2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Orlando etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orlando etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Şubat 2010 Perşembe

Shakespeare'in Tek Yağlıboya Portresi

Bir hafta önceye kadar elimizde ünlü şair ve oyun yazarı Shakespeare'i tasvir eden sadece iki eser vardı. Bunlardan ilki Shakespeare öldükten sonra Martin Droeshout tarafından yapılan, 1623 senesinde Shakespeare'in toplu eserlerine kapak olarak basılan siyah-beyaz bir gravür. İkincisi ise maliyeti ailesi tarafından karşılanan Aya Trida Kilise'sindeki büstü. İki esere de Shakespeare öldükten sonra başlanıldı.

Fakat Cobbe ailesine göre eserleri yüzyıllardır dünyanın her yerinde beğeniyle okunulan Shakespeare'in hayatta iken yapılan ayrıca bir de yağlıboya portresi bulunmakta!

Portrenin keşfedilme hikayesi çok ilginç. Üç yıl önce Alec Cobbe şans eseri Londra'da "Shakespeare'i Aramak" temalı bir sergiye gider. Sergide Shakespeare'i tasvir ettiği söylenen ama gerçek olmadığı sadece kopya olduğu kanıtlanılan bir portre görür. Fakat bu portre kendisine çok tanıdık gelir. Sanki bu tasvir yüzyıllarca Dublin'deki evlerinde duvarda asılı duran, Cobbe ailesinden kimsenin kimi tasvir ettiğini bilmediği bir yağlıboya tabloya benzemektedir. Alec Cobbe bir profesörün de yardımıyla yağlıboya tablo üzerinde araştırma yapmaya başlar. Yağlıboya tabloların bize yaşlarını veren gerekli testler yapılır ve tablonun gerçekten 1610 senesinde, Shakespeare ölmeden altı sene önce yapıldığı ortaya çıkar. Tablonun ayrıca geçmişi de araştırılır. Tablo, Cobbe ailesine kuzenlerinden biriyle evlenen Shakespeare'in kız torunundan geçmiştir.


Tablonun keşfi daha çok yeni. Doğruluğu tam olarak kanıtlanmadığı halde heyecan çok fazla çünkü tablonun Shakespeare'in gerçek kişiliği hakkında bir çok soruyu cevaplandıracağı düşünülüyor. Mesela tabloya göre Shakespeare gerçekten de bir kulağına altın bir küpe takıyordu.

Fakat benim değinmek istediğim konu ne tablonun orjinal olup olmadığı ne de tablonun hangi sorulara cevap olacağı. Tablonun keşfinin bu kadar heyecanla karşılanması, hakkında bu kadar yazı yazılması, halkın şimdiden tablonun gösterileceği sergi salonuna gitmek için biletlerini alması bize bulunduğumuz yüzyılın önemli iki takıntısını göstermektedir: Birincisi, simge-resim düşkünlüğümüz.

Belli başlı haber siteleri resim odaklı. Türkiye'deki belli başlı gazeteler nerdeyse yazıya ayırdıkları aynı alanı resime ayırıyorlar. Yıllar önce Amerikalı yazar Susan Sontag'ın tahmin ettiği gibi bir ülkeyi ziyaret ettiğimizin kanıtı olarak seyahat resimlerimizi gösteriyoruz hemen . Bir şeyin resmini görmek veya resmine sahip olmak, yüzyılımızda o şey ile ilgili deneyime sahip olmak anlamına geliyor. En çok içinde resim bulunan yazılar okunuyor yoksa okuyucular yazıyı bitirmek için sabredemiyor. Fotoğraf makinalarının çok ucuzlaması, her telefonda artık kamera bulunması bu fenomeni daha da tetikliyor. Fotoğraf ile çok yakından ilgilenen biri olarak bu durumu eleştirmiyorum sadece toplumdaki gidişatı, sosyolojik değişiklikleri belirtmek istiyorum. Bizim yüzyılımız simge-resim düşkünü. Sloganımız: "Resmini göster bana, inanayım sana."

İkincisi ise insanların özel hayatlarına olan inanılmaz merakımız. Tablonun açığa kavuşturacağı "gizemlerin" hepsi Shakespeare'in özel yaşamı ile ilgili, paparazzi programlarını andıran nitelikte. Shakespeare gerçekten homoseksüel miydi? Shakespeare'in sakalı ne kadar uzundu? Shakespeare hafif kel miydi? Yanakları o kadar al al mıydı? Ama Shakespeare bir yazar-şair ve oyun yazarı. Eserleri görsel değil, hepsi yazılı. Değerleri yazıda saklı. Bu soruların cevaplandırılması ne Hamlet'i daha iyi anlamamızı sağlar ne de Macbeth'in eser olarak değerini arttırır. Tablonun keşfi ile gelen merak bana Orhan Pamuk Nobel Ödülü'nü aldıktan sonra kendisine bir röportajda yönlendirilen soruyu andırıyor: "Bu eserdeki kişi gerçekten siz misiniz? Abinizle gerçekten kavga mı ettiniz?" Eserin bize ilettiği mesajı anlamak değil içinden magazin haberi çıkarmak istiyoruz.

Keşke tablonun keşfi bu tip soruların sayısını değil, kitap satışlarını artırsaydı...

