2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ekim 2010 Cumartesi

Kusturitsa akıllı olsun!

Bırakın Türkiye'yi, herhangi bir yerde 'sanatçı' denildiğinde neden bahsedildiğini anlamak oldukça güç. Yüzyılların tartışması olması da boşuna değil. Batı felsefe tarihinin evrimi -ve özelinde estetik tartışmalarınınkisi- bize tartışmanın sanatçı nedirden sanat eseri nedire kaydığını teyit ediyor. Yirminci yüzyılda sanatçıya gelen en büyük tehdit olan politikanın estetikleştirilmesi ise, estetiğin politikleştirilmesi çabasının hala oldukça önünde gözüküyor (bkz: bir sonraki paragraftaki başucu kitabı). Belki de Nazi Avrupasının (hayır bir klavye sürçmesi değil bu), bize en büyük miraslarından biri bu ve halen çözülmeyi bekleyen bir uygarlık fiyaskosu olarak da ilgiden fazlasını istiyor.

Bu kadar ciddi bir tartışmayı yürütecek ne gücüm ne de kaynağım var elimde. Tartışmanın başucu kitabını Walter Benjamin'in Alman Trajik Dramasının Kökeni (Ursprung des Deutschen Trauerspiels) addedersek, anahtar cümlemiz de sanırım şu olacak: Hakikat güzelliğin varoluşunun kefilidir. (Truth is the guarantor of the existence of beauty). Walter Benjamin'in bu girdaplarla dolu eserinin daha en başlarında attığı en önemli adımlardan biri Eflatun'ca temelleri atılmış bu algının altını oymaktı (Benjamin 31). Kitabın konusu ve uğraşısı bir yana, bu argüman ne demekti ve sorunluysa bile neden sorunluydu?

Minimal Eflatun bilgim, hakikatın bir değişmez olarak değişken güzellik/estetik algısının sabitlenmesinde önemli bir role sahip olduğunu varsayarak yola çıkmamız gerektiğini söylüyor. Güzelliğin bakanın gözlerinde olduğuna dair modern estetik algısının daha esamesi okunmazken ileri sürülen bu algı, aslında hakikatın tam da kendisinin estetik değerinden bahsediyor olsa gerek. Daha iyi anlaşılabilmek için buraya bakın derim. Özellikle 4. kısımda bahsi geçen güzelliğin varoluşu tartışması oldukça açıklayıcı...

Öte yandan, tam da argümanın karşısında benim söyleyeceğim şudur ki, hakikat güzelliğin kefili değil, güzellik hakikatin kefilidir. Estetik değeri olmayan hiçbir hakikat hakikiliğin elegelirliğinden nasiplenmez! İşte bu, zamanımızın gerçeklerinden biridir. Genelgeçer bir doğru asla değildir belki de. En bayağı örneğiyle, şiddet ve ölümün tiksindirici hakikiliği, ancak ve ancak estetik karakteriyle bize ulaşılabilir kılınır. Amerikan Güzeli'nin ucuz sahnelerinden birinde, akan kanda bir "güzellik" bulan yabancılaşmış o genci mümkün kılan tam da budur. Tabii bu örneklerde takılırsak meselenin ciddiyetini elimizden kaçıracağımıza dair endişelerim var. O yüzden bu kısımları şimdilik unutalım.

Gündeme oturan bir haber var bu sıralar. Altın Portakal Film Festivali'ne çağrılan Emir Kusturica'nın "politik duruşu" (artık ne demekse) nedeniyle karşı karşıya olduğu büyük protestolar. Şöyle bir anımsayalım. Önce şöyle ve şöyle haberlerle başladı. Şu cümleleri çekip çıkarıyorum:

Subaşiç, tepkisini şöyle dile getirdi: "Tüm Türkiye suçlu demiyorum, ama Kusturica'yı davet eden festival organizatörleri benim için Kusturica ile aynı olur. Böyle bir durum canımı acıtıyor. Çünkü bu, Srebrenitsa annelerinin, kurbanlarımızın küçük düşürülmesi anlamına gelir. Bu çok ayıp bir şey. Müslümanları aşağılayan bir kişinin, Müslümanların kalbi olan ülkeye gitmesini, onun orada ne söyleyebileceğini anlayamıyorum. Orada belki Müslümanlardan nefret ettiğini, Çetniklerin tarafına geçtiğini söyleyecektir.

