2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

12 Haziran 2009 Cuma

Müjdeler Olsun!

Celalettin Cerrah Osmaniye Valiliği'ne atanmış.
Gözden uzak olan gönülden de ırak olur. Olur değil mi?

11 Haziran 2009 Perşembe

Hürriyet Gazetesi Redaktör Arıyor - Olmalı

Şahsi kanaatimce Türk basınının yüz karalarından olan Hürriyet gazetesi, sevmeyerek -eve alındığı için, "bakalım bugün ne yumurtlamışlar?" merakıyla- takip ettiğim bir ağaç israfı. Zaman zaman manşete kadar taşıyabildikleri yazım hatalarını da dehşet içinde takip ediyorum, bugüne kadar yüzlerine vurmamıştım. Ama artık canıma tak etti! Elimizde bir haber var, başlığı "Polenler bu ayda etkili". Bu haber, Hürriyet Ankara ekinin arka sayfasında bir karışlık başlıkla verilmiş. Bu başlıktan ne anlarız? Şahsen, yalnızca başlığa baktığımda, polenlerin diğer aylarda etkili olmadığını ancak bu ayda etkili olduğunu anlıyorum. Ya ben Türkçe bilmiyorum, ya Hürriyet... Zira onlar, bir doktorun söylediklerinden alıntıyla, "...[alerjik] rinitin çocuklarda nezle grip olmaksızın burun akıntısı tıkanıklığıyla seyreden, hapşırık, gözlerde sulanma ve kaşıntının eşlik ettiği, Nisan-Mayıs ve Haziran aylarında belirgin olarak kendini gösteren bir hastalık olduğunu anlattı." diye noktalıyorlar haberlerini. Haberin, ekin ilk sayfasındaki 1 cümlelik girişinin yanında da "Dikkat polen tehdidi sürüyor" şeklinde bir başlık olması da, aslında söylenmek istenenin, polenlerin bu ay da etkili olduğu ve bunun da "Polenler bu ay da etkili" şeklinde ifade edilmesi gerektiği kabak gibi görülüyor. En başından beri, hani belki başlık "polenler bu ayda etkili" olabilir aslında diye bir açık kapı bıraktım ama eğer ki demek istedikleri oysa, o da sanırsam bu şekilde ifade edilmez. "Polenler bu ay etkili" olabilir belki, veya "polenler bu ay etkili" olabilir ama "polenler bu ayda etkili" ebleh bir ifade oluyor bence. Demek istedikleri "polenler yalnızca bu ayda etkili" olsa ve böyle ifade edilse, hadi belki.. Tam anlatamıyorum, zira Türkçem o kadar iyi değil, ama Hürriyet'e davul zurna az olsa da, siz sevgili Komünal İşkembe takipçilerinin anladığını umuyorum, öyle tahmin ediyorum. İşte biz burada ne kadar yırtınırsak yırtınalım, Hürriyet gibi yüz binlerle ifade edilen bir tiraja sahip bir gazetenin veya AKP gibi milyonlarca insanın oy verdiği, takip ettiği bir partinin yarattığı hasarı bir düşünmek gerek. Benim ve diğer blog yazarlarının bu konudaki sorumluluğuyla, bahsettiğim kurum ve kuruluşlarınki elbette farklı. Ama bu farkın ayırdında olan tarafın bizim olmamız hiçbir şeyi çözmüyor maalesef. Sonuç olarak, Hürriyet'ten daha nitelikli bir yerde yazar olmaktan bir kez daha mutluluk, Türkçe konuşabilen ve de yazabilen yazar arkadaşlarımla da gurur duydum! 3. sayfalık olasın Hürriyet! Ya da daha iyisi, 3 sayfalık olasın! X sayfalık zarardan x-3 kâr olur hiç olmazsa.. Reçetenize de 5 N ve 1 K dışında ek olarak "1 D" ekliyorum. Her baskıdan önce bir doz dilbilgisi alınız. Bu arada yazıyı okuyan Hürriyet çalışanı varsa, gazeteniz için şöyle bir kolaylık düşündüm: redaktör aranıyor Ama bu sadece yama olur derseniz, siz sevgili Hürriyet çalışanları için soruna kökten çözümü de aramaya üşenmedim, buldum: çözüm

Adaletini Seveyim!