15 Ekim 2009 Perşembe

Coen Kardeşler ve Ciddi Bir Adam

İtiraf ediyorum Coen Kardeşler'in yeni filmi Ciddi Bir Adam'a iki akşam önce büyük bir beklenti ile gittik. Kara mizah tadında olan film 1960lılarda Amerika'da bir Yahudi kasabasında geçiyor ve bir ailenin günlük yaşamını ele alıyor. Profesör bir baba, kocasını terketmek isteyen karısı, saçlarını sürekli yıkamak isteyen kızları ve gittiği Musevi okulunda canı sürekli sıkılan oğulları..
Buraya kadar herşey güzel ve açıkçası filmin ele aldığı karakterler (Amerikalı Yahudiler, çocukları ile bağ kuramayan baba, dini okullara gönderilen ama çağa ayak uydurmaya çalışan gençler, akademisyenlerin dünyası) mizah için size zaten bir sürü malzeme veriyor. Hepsi kendi başlarına karikatürler.. Ama filmdeki detayların ve bazı karelerin görsel açıdan güzel olmasına rağmen inanın bana koltukta zor oturdum ki benim sabrım (filme gelince) baya geniştir. İlk defa içimden salonu terketmek geldi. Filmin en beğendiğim yanı beklenmedik sonu idi fakat Ciddi Bir Adam cidden sıkıcıydı. Zaman geçmek bilmedi. Otobiyografik olan filmin tam olarak neden bu etkiyi yarattığını bilmiyorum ama hayal kırıklığına uğradığım kesin.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Bernard Lewis ve İslamiyet

Ünlü Ortadoğu uzmanlarından Princeton Üniversitesi profesörü Bernard Lewis'in geçen sene Buntzie Ellis Churchill ile birlikte yazdığı "İslamiyet" başlıklı kitabını gerçekten uzun zamandır okumak istiyordum.
Detaylara çok inmeyen kitabın amacı İslam hakkında pek bir bilgiye sahip olmayanlara İslamiyet'i kısaca tanıtmak...
Fakat, bir çırpıda okuyup bitirdiğim, çok da hoşuma giden çalışma "İslamiyet politik bir din midir? Günümüzde Müslümanlar ne gibi sorunlarla karşılaşmaktadır?" gibi tanıdık sorular dışında ilginç görüşler de içeriyor.
Mesela, yazarlara göre Hac dünyanın her yanından Müslümanları bir araya getirerek günümüzde dijital medyanın üstlendiği görevi yerine getirmiş oluyordu. Afrika'dan gelen bir Müslüman'ın Hindistan'dan gelmiş başka bir Müslüman'la konuşabilmesine, haber değiş tokuşu yapmasına olanak sağlıyordu. Bu o yüzyıllarda başka dinlerde, topluluklarda görülmemiş uluslararası bir iletişim ve avantaj sağlamış Müslümanlara..
Değinmek istediğim ikinci noktayı da tahmin ediyorum Ortadoğu tarihi okuyanlar az çok bilirler. Ortadoğu'da yenilgiler başlayınca ve Batı Avrupa da birdenbire atağa geçip ilerleyince Müslüman bilim adamları, din adamları, yazarlar hepsi düşünmeye başlarlar: Neden geriye gidiyoruz ve bunu nasıl durdururuz?
Bernard Lewis rekabet olmaması, yeni fikirler üretme eksikliği ve tabi ki günümüzde petrolün yeterli tekel gelir sağlaması gibi bilindik nedenler harici başka faktörlere de değiniyor. Mesela O'na göre en eski nedenlerden biri Ortadoğu'da ahşap olmaması... Ahşap az olduğu için gemi ve çekçek yapımında kullanılamaz. Bu taşımayı ve ticareti kötü etkiler...
İslamiyet dünyasında yenilgilerin başladığı sıralar genel görüş orduların yeterince güçlü olmadığı ve güçlendirilmesi yönündeymiş. Ordular güçlendirilmiş fakat bu sadece daha da büyük yenilgiler getirmiş.
O yıllarda (1867) bir Namık Kemal de radikal bir şekilde Batı ve İslam Dünyası'nın kadınlara bakış açısı farklılıklarının sorunun kaynağı olduğunu yazar...

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Taşlayarak Öldürme

İlk defa Eski Yunan uygarlığında rastladığımız uzaktan taşlayarak öldürme idam cezasının alabileceği şekillerden biridir.

Komünaldır. Halktan herkes cezaya çarptırılan şahsa taş atmakta serbesttir. Hatta canının istediği adette taşı bile atabilir. Taşlama taşlayan insanda katarsise yol açar.

Tek kural: taşlar küçük olmalı ki taşlanan kişi daha uzun sürede can versin. Taşlanacak kişi erkekse beline kadar, kadın ise omzuna kadar kuma gömülür ki kaçacak yeri kalmasın, herkese de ibret olsun. Bir taşlama kişinin direncine bağlı olarak genelde on-yirmi dakika arasında sürer.

Peki ilk ne zaman ve neden başka bir canlının taşlayarak öldürülmesine karar verildi? İdam cezasına mahkum edilen şahıs elimizin değmesini istemeyeceğimiz kadar kirli olduğu için mi? Toplumun cezalandırma işlemine katılabilmesinin sebebi suçun topluma zararı olmasından mı kaynaklanır?

Angelo Hornak'ın fotoğrafı, St. George Şapel'inden detay

Mitolojideki ilk taşlayarak öldürme hadisesi tanrıların ulağı habercisi Hermes'in Zeus ile Niobe'nin oğlu Argos'u taşlayarak öldürmesidir. Yazıya aktarılmış tarihteki ilk örnek ise 479 yılında Lycides ve ailesinin bütün Yunan halkı tarafından taşlanmasıdır. Sebebi ise halka Mardonius'un barış çağrılarını dinlemeleri gerektiğini salık vermesidir. Yukarıdaki St. George Şapel'indeki detayda gördüğünüz Aziz Stephen ise başka bir dine (Yahudiliğe) küfretme suçundan dolayı taşlanır. Günümüzde ise sıkça olmasa da altı ülkede insanlar, genellikle de kadınlar, halen taşlanarak idam ediliyorlar. Bu ülkeler Afganistan, İran, Nijerya, Pakistan, Sudan, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri. Mesela, 2004 yılında hatırlarsanız İran'da 13 yaşındaki Zhila Izadyar erkek kardeşi tarafından ırzına geçildiği için taşlanarak öldürülmüştü. (Bu da tabii uzmanların İslamiyet ve taşlama arasındaki ilişki hakkında araştırmalar yapmasına sebep oldu).


