2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
anna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kimlik Krizi

Orhan Pamuk kendisini Google’da aramaya kalksa, acaba kaç tane kimliğe sahip olduğunu öğrenir? Şu anda hem New York Times websayfasında hem de NTVMSNBC websayfasında Pamuk ile ilgili yazı bulmak mümkün: burada ve burada. Beklendiği gibi, ne biri ne diğeri büyük bir haber paylaşıyor bizimle; büyük bir bölümü yıldızlarla ilgili haber gibi, “bakın, bu insan ne kadar (harika/lüks/üzücü/kıskandıracak) bir hayat geçiriyor” diye anlatıyor. Süpriz yok. Ama bu iki örnekle başka bir şey de görmemiz mümkün. İkisi de tamamen yerel stereotiplere göre yazılmış ve böylece Orhan Pamuk’dan çok medyanın farklı bakışları ortaya çıkıyor. NTVMSNBC yazısında Pamuk dünyaca ünlü, Amerika’nin en güzel tatil yerlerinden birinde bulunan, yabancıların ilgisini çeken bir insan olarak gösteriliyor. Bak, bu Türk yazar gerçekten başarılı demeye çalışıyorlar, Miami’deki konuşmasında boş bir koltuk bile yoktu (ve tabii Miami olduğu için, bu koltukların sarışın mankenlerle dolu olduğunu hayal edebiliriz). Fakat New York Times’da Orhan Pamuk'u Amerikalılaşmış, Türkiye’yi aşmış bir insan olarak göstermek gündemde değildir kesinlikle. Hayır, bu yazı için Pamuk’la İstanbul’da röportaj yapıldı. (Ki bunu çok komik buldum – New York’ta profesör olarak çalışan Pamuk tatil için İstanbul’a dönüyormuş ve New York Times’dan bir muhabir peşinden geliyormuş…) Diğer yazıda Pamuk sahnede bulundu, hayranlarının arasında; burada ise adam apartmanında tek bulunuyor - yalnız, romantik ve aynı zamanda trajik bir insanmış. Yazının diğer detaylarıyla onun yabancı, egzotik, sanatsal,ve biraz tuhaf olduğunu öğreniyoruz. Peki, kimmiş bu Orhan Pamuk?

4 Ekim 2009 Pazar

Kitab-ı Bahriye

Piri Reis’in 1535 yılında bitirdiği ve Kanuni Sultan Süleyman’ın adına sunduğu Kitab-ı Bahriye’ye artık bedava olarak internetten bakılabilir. Baltimore’daki bulunan Walters Sanat Müzesi bu eserin 17. yüzyılda yapılmış bir versiyonunun tüm 73 sayfasını resmi websayfasına yeni yüklemiş. Her sayfada rengarenk, dünyanın farklı yerlerini gösteren bir harita görünüyor. Bence bakmaya değer.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Hamam Hikayesi