Abdurrahmanoviç, "Saraybosnalı biri olarak, Bosna soykırımını hiçe sayan bu insan hakkında Türk kardeşlerimizin pozitif bir şey söyleyeceklerini düşünmüyorum. Kusturica, yaptığı açıklamalarla, ait olduğu milleti hakkında düşündüğü her şeyi açıkça sergiledi. Onun Türkiye'deki bir festivale davet edilmesi fikrinin nereden geldiğini bilmiyorum, ama inanıyorum ki kaderimizi, Boşnakların yaşadığı katliamları bilen Türk dostlarımız buna tepki göstereceklerdir" dedi.

Anladığım kadarıyla Kusturica müslüman olmayan herhangi bir ülkeye gitse bu iki tepki de gösterilmeyecek. Bu bile benim bu tepkilere burun kıvırmama yetiyor. Zira koşullu tavır, tavır değildir. Bunun adına politik olmak denir. Ve politikasız bir politik olma kadar tehlikeli çok az şey vardır. Bu biraz o ünlü "o ayrı"cı tavırlara benziyor. -E ama Türkiye'de de Emporio Armani Soykırımını reddeden bir sürü sanatçı var! -O ayrı Benjamin.

Sonra olay şişti şişti ve buram buram kokmaya başladı. Semih Kaplanoğlu ve tayfası festivale gitmeme kararı aldı ve basına tavrını ortaya koyan bir açıklama sundu. Mustafa Altıoklar destek verdi. Ardından Ertuğrul Günay Kültür Bakanlığı konumunda Erdoğan'dan aşağı kalmaz bir oynamıyorumculukla Kusturica varsa ben yokum, dedi. Bir de bonus olsun, bu nedir allaşkına?

Ben daha, ne oluyor be, diyemeden mesele yine evet ama hayır ama evet ama rerö rerö dalaşına döndü. Bir Antalya'nın CHPliliği kalmıştı meseleye sızmayan; o da oldu. Daha bugün de Kusturica ağırbaşlı açıklamalar yapmaya çalıştı, ama bulaşmıştı bir kere. Ama yine de şunu kabul etmem lazım, Kusturica gibi ileri geri konuşmaktan egoist keyifler alan bir adamın yeri geldiğinde sükunetle alttan alabiliyor olmasına şaşırdım. Sanatından taviz vermesi istenmediği sürece sanırım uysal birisi olabiliyor kendisi. Ama kişiliğiyle ilgili konuşmaya başlarsam tepki gösterenlerle olan duygusal yakınlığım yazının tavrından taviz vermeme sebep olabilir. Hemen kesiyorum. İronik bir "seni bir insan olarak sevmiyorum Kusturica," deyip bırakıyorum.

Bu meseleyi ateşleyen demeçler 2005te gerçekleşmiş. Birçokları gibi sanırım ben de çok da ciddiye almadan, ve verilen tepkilerin bırakın farkına varmayı, gerçekleşme olasılığını bile düşünmeden devam etmiştim hayatıma. Guardian söyleşisindeki bazı ifadeleri başka yerlerdeki tekerrürleriyle birçoklarının aklından çıkmamış anlaşılan. Bunlardan bir tanesi şu mesela: "OK, maybe we were Muslim for 250 years, but we were orthodox before that and deep down we were always Serbs, religion cannot change that. We only became Muslims to survive the Turks." (Tamam belki 250 yıl boyunca müslümandık, ama ondan önce ortodokstuk ve derinlerde biz hep Sırptık, din bunu değiştiremez. Yalnızca Türklerden korunmak için müslüman olduk.)

Kusturica'nın "Boşnaklık"ı reddetmesi ve üstüne bir de bir "Hristiyan Sırp" olarak çıkması Bosna konusunda İslam'la içiçe bir şekilde duyarlı çevrelerin yarasına tuz basmıştı. Yine duyarlı ama işin içine var ya da yok kendi İslami duygularını karıştırmayan kitleler içinse bu basitçe bir seçim olarak değerlendirilip geçilebilirdi. Tabii Kusturica'nın Osmanlı referansı daha da acıtıcı bir söylemi içeriyordu. Bosna'nın göbeğinden çıkan oryantalist bir söylemdi bu. Zira şu yukarıdaki sorgulamayı yapan bir insandan biraz daha ileri gidip "allaam çok saçma lan" demesini ve Sırplığın da altını boşaltmasını beklerdim. Bak yine kişisel oynamaya başladım. Sanatçı-sanat eseri meselelerine dönelim ivedilikle.

Üç tane kendimce önemli bulduğum soruya yanıt vermeye çalışacağım. İlki, Film Festivali ve özelinde Antalya Altın Portakal Film Festivali nedir? İkincisi, "filmlerini iyi olabilir ama kendisi kötü bir insandır" ne demektir? Ki "filmleri de iyi değil zaten"i de aynı sorunun içine katıyorum. Bu tip absürdlerle uğraşmak her zaman büyük bir eğlence olsa da, korkunçlaşmadan önce deşelemekte fayda var. Üçüncü ve son olarak da sanatçı ile kişi arasındaki ayrıma dair bir soru sormak lazım: Davet etmek nedir, sanatçıyı davet etmek ne demektir? (Çirkin olduğunuz kadar küstahsınız da sevgili sorular).