İşin komik tarafı bütün bu örneklerde taşlanacak kişiyi devlet veya bir otorite seçiyor fakat taşlama işi topluca yapıldığı için sorumluluk da dağılmış oluyor. Yani taşlayanın başkasına zarar verdiği için kendini günahkar hissetmesi de engelleniyor.

Vatandaşlarını öldürmeye teşvik eden bir devletten ne beklenir?


Not: Kömünal İşkembe taşlamak istediğinizi sadece sizin seçtiğiniz, kesinlikle öldürmeyen, ama yine de taşlayan da katartik etki yaratan toplumsal düşünce platformudur. İnsanın suya taş atmak ve sonra da dalgaların büyüyüp yayılmasını izlemekten aldığı hazza dayanır. İnsan daha ne ister?

Obama'nın Rusya Gezisi

World Public Opinion (Dünya Kamuoyu) adlı bir kuruluşun yaptığı ankete göre yirmi ülke arasından Obama hakkındaki en olumsuz değerlendirmeyi veren ülke Rusya. Rus halkının sadece yüzde yirmi üçü Obama'nın doğru adımlar atacağına inanıyor ve sadece yüzde onbeşi Amerika'nın dışişlerinde pozitif bir rol oynadığını düşünüyor. İki ülke arasında yıllardan beri süregelen gerginlik anket sonuçlarının insanı şaşırtmasına engel oluyor. Bu haftasonu Medvedev'i Moskova'da ziyaret eden ABD başkanı işte bu soğukluğu gidermek için kolları sıvadı. ABD'nin amacı START (Stratejik Silahlar İndirim Anlaşması)'ı yenilemek, Iran ve Afganistan için destek sağlamaktı. Uzmanlara göre ABD-Rusya zirvesi başarılı geçti; Hem Medvedev hem Obama silah kontrolü yolunda adımlar attılar. 5 Aralık 2009'da süresi dolan START anlaşması yenilenecek. Yeni anlaşmaya göre hem ABD'nin hem de Rusya'nın stratejik harp başlığı rezervlerini 1,700-2,200 adete indirmeleri gerekiyor. Zirve olumlu geçmiş ve anlaşmanın ana hatları oluşturulmuş olabilir. Ama bakalım bu ilişkinin sıcaklığını kaybetmesi ne kadar sürecek? İki taraf da sözlerinde durabilecekler mi?

Kürk Mantolu Madonna

Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı üzerine uzun eleştirel bir yazı hazırlıyorum. Çok titizlenerek yazdığım için yazım ne zaman biter bilmiyorum. Bu yüzden de kitabı dün bitirmişken sıcağı sıcağına sizlerle beğendiğim bir kaç cümleyi paylaşmak istedim. Bu arada hikayenin aslına dokunmadan basan, Türkçesi'ni "basitleştirmeye" kalkmayan YKY'na teşekkürler. "Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır." "Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?" "Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca: Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu meydana çıkınca ne yapılabilirdi?" (Bu cümle bana "gerçeklik kavramının" ne kadar da bizden başka insanların var olmasına bağlı olduğunu düşündürdü. Sabahattin Ali'nin burada bahsettiği bir insanla yaşadıklarımızın o insan yok olursa veya o insanla bir daha konuşmaz isek sanki birden bire yok olması ve insanın kendine "ben gerçekten de bunları yaşadım mı" diye sormaya başlaması. Çünkü eğer bizden başka biri bizim gördüğümüzü görmez ise tanığımız olmamış oluyor. Buradan da tanıkları olmayan gerçeklik var mıdır sorusu çıkıyor. Bu aslında o kadar ilginç ki--bütün gerçeklik sistemimizin tanık üzerine odaklı olması.) "Bir kadın, trenin bahçesinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi......Göz mü mühim kömür parçası mı...diye düşünmek aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."

İran Seçim Sistemi 101

İran'da kimin kimi seçtiğini veya atadığını gösteren bir grafik hazırladım sizler için. Aşağıda gördüğünüz seçimlerin nasıl olması gerektiği. Bir de hemen ilave edelim: Hem Bakanlar Kurulu hem de Parlamento Dini Lider tarafından seçilmediği halde O'nun onayını almak zorunda.

Sarah Palin Neden İstifa Etti?

Uzmanların söylediklerine bakılırsa Sarah Palin'in Alaska Valiliği'nden istifa etmesini aşağıdaki üç nedenden biri tetikledi: 1. 2012 ABD başkanlık seçimlerine hazırlanma isteği; 2. Medyanın ve siyasi görevinin kendisine, beş çocuğuna ve ailesine zarar vermeye başlaması ve Palin'in ailesini koruma isteği; 3. Pek temiz bir siyasetçi olmadığı anlaşılması ve yasal yoldan yüklü miktarda para kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalması. Cumhuriyetçilerin Palin'in bir daha Başkanlık seçimlerine katılmasına olanak vereceklerini hiç zannetmiyorum. Hadi diyelim olmadık şeyler oldu ve Palin aday oldu...Bu ancak ve ancak Obama'nın 2012 seçimlerini garantilemesini sağlar (eğer ikinci kere seçimlere katılırsa). Obama rahat bir nefes almış, Cuma akşamı içten içe gülmüştür.

9 Haziran 2009 Salı

Arlington Ulusal Mezarlığı

Haftasonu Arlington Ulusal Mezarlığı'nı ziyaret ettim. Colin Powell 2008 sonbaharında Barack Obama'yı destekleyen açıklamasında bahsettiği için Irak Savaşı'na katılmış olan Amerikalı Müslüman askerlerin olduğunu biliyordum. Ama yine de üstünde Irak Operasyonu yazan Müslüman mezar taşlarını görünce tekrar düşünemeden edemedim: bu askerler Müslümanlarla karşı karşıya kalınca ne hissettiler? Daha iyi bir yaşam umuduyla ülkelerini bırakıp Amerika'ya yerleşen ama çocukları tekrar geldikleri coğrafyaya dönen --hem de orduyla-- anne-babaları ne hissetti?