Hrant Dink cinayetiyle ilgili akıllara zarar bir haber; paylaşmak istedim. Yazı yazmak adam öldürmekten daha büyük bir suçmuş, bunu gördük; bir kez daha...

10 Haziran 2009 Çarşamba

3 Saat: Bir ÖSS Belgeseli

Geçen sene galası 12 Haziran'da Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılan ve Ankara'daki ilk gösterimi de 12 Temmuz'da, yani ÖSS sonuçlarının açıklandığı gün gerçekleştirilen "3 Saat" isimli ÖSS belgeseli, 13 Haziran 2009 (yani bu cumartesi) saat 15:00'da Ankara'da Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde ücretsiz olarak gösterilecek. Ardından da konuya ve filme ilişkin bir söyleşi olacak. Filmi ben daha önce birkaç sefer izleme imkânı buldum. Özellikle filmin ardından yapılan söyleşilere katılmak gerçekten ayrı bir güzel. Her gösterimde mümkün olmasa da, genelde filmin yapımcıları Can Candan ve Doç. Dr. Serdar Değirmencioğlu bu söyleşilere katılmaya çalışıyorlar. Katılımcılara bağlı olarak, pek çok yeni fikrin ortaya atıldığı, bir şeyler için hızlıca harekete geçilen söyleşiler olabiliyor bunlar.
Film, 2 saat içinde 6 ÖSS adayının yaklaşık 1.5 senelerinin (ÖSS'den önceki yılbaşından, bir sonraki ÖSS'ye kadar) anlatıldığı bir belgesel. Belgesel deyince aklınıza "Geceleri avlanan Orua hayvanı, karıncaları çok sever" gibi sürekli anlatan bir kalın ses gelmesin. Kimse bir şey anlatmıyor zaten. Konunun acıklı olmasına karşın fonda acıklı müzikler de yok! Söz büyük ölçüde adaylarda, yer yer onların aileleri, okullarının yöneticileri ve öğretmenlerinde. Sözün onlarda olması da, ÖSS sürecinin doğal sonucu; etkilenen gençlerse, anlatanın da gençler olması gerektiğini düşünmüş yapımcılar ve 6 farklı kamerayla eşzamanlı olarak doğal yaşantıları takip edilmiş. Buna yılbaşındaki eğlenceleri de dahil, sabah okula gidiş çileleri de, ÖSS'ye girişleri, öncesi ve sonrası da, tercih dönemleri de.. Onlarca (sanırım 100'den fazla) saatlik malzemenin içinden filmi 2 saate sığdırmanın güçlüğünün, bütün bir öğrenim hayatının 3 saate sığdırılmasına benzer bir ironi içermesi de bence ayrı bir güzel. Ama yine de filmin ÖSS'den bir farkı var, hiçbir şeyin eksikliği hissedilmiyor, ÖSS çilesini doğrudan ya da dolaylı olarak çekmiş herkes, o süreci hemen hemen eksiksiz yaşıyor.
