Önsöz
Herhalde uzun zamandır yazmakta en çok zorlandığım yazı bu oldu. Ergenekon sürecinin 5 yıllık süre içinde kutuplaşma ile başlayıp daha çok kutuplaşma ile sonuçlanması, davanın kapsamı sebebiyle iki kutbun da tezini destekleyecek bulguların olması hakkâniyetli olmak isteyen biri için konuyu çetrefilli bir hâle getiriyor. Bunun yanısıra, bu husustaki bir yazının orijinal olma iddiası da zor zira o kadar çok şey söylendi ki, hatta denebilir ki orijinal bir yazı bu çok söylenenler arasından seçicilik ile mümkün mertebe minimal ama tutarlı bir tez anlatabilendir.
Kararlar açıklanınca şöyle bir analoji kullanmıştım: "Gökdelen yapma iddiasıyla işe başlandı ama ikinci katı inşa ederken o kadar çok balkon yapıldı ki 'tamam ya yeter oldu bu' sonucuna varıldı." Bu benzetmeyi kusursuzluğundan değil, benim davaya dair algıladığımı net anlatmasından ötürü tekrar ediyorum.
Bu yazıda, Ergenekon'dan yola çıkarak "derin devlet" denen olgunun ne olduğuna ve nasıl işlediğine, dava süreci değerlendirirken yapılan anakronik hatalara, davadaki usulsüzlüklere ve de haklılıklara vs. değineceğim. Başta da dediğim gibi, yazının kapsamı -umarım ki- bir mantık örgüsü oturtup o örgü ile sürece başka renk bir ışık tutabilmesi ile teşkil olacak.
"Derin devlet" kavramıyla tanışma konusunda her neslin bir miladı var: Yeni nesil Ergenekon'u duydu, ondan öncekiler için Susurluk idi (ve öncesinde özellikle bugün yarısı hükümlü olan Aydınlık ekibinin yaptığı JİTEM haberleri), daha kıdemliler Ecevit'in kontrgerilla tabiri ile şaşırdı, daha öncesinde kurulmuş Özel Harp Dairesi (ÖHD) tanıştı, tabii hiçbiri yokken Teşkilat-ı Mahsûsa (TM) ve Karakol Cemiyeti vardı... Bunları saymamın iki sebebi var:
*Türkiye'de "derin devlet" denince akla gelen "devlete rağmen, devlete karşı kötü işler yapan birkaç çürük elma" intibasının eksikliğini vurgulamak.
*Türkiye'de daha devlet-i aliyye geleneği, "halk devlet için vardır ve devlet görevlilerinin birinci vazifesi devleti idame ettirmektir" zihniyeti ve bu doğrultuda işlenmiş geçmiş suçlar ile esaslı bir hesaplaşma yaşanmadığı için devlet pratiğinin önemli bir kısmının (gizli cemiyetler, vatandaşların fişlenmesi vs.) hafife alınıyor olunuşunu eleştirmek.
Daha geçenlerde, devletin neredeyse 100 yıldır tüm gayrimüslim vatandaşları kodladığı ortaya çıktı mesela. Bahsettiğimiz gelenek, böyle saman altından şelaleler akıtabilen bir gelenek. Örneğin TM'nin yapılanması hususunda gerek Meclis-i Mebusan'da yapılan tartışmalar, gerekse 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan Divan-ı Harb-i Örfî zabıtları gösteriyor ki Ermeni Kırımı esnasında iki farklı TM oluşturulmuş, emirler ekseriyetle şifahen verilmiş, Talat Paşa kendi evine de telgraf hattı çektirip aynı husus hakkında hem resmî, hem de gayrıresmî emirler vermiş...1 Örneğin Ecevit, ÖHD'nin varlığını örtülü ödenek adına neden yüklü bir miktar para istendiğini sorguladığında kazara öğrenmişti. Bunu kamuya açıkladıktan 3 yıl sonra kendisine yapılan suikast girişimi de, tıpkı Özal'ınki gibi aydınlatılamayacaktı. Örneğin Susurluk kazası olmasa, o zamana kadar alternatif kaynaklarda dile getirilen, yer yer çıtlatılan İçişleri-Emniyet-mafya-milletvekili-kumarhane-uyuşturucu-JİTEM vs. bağlantıları bu kadar açıklanamayacaktı ki zaten konu hakkında yazılan raporun bile belirli sayfaları kamuya açıklanmadı.
Son olarak, devlete dair bu yapılanmanın kapsamının abartılıp abartılmadığına dair bir izlenim oluşturması için, Ecevit'in ÖHD'nin sırrına erdiği sırada kurumun başında olan Kemal Yamak'ın şu sözlerini alıntılayayım:
"Sayın Ecevit’in inandırıcılığına dayanarak alevlenen ve Sayın Ecevit’in zaman zaman medyanın ilgisi için bizzat öne çıkarak söyledikleriyle devam eden bu iftira kampanyası sürdürülürken, bu teşkilatın içinde o zaman kendi partisinden ne kadar personelin, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde birbirini hiç tanımayan kaç milletvekilinin bulunduğunu ve bunun sadece kendi partisine ait bir durum olmadığını, birisi söyleyiverseydi ne olurdu? (...) Aslında onlar milletvekilliği dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için yapılacak mücadelede önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor muydu?"2
Bir sonraki kısma geçmeden şunun altını çizeyim: Burada tümevarım yapmaktan imtina ediyorum. Yani bu tür örgütlerin geçmişte kapsamlı bir şekilde var oldukları, bugün de var olmaları gerektiği anlamına gelmez. Fakat işaret ettiğim şey, Türkiye devletinin başlangıcından ve hatta öncesinden beri var olmuş, Ermeni Kırımı, başka gayrimüslim katliamları, 6-7 Eylül Olayları, 70'lerdeki politik cinayetler/katliamlar, suikast girişimleri, 90'lardaki özellikle Güneydoğu'daki operasyonlar vs. her şeyde parmağına bir şekilde rastlanmış bir devlet yapısı ile hiçbir şekilde hesaplaşılmadığı. Buradan "kim, neden, nasıl" sorularına kesin cevaplar olmaksızın bir takım mantıkî çıkarımlar yapmak güç değil. Bu yapılanmanın kendini belli ederek, her yere iz bırakarak çalışmadığı, organizasyonel yapısının gizlilik esasına dayalı olduğu da değerlendirmeler esnasında unutulmamalı.