Film festivali yoğunlaştırılmış bir sinema pazarı alanı yaratır. Birincil derdi hiçbir zaman sinema değildir. Ekonomisine vs hiç girmeyeceğim. Genel olarak kullandığımız festival kavramından farklı olarak film festivali, kandaşları müzik ve tiyatro festivalleri gibi, kaba tabirle seyirci dediğimiz kitleye kültürel sermaye dağıtır. Zira film festivallerinin benim gibi birçok insan için çekici başlıca özellikleri şu cümleler etrafında yoğunlaşır: Başka yerlerde gösterilmeyen filmleri görme imkanı sağlıyor. Ardarda birçok iyi filmi görebilme şansı veriyor. Klasikleri perdede görebiliyorum böylelikle. Filmlerle bağlantılı önemli isimlerle söyleşiler vs var. Diğer festivaller için perde yerine sahne, film yerine müzik performansı falan koyabilirsiniz... Zaten bir film festivalini sevmeme ya da o festivale burun kıvırma sebepleri de aynı cümlelere referans verir. Festivalden sonra zaten vizyona giriyormuş abi. Seçki çok kötü. Söyleşiler az; paneller bok gibi; e Alain Delon nerede hani?

Kendimi -Aha da geldi Jeanne Moreau! -Hani nerede? diyaloğunun ardından bir anda kendisinin önünde gözlerine salak salak bakarken bulmuş olduğum için çuvaldızın bilenmişine oturduğumu belirtmek isterim. Bütün sene sinemaya çok az gideceğimi bildiğim için festivalde yüksek doza vurdurmak isteğiyle karşı karşıya kaldığında kendinden utanıp yalnızca vizyon yüzü görmeyecek olanlara gitmiş de bir insanım ayrıca.

Velhasılkelam. Festival zaten politiktir. Ödülleri de politiktir. Yönetimi de politiktir. Ama bunu insanların gözüne sokunca lan noliy dedirtir. Sonra geçer. Benim derdim o lan noliy anını yakalayıp bir süre orada tutunmak şu an. Örneğin, cnnturk'ün haberinin peşini kovaladığımda şu yenişafak haberiyle karşılaştım. Bahsi geçen zaman gazetesi haberinden çok bu söyleşi ilgimi çekti benim. Kusturica bu söyleşide "Türk kültürü kelimesi Türk kelimesinden de daha geniş bir anlam ifade ediyor." gibi bir şey söylemiş. Müthiş. Film festivali ne demektir? Sine-Kültürel sermaye satışıdır. Bu satışı farklı bir şekilde değerlendiren istisnalar kaideyi bozmaz.

Emir Kusturica iyi bir yönetmen olabilir; ama güldüğü zaman yanaklarını sıkasım geliyor; ama şerefsiz bir dönmedir; ama o kadar para bende olsa ohoo; ama o da bir insandır. Filmleri de bok gibi zaten! Burada anladığımı düşündüğüm bir şey var. Eylemin kendisi başedilemeyecek kadar ağır olduğunda, kişinin kendisi bir güvenlik alanı oluşturuyor. Einstein'ın karısına eziyet ettiğine dair hikayeleri -gerçek ya da değil- duyduğunda insanlar, zannedersem çok mutlu olmuşlardı. İsa dünyaya bir daha geri gelmeyecek. Çünkü kimse bunu ne duymak ne de görmek istiyor. Hiç kimse mükemmel değil. Liberalizmle kolkola giden hümanizm, sen nasıl bir canavarsın?! İsrail'e karşı olduğunda paşa, Srebrenitsa'ya istenen tepkiyi vermediğinde pislik olan adam sevdiğiniz filmlerin hem yönetmeni olabilir hem de olamaz. Ya da belki de o filmleri zaten hiç sevmemiştiniz. Keşke basitçe grip olmuş olsaydınız. Evde birkaç gün istirahat ve ilaçla halledilebilirdi o zaman hastalığınız. Sanat eseri bu yüzden hakikatin kefilidir. Ve yine bu yüzden hiçbir zaman bekçisi olmayacaktır. Ve yine bu yüzden sanatçıya bekçilik hiçbir zaman atfedilemeyecektir.

Son soruya geldim. Öyle ahım şahım bir şey söylemeyeceğim belki.