1Söz konusu 6 aday - Boğaziçi Galası (12 Haziran 2008)
3 Saat, 2004 ÖSS'sinin adaylarının (bu pazarkinin5 sene öncesi, benim girdiğimden 2 sene sonrası) yaşamını gösteriyor aslında, ancak bu tarih bilinmeden seyredildiğinde ÖSS'ye ilişkin pek çok saçmalığın ne kadardır süregeldiğini, hangi yıla ait olduğunu bilmek neredeyse imkansız. Sadece geçen seneden itibaren artık 195 dakika olduğu için 2008 olmadığı çıkarılabilir, ama bu da zaten filmin anlatmak istediklerinin birini açıklayan bir durum.
Bu arada belgesel, 5. Uluslararası Bodrum Film Festivali'nde SİYAD ödülüne, 20. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması'nda üçüncülük ödülüne layık görüldü; 41. SİYAD Türk Sineması Ödülleri'nde "en iyi belgesel" dalında aday gösterildi ve 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde de gösterilen filmler arasındaydı. 2Can Candan (Yönetmen/Yapımcı), Edin Zaim (aday), Serdar Değirmencioğlu (Yapımcı)
Kısacası, henüz izlememiş olanlar bence filmin bu cumartesi günü, tam da ÖSS öncesi gerçekleştirilecek gösterimini kaçırmasın. Şahsen daha önce izlemiş olduğum için en azından ardından yapılacak olan söyleşiye katılmak istiyorum ve filmi izlemiş olanların veya konuyla bir şekilde ilgilenenlerin de katılmasını hararetle öneriyorum.. Filme ve konuya ilişkin birkaç da bağlantı; - 13 Haziran 2009 Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi Gösterimi - detaylı bilgi - 3saat: bir ÖSS belgeseli resmi sitesi - 3 Saat @ Facebook - ÖSeYeMe G.tümü Ye - Deli (yasaklı site, Ktunnel.com önerilir. Olmadı yurtdışına çıkın.) - ÖSeYeMe - Tarihsel Gelişme! - Hayat 3 saatlik sınava sığmaz! @ek$i sözlük - Hayat 195 dakikaya sığmaz @atılım.org (yasaklı site, Ktunnel.com önerilir. Olmadı yurtdışına çıkın.) - ÖSS Sevgiliden Ayırıyor, Baş Ağrıtıyor, Batıl İtikadı Güçlendiriyor @bianet.org Facebook kullanıcısı olmayanlar için detaylı bilgi; Tarih: 13.06.2009, Cumartesi Saat :15:00 Yer:Nazım Hikmet Kültür Merkezi Karanfil Sokak No:58 Kızılay/ANKARA *Bu esnada şu an (00:44) Kanal D'de Abbas Güçlü'yle Genç Bakış var ve konu ÖSS. Sizlere bunu önermek istemezdim ama, ÖSS'nin hatırına..