Ergenekon davası başladığındaki ortam
Dava çok uzun sürdüğü için, alınan kararları güncele bakıp değerlendirmek ve 2007 yılındaki ortamı unutmak doğal bir refleks oluyor. O yıllarda rastladığımız ve fakat bugün olmayan bazı önemli gelişmeler vardı: Ergenekon davası kapsamında da değerlendirilen Danıştay baskını, Cumhuriyet gazetesine atılan bomba, Kuva-yı Milliye'nin yemin töreni, Şemdinli'de askerlerin kitapçıyı bombalaması, Zirve Yayınevi cinayeti... Bir türlü örgüt kapsamına giremeyen ve içinde polis muhbirlerinden jandarmaya, MİT'e elemanların bulunduğu Hrant Dink cinayetini de unutmamalı.
2007 yılındaki e-muhtıraya kadar gündeme darbe vuran bu ve benzeri olaylar (özellikle Hıristiyanlara yönelik saldırılar dikkat çekici) Ergenekon tutuklamaları başladıktan sonra kesildi. Bunun salt bir tesadüften ibaret olmadığı da dava sürecinde hazırlanan iddianameler ve sanık itiraflarına bakıldığında anlaşılabilir.
Bu fenomene dair farklı açıklamalar getirilebilir:
*Ergenekon tutuklamaları, bu olayları organize eden grubu hedef aldığı için durdurmada etkili oldu.
*Ergenekon süreci, her ne kadar bu olayla ilişkili insanları tutuklamasa da, organizatör kişilere bir mesaj verdiğinden durdurmada etkili oldu.
*Bu tür cinayetler Ergenekon tutuklamalarına ortam hazırlamak için yapılmış "sahte bayrak" operasyonları idi.
Sürece baktığımızda, makul cevabın birinci ile ikinci seçenek arasında bir yerde olduğunu görüyoruz. Danıştay saldırısı faili Alparslan Aslan'ın Veli Küçük ve Muzaffer Tekin gibi isimlerle bağlantısı net. Gayrimüslim cinayetlerine yönelik Ergenekon'la bağlantı kurmak da zor değil.
Buraya kadarı özetle, Ergenekon süreci, bir kısım insanın inanmak istediği gibi bir "oyun"dan ibaret değil, zira somut kazanımlar ve olgular var. Gene bu tür yapılanmalarda bağlantılar resmî formatta olmayacağı için, şüphelerden yola çıkılarak sonuçlara varılması, şifahî işleyiş göz önünde bulunarak özellikle ifadeler ile kanaate varılması da yadırganacak bir yöntem değil.
Fakat bütün bunlar, Ergenekon davasının çok temel iki sıkıntısını gözardı etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor.
"Derin devlet"le ne kadar hesaplaşıldı?
Davaya dair total bir inkâr içinde olmayan çoğunluğun rahatsızlığının başladığı yer burası, ve bu rahatsızlığın yadsınamayacak temelleri var. Bir önceki kısımda belirttiğim gibi, gayrımüslim cinayetleri konusunda polis ve Emniyet'in rolünün es geçilmesi bu sıkıntının bir yönü. Davanın "Fırat'ın doğusu"na geçmek için uzun süre beklemesi ve daha sonra da Cemal Temizöz ve Cizre davası, Musa Anter davası gibi butik davalar ile başlayıp büyük ölçekli ve kurumsal bir girişimde henüz bulunulmaması, üstüne üstlük Arif Doğan'ın evinden çıkan bir çuval belgenin açıklanmaması ve de Veli Küçük'ün delil klasörlerinde deşifre edilmeyen 19 adet ses kaydı gibi ayrıntılar3, beklenen hesaplaşmanın seçicilikle gerçekleştiğine dair şüpheler yaratıyor. Yıldıray Oğur'un, benim yapmaktan imtina ettiğimin aksine tümevarıma gittiği yazısının sonunda sorduğu soru da, bu açıdan manidar aslında:
"Ama esas eleştiriyi yüksek sesle henüz dillendirmedik. Bu davalar altı yılda karşımızdaki karanlığı ne kadar aydınlatabildi?
Devletin karanlık resmi tarihine giriş kitabı olan iddianameleri merak edip okumayanların, sadece iki yıl ceza alacak kadar bu işlere karışmış bir akapunkturcu doktorun hikayesinden ortalığa dökülen cerahate bakıp esas bu soru üzerinde düşünmesi gerekir. Hemen ardından gelecek soru da şu olmalı: Acaba karşımızdaki bu karanlık ağı aydınlatmak gerçekten mümkün müydü?"