İlk öğrendiğim Türkçe kelimelerden biri casus idi (ama adil olmak için şunu demeliyim, onu öğrenmeden birkaç hafta önce Shelbyl'in sayesinde seks kelimesini öğrenmiştim - teşekkürler, hiç unutmadım). Profesörümün State Department parasıyla Türkiye'ye gidip okumak istediğimi öğrendiği zaman o kelimeyi öğretmişti işte. (Aslında o profesör artık benimle çok fazla konuşmuyor; belki de casus olduğuma gerçekten inanmaya başladı.) Yemin ederim, henüz devlet için casusluk yapmadım, ama kendim için (ve şimdi sizin için de) ne zaman gerekirse yaparım.
Olayımız ne? Belki farkındasınız, belki değilsiniz, ama H-TURK adlı Türk ve Osmanlı tarihiyle ilgilenen akadamisyenler tarafından düzenlenen bir listserv var. Çoğu zaman "İstanbul'da ev arıyorum" ya da "şöyle bir konferans var" gibi notlar geliyor, ama bazen biraz daha ilginç şeyler çıkıyor. Mesela iki hafta önce Şikago Üniversitesi'nde doktora yapan bir adamdan email geldi ki Cihangir'de oturan Amerikalı arkadaşı dikkatimizi istedi. Bu kadın (aslında Margaret Thatcher'ın hayranlarına göre - ki küçük bir grup olmalı - ünlü ve önemli bir kadın, isterseniz kendi websayfasına bakabilirsiniz) diyor ki onun binasının yanındaki inşaat alanında koskocaman, deprem gibi ses yaratan bir patlama oldu. Emaile göre bu patlama yüzünden "bir Bizans duvarı tamamen yıkıldı" ve aynı zamanda kadının apartman binasına zarar verildi. Artık bina sağlam değildi, insanlar çıkmak zorunda kaldı.
Kadıncağız çok korkuyor şimdi. Artık evde kalamıyor. Ama - ne kadar özverili, cömert bir insan - ona göre önemli olan şey o değilmiş de şu inşaat alanında tarihi bir Bizans hamamının olmasıymış. Kadın (bu aynı emailden geliyor) diyor ki bu patlama yanlışlıkla olmadı. Kadın, inşaatçıların yeni bir lüks Cihangir apartman binası yapabilmek için bile bile tarihi silmek istediklerini söylüyor. Ve kahramanımız bunu engellemek için elinden gelenleri yapacakmış. Birkaç haber çıktı olayla ilgili, burada ve burada görebilirsiniz.
Kadının websayfasına bakmış mıydınız bu arada? Çünkü bana bir şey çok komik geldi. Kadın sadece Thatcher'e aşk mektupları yazmıyor; aynı zamanda gizem romanları yazıyor. Ama fazla hayal gücüne sahip olduğu için böyle söylediğini düşünmeyelim bence. Zaten güzel bir gizem var, değil mi?: masum, güzel (bakın o siteye!) Amerikalı kadın tarihi eserleri kurtarmak için kötü kalpli, açgözlü kocaman bir inşaat şirketine karşı savaşacak. Kim patlamayı planladı, kim kime bunu yapabilmek için para verdi, nasıl durduracağız gibi soruların cevaplarını öğrenip herkese söyleyecek. Kadın çok muhafazakar olmasaydı ben de yardım ederdim hatta.
Ama birkaç gün önce roman olacak hikayemiz kısa öyküye döndü. Yeni bir email geldi ve Koruma Bölge Kurulu Müdürlugü'nün müdahale edip inşaatı durdurup yeri kurtardığını söyledi. (Son.)
Ama hiyakenin sona ermesini istemedim. Fazla kolaydı. Oraya gidip bakmak istedim, fotoğraf çekmek istedim. Ki bu sabah gittim. İki sokak arasında büyük bir alan var; Cihangir olduğu için düz değil, tepe gibi bir yer. Üst sokaktan şöyle gözüküyor:
İyi ki Türkçe anlamıyorum!
Ve o küçük delikten geçtikten sonra manzara şu:
Sonra tepeden indim ve önünden baktım:
O ortadaki şey işte antik Bizans hamamıymış. Ve "patlama" ya da "düşüş" burada olmuş diye tahmin ediyorum:
Bunları yaptıktan sonra - yasak bir alana girdikten sonra, çok bariz bir şekilde fotoğraf çektikten sonra - fark ettim ki aslında görevli varmış! Küçük bir römorkta çay içiyordu. Ona sorayım dedim. Çünkü gördüklerime göre inşaat durdurulmamış ve merak ediyordum. Tarih okuduğumu ve bunun gibi eski yerlerle çok ilgilendiğimi söyledim. Selim abi işinden sıkılmıştı ve benimle konuşmak istedi.
Ben haberlerde ne okuduğumu söyleyince, "Hayır, inşaat durdurulmayacak," dedi. "Biz önce o hamama restorasyon yapacağız, sonra da binamızla devam edeceğiz."
Kafam karıştı; genelde kafamın karıştığı zaman benim suçum olur, ben bir şey yanlış anlamış olurum. O zamanlar sorumu daha açık bir şekilde sormaya çalışırım. "Bir saniye, hem restore edilmiş hamam hem de yeni bina aynı yerde mı duracak?" diye sordum. Çünkü fotoğraflarda görebildiğiniz gibi, hamam dışında çok yer yok. "Bana gösterir misin nasıl olacağını?"
Adam ayakkabısını tekrar bağlayıp kalktıktan sonra benimle geldi. Güzel güzel konuştuk:
"İşte hamam," dedi.
"Evet, gördüm," dedim.
"Ve bizim binamız da burada olacak."
"Yer yok," dedim.
Adam içini çekti uzun uzun. "Bakın, hamam binanın içinde olacak."
"Efendim?"
"Binanın içinde olacak, hiç görünmeyecek, kimse onu göremeyecek."
"Önce restorasyon yapıyorsunuz ondan sonra saklıyorsunuz yeni yaptığınız şeyi."
"Evet," dedi.
"Sence komik değil mi?" diye sordum.
"Bence komik. Ama benim kararım değil. Öyle olacakmış."
Çok teşekkür ettim ve gittim (telefon numaramı vermeyeceğimi söyledikten sonra).
Sonucumuz nedir? Tarihe yeteri kadar önem vermek için, Amerikalı kadını susturmak için hamam yıkılmayacak. Ama aslında ne tarih ne de Cihangir'in başka bir yabancısı kapitalizmi durduracak kadar önemli. Ve bak, apartmanların manzarası ne kadar güzel olacak:

6 Ağustos 2009 Perşembe

Hallelujah!

Leonard Cohen, hayatım boyunca görmek istediğim şair/şarkıcı/romancı/seks sembolü, dün gece Türkiye'de ilk kez konser verdi. Bu akşam tekrar Harbiye'deki Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda, saat 9'da konser verecek (İstanbul'u seviyor demek - sadece iki şehirde arka arkaya iki konser veriyor). 15 seneden beri konser vermemiş Cohen (o zaman içinde kendisi inançlı bir Yahudi olmasına rağmen Budist rahip olmuş), şimdi dünya turnesi yapıyor. Yaşına göre (Eylül'de 79 yaşında olacak) bu muhtemelen son turnesi de olacak.
Adam da bunların son konserleri olduğunu farkında bence; sahneye çıkınca zıplıyor, konseri bitirdikten sonra yeniden cağırıldığı zaman tek bir şarkı değil, altı şarkı söylüyor. Hayranlarından gerçekten ayrılmak istemiyormuş gibi. Hayatımda hiçbir zaman bir şarkıcıdan bütün istediğim şarkıları duymamıştım bir konserde; dün Cohen hepsini çaldı (özellikle en sonda "Famous Blue Raincoat"ı çaldığı için ona teşekkür etmek isterim). Sanatçı aynı zamanda, sahnede o kadar ünlü bir insana göre inanılmaz mütevazı bir şekilde davranıyordu. Oradaki bütün müzisyenleri en az iki defa tanıştırdı seyircilerle ve onun üstüne de herkesin uzun solosu oldu. Gölgede saklanan Cohen şapkasını çıkarıp göğsüne bastırıyordu, son derece saygı gösteriyordu. Kendisi ışığa gelince ise çoğu zaman ayakta değil, dizlerinin üstünde duruyordu, sanki ya birisiyle nişanlanmaya ya da affımızı kazanmaya çalışıyordu. Gidip "istersen evlenirim, çoktan affettim!" diye sımsıkı sarılmak istedim adama.
O kadar etkili bulur musunuz bilmiyorum, ama İstanbul'da bulunuyorsanız bugün, planlarınızı iptal edip bu konsere gitmenizi öneriyorum.