Kürt Hareketleri Üzerinde Düşünceler

(Not: Bu yazıyı Mert'in adına yazıyorum, onun düzeltme projesi uzun sürsün ve adam sıkılmasın diye.) Dün Boğaziçi'ndeki ikinci (ve son) sömestirim sona erdi. Bütün projelerimi, sınavlarımı, ve yazılarımı bitirdim. Ve bu sabah uyandığımda, takvimimin tamamen boş olduğunu görünce panik yaptım. Projesiz, amaçsız yaşayamam. Biraz hastayım öyle. Sonra burada hiçbir yazı yazmadığımı hatırladım ve işe başladım. Paylaşmak istediğim şey aslında derslerimle ilgili (hayatımda başka bir şey yok çünkü); bu sömestir Türk politikasıyla ilgili bir ders aldım. Profesörü pek sevmedim... “Bak bu cahil Anadolululara, kime oy verdiler şimdi” gibi “şakalar” sık sık yapıyordu adam, ve yine de (şişman ve yaşlı olmasına rağmen) sınıf ona aşık olan kızlarla doluydu, bütün söylediklerine gülüyorlardı, içlerini çekiyorlardı, falan.. Her neyse, önemli olan şey, bu ders için final olarak bir grup projesi vardı; 1940'tan sonra gelen bir on yıllık dönemi seçip, özel bir partinin ya da sosyal grubun bakışından o dönemdeki tarihi “yeniden anlatmamız” gerekiyordu. Grubumdakilerle, hep birlikte (6 kişiydik) doksanlardaki Kürt hareketleriyle ilgilenmeye karar verdik. İşte Halkın Emek Partisi'nin (HEP) kuruluşu ve Leyla Zana'nın mecliste Kürtçe konuşması ile başlayan ve Öcalan'ın yakalanmasıyla biten dönem. Projenin büyük bir kısmı o zamanki politikacılar ve önemli aktörlerle röportaj yapmaktı, toplam 6 tane bir saatlik röportaj oldu. Asıl makale tam istediğim gibi olmadı (profesörün istediği formata göre yazmak zorunda kaldığım için, bir de ders asistanları bunu kontrol edecek diye korkup büyük kelimeler kullanmamaya çalıştığım için - makale İngilizce yazıldı), ama yaptığımız röportajların bazı noktalarını ilginç buldum ve onları sizinle paylaşmak istiyorum. Sadece resmi makale için izin aldığımızdan dolayı, konuştuğumuz kişilerin adlarını vermek istemiyorum, ama yeteri kadar kontekst olsun diye biraz bilgi vereyim. Röportajlar, Demokratik Toplum Partisi'nde (DTP) çalışan bir adam, 90'larda Sosyaldemokrat Halk Partisi'nin (SHP) bir milletvekili, İstanbul Kürt Enstitüsü'nde (İKE) çalışan bir insan (bunu ben yaptım), Kürt bir tiyatro sanatçısı, İstanbul'da bulunan bir tarih profesörü ve son olarak Kürt bir gazeteci ile yapıldı. Sorduğumuz sorular çok geniş ve çeşitli olduğu için, ben burada sadece ilgimi çeken alıntılardan bazılarını vereceğim. Şimdi ben susayım, onlar konuşsun... (Zaten onların Türkçeleri daha güzel.) Kürt sorununu nasıl tanımlamalıyız? İKE'li: Yani, bence ortada bir Kürt sorunu yok, ortada bir Türk sorunu var ... Aslında bu benim lafım değil tabii, sanırım Murat Belge işte, bir konferansta demişti işte biz hangi soruna elimizi atıyorsak, neye elimizi atıyorsak sorunu geliyor. İşte biz, Kıbrıs Meselesi artık Kıbrıs sorunu çıktı. Ermeni sorunu çıktı, Kürt sorunu çıktı. O anlamda ortada bir Türk sorunu var aslında. HEP'in kuruluşu üzerine: DTP'li: HEP’in kurulması, Paris'te Kürt sorunu tartışılırken SHP’nin içindeki Kürt kökenli milletvekillerinin sorunla ilgilenmesi bir nevi CHP’nin az önce bahsettiğim Kürt sorunundaki manipülasyonunun sonucudur. Manipüle edemeyeceğini anladığında bu sorunla ilgilenen Kürt kökenli milletvekillerini kendi