"Bu hesaplaşma niye gerçekleşmedi?" sorusuna komploist cevaplar vermek mümkün ve gani gani var zaten. Özne kimi zaman Ak Parti, kimi zaman cemaat, kimi zaman dış mihraklar oluyor bu cevaplarda. Fakat bu tür spekülatif yaklaşımlardan kaçınarak da bu soruya cevap vermek mümkün aslında.
Altyapısal yetersizlik ve davanın algoritması
Ergenekon davasının hukukî altyapı itibarıyla en temel sıkıntısı, bu yapılanmanın "terör örgütü" olarak yargılanması idi. Bu suçlama, Ergenekon örgütünü hem belli bir çerçeveye alıp dışsallaştırdığı, hem de hukukî olarak devletin karşısında konumladığı için, devlet mekanizmasının suçlarının yargılanması mümkün olamazdı bir yerde. En başta da değindiğim "derin devlet" intibasının eksikliği, Ergenekon davasını baştan engebeli bir araziye sürüyordu zaten.
Buna dair bir açık gösterge, Ergenekon örgütüne yönelik 1. iddianamedeki suçlamalardaki ifadeler olabilir: Ergenekon örgütünün faaliyetleri arasında "TSK içine sızarak örgütlenme" ve "devlet içine sızarak örgütlenme" yer almakta. Ergenekon'u bu şekilde tanımlarken, örneğin JİTEM'e dair bir yargılama yapmak da mümkün olamıyor doğal olarak.
Savcılar, önlerindeki yasaya bakarak yargılama yapmak zorunda oldukları için, davayı da belirli bir algoritmaya oturtmak zorundalardı. Mesela 1. iddianameye temel belgelerden birisi "Lobi" dokümanı, ve bu dokümana göre Ergenekon örgütü sivil toplum kuruluşlarının (STK) içine sızmaya çalışacak. Terörle Mücadele Kanunu'nun verdiği "gevşek ilişkilendirme" imkânından yararlanarak, herhangi bir Ergenekon zanlısı ile irtibat halinde bulunan bir şahıs, bir STK'ye, siyaset kurumuna vs. girmeye çalışırsa bu faaliyet "Ergenekon adına yapılmış" diye etiketlenebiliyor.4
Sadece Ergenekon değil, diğer davalarda da -Devrimci Karargâh, KCK gibi- kullanılan bu algoritma, davalara dair en büyük itiraz kalemlerinden birisini oluşturuyor. Eğer bir zanlı ile tanışıyorsanız, o zanlı ile iletişiminizden "terör örgütü adına talimat alma" çıkabiliyor. Özellikle 1. iddianameden sonra sıklıkla görülen bu durum -ki OdaTV iddianamesi ağırlıkla bu ithamlardan oluşuyor, siyasî amaçla dezenformasyon dahi örgüt suçu haline gelebiliyordu- davayı zayıflatan etkenlerden birisi.
Onbinlerce sayfanın, yüzlerce duruşmanın ayrıntılarına bu yazıda girmek zor, lâkin bu temel sıkıntının üstüne Özel Yetkili Mahkeme yargılaması prosedüründe görülen avukatların dosyalara erişiminin kısıtlanması, gizli tanık ifadelerinin şaibesi (ya da mesela dava sanıklarından Osman Yıldırım ve Ümit Sayın'ın daha sonra gizli tanık olduğunun ortaya çıkması), mahkemeye getirilen tanıkların dinlenmemesi gibi usûlen soru işareti yaratan durumlar da davaya dair diğer sıkıntıların ana kalemleri olarak sayılabilir.
İstihbarat savaşları ve tasfiye?
Bu bölüm, diğer kısımların aksine, Ergenekon iddianamesinin kurduğu türden ilişkilerin varlığına vurgu yapıp konunun spekülatif boyutunu gösterirken, bir yandan da bu iddiaların neden sonuçsuz kalacağını gösteren bir meta bölüm olacak.
Başlamadan önce, daha önce yazdığım bir yazıya link vermeliyim. Türkiye'de istihbarat kurumları arasındaki rekabetin bir dışavurumunun anahtarı o yazıda var, ve de içinde geçen isimlerin bugün Ergenekon tutuklamasında aldığı/almadığı roller de ziyadesiyle ilginç.
Türkiye'de istihbarat kurumları arasındaki rekabet yeni bir olgu değil, basında da karşımıza çıkmakta. Reyhanlı'dan sonra da Cüneyt Özdemir bu bağlamda bir yazı kaleme almıştı mesela. Ya da Haziran ayında, Taraf gazetesinde çıkan haberler üzerine yazılan şu haberde de ilginç anahtarlar var. Ya da şu tasfiye temalı habere de bakabilirsiniz eğer kafanızı daha da bulandırmak istiyorsanız.
Başka bir çağrışım oyunu oynayalım ve bu süreçte aldığı cezanın şaşırtıcılığı hakkında en çok konsensus olan isim Hanefi Avcı'ya bakalım: Kendisi Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede JİTEM'in varlığını kabul etmiş; Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Korkut Eken, Veli Küçük gibi isimleri suçlamıştı. Avcı, gene 28 Şubat sürecinde darbe çalışmaları yapan Batı Çalışma Grubu'nun belgelerini Emniyet İstihbarat'a sızdırdığı için kızağa çekilmiş, daha sonra da MİT aleyhine açıklamaları sebebiyle açığa alınmıştı ve yargılanmıştı. Avcı'yı tutuklama kararı veren Tanju Güvendiren5 de Ergenekon'dan yargılandı. Avcı ise daha sonra beraat etmiş ve hizmete geri dönmüştü ki son davada tekrar hapse mahkûm edildi.