Sanatçı sanat eserini yaratmaz. Üretmez. Tüketmez. Yaşadıklarıyla olan bağlantıyı kurmaz. Sanatçı, sanat eserinin ancak asimptotunda durur. Bu açıdan ona en yakın ve en uzak yerlerde durur. Ucuzlaşayım yine. Bir doktorun bir doktorun hikayesini yazmasıyla bir tavşanın bir kalemi yanlışlıkla kağıt üzerinde gezdirip aynı hikayenin yayınevine ulaşması arasında sanat eseri adına hiçbir fark yoktur. Sanatçı olmayı istemek de, aynı bağlamda, insanların sizin sanatçı olmasını istemesinden ibarettir. Kusturica'nın 1995'te “There is only one reason for me to make movies. To be loved by you!”(Benim filmler yapmamda tek bir neden var. Sizlerce sevilmek!) demesi tam da bununla alakalıdır. Performatif bir cümledir bu. Yapma sebebiyle orada bulunma sonucu birleşmektedir. (Alıntının geçtiği makaleyi bu meseleyle ilgili çok önemli saptamalarda bulunduğu için şiddetle öneririm). Sanatçı olmaksa sanat eserinin asimptotunda bulunmaya çağrılmış olmakla gelir. Bir seçimden bahsetmek, ya da en basitinden Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresini çıkarmaya kalkmak işe yarayabilir. Ama o seçimin ve daha da ötesi seçebilmenin yokluğudur sanat eserinin menşeinde olan. Ve siz çıkıp da kişiden bahsettiğinizde hiç ama hiçbir zaman sanattan bahsetmiyorsunuzdur.

Bu yüzden Altın Portakal-Kusturica Meselesinde sanattan bahsetmiyoruz. Çağrılmış, hata olmuş olmamış, bunlar sanatla ilgili değil, direkt -direkt- politik meselelerdir. Ve tekrar ediyorum, politikası olan değil, politik olan meselelerdir. Koşulludurlar ve o yüzden dört ay öncesiyle sonrası farklılıklar gösterir. Polanski'nin davasından tutun Orhan Pamuk'un Nobel ödülüyle soykırım demeçleri arasında kurulan bağlantılara kadar birçok meselede yapılması gereken bir ayrım söz konusu olan.

Artık nihayete erdirmem lazım. Altın Portakal'a Kusturica'nın çağrılması da, tepkilere rağmen tutulması da yerinde hareketlerdir fikrimce. Kınamalara da eyvallah, katılmayarak protesto etmelere de. Tabii isterdim ki Kaplanoğlu gibi sanatçılar asimptotlarından böyle tavşanlar çıkarmasın. Ancak yine aynı yerden konuşarak diyorum ki, benim için Kaplanoğlu'nun tavrı saçma olduğu kadar bizi-ilgilendirmez kontenjanındadır. Açılıştaki yuhalama ve Günay'ın katılmayı reddetmesi ise, 'hah, tam da sizin yapacağınız işlerdir' kategorisinden yazıma meze oluyorlar. Rezalettir ikisi de. İstirham ederim meclisinizde cülus ediniz lütfen.

Görüntüde de olsa, bir gün Kusturica'yı savunacağım da aklıma gelmezdi ne yalan söyleyeyim.

4 Şubat 2010 Perşembe

Shakespeare'in Tek Yağlıboya Portresi

Bir hafta önceye kadar elimizde ünlü şair ve oyun yazarı Shakespeare'i tasvir eden sadece iki eser vardı. Bunlardan ilki Shakespeare öldükten sonra Martin Droeshout tarafından yapılan, 1623 senesinde Shakespeare'in toplu eserlerine kapak olarak basılan siyah-beyaz bir gravür. İkincisi ise maliyeti ailesi tarafından karşılanan Aya Trida Kilise'sindeki büstü. İki esere de Shakespeare öldükten sonra başlanıldı.

Fakat Cobbe ailesine göre eserleri yüzyıllardır dünyanın her yerinde beğeniyle okunulan Shakespeare'in hayatta iken yapılan ayrıca bir de yağlıboya portresi bulunmakta!

Portrenin keşfedilme hikayesi çok ilginç. Üç yıl önce Alec Cobbe şans eseri Londra'da "Shakespeare'i Aramak" temalı bir sergiye gider. Sergide Shakespeare'i tasvir ettiği söylenen ama gerçek olmadığı sadece kopya olduğu kanıtlanılan bir portre görür. Fakat bu portre kendisine çok tanıdık gelir. Sanki bu tasvir yüzyıllarca Dublin'deki evlerinde duvarda asılı duran, Cobbe ailesinden kimsenin kimi tasvir ettiğini bilmediği bir yağlıboya tabloya benzemektedir. Alec Cobbe bir profesörün de yardımıyla yağlıboya tablo üzerinde araştırma yapmaya başlar. Yağlıboya tabloların bize yaşlarını veren gerekli testler yapılır ve tablonun gerçekten 1610 senesinde, Shakespeare ölmeden altı sene önce yapıldığı ortaya çıkar. Tablonun ayrıca geçmişi de araştırılır. Tablo, Cobbe ailesine kuzenlerinden biriyle evlenen Shakespeare'in kız torunundan geçmiştir.