içinden tasfiye etme kararı almıştır. Tiyatro Sanatçısı: 91'de SHP listelerinden Kürt kimliğiyle meclise giren 18 milletvekili çok büyük reaksiyonlarla, tepkilerle karşılaştılar. Yani mesela Leyla Zana’nın Kürtçe yemin etmesi (ortada yemin falan da yoktu sadece “bu yemini Türkler ve Kürtler için ediyorum” demişti). Şimdi bugün de mecliste konuşma yapılıyor, demek ki o zaman da böyle kıyamet koparacak bir şey yokmuş. Kimileri bunu gereksiz bir eylem olarak gördü…. Kendini ifade etmesi açısından Kürtlerin ruhsal olarak yansıması olarak görüyorum. Sadece Leyla Zana’nın bireysel bir inisiyatifi olduğunu, bir çıkışı olduğunu düşünmüyorum çünkü o milyonlarca Kürt'ün yüreğine su serpti, milyonlarca Kürt'ün yapmasını istediği bir eylemdi, yapmasını istediği bir davranıştı. SHP'li: Şimdi şöyle, biliyorsunuz, 91 seçimlerine biz giderken, Kürt kesiminden arkadaşlarımız bizim listelerimizden girdiler parlamentoya. Sonra parlamentodan çıkarıldılar. Ama ben bir sosyal demokrat olarak isterdim ki, Kürt arkadaşlarımız, SHP içerisinde, parlamento içerisinde bu sorunun çözümü icin bizlere katkıda bulunsunlar ve daha güçlü olalım. Fakat çeşitli sebeplerden arkadaşlarımız ayrı bir yola gittiler ama gelinen noktada bağımsız olarak da parlamentoya girseler şimdi bir DTP grubu var. Tabii ki Kürt bölgesinden seçilmiş ve parlamentoda grup kurmuş arkadaşları, belediye başkanı olmuş veya belediye meclislerine girmiş arkadaşları dikkate almak gerekir çünkü onlar Kürt kesiminden çok önemli bir oy aldılar ve özellikle yerel meclisleri onlar oluşturuyorlar, halkın nabzını tutan insanlar. Onların bu konudaki talepleri, dikkate alınmalıdır. Onlarla konuşulmalı ve dışlanmamalıdırlar. Kişisel anılar: Gazeteci: Siz gazeteceliği bir iş olarak yapmamayı öğreniyorsunuz. Bir mücadele alanı olarak görmeye başlıyorsunuz. Kapatılmalar, baskı görmeler, hedef gösterilmeler bunu getiriyor. Biliyorsunuz bizim gazetemiz şimdiye kadar 30'un üzerinde gazete çıkardı ... ve bu gazetelerin neredeyse hepsinin birkaç istisna dışında devlet tarafından yayını duruludu, sürekli gazetecileri ölümle tehdit edildi hatta ölümü yaşadı. Tiyatro Sanatçısı: Mesela, çok somut bir şey, biz 96’da bir dergi çıkartıyorduk. Bir edebiyat dergisiydi, şiir yazıyordum. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı beni çağırdı ... dedi ki ... bu dergiye dava açmak lazım (Kürdistan sözcüğü geçiyor diye). Dedim dava açacaksanız açabilirsiniz (zaten Kürtçe dergi) ... Keza 97’de oyunlarımız yasaklandı, bir oyun sahnede basıldı. Oyunda şalvarlıydık rol gereği. Öyle gözaltına alındık. Bir sonraki gün, hâkim karşısına çıkıyoruz tabii şalvar bağlarını aldılar biz de şalvar düşmesin diye bir elimizle şalvarın önünü tutuyorduk. Tabii bunların çoğunda da; birinde ceza aldık bir yıl, paraya çevrildi, affa uğradık, bilmem ne oldu falan. İKE'li: Ben, yok, [hapishaneye] çok fazla girmedim. Ordu Konusunda: Profesör: Yani bugün Kürt sorunu bitse, biz biraz sorgulamaya başlarız, değil mi? Yani bir milyon kişilik orduya ihtiyacımız var mı diye sorgulamaya başlarız. Şimdi zorunlu askerlik kalksın demeye başlarız. Profesyonel askerliğe dönülsün demeye başlarız, değil mi? Bence yani bu şey diye söylememek lazım ... tabii ordu istiyor orda savaşın