26 Haziran 2009 Cuma

Kutsal Kitap, Kutsal Kurşun

Genelde bundan bahsetmek istemem, ama bugün herkese söylerim: Ben Teksas'ta doğdum, Teksaslı olarak sayılabilirim. Bu yüzden Amerika'nın güneyindeki "kültürü" iyi bildiğimi söyleyebilirim (maalesef). Silah taşımak, kiliseden sonra golf/spor/yat kulüplerine gitmek (herkes beyaz, garsonlar hariç), hafta sonunda eğlenmek için ava gitmek ve cow tipping (nasıl çevireyim hiç bilmiyorum) gibi şeylere alıştığımı da utanarak söyleyebilirim. Ama buna baktığım zaman ben bile şaşırdım. Haber şu: Kentucky'de bir papaz, cemaatinin 4 Temmuz'da silahlarını kiliseye getirmesini söylüyor. Silah taşıma hakkını kutlamak için yapılıyormuş bu. Güneydeki Cumhuriyetçiler, bir Demokrat başkan olduğu zaman ya da meclis Demokratlarla dolu olduğu zaman, hemen silahlar yasaklanacak veya onların alınması daha zor olacak diye korkuyorlar. Önceden bu silah taşıma hakkından hep kutsal bir şeymiş gibi bahsediliyor diye düşünmüştüm; şimdi gerçekten öyle olmuş. Papaz hiç çelişki görmediğini söylüyor ve "bütün Hıristiyanlar pasifist değildir" diye anlatıyor. Evet, tabii, Hıristiyanların pasifist olmaları lâzım değil. Sadece İsa öyleydi. Galiba iyi bir Hıristiyan olmak için artık onun gibi davranmak lâzım değilmiş (zaten Yahudi'ydi o, kim onun gibi davranır ki?). Ama kimse korkmasın. Olay güvenli olsun diye, görünen silahlar kontrol edilecekmiş, boş olmaları lazım olacakmış... Ancak gizli taşınan silahlar aranmayacakmış, çünkü - papazın dediğine göre - "gizli" o demektir. Harikaymış bu. Şimdi unutmayalım, bunun gibi insanlar aynı zamanda Müslümanlardan en çok korkanlar olurlar, İslam şiddete teşvik eden bir din diye. Hıristiyanlik gibi değil yani. Ayrıca bunun komik yanı da var.. Olay yüzünden kilisenin sigortası iptal edilecekmiş.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Kürt Hareketleri Üzerinde Düşünceler