Tablonun keşfi daha çok yeni. Doğruluğu tam olarak kanıtlanmadığı halde heyecan çok fazla çünkü tablonun Shakespeare'in gerçek kişiliği hakkında bir çok soruyu cevaplandıracağı düşünülüyor. Mesela tabloya göre Shakespeare gerçekten de bir kulağına altın bir küpe takıyordu.

Fakat benim değinmek istediğim konu ne tablonun orjinal olup olmadığı ne de tablonun hangi sorulara cevap olacağı. Tablonun keşfinin bu kadar heyecanla karşılanması, hakkında bu kadar yazı yazılması, halkın şimdiden tablonun gösterileceği sergi salonuna gitmek için biletlerini alması bize bulunduğumuz yüzyılın önemli iki takıntısını göstermektedir: Birincisi, simge-resim düşkünlüğümüz.

Belli başlı haber siteleri resim odaklı. Türkiye'deki belli başlı gazeteler nerdeyse yazıya ayırdıkları aynı alanı resime ayırıyorlar. Yıllar önce Amerikalı yazar Susan Sontag'ın tahmin ettiği gibi bir ülkeyi ziyaret ettiğimizin kanıtı olarak seyahat resimlerimizi gösteriyoruz hemen . Bir şeyin resmini görmek veya resmine sahip olmak, yüzyılımızda o şey ile ilgili deneyime sahip olmak anlamına geliyor. En çok içinde resim bulunan yazılar okunuyor yoksa okuyucular yazıyı bitirmek için sabredemiyor. Fotoğraf makinalarının çok ucuzlaması, her telefonda artık kamera bulunması bu fenomeni daha da tetikliyor. Fotoğraf ile çok yakından ilgilenen biri olarak bu durumu eleştirmiyorum sadece toplumdaki gidişatı, sosyolojik değişiklikleri belirtmek istiyorum. Bizim yüzyılımız simge-resim düşkünü. Sloganımız: "Resmini göster bana, inanayım sana."

İkincisi ise insanların özel hayatlarına olan inanılmaz merakımız. Tablonun açığa kavuşturacağı "gizemlerin" hepsi Shakespeare'in özel yaşamı ile ilgili, paparazzi programlarını andıran nitelikte. Shakespeare gerçekten homoseksüel miydi? Shakespeare'in sakalı ne kadar uzundu? Shakespeare hafif kel miydi? Yanakları o kadar al al mıydı? Ama Shakespeare bir yazar-şair ve oyun yazarı. Eserleri görsel değil, hepsi yazılı. Değerleri yazıda saklı. Bu soruların cevaplandırılması ne Hamlet'i daha iyi anlamamızı sağlar ne de Macbeth'in eser olarak değerini arttırır. Tablonun keşfi ile gelen merak bana Orhan Pamuk Nobel Ödülü'nü aldıktan sonra kendisine bir röportajda yönlendirilen soruyu andırıyor: "Bu eserdeki kişi gerçekten siz misiniz? Abinizle gerçekten kavga mı ettiniz?" Eserin bize ilettiği mesajı anlamak değil içinden magazin haberi çıkarmak istiyoruz.

Keşke tablonun keşfi bu tip soruların sayısını değil, kitap satışlarını artırsaydı...