Gene 90'lara geri dönersek, o yıllarda daha Susurluk skandalı patlak vermeden Perinçek ve Aydınlık ekibi sürekli Mehmet Ağar aleyhine yayınlar yapmakta, Öcalan ile arası bozulana kadar Güneydoğu'daki JİTEM cinayetlerini yazmakta, daha sonra gene Hizbullah cinayetlerine eğilmekte. Susurluk kazasından hemen sonra "Çiller-Ağar iddianamesi" başlıklı bir rapor hazırlayıp bu "derin devlet" örgütünü deşifre eden de gene Perinçek ve Aydınlık ekibi. Doğu Perinçek'in geçmişi hakkında şöyle bir özet de geçmek mümkündür ve bu doğrultuda onun da hikâyeyi eksik anlattığını söylemek fazla uçarı bir yargı değildir.
Son bir karaktere değinmek istiyorum şimdi de: Türk Solu dergisinin başyazarı, 1994 yılında daha 19 yaşındayken Perinçek'in İşçi Partisi'nin Merkez Komitesi'nde görev alabilen yetkinlikte bir isim. Şu anda Ulusal Parti'nin başkanı. Kendisinin yayın organında "Ordu Göreve" manşeti atılmış, "Biz Kaç Kişiyiz?" eylemlerinde aynı şekilde bir pankart açılmış, fakat Ergenekon iddianamesinde de yer alan bu duruma dair cezaî bir takibat yapılmamıştı.
Hasıl-ı kelam eyleyeyim: Ergenekon davasında yargılanan kimi isimlerin geçmiş suçları ve bağlantıları malûm olduğu kadar, yargılanmayan, tanık olarak dahi dinlenmeyen kimi isimlerin bağlantıları da ilgi çekici. Zaten davanın yetersizliğinin en büyük sebeplerinden birisi de bu: İstihbaratın bütün kalelerine girilmedi, ÖHD gibi yapılanmalar, ortaya çıkan belgeler tam olarak açıklanmadı, belli bir yerden sonra, o meşhur tabirle, "tuğla çekilemedi." Bu ağda devlete rağmen iş yapmaya çalışan bir klik tasfiye edildi, orası kesin, fakat yoğun şüpheler var ki onun yapılmasıyla kalındı.
Sonuç
Şurası net: Ergenekon sürecinin tamamen bir kurmaca olduğunu iddia etmek, ya da davanın ilk gününde ne deniyorsa karar gününde de aynısını söylemek (olumlu olumsuz fark etmez) geçersiz bir duruş.6 Dava sürecinde ortaya saçılan bilgiler az değil. Bu yüzden, bütün duruşma kayıtlarına da hakim olan kimse olmadığı için, davanın gerekçeli kararını görmeden böyle total nitelikli yargılarda bulunmak sağlıklı değil.
Gene de, şu hâlde dahi bilinen gerçekler var: Yargılama esnasında usulsüzlükler yapıldı, cezalarda adaletsizlikler var (özellikle de daha düşük cezalar alanlar ayrıntılı incelenmeli), altyapı yeterli olmadığı ve dava doğru formüle edilmediği için beklentiler karşılanamadı. Köklü bir devlet yapısıyla hesaplaşma, devletin orijinal günahlarına soğukkanlı ve cüretkâr bir şekilde bakmadan da gerçekleşmeyecek muhtemelen. Fakat davanın aldığı en son hâl uyarınca dahi darbeye kalkışmanın, bu yönde hazırlıklar yapmanın ne kadar ciddi bir suç olduğuna dair emsal bir dava var elimizde, ve Türkiye için ne kadar çarpık da olsa bu bir kazanım.
Bundan sonra yapılması gereken önce gerekçeli kararı beklemek, sonra da temyiz sürecine bakmak. Unutulmamalı ki, Tuncay Özkan'ın AİHM'ye yaptığı başvuru sonrası AİHM haklı olarak "adil yargılama ve deliller konusunda bir şey demek için henüz erken" demişti, zira suçlamalar ciddi idi. Bu esnada, bu davanın ne olursa olsun açtığı yola bakıp bir "başarmışlık" hissi yerine, daha çok hesaplaşma, daha çok gerçeklik talep etmek gerekiyor. Ona da Fırat'ın doğusuna güç bela geçebilmiş davalara destek olarak başlanabilir, hukukî altyapıdaki bariz sorunlarla ilgili düzenlemeler istenebilir, TMK gibi "doldur çuvala" algoritmasını teşvik eden mevzuata dair tepki gösterilebilir. Her davada olduğu gibi bu davanın da mağdurlarının sesini yükseltmek ve de bundan sonrası için, daha hesaplaşılmamış isimler için adil (her anlamda) bir yargılama istemek ile mesulüz.
-------------------------------------------------
1 Bu konuda Taner Akçam'ın Tehcir ve Taktil: Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları ve İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu kitaplarındaki belgelere başvurulabilir.
2 Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler kitabından.
3 Bu bilgiler Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu'nun Kontrgerilla ve Ergenekon'u Anlama Kılavuzu kitabının ilk cildinin 110-113. sayfalarında mevcuttur.
4 Bu durumdaki hükümlülerden birisi Utku Gümrükçü, iddianamede kendisine atfedilen suçun afakî niteliği şu linkin e maddesinden anlaşılabilir.
5Tanju Güvendiren'in Melih Gökçek ile yakın dost olması, firarî Turhan Çömez'in bilgisayarından Tayyip Erdoğan'ın önünün kesilmesi için Gökçek'in desteklenebileceğine dair notlar çıkması da iddianamenin ilginç kısımlarından.