(Not: Bu yazıyı Mert'in adına yazıyorum, onun düzeltme projesi uzun sürsün ve adam sıkılmasın diye.) Dün Boğaziçi'ndeki ikinci (ve son) sömestirim sona erdi. Bütün projelerimi, sınavlarımı, ve yazılarımı bitirdim. Ve bu sabah uyandığımda, takvimimin tamamen boş olduğunu görünce panik yaptım. Projesiz, amaçsız yaşayamam. Biraz hastayım öyle. Sonra burada hiçbir yazı yazmadığımı hatırladım ve işe başladım. Paylaşmak istediğim şey aslında derslerimle ilgili (hayatımda başka bir şey yok çünkü); bu sömestir Türk politikasıyla ilgili bir ders aldım. Profesörü pek sevmedim... “Bak bu cahil Anadolululara, kime oy verdiler şimdi” gibi “şakalar” sık sık yapıyordu adam, ve yine de (şişman ve yaşlı olmasına rağmen) sınıf ona aşık olan kızlarla doluydu, bütün söylediklerine gülüyorlardı, içlerini çekiyorlardı, falan.. Her neyse, önemli olan şey, bu ders için final olarak bir grup projesi vardı; 1940'tan sonra gelen bir on yıllık dönemi seçip, özel bir partinin ya da sosyal grubun bakışından o dönemdeki tarihi “yeniden anlatmamız” gerekiyordu. Grubumdakilerle, hep birlikte (6 kişiydik) doksanlardaki Kürt hareketleriyle ilgilenmeye karar verdik. İşte Halkın Emek Partisi'nin (HEP) kuruluşu ve Leyla Zana'nın mecliste Kürtçe konuşması ile başlayan ve Öcalan'ın yakalanmasıyla biten dönem. Projenin büyük bir kısmı o zamanki politikacılar ve önemli aktörlerle röportaj yapmaktı, toplam 6 tane bir saatlik röportaj oldu. Asıl makale tam istediğim gibi olmadı (profesörün istediği formata göre yazmak zorunda kaldığım için, bir de ders asistanları bunu kontrol edecek diye korkup büyük kelimeler kullanmamaya çalıştığım için - makale İngilizce yazıldı), ama yaptığımız röportajların bazı noktalarını ilginç buldum ve onları sizinle paylaşmak istiyorum. Sadece resmi makale için izin aldığımızdan dolayı, konuştuğumuz kişilerin adlarını vermek istemiyorum, ama yeteri kadar kontekst olsun diye biraz bilgi vereyim. Röportajlar, Demokratik Toplum Partisi'nde (DTP) çalışan bir adam, 90'larda Sosyaldemokrat Halk Partisi'nin (SHP) bir milletvekili, İstanbul Kürt Enstitüsü'nde (İKE) çalışan bir insan (bunu ben yaptım), Kürt bir tiyatro sanatçısı, İstanbul'da bulunan bir tarih profesörü ve son olarak Kürt bir gazeteci ile yapıldı. Sorduğumuz sorular çok geniş ve çeşitli olduğu için, ben burada sadece ilgimi çeken alıntılardan bazılarını vereceğim. Şimdi ben susayım, onlar konuşsun... (Zaten onların Türkçeleri daha güzel.) Kürt sorununu nasıl tanımlamalıyız? İKE'li: Yani, bence ortada bir Kürt sorunu yok, ortada bir Türk sorunu var ... Aslında bu benim lafım değil tabii, sanırım Murat Belge işte, bir konferansta demişti işte biz hangi soruna elimizi atıyorsak, neye elimizi atıyorsak sorunu geliyor. İşte biz, Kıbrıs Meselesi artık Kıbrıs sorunu çıktı. Ermeni sorunu çıktı, Kürt sorunu çıktı. O anlamda ortada bir Türk sorunu var aslında. HEP'in kuruluşu üzerine: DTP'li: HEP’in kurulması, Paris'te Kürt sorunu tartışılırken SHP’nin içindeki Kürt kökenli milletvekillerinin sorunla ilgilenmesi bir nevi CHP’nin az önce bahsettiğim Kürt sorunundaki manipülasyonunun sonucudur. Manipüle edemeyeceğini anladığında bu sorunla ilgilenen Kürt kökenli milletvekillerini kendi içinden tasfiye etme kararı almıştır. Tiyatro Sanatçısı: 91'de SHP listelerinden Kürt kimliğiyle meclise giren 18 milletvekili çok büyük reaksiyonlarla, tepkilerle karşılaştılar. Yani mesela Leyla Zana’nın Kürtçe yemin etmesi (ortada yemin falan da yoktu sadece “bu yemini Türkler ve Kürtler için ediyorum” demişti). Şimdi bugün de mecliste konuşma yapılıyor, demek ki o zaman da böyle kıyamet koparacak bir şey yokmuş. Kimileri bunu gereksiz bir eylem olarak gördü…. Kendini ifade etmesi açısından Kürtlerin ruhsal olarak yansıması olarak görüyorum. Sadece Leyla Zana’nın bireysel bir inisiyatifi olduğunu, bir çıkışı olduğunu düşünmüyorum çünkü o milyonlarca Kürt'ün yüreğine su serpti, milyonlarca Kürt'ün yapmasını istediği bir eylemdi, yapmasını istediği bir davranıştı. SHP'li: Şimdi şöyle, biliyorsunuz, 91 seçimlerine biz giderken, Kürt kesiminden arkadaşlarımız bizim listelerimizden girdiler parlamentoya. Sonra parlamentodan çıkarıldılar. Ama ben bir sosyal demokrat olarak isterdim ki, Kürt arkadaşlarımız, SHP içerisinde, parlamento içerisinde bu sorunun çözümü icin bizlere katkıda bulunsunlar ve daha güçlü olalım. Fakat çeşitli sebeplerden arkadaşlarımız ayrı bir yola gittiler