sürmesini, böyle söylemek istemem ama... İKE'li: Ordu işte Kürdistan'da özellikle işte gerillalara karşı bile bir savaşan bir yapılanma, orada özellikle kırsal kesimler olduğu için çatışmalar ordunun yürüttüğü bir şey. O anlamda ordunun aslında Kürt sorununda biraz daha tıkayıcı bir konumu var. Bir kendisinin tarafından görüyor ki zaten bu resmi ideolojinin, yani bu tekçi, tek devlet tek ulus yaratma mantığının merkezileştiği yer, billurlaştığı yer ordudur. Yani kadrolar da bu ideolojiye göre yetiştiriliyorlar. Onun için de tabii bu sorunda biraz kendisini sorumlu görüyordu, kendisini merkeze koyuyordu. O anlamıyla da kendi o geleneksel yapının statükonun değişmemesi için ne gerekiyorsa onu yapıyor. Bir de ... bu belli bir demokratikleşmenin olması ordunun konumu sorgulanması ve ordunun bugünkü şeylerinden çekinmesi anlamına gelir. Yani bügün ellindekileri kaybetmesi anlamına gelir. Onun için yani gerçek demokrasinin kurulmasını istemez. Bugünkü AKP'nin Kürtlere jestleri üzerine: SHP'li: Ben siyaseti şöyle görüyorum, eğer ülkenin belli başlı siyasi partileri bir sorunu çözmek istiyorlarsa, önce bu sorunu nasıl tanımladıklarını ve nasıl çözmek istediklerini parti görüşü olarak ve yazılı olarak ortaya koymaları gerekir. Bugün bakarsanız ne Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin programında, ne Tayyip Erdoğan’in AKP’sinin programında Kürt sorunuyla ilgili bir metin yoktur. Bir yorum yoktur, bir çözüm önerisi yoktur. Aynı şekilde kurultay kararları yoktur. Bunu çok iddiali bir şekilde söylüyorum, bunu sadece 2 parti yapmıştır, birincisi Kürt partiler az önce saydınız, bir diğeri ise SHP-CHP çizgisidir. DTP'li: AKP’nin diğer yapılardan en büyük özelliği çok büyük bir muhafazakâr sağcı Kürt oyu alması ve Kürt coğrafyasındaki işbirlikçi bütün kesimleri kendi içinde toplamış olması. Yani bir dönem DYP içinde, CHP içinde, RP içinde yer almıştı bu güçler ama bugün tamamı AKP içinde yer alıyor. Yani bütün cumhuriyet tarihinin vebalini taşıyan aileler, aşiretler, şeyhler, yasadışı güçlerin tamamı bugün AKP'nin içindedir ... Şimdi AKP sorunu çözme yönünde bir niyet geliştirirse çözecek kadar güçlüdür. Neden? Bölgenin tek aktörüdür, Kürt DTP'yi bir tarafa koyarsanız parlamentoda yer alan, hükûmet eden tek aktördür. Tiyatro Sanatçısı: Bir gelişme şüphesiz var fakat anlayış düzeyindeki gelişmenin samimi olabilmesi için bunların yasalarda yer etmesi gerekir. Yasal olarak anayasada, 1982 anayasasından farklı bir tek kelime bulamazsınız Kürtlerin lehine ... Bu kadar olumlu adımlar kör bir inatlaşmadan dolayı daha doğrusu diyalog kurma becerisi gösterememekten dolayı ölü adımlar olarak doğmaya mahkûm oluyor, TRT Şeş de bunlardan birisi. Daha doğru bir diyalog kurulsaydı Kürt aydınlarıyla, Kürt siyasetçileriyle şüphesiz Kürtlerin TRT Şeş’i kabulü de daha gerçekçi adımlar üzerine otururdu. Bu diyalog adımları oluşturulmadığı için biz TRT Şeş ve onun gibi adımlara şüpheyle bakmak zorundayız... Dolayısıyla anlayış olarak bir problem var hala, sen hala benim tebaamsın, kölemsin, vatandaş değilsin dersen vatandaş da sorar yani, seçimden seçime sorar, onun dışında sorar... ...Ben istediğim kadar sen Kürt olabilirsin, bir Kürt’ün kabul etmeyeceği tek şey budur.