6 Haziran 2009 Cumartesi

Lübnan Parlamento Seçimleri

Bütün dünyanın takip ettiği Lübnan seçimleri yarın. 128 yeni parlamento üyesi belirlenecek. Seçim sonuçlarının birçok ülkenin Orta Doğu politikasını etkileyeceği düşünülüyor. Seçim öncesi durum analizi yapan ve seçim sonucu senaryolarını tartışan, ortak yazarı olduğum yazıya buradan ulaşabilirsiniz. Seçimler için ülkeye dışarıdan gelen finansman hakkındaki NY Times yazısına da buradan ulaşabilirsiniz.

4 Haziran 2009 Perşembe

Barack Obama'nın Müslümanlara Seslendiği Mısır Konuşmasının Metni Yayınlandı

Barack Obama'nın Kahire Üniversitesi'nde verdiği, Müslümanlara seslenen ve uzun süredir beklenen konuşmasının İngilizce metni yayınlandı. Konuşmaya buradan ulaşabilirsiniz. Obama'nın konuşmasını hazırlamak için Müslüman ama Amerikalı firmaların CEO'larını Beyaz Saray'a çağırdığı ve onlara danıştığı söyleniyor. Amerika Başkanı konuşmada Afganistan sorununa da değindi.

29 Mayıs 2009 Cuma

Aydan Gelen Sesler

Geçen hafta yakın arkadaşlarımdan biri bana "Aydan Gelen Sesler" (Voices from the Moon) adlı bir kitap hediye etti. Hayatım boyunca bilimkurgu, uzay mekikleri ya da astronotlarla aram hiç iyi olmadı. Çocukluğum deniz kenarında, yıldızları görülen bir gökyüzünün altında geçtiği için dünya, güneş, ve ay benim için uzaktan bakılabilecek, hayal kurmaya yardım eden heybetli ve müthiş kavramlar olarak kaldılar.Andrew Chaikin'in kitabı aya yapılan bütün yolculukları hazırlıklardan tutun dünyaya geri dönüş aşamasına kadar adım adım fotoğraflarla anlatıyor. Chaikin yaşayan bütün Apollo astronotlarını tek tek bularak saatlerce konuşmuş onlarla. Kitabı okumaya başlarken sayfaları astronotların size uzayın muhteşemliğinden bahsedeceğini düşünerek çeviriyorsunuz ama hepsi de size tam tersini söylüyor. Andrew Chaikin astronotlardan birine soruyor: Ayı görünce şaşırdınız mı? Hayır. Astronot Jim Lovell'a göre ay gri çorak arazi. Apollo astronotları uzay mekiğine binmeden aylar önce durmadan simülatörlerde eğitiliyorlar. Ayın heryerini bilir hale geliyorlar. O kadar ki artık şaşırma duyularını kaybediyorlar. Akıllarında tek olan şey aya gidecekleri, tek düşündükleri ay, tek odaklandıları nokta ay, ve sakin olmaları gerektiği. O kadar çok simülasyondan sonra artık aya gidecek olmaları sıradan gelmeye başlıyor. Ki amaç da bu yoksa heyecandan hata yaparlar mekikte. Lovell'a göre yolculuğun en ilginç tarafı bu yüzden ay değildi. Çünkü yıllardır aylardır aya varacaklarını biliyorlardı. Ona göre kimsenin ona söylemediği tek şey kömür siyahı uzayın içinde siyah beyaz gri olmayan tek şeyin, o sonsuzluğun içindeki tek rengin dünya olduğuydu. Simülatörün onu hazırlamadığı onu heyecanlandıran tek şey uzay mekiğinin penceresinden başını çevirip mavi bir göze benzettiği derinliğini görebildiği dünyaya bakmaktı. İnsana sahip olduğu rengin kutsallığını hatırlatıyor.

Türkiye'de İnternet Kullanımı

ComScore, Inc.adlı şirketin dün yayınladığı bir rapora göre Türkiye yaklaşık 17 milyon internet kullanıcısı ile Avrupa yedincisi (birinci 40 milyon ile Almanya). İnternette geçirilen ortalama süre açısından ise 32 saat ile birinci. En çok girilen ilk beş websiteleri ise sırasıyla Google, Microsoft, Façebook, DOL (yanı Ekolay ve Fanatik) ve son olarak da Milliyet. Tabii bu istatistikleri görünce aklıma hemen bir kaç soru geldi: Eğer bir Türk internet başında diğer Avrupalı vatandaşlardan daha fazla zaman geçiriyorsa, Türkiye'de internet haberciliğinin geleceği var mıdır? Sayıları durmadan artan internet haber websiteleri hızlı doğup hızlı mı ölecekler? Türkiye'de internet kullanımının artması ne demek? Daha mı demokratikleştik? (Harvard ve MIT Üniversiteleri internetin demokrasi üzerinde olumlu etkisi olabileceğine inanarak bu konuyu araştırmak için merkezler oluşturmuşlardı). Yoksa sadece daha mı sosyalleştik? Bu istatistikler bize Türkiye'de internet kullanımının daha çok eğlence (bu kategoriye bol resimli magazin haberlerini de dahil ediyorum) ve sosyalleşmek (mesaj göndermek) amaçlı olduğunu gösteriyor. Daha da önemli bir unsur Türkiye'de kaç kişinin değil de nüfusun yüzde kaçının internet kullandığı. Türkiye nüfusunun şu anda sadece yüzde 21'i internet kullanıyor. Türkiye Istatistik Kurumu'nun internet kullanımı ile ilgili verilerine de buradan ulaşabilirsiniz.