8 Mayıs 2009 Cuma

Kültür Bakanı

Ertuğrul Günay. İslami sol kavramının modern zamanlardaki mucidi Günay, AKP hükümetinde Kültür Bakanlığı yapmakta bilindiği üzere. Kendisi bu sıfatı dolayısıyla 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali'ni açmış. Açarken de 12 Eylül'e ve darbeye giydirmiş.
Buraya kadar harika. Yalnız şu lafı etmiş kendisi:
"Nice yalanlar gördük. Ben bir yıl hatırlıyorum, Zeki Müren Türkiye'nin en büyük erkek sanatçısı, Bülent Ersoy en büyük kadın sanatçısı seçilmişti, böyle bir absürt, dramatik, toplumun aklının karıştırılmaya çalışıldığı dönemlerden geçtik"
Tabii kendisi Kültür Bakanı olarak Türk kültürünü, örf ve adetlerini korumakla yükümlü. Siz Kültür Bakanlığı'nı ne sandınız?
Ha işin komiği, kendisi sözlerine şöyle devam etmiş:
"Bu ülkede insanlar demokrasiden, insan haklarından, halk oyunun her şeyin üstünde olduğundan hiçbir zaman ödün vermezse, Türkiye kültürle, sanatla, bilimle Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyine ancak yürüyebilir."
Dayı hangi insan hakları, hangi demokrasi? 2 dakika olmadı Zeki Müren ve Bülent Ersoy'u "3. cins" olarak tanımlayalı? (Bu 3. cins lafını ilk Dengir Mir Mehmet Fırat'tan duymuştuk Harvard'da verdiği bir konuşmada, çok orijinaldi, aklımdan çıkmıyor o yüzden hiç..)
İslam, sol, insan hakkı, darbe, eşcinsel falan derken Ertuğrul Günay balataları yakmış anlaşılan. Kendisine kültürü biraz bırakıp, turizme odaklanmasını tavsiye ediyorum, iyi gelir.

23 Mart 2009 Pazartesi

Bir sansür daha

Radikal'de çikan habere göre Hadise'nin Eurovision 2009 için hazırladığı şarkının klibi TRT tarafından seksi bulunduğu için kabul edilmemiş. Klip masking denilen yöntemle alevlerin içinde Hadise'nin görüntüleri ile başlıyor. Daha sonra siyah kravatlı takım elbise içinde sahneye yürüyor. Sonra bir erkeğe istediğini vermeyerek onu sandalyeye oturtuyor. Daha sonra Hadise'nin elbiseleri dansçıları tarafından yırtılıyor ve klibin sonuna kadar Hadise seksi kıyafetleriyle, ateş ve altın rengi temalar eşliğinde göbek dansı vb. yapıyor. Klibi buradan seyredebilirsiniz. Geçen hafta ortaya çıkan Bilim ve Teknik dergisinde Darwin'in sansürlenmesi olayının ardından, Hadise'nin bu çalışmasının sansürlenmesi devletimizde bilime güven ve saygının ne kadar az olduğunu tekrar gözler önüne sermiştir. (konuyla ilgili yazıyı buradan okuyabilirsiniz) Asırlardır süregelen bilimsel araştırmalar göstermiştir ki popüler müzikte başarılı olmanın en büyük şartlarından birisi sanatsal son ürünün belli heteronormatif standartlara uygun olarak sunulmasıdır. Burada Hadise hanım kollektif güzel/seksi/prezentabl normlarına mükemmel bir hassasiyet ile uymaktadır. Giyiniş tarzı, sesinin sertliği, cazibeli dansı ile dominatrix/istediğini alan imajı, kadının liberasyon-objektifikasyon oranını aynı profesyonellikte ortaya koymaktadır. Bununla birlikte batı uygarlığının yüzyıllardır vazgeçemediği oryantal göbek dansı fetişi göz önünde bulundurulmuş, ve Hadise hanım'a bu bağlamda kareografi ve orkestrasyon hazırlanmıştır. Sonuç olarak, analitik, empirik ve bilimsel yöntemler kullanılarak hazırlanmış başka bir çalışma, Türkiye Cumhuriyeti devletine bağlı bir kurum tarafından engellenmiştir. Uff... amma çok nefret ediyorum bu şarkıdan...