6 Bu tanımlama Twitter'dan @hicisleri'ne ait.
Herhalde uzun zamandır yazmakta en çok zorlandığım yazı bu oldu. Ergenekon sürecinin 5 yıllık süre içinde kutuplaşma ile başlayıp daha çok kutuplaşma ile sonuçlanması, davanın kapsamı sebebiyle iki kutbun da tezini destekleyecek bulguların olması hakkâniyetli olmak isteyen biri için konuyu çetrefilli bir hâle getiriyor. Bunun yanısıra, bu husustaki bir yazının orijinal olma iddiası da zor zira o kadar çok şey söylendi ki, hatta denebilir ki orijinal bir yazı bu çok söylenenler arasından seçicilik ile mümkün mertebe minimal ama tutarlı bir tez anlatabilendir.
Kararlar açıklanınca şöyle bir analoji kullanmıştım: "Gökdelen yapma iddiasıyla işe başlandı ama ikinci katı inşa ederken o kadar çok balkon yapıldı ki 'tamam ya yeter oldu bu' sonucuna varıldı." Bu benzetmeyi kusursuzluğundan değil, benim davaya dair algıladığımı net anlatmasından ötürü tekrar ediyorum.
Bu yazıda, Ergenekon'dan yola çıkarak "derin devlet" denen olgunun ne olduğuna ve nasıl işlediğine, dava süreci değerlendirirken yapılan anakronik hatalara, davadaki usulsüzlüklere ve de haklılıklara vs. değineceğim. Başta da dediğim gibi, yazının kapsamı -umarım ki- bir mantık örgüsü oturtup o örgü ile sürece başka renk bir ışık tutabilmesi ile teşkil olacak.
* * *
Tarihî bağlamı oturtmak"Derin devlet" kavramıyla tanışma konusunda her neslin bir miladı var: Yeni nesil Ergenekon'u duydu, ondan öncekiler için Susurluk idi (ve öncesinde özellikle bugün yarısı hükümlü olan Aydınlık ekibinin yaptığı JİTEM haberleri), daha kıdemliler Ecevit'in kontrgerilla tabiri ile şaşırdı, daha öncesinde kurulmuş Özel Harp Dairesi (ÖHD) tanıştı, tabii hiçbiri yokken Teşkilat-ı Mahsûsa (TM) ve Karakol Cemiyeti vardı... Bunları saymamın iki sebebi var:
*Türkiye'de "derin devlet" denince akla gelen "devlete rağmen, devlete karşı kötü işler yapan birkaç çürük elma" intibasının eksikliğini vurgulamak.
*Türkiye'de daha devlet-i aliyye geleneği, "halk devlet için vardır ve devlet görevlilerinin birinci vazifesi devleti idame ettirmektir" zihniyeti ve bu doğrultuda işlenmiş geçmiş suçlar ile esaslı bir hesaplaşma yaşanmadığı için devlet pratiğinin önemli bir kısmının (gizli cemiyetler, vatandaşların fişlenmesi vs.) hafife alınıyor olunuşunu eleştirmek.
Daha geçenlerde, devletin neredeyse 100 yıldır tüm gayrimüslim vatandaşları kodladığı ortaya çıktı mesela. Bahsettiğimiz gelenek, böyle saman altından şelaleler akıtabilen bir gelenek. Örneğin TM'nin yapılanması hususunda gerek Meclis-i Mebusan'da yapılan tartışmalar, gerekse 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan Divan-ı Harb-i Örfî zabıtları gösteriyor ki Ermeni Kırımı esnasında iki farklı TM oluşturulmuş, emirler ekseriyetle şifahen verilmiş, Talat Paşa kendi evine de telgraf hattı çektirip aynı husus hakkında hem resmî, hem de gayrıresmî emirler vermiş...1 Örneğin Ecevit, ÖHD'nin varlığını örtülü ödenek adına neden yüklü bir miktar para istendiğini sorguladığında kazara öğrenmişti. Bunu kamuya açıkladıktan 3 yıl sonra kendisine yapılan suikast girişimi de, tıpkı Özal'ınki gibi aydınlatılamayacaktı. Örneğin Susurluk kazası olmasa, o zamana kadar alternatif kaynaklarda dile getirilen, yer yer çıtlatılan İçişleri-Emniyet-mafya-milletvekili-kumarhane-uyuşturucu-JİTEM vs. bağlantıları bu kadar açıklanamayacaktı ki zaten konu hakkında yazılan raporun bile belirli sayfaları kamuya açıklanmadı.
Son olarak, devlete dair bu yapılanmanın kapsamının abartılıp abartılmadığına dair bir izlenim oluşturması için, Ecevit'in ÖHD'nin sırrına erdiği sırada kurumun başında olan Kemal Yamak'ın şu sözlerini alıntılayayım:
"Sayın Ecevit’in inandırıcılığına dayanarak alevlenen ve Sayın Ecevit’in zaman zaman medyanın ilgisi için bizzat öne çıkarak söyledikleriyle devam eden bu iftira kampanyası sürdürülürken, bu teşkilatın içinde o zaman kendi partisinden ne kadar personelin, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde birbirini hiç tanımayan kaç milletvekilinin bulunduğunu ve bunun sadece kendi partisine ait bir durum olmadığını, birisi söyleyiverseydi ne olurdu? (...) Aslında onlar milletvekilliği dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için yapılacak mücadelede önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor muydu?"2
Bir sonraki kısma geçmeden şunun altını çizeyim: Burada tümevarım yapmaktan imtina ediyorum. Yani bu tür örgütlerin geçmişte kapsamlı bir şekilde var oldukları, bugün de var olmaları gerektiği anlamına gelmez. Fakat işaret ettiğim şey, Türkiye devletinin başlangıcından ve hatta öncesinden beri var olmuş, Ermeni Kırımı, başka gayrimüslim katliamları, 6-7 Eylül Olayları, 70'lerdeki politik cinayetler/katliamlar, suikast girişimleri, 90'lardaki özellikle Güneydoğu'daki operasyonlar vs. her şeyde parmağına bir şekilde rastlanmış bir devlet yapısı ile hiçbir şekilde hesaplaşılmadığı. Buradan "kim, neden, nasıl" sorularına kesin cevaplar olmaksızın bir takım mantıkî çıkarımlar yapmak güç değil. Bu yapılanmanın kendini belli ederek, her yere iz bırakarak çalışmadığı, organizasyonel yapısının gizlilik esasına dayalı olduğu da değerlendirmeler esnasında unutulmamalı.