15 Mayıs 2009 Cuma

Baş Dönmesi

Bana ölülerden on kişiyi akşam yemeğine çağırma şansı verilseydi, kesinlikle birisi W. G. Sebald olurdu. İlk Sebald kitabımı, Saturn'ün Halkaları'nı, 2006 yılının ilkbaharında Nisan ayının sonlarına doğru kaldığım üniversite yatakhanesinin bahçesinde okumuştum. Yarısını sağ taraftaki demir sandalyenin üzerinde, diğer yarısını da en sol taraftaki uzun ağacın altında . Beni o kadar etkilemişti ki kitabı bitirdikten sonra kapağını tekrar açmaya korkar oldum, ikinci kere okursam belki ilk kez okurken aldığım haz ortadan kaybolur diye. Bir sonraki sene Göçmenler'i okudum. Şu anda da Sebald'ın yazdığı ilk kitap olan "Baş Dönmesi" (Vertigo) ni okuyorum. Baş Dönmesi insan hafızasını, unutmayı ve hatırlamayı ele alıyor. Bilmeyenler için Sebald fotoğraf ile romanı dahice birleştiren belki de tek başarılı yazardır. Yazı fotoğrafı betimler nitelikte değil, tamamlar niteliktedir. Yani fotoğrağı sözcüklerle anlatmayı beceremedikleri için değil, romanlarında başka bir gerçeklik boyutu, hatta bazen ironi yaratmak için kullanır. Hayatı boyunca boynunda 35 mm fotoğraf makinası ile dolaştı. Bütün romanları sanki yürüyerek yazılmıştır. Resimlerin ve akıcı yazış stili sayesinde kendinizi hep onunla yürüyormuş, gördüklerini görüyor, duyduklarını işitiyormuş gibi hissedersiniz. Öldükten sonra geriye bavullarca resim kaldı. Hatta bir anektoda göre bir gün yolda yürürken bir erkek çocuğuna rastlar--yüzü o kadar çok hoşuna gider ki resmini çekmek ister ve de dayanamaz çeker. Sonra çocuğun evinin kapısını çalar. Annesine babasına adresinizi verin de size bir kopyasını göndereyim der. Tabii çocuğun annesi babası Sebald'ı kötü niyetli çocuk avcısı zannedip kovalarlar. Baş Dönmesi'nin ilk 20 sayfası Sebald'ın ilk kitabı olduğunu belli eden gereksiz detaylar ve betimlemelerle dolu olması beni biraz şaşırttı. Çünkü Sebald'ın sonraki kitaplarında en ufak detay bile kasıtlıdır. Sebald detayları ilahlaştırır. Ama yirminci sayfadan sonra Sebald yine Sebald idi. Kitabı daha bitirmedim ama Baş Dönmesi'ni okumanızı şimdiden tavsiye ederim. Kitabın durmadan sevdiğim Dante'ye göndermeler yapması da benim için ikramiye oldu. İlahi Komedya'nın üç bölümü de yıldızlar kelimesi ile sona erer. Baş Dönmesi'nin ikinci bölümünde hapishaneden gizlice kaçan Casanova gökyüzünü tekrar görünce, Dante'nin Araf'a geçmeden hemen önce söylediği bir satırı, yani Cehennemin'in en son satırını sayıklar: E quindi uscimmo a riveder le stelle. İşte dışarı çıktık, tekrar görmek için yıldızları.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

2009 Webby Ödülleri Açıklandı

İnternetteki en iyi siteleri ödüllendiren, ilki 1996'da verilen Webby ödülleri dün sahiplerini buldu. Her categoride iki ödül veriliyor. Birisi International Academy of Digital Arts and Sciences (IADAS) üyeleri tarafından, diğeri ise halkın verdiği oylar tarafından belirleniyor. İnternet siteleri bu sene 70 değişik categoride yarıştılar. Webby ödülleri en prestijli internet ödülleri olarak kabul ediliyor. Gazete categorisinde ödülleri New York Times ve Guardian alırken, haber categorisinde bütün ödülleri BBC'nin haber sitesi aldı. Listenin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Domuz Gribi Salgını

Son on gündür Meksika ve Amerika başta olmak üzere her ülke domuz gribi ile çalkalanıyor. İşyerinde durmadan "domuz gribinden yakalandığınızı nasıl anlarsınız," "işyerinde hijyen" başlıklı iletiler geliyor. Türkiye'de kesinleşmiş bir vaka olmamasına karşın İstanbul'da yaşayan ailem bile bana telefonda sokağa çıkarken çok dikkatli olmam gerektiğini, haberleri takip ettiklerini söyledi. Domuz gribine medya gribi desek daha doğru olacak sanırım. Acil durum çağrısı yapan durmadan sayısı artan gazete makalelerini, elektronik posta iletilerini ve televizyon haberlerini okuyup gördükçe geçen hafta ben de korktum ilk önce. Domuz gribinin teşhisinin yapıldığı ilk gün hafif de ateşim olunca açıkçası panikledim. İş yerinden çıkarken karşılaştığım bir iş arkadaşıma hafif ateşim var, acaba domuz gribine yakalanmış olmayayım dediğimde güldü: iş yerinde bir çok kişinin aynı gün içinde kendini pek iyi hissetmediğini söyledi. Medyanın ateşi bizlerde büyük iktimalle psikolojik ateş yarattı... Telaşımız boş idi. Vaka sayısı şu anda 1400 civarlarında. Geçen senenin istatistiklerine göre dünya nüfusunun 6,706,993,152 olduğunu kabul edersek, bu da demektir ki dünya nüfusunun sadece yüzde 0.000021'si bu hastalığa yakalanmış. Kaldı ki bu istatistik sadece domuz gribine yakalananları temsil ediyor; bu hastalığa yakalanıp ölenleri değil. Ölenlerin sayısı daha da az, tüm dünyada sadece 30 kişi. Bir yılda AIDS'den ölenlerin sayısı ise yaklaşık 2 milyon. Domuz gribi biraz fazla panik yarattı. "Tamam, olsun, ama paniğin bir yan etkisi yok" demeyin. Paniğin önemli bir yan etkisi harcanan boşa giden paralar. Önlem almak iyidir ama abartılınca da bütçeye zarar verebilir. Devletler yaygın hastalık tehlikesi olduğu zamanlarda önlem amacıyla hemen ilaç alırlar. Örneğin, 2006 senesinde ABD kuş gribi (Vietnam tipi) salgını için 250 milyon dolar harcayıp, 8 milyon doz satın almış. Aynı tür kuş gribinden ise 3 sene içinde 174 kişi ölmüş; ilaçlarında çoğu kullanılmamış. Domuz gribi salgınının insandan insana, ülkeden ülkeye bulaşması seyahat etmenin kolay olduğu yüzyılımızda şüphesiz daha kolay. Tıpkı paniğe ve para kaybına sebep olan medya gribi gibi. 2009 domuz gribi salgını özellikle internetin küreselleşmeyi ve haber alımını hızlandırdığı günümüzde medyanın rolünü, gücünü ve güçsüzlüğünü tekrar gündeme getirdi.