12 Mart 2009 Perşembe

"808s & heartbreak" hakkında düşünceler

Kanye West son albümü 808s & Heartbreaks'den bahsederken, hepimizi güldürerek, "pop art" tabirini kullanmış. Tabii ki Bay West bu sözleriyle aynı terimi kullanan sanat akımının bir parçası olmanın aksine albümüne hakim olan popüler duruş ve sanatsal yöntemine dikkat çekmek istiyor. Rock kültüründe Sonic Youth, Brian Eno, Tv On the Radio, Deerhoof gibi oluşumların müziğinden bahsederken genelde "art rock" denir. Art Rock müziklerde genelde avant-garde etkilenimler, müziğin oluşturulmasında kullanılan yöntemler ve muziğin formal yapısı ön plana çıkar. Bu paralelde Kanye West'in albüne belki de "art pop" demek daha doğru olabilir. Son albümünde Kanye West'in sanatsal yaklaşımına dair en büyük ipucu Kanye West'in müziğin kendisiyle birlikte müziğini nasıl oluşturacağına verdiği önemdir. Albümün adında yer alan 808s, Kanye West'in tüm albüm boyunca kullandığı Roland TR-808 marka ritim programlayıcısından esinlenilmiştir. Kanye West bu enstrumandan çıkan sesleri transpoze ederek melodik ritimler oluşturmuştur. Kalın seslerden dolayı perde değişimlerini farketmek ekstra ilgi gerektirmektedir. Robocop adlı parçada ağır elektronik davul girişi beklenmedik bir şekilde aşk ve heyecan dolu Kissing in the Rain melodisine dönüşüyor. Nakaratta tekrar ritmik kırılma yaşanıyor ve girişteki davullara geri dönülüyor . Bu noktada kalın bass davul seslerinde gizlenmiş melodik altyapıyı duymaya başlıyoruz. Ritimlerin yanısıra Kanye West vokallere de büyük bir teknik önem veriyor. Kanye West'in şaşırtıcı miktarda şarkı söylediği bu albümde, kanye west'in sesi büyük oranda auto-tune ve vocoder efektleriyle harmanlanmış. Auto-tune, adından da anlaşılacağı gibi, kendine gelen sesleri belirli frekanslara yönlendirir, akort eder. Sonuç olarak Cher'in "Do you believe" sesi ortaya çıkar. Vocoder ise belli bir enstrumandan çıkan frekansları başka bir kaynaktan (ağzından mesela) çıkan seslerin frekanslarının şiddetiyle çarpar. Genelde bir enstruman ile insan sesi çarpıştırılır ve sonuç olarak, örneğin, Daft Punk'ın "Harder, Better, Faster, Stronger" şarkısında (gerçek anlamda) bize bir şeyler anlatan gitar solosu ortaya çıkar. Albümdeki şarkıların neredeyse hepsinde bu efektleri duyabilirsiniz. Şarkı söylemek Kanye West'in forte'si olmadığı aşikar, dolayısıyla bazi eleştirmenler bu vokal efektlerinin Kanye'nin eksiklerini kapatmak için kullanıldığını savunmaktadır. (dineyin: Love Lockdown) Bütün bu teknik altyapıdan öte, günün sonunda Kanye West bir pop/r&b albümü ortaya çıkarmıştır. Albümde aşktan, kalp kırıklıklarından ve üzüntülerinden bahsetmiştir. Genelde başkalarının yanında dinlemeye utanacağınız basit sözler yazmıştır. Fakat şarkılardaki raplerin azlığı, retro sentetik ritim ve melodilerin kullanılması albüme indie bir uç kazandırmıştır. Kanye West özgün, düşünce kokan, başarılı bir albüm ortaya çıkarmıştır.

24 Şubat 2009 Salı

Kümülonimbus: Bulutlu Gerçek

1864 doğumlu Amerika'lı fotoğrafçı Alfred Stieglitz'in en ilginç çalışmalarından biri sadece bulutları resmettiği fotoğraf serileridir. Rivayete göre günlerden bir gün arkadaşlarından biri dayanamayıp Stieglitz'e portrelerinin aslında gerçeği yansıtmadığını söyler. Yine aynı arkadaşa göre (başımıza ne geldiyse zaten böyle geldi...) Stieglitz resmettiği şahısları oldukları gibi değil, kendi istediği gibi göstermiştir. Yani aslında her portresi pozların verilmek istenilen mesaj doğrultusunda manipüle edildiği, aktörlerin de çok iyi oyuncular olduğu bir kurgudur. Kur-gu: 1. Bir şeyin zembereğini kurmak için kullanılan araç, anahtar. 2. Uygulamaya geçmeyen yalnız bilmek ve açıklamak amacını güden düşünce, kuramsal araştırma, spekülasyon. 3. Gerçek olmayan olay ve kahramanlardan oluşan eser. Daha iki yıl önce "Gerçeği aramak benim takıntım, saplantım" diyen Stieglitz çok bozulur. Üzülür. Kendisini odasına kapatır (ben öyle tahmin ediyorum). Düşünür. Bakar çok sevdiği kamerasından vazgeçemeyecek, bundan sonraki hayatının nerdeyse sekiz senesini sadece ama sadece bulutların resmini çekerek geçirmeye karar verir. Bulutları bulur. Çünkü bulutlar değişkendir, durmadan hareket ederler. Üstüne üstlük elini atsan tutamaz, tutsan bile yontamazsın, yoğuramazsın. Poz vermezler. Hadi şimdi şuçla beni şuçlayabilirsen hilebazlık yapmaktan! Bul-ut: 1. Atmosferdeki su damlacıkları ve buz taneciklerinin görülebilir yoğunluk kazanmasıyla oluşan, biçimleri, yükseklikleri ve yol açtıkları hava olaylarıyla birbirinden ayrılan yığın 2. Mecaz: Keder, endişe.
Stieglitz içinde bulutlar olan bu fotoğraflarının adını "Eşitlikler" koyar. Hemen hemen hepsi karanlıktır. Hiç birinin nerede ne zaman çekildiği de belli değildir. Bu anlamda hepsi eşittir. Bize gerçeklik tatmini veren zaman ve yer kavramlarından da yoksundurlar. Geriye elimize bulutların biçimleri, şekilleri, güneş ışığındaki en ufak değişiklikte gösterdikleri değişimler, görülebilir yoğunlukları, kederleri, müzikleri, ve soyutlukları kalır. Yani araç olarak uyandırdıkları duygular, başka bir deyişle gerçeklikleri mi kalır?