Ergenekon davası başladığındaki ortam
Dava çok uzun sürdüğü için, alınan kararları güncele bakıp değerlendirmek ve 2007 yılındaki ortamı unutmak doğal bir refleks oluyor. O yıllarda rastladığımız ve fakat bugün olmayan bazı önemli gelişmeler vardı: Ergenekon davası kapsamında da değerlendirilen Danıştay baskını, Cumhuriyet gazetesine atılan bomba, Kuva-yı Milliye'nin yemin töreni, Şemdinli'de askerlerin kitapçıyı bombalaması, Zirve Yayınevi cinayeti... Bir türlü örgüt kapsamına giremeyen ve içinde polis muhbirlerinden jandarmaya, MİT'e elemanların bulunduğu Hrant Dink cinayetini de unutmamalı.
2007 yılındaki e-muhtıraya kadar gündeme darbe vuran bu ve benzeri olaylar (özellikle Hıristiyanlara yönelik saldırılar dikkat çekici) Ergenekon tutuklamaları başladıktan sonra kesildi. Bunun salt bir tesadüften ibaret olmadığı da dava sürecinde hazırlanan iddianameler ve sanık itiraflarına bakıldığında anlaşılabilir.
Bu fenomene dair farklı açıklamalar getirilebilir:
*Ergenekon tutuklamaları, bu olayları organize eden grubu hedef aldığı için durdurmada etkili oldu.
*Ergenekon süreci, her ne kadar bu olayla ilişkili insanları tutuklamasa da, organizatör kişilere bir mesaj verdiğinden durdurmada etkili oldu.
*Bu tür cinayetler Ergenekon tutuklamalarına ortam hazırlamak için yapılmış "sahte bayrak" operasyonları idi.
Sürece baktığımızda, makul cevabın birinci ile ikinci seçenek arasında bir yerde olduğunu görüyoruz. Danıştay saldırısı faili Alparslan Aslan'ın Veli Küçük ve Muzaffer Tekin gibi isimlerle bağlantısı net. Gayrimüslim cinayetlerine yönelik Ergenekon'la bağlantı kurmak da zor değil.
Buraya kadarı özetle, Ergenekon süreci, bir kısım insanın inanmak istediği gibi bir "oyun"dan ibaret değil, zira somut kazanımlar ve olgular var. Gene bu tür yapılanmalarda bağlantılar resmî formatta olmayacağı için, şüphelerden yola çıkılarak sonuçlara varılması, şifahî işleyiş göz önünde bulunarak özellikle ifadeler ile kanaate varılması da yadırganacak bir yöntem değil.
Fakat bütün bunlar, Ergenekon davasının çok temel iki sıkıntısını gözardı etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor.
"Derin devlet"le ne kadar hesaplaşıldı?
Davaya dair total bir inkâr içinde olmayan çoğunluğun rahatsızlığının başladığı yer burası, ve bu rahatsızlığın yadsınamayacak temelleri var. Bir önceki kısımda belirttiğim gibi, gayrımüslim cinayetleri konusunda polis ve Emniyet'in rolünün es geçilmesi bu sıkıntının bir yönü. Davanın "Fırat'ın doğusu"na geçmek için uzun süre beklemesi ve daha sonra da Cemal Temizöz ve Cizre davası, Musa Anter davası gibi butik davalar ile başlayıp büyük ölçekli ve kurumsal bir girişimde henüz bulunulmaması, üstüne üstlük Arif Doğan'ın evinden çıkan bir çuval belgenin açıklanmaması ve de Veli Küçük'ün delil klasörlerinde deşifre edilmeyen 19 adet ses kaydı gibi ayrıntılar3, beklenen hesaplaşmanın seçicilikle gerçekleştiğine dair şüpheler yaratıyor. Yıldıray Oğur'un, benim yapmaktan imtina ettiğimin aksine tümevarıma gittiği yazısının sonunda sorduğu soru da, bu açıdan manidar aslında:
"Ama esas eleştiriyi yüksek sesle henüz dillendirmedik. Bu davalar altı yılda karşımızdaki karanlığı ne kadar aydınlatabildi?
Devletin karanlık resmi tarihine giriş kitabı olan iddianameleri merak edip okumayanların, sadece iki yıl ceza alacak kadar bu işlere karışmış bir akapunkturcu doktorun hikayesinden ortalığa dökülen cerahate bakıp esas bu soru üzerinde düşünmesi gerekir. Hemen ardından gelecek soru da şu olmalı: Acaba karşımızdaki bu karanlık ağı aydınlatmak gerçekten mümkün müydü?"