24 Nisan 2009 Cuma

Irak'ta Şiddet Artışı

Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'tan çıkış planını açıklamasının üzerinden daha henüz iki ay bile geçmedi. Bu süre zarfının içinde Barack Obama Avrupa'yı turlarken Irak liderlerine kendi ülkelerinin sorunlarını üstlenmelerini hatırlattı ve ABD dış işleri politakası odağı göze çarpan bir şekilde Afganistan'a kaydı. Peki Amerika'nın çıkış planının açıklanması beklenildiği etkiyi yarattı mı? Irak'ta sular duruldu mu? Hayır; tam tersine Irak'ta şiddet artışı başladı. Bugünkü saldırılar Şii mezhebinden olanların kutsal saydıkları bir türbenin hemen yanı başında gerçekleşti. İntihar bombacılarının saldırıları sonucu sadece iki gün içinde 144 ölü ve 125 yaralı var. Her saldırının sonunda olduğu gibi yaralılardan biri de suçluyu aramış; ABD bizim güvenliğimizi sağlamak zorunda demiş. ABD-Irak meselesi uzun bir konu; şimdilik Irak'taki şiddet artışının nedenlerine kısaca değinmek istiyorum. Her saldırının nedeninin farklı olabileceğını göz önünde bulundurmama rağmen Irak'taki şiddet artışını çok genel bir şekilde "iktidar boşluğu" teorisi ile açıklamak mümkün. Politik tarihe bakacak olursak oluşan iktidar boşluklarının hemen istekli taraflarca doldurulduğunu görürüz. Aristoteles nasıl doğa boşluktan nefret eder dediyse, doğa gibi politika da boşluklardan nefret eder. Beşinci yüzyılda Roma imparatorluğu dağılınca, oluşan boşluğu Vizigotlar, 1918'de oluşan Avusturya-Macaristan iktidar boşluğunu ise ya Rusya ya da Almanya doldurdu. Amerika'nin çekilmesiyle Irak'ta oluşacak olan boşluğu da birileri dolduracaktır. Bu saldırılar işte bu güç çekişmesinin haberci sancılarıdır.

21 Nisan 2009 Salı

Hem İçerde, Hem Dışarda: Keman Virtüözü Leonidas Kavakos'un Tekniği

Geçtiğimiz hafta hayatımda ilk kez üst üste iki gün aynı konsere gittim. Nedeni bu hafta Ulusal Senfoni Orkestrası'na Yunanlı keman virtüöz Leonidas Kavakos'un eşlik etmesiydi. 16 Nisan Perşembe günü Mendelssohn'un Keman Konçertosu'nu, 17 Nisan Cuma akşamı ise değişiklik yaparak Çaykovski'nin Keman Konçertosu'nu sundu. Leonidas Kavakos daha onsekiz yaşındayken 1985 senesinde Helsinki’de J. Sibelius Uluslararası Yarışması'nda birincilik kazandı. O yıl yarışmaya katılan en genç kemancıydı. İki konçertoyu da yorumlarken Kavakos kendini müziğe kaptıran, tekniğini abartılı bir şekilde sergileyen keman virtüözü imajının aksine sanki kemanıyla sohbet eder gibi çalıyordu. Tekniğini tam olarak tasvir etmek gerekirse kemanıyla hem diyalog içindeydi hem de bir yandan da bu diyaloğu duyabilen, üzerine yorum yapabilen bir dinleyiciydi. Yani Leonidas hem Sokrates'in hem Platon'un şapkasını takmıştı. Sokrates'e ait olduğunu düşündüğümüz yazılarda olduğu gibi durmadan kemanını sorgulayan bir diyalog halindeydi ama bir yandan da sadece üçüncü şahıslara ait olan objektifliği, yani Platon'un Sokrates'in diyaloglarını yazıya geçirirken sahip olabileceği bir olaya dışardan bakabilme yetisini de elden bırakmıyordu. Sanki Mendelssohn'u yorumlarken bir yandan da kemanın çıkardığı sesleri sorguluyordu. Konser sonrası Kavakos dinleyici sorularını cevaplamak için konser salonunda bekledi. Kendisine tekniğini nasıl tanımladığını sordum. Müziğini icra ederken hem içerde, hem de dışarda olabilmesi bilinçli bir seçim mi? Uzun zaman kemanından korktuğunu ama aynı zamanda da ona aşık olduğunu söyledi. Küçükken keman ilk aşamada harmonik ses çıkarması zor bir alet olduğu için sinirlenir, kemanını bir köşeye bırakır ama sonra dayanamayıp geri dönermiş. Bu sonra da hep böyle devam etmiş. Yorumladığın parçaları o kadar iyi bilir hale gelip yine de yorumladığın müziğe olan beğeninden dolayı ondan korkmak. Bir zamanlar totem heykellerine tapan insanoğlunun ilişkisine benzer sanatçının yarattıgı objeye duyduğu hayranlık ve korku. Sanatçının bu iki uçurum arasında gidip gelmesini de çaylaklığa yormak yanlıştır. Konserden sonra yürürken Kavakos'un dediklerini tekrar düşündüm. Biz şairler için de ideal kendi kendimizin kritiği olmaktır. Bazen kendimizi bir fikre ve şiire öyle kaptırırız ki bir kelimesine kıyamaz, bir yerini değiştiremez hale geliriz. Ama şiir yazmak halk arasında süregelen inancın tersine sadece ilhamdan ibaret değildir. İlhamın getirdiği fikirleri daha sonra duygusal bağlılıktan arınarak düzenlemek, dizmektir. Bu da edinilmesi çok zor olan bir vasıftır. Leonidas Kavakos sağ elin keman için soluk ise, sol elin de bu soluğu kontrol etmeye çalışan adele olduğundan bahsetmişti. İyi şairler de iki elini doğru orantıda kullanabilen kemancılar gibidir. Şairin hayali sağ eliyle kapılıp yazarken, sol eliyle sağ elini tutup doğru zamanda frene basabilmektir.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Obama'nın TBMM'ye Yaptığı Konuşmanın Ham Metni Yayınlandı