23 Şubat 2009 Pazartesi

ibrahim tatlıuyak

Yoldaş Shelby'nin (1. Komünal dedik bir kere, 2. özel hayat saydamlığı konusunda konsensüs nedir? hoş, e-posta adreslerinde isimlerimiz zaten yazıyor) yazısı olmasa Ceza'nın İbo Show'a çıktığından haberim olmayacaktı (Kavga konusunu duymuştum çünkü iş arkadaşlarım offiste hurriyet.com.tr okuyorlar. (Bu konuya fazla girmeyeceğim çünkü burası daha çok radikal-iki'sel bir sanal ortam(bakınız self-reference))) Shelby'nin transkripsiyonu içimi rahatlattı çünkü İbrahim Tatlıses'in rhymeları anlamsız bir kaç kelimeydi. Ki ben bu bireyden "Seninle benim aramda irice bir fark var" gibi sözler duysam şaşırmazdım. (yuh) Öte yandan akla gelen diğer bir soru Ceza'nın o programda ne aradığıdır. Aslında buna ben pek şaşırmadım çünkü Ceza geçtiğimiz haftalarda sanırım adı Rapstar (Aslında bu Ceza'nın albümlerinden birisinin adı) olan bir yarışma programında jüri üyesi olarak ekranlara çıkmaktaydı. Programı bir kere kısa süreliğine seyrettim ama gözlemlediğim kadarıyla Ceza çok gergin ve suskundu. Kötü rap'e kısaca "kötü olmuş" diyip sırasını savıyordu. Yarışmayı seyrettikten sonra Ceza'nın myspace sayfasına giderek bu konuda biraz daha bilgi edinmek istedim. Sayfada Ceza'nın menajeri Roka tarafından yarışma hakkında neredeyse özür dileyen, defansif ve mantıksallaştıran bir açıklama vardı. Bay Roka programın kendilerinin beklediği gibi olmadığını daha workshop ağırlıklı, Türkçe rap'i geliştiren ve tanıtan bir formatta olacağını beklediklerinden, bunun için çalışacaklarından bahsediyordu. İbo Show'un hemen sonrası bay Roka başka bir yazı yazarak yine benzer düşünceleri aktarıyordu: gömlek üstü yelek giymiş,ayağında şalvar, kafasında kasket ile rap şarkısına elleri havada ritm tutan bir adam hiç görmemiş olmanız sizde şaşkılık uyandırabilir,gözünüze abest gelebilir ama gönül gözüyle bakabilirseniz hayatında belki de hiç rap ya da Türkçe rap dinlememiş insanların o hallerini coşku ile karşılarsınız inanın. benim tamamen büyük önyargı ve stres içerisinde izlediğim ancak aslında büyük bir olayın gerçekleştiğine şahit olduğum yegane programlardan oldu. kaynak burada Ceza ve beraberindeki insanların "gerçek, bozulmamış, satılmamış hip-hop" adına dışarlayan bir tavır sergilememeleri ve hiphop kültürünü ne pahasına olursa olsun yaymak istemeleri olumlu bir yaklaşım olarak görülebilir. Popüler kanallarda devamlı dinletilen alışılan müzikal biçimlere bir seçenek sunulması saygı duyulasıdır. Zaten Ceza'nın duruşunda her zaman bu şekilde uzlaşmacı ve açıklayıcı bir taraf olmuştur. Yıllar önce Harbiye Açık hava Konser salonunda bir konserinden önce yaptığı bir röportajda gençlerden anne-babalarına şarkılarını dinletmelerini istemiş, yaptığı müziğin dejenere olmadığını savunmuştu. Bununla birlikte pop müzisyenler dahil çok farklı sanatçılarla çalışıp, değişik tarzlarda müzik yapmıştır. Hatta yakında Müslüm Gürses ile bir konsere çıkıyor kendisi... Yıllar önce John Cage de bir televizyon programına çıkıp inandığı müziği insanlara göstermeye çalışmıştı. En azından bugün Ceza televizyon ve halk tarafından John Cage'e göre çok daha fazla saygı görüyor.