"Bu hesaplaşma niye gerçekleşmedi?" sorusuna komploist cevaplar vermek mümkün ve gani gani var zaten. Özne kimi zaman Ak Parti, kimi zaman cemaat, kimi zaman dış mihraklar oluyor bu cevaplarda. Fakat bu tür spekülatif yaklaşımlardan kaçınarak da bu soruya cevap vermek mümkün aslında.
Altyapısal yetersizlik ve davanın algoritması
Ergenekon davasının hukukî altyapı itibarıyla en temel sıkıntısı, bu yapılanmanın "terör örgütü" olarak yargılanması idi. Bu suçlama, Ergenekon örgütünü hem belli bir çerçeveye alıp dışsallaştırdığı, hem de hukukî olarak devletin karşısında konumladığı için, devlet mekanizmasının suçlarının yargılanması mümkün olamazdı bir yerde. En başta da değindiğim "derin devlet" intibasının eksikliği, Ergenekon davasını baştan engebeli bir araziye sürüyordu zaten.
Buna dair bir açık gösterge, Ergenekon örgütüne yönelik 1. iddianamedeki suçlamalardaki ifadeler olabilir: Ergenekon örgütünün faaliyetleri arasında "TSK içine sızarak örgütlenme" ve "devlet içine sızarak örgütlenme" yer almakta. Ergenekon'u bu şekilde tanımlarken, örneğin JİTEM'e dair bir yargılama yapmak da mümkün olamıyor doğal olarak.
Savcılar, önlerindeki yasaya bakarak yargılama yapmak zorunda oldukları için, davayı da belirli bir algoritmaya oturtmak zorundalardı. Mesela 1. iddianameye temel belgelerden birisi "Lobi" dokümanı, ve bu dokümana göre Ergenekon örgütü sivil toplum kuruluşlarının (STK) içine sızmaya çalışacak. Terörle Mücadele Kanunu'nun verdiği "gevşek ilişkilendirme" imkânından yararlanarak, herhangi bir Ergenekon zanlısı ile irtibat halinde bulunan bir şahıs, bir STK'ye, siyaset kurumuna vs. girmeye çalışırsa bu faaliyet "Ergenekon adına yapılmış" diye etiketlenebiliyor.4
Sadece Ergenekon değil, diğer davalarda da -Devrimci Karargâh, KCK gibi- kullanılan bu algoritma, davalara dair en büyük itiraz kalemlerinden birisini oluşturuyor. Eğer bir zanlı ile tanışıyorsanız, o zanlı ile iletişiminizden "terör örgütü adına talimat alma" çıkabiliyor. Özellikle 1. iddianameden sonra sıklıkla görülen bu durum -ki OdaTV iddianamesi ağırlıkla bu ithamlardan oluşuyor, siyasî amaçla dezenformasyon dahi örgüt suçu haline gelebiliyordu- davayı zayıflatan etkenlerden birisi.
Onbinlerce sayfanın, yüzlerce duruşmanın ayrıntılarına bu yazıda girmek zor, lâkin bu temel sıkıntının üstüne Özel Yetkili Mahkeme yargılaması prosedüründe görülen avukatların dosyalara erişiminin kısıtlanması, gizli tanık ifadelerinin şaibesi (ya da mesela dava sanıklarından Osman Yıldırım ve Ümit Sayın'ın daha sonra gizli tanık olduğunun ortaya çıkması), mahkemeye getirilen tanıkların dinlenmemesi gibi usûlen soru işareti yaratan durumlar da davaya dair diğer sıkıntıların ana kalemleri olarak sayılabilir.
İstihbarat savaşları ve tasfiye?
Bu bölüm, diğer kısımların aksine, Ergenekon iddianamesinin kurduğu türden ilişkilerin varlığına vurgu yapıp konunun spekülatif boyutunu gösterirken, bir yandan da bu iddiaların neden sonuçsuz kalacağını gösteren bir meta bölüm olacak.
Başlamadan önce, daha önce yazdığım bir yazıya link vermeliyim. Türkiye'de istihbarat kurumları arasındaki rekabetin bir dışavurumunun anahtarı o yazıda var, ve de içinde geçen isimlerin bugün Ergenekon tutuklamasında aldığı/almadığı roller de ziyadesiyle ilginç.
Türkiye'de istihbarat kurumları arasındaki rekabet yeni bir olgu değil, basında da karşımıza çıkmakta. Reyhanlı'dan sonra da Cüneyt Özdemir bu bağlamda bir yazı kaleme almıştı mesela. Ya da Haziran ayında, Taraf gazetesinde çıkan haberler üzerine yazılan şu haberde de ilginç anahtarlar var. Ya da şu tasfiye temalı habere de bakabilirsiniz eğer kafanızı daha da bulandırmak istiyorsanız.
Başka bir çağrışım oyunu oynayalım ve bu süreçte aldığı cezanın şaşırtıcılığı hakkında en çok konsensus olan isim Hanefi Avcı'ya bakalım: Kendisi Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede JİTEM'in varlığını kabul etmiş; Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Korkut Eken, Veli Küçük gibi isimleri suçlamıştı. Avcı, gene 28 Şubat sürecinde darbe çalışmaları yapan Batı Çalışma Grubu'nun belgelerini Emniyet İstihbarat'a sızdırdığı için kızağa çekilmiş, daha sonra da MİT aleyhine açıklamaları sebebiyle açığa alınmıştı ve yargılanmıştı. Avcı'yı tutuklama kararı veren Tanju Güvendiren5 de Ergenekon'dan yargılandı. Avcı ise daha sonra beraat etmiş ve hizmete geri dönmüştü ki son davada tekrar hapse mahkûm edildi.
