu nokta, bu sürecin yönetimi idi, süreçte bir şekilde "uzlaşmaz" bir imaj yaratması idi. Bugün akla hapisteki 6 MV'den çok "Ne bileyim gitmediler işte" cümlesi geliyorsa, oradaki haklılık vurgulanamamış, pozisyonsuzluk izlenimi akılda kalmış demektir.


(Son not: Bir de bu yazıyı tasarlama aşamasında, bana ister istemez perspektif sağlayan başta quadroz olmak üzere diğer sorunla alakalı Twitter kullanıcılarına teşekkür ederim.)

20 Eylül 2011 Salı

MİT - PKK Kasedi

Yankısı hala sürüyor kamuoyuna sızdırılan bu kasedin. Yankıların ekseni iki adet:

1. Devlet niye görüşme yaptı?
2. Kasedi kim sızdırdı?

İkili oynama konusunda Türkiye siyasi tarihine adını altın harflerle yazdıran AKP kurmayları, bir koldan "Tam sorunu çözmek için görüşüyorduk, tatlıya bağlamıştık ki PKK işi bozdu" senaryosunu, diğer yandan "Biz müzakere amaçlı değil, devlet suçluyu bulma amaçlı görüşüyordu zaten" senaryosunu satıyorlar. İkisinin de aç alıcısı var, ve hal böyleyken Ankara'nın üzerinde güneş batmaz.

Teorilerin zirve yaptığı husus ise kasedi kimin sızdırdığı. Yeni Türkiye'nin Mehmet Ali Kışlalı'sı Taraf gazetesi yazarı Lale Kemal'in haberine göre, bu kasedi PKK'dan birileri sızdırdı. Neden? Çünkü "sayın Öcalan" öbeği çoğaltılmış, bir de mikrofon hışırtısı varmış. (Çünkü biliyoruz ki sadece PKK'lılar görüşmeye üzerlerinde mikrofonla gelirler.)

Yeni Türkiye'nin Soner Çölaşan'ı (iki karakteri birleştiriyor, müthiş bir deha) Emre Uslu'ya göre de kasedi sızdıran İsrail. Neden? Çünkü zamanlama manidar. Bir de OdaTV MOSSAD'ın etkisi altında. OdaTV kasedi savunmaya geçmişse, bunun motivasyonu kesin İsrail'dendir. (Çünkü biliyoruz ki OdaTV hükümete çakmak için her türlü fırsatı kullanan bir medya kuruluşu değildir, sadece İsrail ne derse onu yapar.)

Bir de bana kulak verin şimdi. Daha doğrusu bana değil, Mehmet Eymür'e. Bakın daha taa geçen sene, 29 Eylül 2010 tarihinde ne demiş bu Eski Kontrterör Dairesi Başkanı:

“Bir takım fikir ayrılıkları olduğunu kanaatindeyim. [MİT'in] içinde görüşmelere karşı çıkanlar ve sabote etmek isteyenler var”


Hay Allah, bak sen şu işe. Daha bir sene öncesinden eski MİTçi (ki bir kere MİTçi, ömür boyu MİTçidir) Mehmet Eymür, hem MİT'in PKK ile görüştüğünü, hem de MİT içinde bu görüşmelerin rahatsızlık yarattığını biliyormuş. Tabii MİT ihtimalinin gündemde yer edinememesi normal, abuk sabuk bir teori bu. Devletimiz mükemmel bir uyum içerisinde çünkü.

Benimki de eşeklik işte, aklıma karpuz kabuğu düşüveriyor. Ama siz bence Kemal ve Uslu'ya inanın. Hatta ikisine de aynı anda inanın, öyle daha rahat yaşarsınız.

16 Eylül 2011 Cuma

Metalaşan Dink ve Kişi Siyaseti


Uzun zamandır içimden yazasım gelmiyor, zira gündem Kürt sorununa takılıp kaldı, ve de o konu hakkında artık daha fazla diyecek şeyim kalmadı. Zaten Twitter'da insanı tembelliğe alıştırıyor bir yerden sonra. Lakin dün öyle manasız bir polemik zemini yaratıldı ki, dayanamadım. 
Olay şu: Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın her sene takdim ettiği Barış Ödülü'nün bu seneki sahiplerinden birisi Ahmet Altan oldu. Normal şartlar altında aynen böyle takdim edilmesi gereken bir haber olan bu gelişme kimi çevrelerde infial yarattı. Herkesin birbirine bir yafta yapıştırarak rahatladığı bir memlekette, bu sıradan gelişme üzerinden dahi "ulusalcı-yandaş", "liboş-sosyalist" kamplaşmaları oluştu, kılıçlar çekildi.


Hrant Dink Barış Ödülü Altan’ınSiyaset retoriğine hakim olan kutuplaşma kültürünü daha önce sıklıkla eleştirdiğimden, bunu da bir örnek olarak ekleyip geçebilirdim esasen. Lakin burada çok ciddi etik/felsefik sorunlar var bu kutuplaşma merakından gayri:

1. Bir kişi anısına verilen sembolik bir ödülü, sanki eğlence dünyasına (entertainment business) ait bir olaymış gibi değerlendirme/değersizleştirme.
2. Hrant Dink'i bir vicdani tatmin aracı, bir özgeçmiş sabunu olarak kullanıp geçmiş defterleri dürme.
3. Siyaseti maneviyat/kişiler üzerinden yürütme hastalığının en "entelektüel"ine bile sirayet etmiş olması.