Amerika Birleşik Devletleri başkanı Barack Obama'nın Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne hitaben yaptığı konuşmanın ham tutanak metni TBMM sitesinde yayınlandı. Obama konuşmasına Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olduğunu vurgulayarak başladı: "Sayın Başkan, Sayın Başkan Yardımcısı, sayın üyeler; bugün bu Mecliste konuştuğum için onur duyuyorum ve ülkelerimiz arasındaki dostluğu ve müttefikliği devam ettirmeyi amaçlıyorum.

Bu, Amerika Birleşik Devletleri Devlet Başkanı sıfatıyla yaptığım ilk ülke ziyareti. Daha önce G20 zirvesine Londra'ya, NATO zirvesine Strazburg'a, Kehl'e ve Prag'taki Avrupa Birliği zirvesine gittim. Bana, ziyaretimi Ankara'ya ve İstanbul'a devam ettirmeyi bir mesaj vermek için yapıp yapmadığımı soranlar oldu. Buna cevabım çok kolay: "Evet." (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Türkiye, Amerika Birleşik Devletlerinin önemli bir müttefikidir. Türkiye, Avrupa'nın önemli bir parçasıdır ve Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri birlikte çalışmalı, birlikte çalışarak zamanımızın güçlüklerini çözümlemelidirler"

Konuşma metninin devamına buradan ulaşabilirsiniz.

5 Nisan 2009 Pazar

Kuzey Kore Neden Menzilli Füze Fırlattı?