Gene 90'lara geri dönersek, o yıllarda daha Susurluk skandalı patlak vermeden Perinçek ve Aydınlık ekibi sürekli Mehmet Ağar aleyhine yayınlar yapmakta, Öcalan ile arası bozulana kadar Güneydoğu'daki JİTEM cinayetlerini yazmakta, daha sonra gene Hizbullah cinayetlerine eğilmekte. Susurluk kazasından hemen sonra "Çiller-Ağar iddianamesi" başlıklı bir rapor hazırlayıp bu "derin devlet" örgütünü deşifre eden de gene Perinçek ve Aydınlık ekibi. Doğu Perinçek'in geçmişi hakkında şöyle bir özet de geçmek mümkündür ve bu doğrultuda onun da hikâyeyi eksik anlattığını söylemek fazla uçarı bir yargı değildir.
Son bir karaktere değinmek istiyorum şimdi de: Türk Solu dergisinin başyazarı, 1994 yılında daha 19 yaşındayken Perinçek'in İşçi Partisi'nin Merkez Komitesi'nde görev alabilen yetkinlikte bir isim. Şu anda Ulusal Parti'nin başkanı. Kendisinin yayın organında "Ordu Göreve" manşeti atılmış, "Biz Kaç Kişiyiz?" eylemlerinde aynı şekilde bir pankart açılmış, fakat Ergenekon iddianamesinde de yer alan bu duruma dair cezaî bir takibat yapılmamıştı.
Hasıl-ı kelam eyleyeyim: Ergenekon davasında yargılanan kimi isimlerin geçmiş suçları ve bağlantıları malûm olduğu kadar, yargılanmayan, tanık olarak dahi dinlenmeyen kimi isimlerin bağlantıları da ilgi çekici. Zaten davanın yetersizliğinin en büyük sebeplerinden birisi de bu: İstihbaratın bütün kalelerine girilmedi, ÖHD gibi yapılanmalar, ortaya çıkan belgeler tam olarak açıklanmadı, belli bir yerden sonra, o meşhur tabirle, "tuğla çekilemedi." Bu ağda devlete rağmen iş yapmaya çalışan bir klik tasfiye edildi, orası kesin, fakat yoğun şüpheler var ki onun yapılmasıyla kalındı.
Sonuç
Şurası net: Ergenekon sürecinin tamamen bir kurmaca olduğunu iddia etmek, ya da davanın ilk gününde ne deniyorsa karar gününde de aynısını söylemek (olumlu olumsuz fark etmez) geçersiz bir duruş.6 Dava sürecinde ortaya saçılan bilgiler az değil. Bu yüzden, bütün duruşma kayıtlarına da hakim olan kimse olmadığı için, davanın gerekçeli kararını görmeden böyle total nitelikli yargılarda bulunmak sağlıklı değil.
Gene de, şu hâlde dahi bilinen gerçekler var: Yargılama esnasında usulsüzlükler yapıldı, cezalarda adaletsizlikler var (özellikle de daha düşük cezalar alanlar ayrıntılı incelenmeli), altyapı yeterli olmadığı ve dava doğru formüle edilmediği için beklentiler karşılanamadı. Köklü bir devlet yapısıyla hesaplaşma, devletin orijinal günahlarına soğukkanlı ve cüretkâr bir şekilde bakmadan da gerçekleşmeyecek muhtemelen. Fakat davanın aldığı en son hâl uyarınca dahi darbeye kalkışmanın, bu yönde hazırlıklar yapmanın ne kadar ciddi bir suç olduğuna dair emsal bir dava var elimizde, ve Türkiye için ne kadar çarpık da olsa bu bir kazanım.
Bundan sonra yapılması gereken önce gerekçeli kararı beklemek, sonra da temyiz sürecine bakmak. Unutulmamalı ki, Tuncay Özkan'ın AİHM'ye yaptığı başvuru sonrası AİHM haklı olarak "adil yargılama ve deliller konusunda bir şey demek için henüz erken" demişti, zira suçlamalar ciddi idi. Bu esnada, bu davanın ne olursa olsun açtığı yola bakıp bir "başarmışlık" hissi yerine, daha çok hesaplaşma, daha çok gerçeklik talep etmek gerekiyor. Ona da Fırat'ın doğusuna güç bela geçebilmiş davalara destek olarak başlanabilir, hukukî altyapıdaki bariz sorunlarla ilgili düzenlemeler istenebilir, TMK gibi "doldur çuvala" algoritmasını teşvik eden mevzuata dair tepki gösterilebilir. Her davada olduğu gibi bu davanın da mağdurlarının sesini yükseltmek ve de bundan sonrası için, daha hesaplaşılmamış isimler için adil (her anlamda) bir yargılama istemek ile mesulüz.
-------------------------------------------------
1 Bu konuda Taner Akçam'ın Tehcir ve Taktil: Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları ve İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu kitaplarındaki belgelere başvurulabilir.
2 Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler kitabından.
3 Bu bilgiler Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu'nun Kontrgerilla ve Ergenekon'u Anlama Kılavuzu kitabının ilk cildinin 110-113. sayfalarında mevcuttur.
4 Bu durumdaki hükümlülerden birisi Utku Gümrükçü, iddianamede kendisine atfedilen suçun afakî niteliği şu linkin e maddesinden anlaşılabilir.
5Tanju Güvendiren'in Melih Gökçek ile yakın dost olması, firarî Turhan Çömez'in bilgisayarından Tayyip Erdoğan'ın önünün kesilmesi için Gökçek'in desteklenebileceğine dair notlar çıkması da iddianamenin ilginç kısımlarından.
6 Bu tanımlama Twitter'dan @hicisleri'ne ait.