O kadar çok anksiyete doldum ki, nereden başlayacağımı bilemiyorum, ama bir deneyelim. Öncelikle, olaydaki özneleri çıkarıp dışarıdan bir bakalım: Bir vakıf, bir gazeteci/yazara (ki bu insan, görüşlerini bir kenara koyup bakarsanız, her daim barış dilini savunan bir yazar) Barış Ödülü veriyor. Türkiye'de milyon tane vakıf var, ve bu milyon tane vakıf milyon tane ödül veriyor zaten her sene. Bu vakfın jüri üyesinde de Adalet Ağaoğlu'ndan Vicdani Ret Hareketi'ne çok çeşitli insanlar var. En önemlisi de, adına ödül verilen kişinin eşi bu vakfın ve jürinin başında.

Böyle anlatınca her şey olağan değil mi? Ama işte çok önemli bir fark var: Adına ödül verilen kişi, Türkiye'de kendini demokrasiye yanaştıran çoğunluğun üzerinden vicdan aklayıp haysiyet kazandığı Hrant Dink. Ödülü alan kişi, Taraf gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni olmasından ötürü bir kampa, yazılarından bağımsız olarak, vicdanlarda katılmış Ahmet Altan. Hal böyle olunca, insanlar -mazur görün- sidik yarıştırma çabası içine giriyorlar bu kişilik üzerinden.

Dink'in canına kıyıldığından beri herkes onun canı ciğeri oldu zaten. Fikirdaşım quadros'un Temelkuran üzerine yazdığı -ama Hasan Cemal'inden Hasan Bülent Kahraman'ına, Yıldıray Oğur'undan Cengiz Çandar'ına değindiği- güzel yazısını özetlemek gerekirse: "eylemlilik adına oldukça atıl kalmış, suya sabuna dokunmamayı tercih eden muhalif kitle, 1990 model dişleri sökülmeye başlamış derin devletin son eylemlerinden birinin maktulüne doğal bir sempati duydu, vicdanî fırsatı gördü. Maktulün Ermeni kimliği de, bu kitlenin ağzına almamayı tercih edeceği "soykırım" tartışmalarını da kapsar nitelikte bir rahatlık yarattığı için, vicdanî fırsatın sonuçları katmerlendi. Dink cinayetinden önce onu yazılarında "Agos Yönetmeni" diye anan Temelkuran, cinayetten sonra "dostum, arkadaşım" demeye başladı mesela." 


Bu pastadan pay koparma çabası, bu "kim daha çok Dink derse o daha süper muhalif, daha hümanist, daha insanî olur" trendinin yansıması da Hrant Dink Barış Ödülü'nden kendini gösterdi. Aklı başında adamlar olduğunu düşündüğüm/bildiğim insanlar "Liboşlar sosyalistleri alt etti", "Siz ödülü İlhan Selçuk'a verin de rahatlayın" gibi akıl-mantık almayan saçmasapan hesaplaşma argümanlarına girdiler. Çünkü, Ahmet Altan da pozisyonu uyarınca, kimi insanlar adına "eleştirilemez" bir mertebede.

Bizim siyaset edebimizde kar/zarar analizi, toplumsal etkiler, analitik prensipler yok. Bizde manevi değerler, kişi kültleri, karşı tarafı yenerek iktidar sağlama gibi mantıksızlıklar var. Hal böyle olunca, Hrant Dink'i ele geçirme savaşında yenildiğini düşünenler saldırıya, kazandığını düşünenler de karşı saldırıya geçiyorlar.

Bu işin normali nedir? Ödül Ahmet Altan'a verilince herkesin yorum yapma hakkı var tabii. Ama buradan bir polemik malzemesi yaratmak, bir "son kale zapt edildi" havalarına girmek, ödülü Ahmet Altan'ın almasını kendi tarafı adına ilahi bir zafer simgesi olarak görmek, en hafif tabiri kullanıyorum, saçmalığın daniskasıdır. Daha ağır tabir isteyenler kişisel mesajla ulaşabilirler.

İşin en acı yanı da, bugün bu polemiği yaratanlar, yarın siyaset konusunda gene manevi değerlerini, kültlerini, vicdanlarını satmaya devam edecekler, siyaset zemini bu tür objeleştirme/metalaştırmalar üzerinden devam edecek, ve sonra diyecekler ki "Kürt sorunu tabii çözülmez." "X tabii ki yargılanır." Dön baba dönelim.

Benim fikrim mi? Kaç senedir ısrarla bekliyorum ki birileri "Terörle Mücadele Kanunu değişmeli/kaldırılmalı" yazsın anaakım medyada. Mitolojik "yeni Anayasa"yı bırakıp ona değinen yok. Ben kendi barış ödülümü, bu konunun ısrarcısı olma cesaretini kendisinde görebilen ilk kişiye vereceğim. Şu an en yakın aday Kürşat Bumin ve Yıldırım Türker.

Buyrun, yarışın.


Ekleme: Sevgili Çiğdem Mater uyardı, ödülün adı "Barış Ödülü" değil, "Uluslararası Hrant Dink Ödülü" imiş. İşin komiği, ben "Barış Ödülü" tanımlamasını Taraf Gazetesi'nden, yani ödülü alan insanın Genel Yayın Yönetmeni olduğu gazeteden aldım. 


C'est la vie.