9 Haziran 2009 Salı

Arlington Ulusal Mezarlığı

Haftasonu Arlington Ulusal Mezarlığı'nı ziyaret ettim. Colin Powell 2008 sonbaharında Barack Obama'yı destekleyen açıklamasında bahsettiği için Irak Savaşı'na katılmış olan Amerikalı Müslüman askerlerin olduğunu biliyordum. Ama yine de üstünde Irak Operasyonu yazan Müslüman mezar taşlarını görünce tekrar düşünemeden edemedim: bu askerler Müslümanlarla karşı karşıya kalınca ne hissettiler? Daha iyi bir yaşam umuduyla ülkelerini bırakıp Amerika'ya yerleşen ama çocukları tekrar geldikleri coğrafyaya dönen --hem de orduyla-- anne-babaları ne hissetti?

8 Haziran 2009 Pazartesi

Helal!

7 Haziran 2009 Pazar

Milli Eğitim'de Haller

Milli Eğitim Bakanlığı'nın özellikle de AKP (zibidiyim, onun için AKP diyorum) döneminde ne hallere düştüğünü görmek için çok yakından takip etmeye gerek yok, durum gazete okuyan hemen herkesin malumu.. Son zamanlarda benim en dikkatimi çeken "Sarı Gelin" saçmalığıydı (bu başka bir yazının konusu, onun için detaya girmiyorum ama mesele çok özetle ordu tarafından hazırlanan bir Ermeni sorunu belgeselinin azınlık okulları da dahil tüm ilköğretim okullarında zorla seyrettirilmesi için gösterilen çaba). Mesela ilköğretimin özelleştirilmesine dönük çabalar da vardı beni özellikle rahatsız eden. Sonra burada sanırım Shelbyl'in yazdığı 2 sınav sorusu vardı falan.. Bunun yanında gözümüzden kaçan veya ne yazık ki fena halde kanıksadığımız için bahse değer bulmadığımız nice şey vardır.. Bugün de üzerine benim pek fazla bir şey ekleyemeyeceğim, yıllardır süregelen bir yanlışa ilişkin bir yazı önereceğim; "Andımız" Tartışması: Yanlış Her Gün Yinelense de Yanlıştır - Doç. Dr. Serdar Değirmencioğlu 22 Mayıs gazetelerindeki haberlerin üstüne, ilköğretim okullarında her gün okunan, yaşıtlarımın ortalama 850'şer kez, bizden daha şanssız olan 8 yıllık eğitim öğrencilerinin ise ortalama 1360 kez tekrarladığı andımıza ilişkin tartışmalar başlamıştı ve neyse ki halen sürüyor, çünkü bence de tartışılmayı da kaldırılmayı da sonuna kadar hak eden bir uygulama. Bu konuya ilişkin bence oldukça önemli ve isabetli bir yazı bu önerdiğim de. Paragrafın üstündeki başlıktan veya buradan ulaşabilirsiniz. Bir de iş sırf bununla kalsa leylek eksik kalacak malum, onu da eksik bırakmamak için de şöyle bir girişim var ki akıllara zarar; Şimdi de "Trafik Andımız" okutulacak - Eğitim Emekçileri Derneği Halkı Milli Eğitim'den soğutmak gibi olmasın ama, Erkin Koray en doğrusunu yapmış galiba..

6 Haziran 2009 Cumartesi

Lübnan Parlamento Seçimleri

Bütün dünyanın takip ettiği Lübnan seçimleri yarın. 128 yeni parlamento üyesi belirlenecek. Seçim sonuçlarının birçok ülkenin Orta Doğu politikasını etkileyeceği düşünülüyor. Seçim öncesi durum analizi yapan ve seçim sonucu senaryolarını tartışan, ortak yazarı olduğum yazıya buradan ulaşabilirsiniz. Seçimler için ülkeye dışarıdan gelen finansman hakkındaki NY Times yazısına da buradan ulaşabilirsiniz.

İnsan Hayatının Değeri

Value of life, ya da daha ekonomik yaklaşacaksak olaya "Value of a statistical life". İstatistiksel. İnsanların "güvenlik, emniyet" gibi konularda aldıkları kararların (arabama hava yastığı koymak için şu kadar para ödemeye razıyım), sağlıklarını düzeltmek için yapacakları harcamanın (hava kirliliği) vs. hesaplanması ile bulunuyor bu değer. Mesela 2008 yılında 6.9 milyon dolarmış bu değer Environmental Protection Agency'nin yaptığı açıklamaya göre.
Ama hemen "çok para ediyormuşum ya ben" diye gaza gelmeyin. Türkiye'de o kadar etmezsiniz çünkü. Hele bir de adınız Engin, soyadınız Çeber ise. "Geberesice"dir o zaman değeriniz.
Okumak, duymak yetmediyse bir de görün. Utanın birileri adına, ama o birileri utanmasın.
Sonra Milliyet'in flash kutusunda günün önemli haberini okuyun:
O çırılçıplak kalması gereken de bizleriz. Olmaz ama o iş, zor.