Bu sabah hepimiz "Kuzey Kore uzun menzilli füze fırlattı" haberiyle uyandık. Kuzey Kore saatiyle 5 Nisan Pazar günü sabah 11:20 civarlarında, Kuzey Kore Kwangmyongsong-2 adlı menzilli füzesini fırlattı. Hem de bir çok uyarıya rağmen. Birleşmiş Millet'lerin Kuzey Kore'yi uyaran, nükleer programlarını ve silahlarını terk etmesini isteyen bir çok kararını ve de bir çok devletin uyarılarını görmezden gelerek. Bir kaç gün önce G-20 zirvesinde bir araya gelen Barack Obama ve Güney Kore devlet başkanı Lee de eğer alınan kararları Kuzey Kore ihlal ederse karşılığının ağır olacağını belirtmişlerdi. Peki bütün bu uyarılara rağmen neden Kuzey Kore bildiğini okuyarak, menzilli füze fırlattı? Bu soruya cevap vermeden önce, konunun evveliyatını bilmeyen, "Bu ne tip bir füzedir; bu füze denize düştü, kimseye zarar vermedi" diyenler için Kwangmyongsong-2 menzilli füzesinin ateşlenmesinin neden bu kadar tepkiye yol açtığını kısaca açıklayalım. Kuzey Kore'nin fırlattığı füzenin tipi Taepodong-2 olarak biliniyor. Taepodong-2 tipli balistik füzelerin ateşlenmesi üç aşamadan oluşur ve tam olarak geliştirilmesi için denemeler ve testler gereklidir. Kuzey Kore tarafından 1980'li yılların sonlarına doğru geliştirilen füze hakkında çok bilgiye sahip değiliz ama Taepodong-2 hem telekomünikasyon amaçlı uydu hem de nükleer savaş başlığı taşıyabilecek kapasiteye sahip. Bu son füzenin 4,500 kilometreye kadar da ulaşabildiği konuşuluyor. Bu da demektir ki Kuzey Kore uzaya uydu gönderiyorum deyip, Amerika'yı vurabilir. (Gerçi böyle bir durumda ABD füzeyi havada imha edebilecek ve geri cevap verebilecek teknolojiye sahip).
Kuzey Kore resmi haber ajansı Kore Merkezi Haber Ajansı tarafından yayınlanan 2009 tarihli fotoğraf
Hatırlarsanız bir önceki Taepodong-2 ateşlemesi erken saatlerde 5 Temmuz 2006'da yapılmıştı; yani 4 Temmuz Amerika Bağımsızlık günü kutlamalarından saatler sonra. Başarısızlıkla sonuçlandı ve bir kaç ülkenin (mesela Japonya) ticaret politikasında değişiklikler yaparak ekonomik açıdan zengin olmayan Kuzey Kore'yi cezalandırmaya çalışmasına neden olmuştu. İşte bütün bu sebeplerden dolayı Kuzey Kore'nin menzilli füze fırlatması uluslararası tepkilere yol açtı. Peki Kuzey Kore neden bu kadar risk aldı? "Testimi de yaparım, füzemi de fırlatırım," doğalı davranışının nedenleri nedir? Sonrasında sebep olacağı olaylar nedir? Kuzey Kore'nin Yeni ABD Hükümetine Göz Dağı Vermek İstemesi Hatırlarsanız Bush hükümeti zamanlarında Amerika Birleşik Devletleri'nin Kuzey Kore'ye karşı tutumu çok sertti. Kuzey Kore bu tutumu çoğu kez "saldırgan" olarak niteledi. 29 Ocak 2002 tarihinde, Bush Ulusa Sesleniş Konuşması'nda Kuzey Kore'nin "Şer Ekseni"ne dahil olduğunu söylemişti. 2008 senesinde Kuzey Kore'ye karşı uygulanan sert politikalar biraz hafifletilse de iki ülke arasındaki ilişkiler çok ekşimişti. Bir yandan da Kuzey Kore, ABD ile yüzyüze konuşmak istiyordu. Çin, Japonya, Rusya, ABD, Güney ve Kuzey Kore'yi kapsayan altılı görüşmeler yerine. Altılı görüşmelerin amacı Kuzey Kore'yi nükleer silah emellerinden vazgeçirip karşılığında ödül olarak para yardımı yapmaktı. Ama bu arada Bush koltuğundan indi ve yerine yumuşak başlı ve barışçıl olarak değerlendirilen Obama geldi. Bu füzenin fırlatılması da işte Obama'yı sınamanın bir yoludur. Kwangmyongsong-2 aslında politik bir deneydir. Son zamanlarda Afganistan sorunlarına odaklanmış olan ve Bush politakalarından uzaklaşmak isteyen ABD hükümetine "Biz de burdayız" demenin bir yoludur. Peki bu sabah Çek Cumhuriyeti'nde alkışlarla kocaman bir kalabalık tarafından karşılanan ve Kuzey Kore'nin artık cezalandırılmayı hak ettiğini söyleyen "barışçıl" Obama ne yapacak? Yumuşak güçle halledebilecek mi bu sorunu? Kuzey Kore işte böylece yeni hükümet ile ne kadar ileri gidebileceğini görmüş olacak. Kuzey Kore'nin Ocak ayında iki Amerikan gazetecisini tutsak olarak tutmasına rağmen, Obama görüşmelere devam edeceğini söylemişti. Peki şimdi ne yapacak? Kısacası Kuzey Kore, ABD hükümetine göz dağı vermek istedi. Kuzey Kore'nin Ekonomik Yardıma Muhtaç Olması Füzenin ateşlenmesi 2006 senesindeki gibi tamamen başarısızlıkla sonuçlanmadı; Taepodong-2 suya düşse de uçuş yörüngesinin ilk iki aşaması başarılıydı. Kuzey Kore, "Bakın biz başardık, siz ne derseniz deyin" der gibi. Bu da demektir ki Kuzey Kore konuşmalar için bu sefer masaya oturduğunda elinde daha fazla koz olacak. Amerikan medyasına göre 2000 senesinde Kuzey Kore lideri Kim Güney Kore ile bir zirveye katılması karşılığında 100 milyon dolar para elde etti. Kuzey Kore'nin ekonomik sıkıntı çektiğini ve yıllardır başka ülkelerin yardımıyla ayakta durduğunu da işin içine katarsak, alınan bu risk Kuzey Kore'ye anlaşmalarda daha fazla güç vererek, daha fazla para yardımı olarak geri dönebilir. Ya da geliştirdiği füzeyi satın alacak müşteriler bile yaratabilir. Kuzey Kore Lideri Kim'in Tekrar Otorite Sağlamak İstesi Hazırlarsanız Kuzey Kore lideri Kim Jong-il 1994'de ölen babasının yerine geçmişti. Kendisine "sevgili lider" olarak hitap ediliyor ve şu anda dünyanın en büyük ordularından birinin başında. Fakat Kim Ağustos ayında birdenbire ortadan yok oldu. Kuzey Kore'nin 60. kuruluş yıl dönümü kutlamalarına bile katılmadı. Bunun üzerine tabi bir çok teori ortaya atıldı. Japon medyası tek tük basında resimleri çıkan ve medyadan kaçan Kim'in aslında öldüğünü yerine O'nun gibi görünen başka birinin yerine geçip ara sıra ortada boy gösterdiğini iddia etti. CIA ajanları, Kim hasta ve ölmek üzere dedi. Daha sonra kalp krizi geçirdiği haberleri yayıldı ve Kuzey Kore tarafından yayınlanan raporlar "iyileşti bile" dedi. Daha sonra Francois-Xavier Roux adlı Fransız bir doktor Kim üzerinde beyin ameliyatı gerçekleştirdiğini açıkladı.
Kore Merkezi Haber Ajansı tarafından yayınlanan Kim'i orduyu selamlarken gösteren fotoğraf
Şu ana kadar Kim'in elimizde geçtiğimiz aylarda çekilmiş orduyu selamlayan üç fotoğrafı var ama BBC bu fotoğrafların sahte olduğunu söylüyor. Kısacası Kim ortada yok. Kimse nerede olduğunu bilmiyor. 23 Ocak 2009'da Pyongyang'da Çin Hükümeti ile olan görüşmeleri Ağustos'dan beri bir ilkti. İlk kez gözlere göründü. Peki liderlerini göremeyen, sürekli Kim hasta dedikodularını duyan bir ülke neler hisseder? Panik. Liderlerinin kan kaybettiğini ülkeyi artık yönetemeyeceğini düşünür. Bu da Kim'in otorite ve güç kaybetmesine yol açar. Zaten Kuzey Kore halkı Kim'in oğullarını ülkeyi yönetebilecek kapasitede görmüyordu. Yani halkın hissettiği bu panik ailenin hükümdarlığının da tehlikeye girmesine neden oluyordu. Bu füze Kim'in tekrar otoritesini kurmaya çalışmasının, halkı tekrar kontrol altına almasının bir yoludur. "Ben Burdayım" demesidir. Peki Şimdi Ne Olacak? Eğer Kuzey Kore cezalandırılmazsa ya da 2006'daki gibi sert olmayan ticari cezalandırmalar uygulanırsa ya da Kuzey Kore yapacağı görüşmeler için yüklü miktarda para elde ederse, bu İran için de bir davet olabilir. İki kardeşden biri yaramazlık yapar da cezalandırılmazsa, hepinizin bildiği gibi diğer kardeş de aynı yaramazlığı yapmaya meyilli hale gelir. Buradaki psikoloji "Peki o yapıyor, ben neden yapmayayımdır." Kuzey Kore'ye gelen tepkiler çok sert olmazsa, İran da nükleer programına devam edecek cesareti bulabilir.