ama gelinen noktada bağımsız olarak da parlamentoya girseler şimdi bir DTP grubu var. Tabii ki Kürt bölgesinden seçilmiş ve parlamentoda grup kurmuş arkadaşları, belediye başkanı olmuş veya belediye meclislerine girmiş arkadaşları dikkate almak gerekir çünkü onlar Kürt kesiminden çok önemli bir oy aldılar ve özellikle yerel meclisleri onlar oluşturuyorlar, halkın nabzını tutan insanlar. Onların bu konudaki talepleri, dikkate alınmalıdır. Onlarla konuşulmalı ve dışlanmamalıdırlar. Kişisel anılar: Gazeteci: Siz gazeteceliği bir iş olarak yapmamayı öğreniyorsunuz. Bir mücadele alanı olarak görmeye başlıyorsunuz. Kapatılmalar, baskı görmeler, hedef gösterilmeler bunu getiriyor. Biliyorsunuz bizim gazetemiz şimdiye kadar 30'un üzerinde gazete çıkardı ... ve bu gazetelerin neredeyse hepsinin birkaç istisna dışında devlet tarafından yayını duruludu, sürekli gazetecileri ölümle tehdit edildi hatta ölümü yaşadı. Tiyatro Sanatçısı: Mesela, çok somut bir şey, biz 96’da bir dergi çıkartıyorduk. Bir edebiyat dergisiydi, şiir yazıyordum. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı beni çağırdı ... dedi ki ... bu dergiye dava açmak lazım (Kürdistan sözcüğü geçiyor diye). Dedim dava açacaksanız açabilirsiniz (zaten Kürtçe dergi) ... Keza 97’de oyunlarımız yasaklandı, bir oyun sahnede basıldı. Oyunda şalvarlıydık rol gereği. Öyle gözaltına alındık. Bir sonraki gün, hâkim karşısına çıkıyoruz tabii şalvar bağlarını aldılar biz de şalvar düşmesin diye bir elimizle şalvarın önünü tutuyorduk. Tabii bunların çoğunda da; birinde ceza aldık bir yıl, paraya çevrildi, affa uğradık, bilmem ne oldu falan. İKE'li: Ben, yok, [hapishaneye] çok fazla girmedim. Ordu Konusunda: Profesör: Yani bugün Kürt sorunu bitse, biz biraz sorgulamaya başlarız, değil mi? Yani bir milyon kişilik orduya ihtiyacımız var mı diye sorgulamaya başlarız. Şimdi zorunlu askerlik kalksın demeye başlarız. Profesyonel askerliğe dönülsün demeye başlarız, değil mi? Bence yani bu şey diye söylememek lazım ... tabii ordu istiyor orda savaşın sürmesini, böyle söylemek istemem ama... İKE'li: Ordu işte Kürdistan'da özellikle işte gerillalara karşı bile bir savaşan bir yapılanma, orada özellikle kırsal kesimler olduğu için çatışmalar ordunun yürüttüğü bir şey. O anlamda ordunun aslında Kürt sorununda biraz daha tıkayıcı bir konumu var. Bir kendisinin tarafından görüyor ki zaten bu resmi ideolojinin, yani bu tekçi, tek devlet tek ulus yaratma mantığının merkezileştiği yer, billurlaştığı yer ordudur. Yani kadrolar da bu ideolojiye göre yetiştiriliyorlar. Onun için de tabii bu sorunda biraz kendisini sorumlu görüyordu, kendisini merkeze koyuyordu. O anlamıyla da kendi o geleneksel yapının statükonun değişmemesi için ne gerekiyorsa onu yapıyor. Bir de ... bu belli bir demokratikleşmenin olması ordunun konumu sorgulanması ve ordunun bugünkü şeylerinden çekinmesi anlamına gelir. Yani bügün ellindekileri kaybetmesi anlamına gelir. Onun için yani gerçek demokrasinin kurulmasını istemez. Bugünkü AKP'nin Kürtlere jestleri üzerine: SHP'li: Ben siyaseti şöyle görüyorum, eğer ülkenin belli başlı siyasi partileri bir sorunu çözmek istiyorlarsa, önce bu sorunu nasıl tanımladıklarını ve nasıl çözmek istediklerini parti görüşü olarak ve yazılı olarak ortaya koymaları gerekir. Bugün bakarsanız ne Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin programında, ne Tayyip Erdoğan’in AKP’sinin programında Kürt sorunuyla ilgili bir metin yoktur. Bir yorum yoktur, bir çözüm önerisi yoktur. Aynı şekilde kurultay kararları yoktur. Bunu çok iddiali bir şekilde söylüyorum, bunu sadece 2 parti yapmıştır, birincisi Kürt partiler az önce saydınız, bir diğeri ise SHP-CHP çizgisidir. DTP'li: AKP’nin diğer yapılardan en büyük özelliği çok büyük bir muhafazakâr sağcı Kürt oyu alması ve Kürt coğrafyasındaki işbirlikçi bütün kesimleri kendi içinde toplamış olması. Yani bir dönem DYP içinde, CHP içinde, RP içinde yer almıştı bu güçler ama bugün tamamı AKP içinde yer alıyor. Yani bütün cumhuriyet tarihinin vebalini taşıyan aileler, aşiretler, şeyhler, yasadışı güçlerin tamamı bugün AKP'nin içindedir ... Şimdi AKP sorunu çözme yönünde bir niyet geliştirirse çözecek kadar güçlüdür. Neden? Bölgenin tek aktörüdür, Kürt DTP'yi bir tarafa koyarsanız parlamentoda yer alan, hükûmet eden tek aktördür. Tiyatro Sanatçısı: Bir gelişme şüphesiz var fakat anlayış düzeyindeki gelişmenin samimi olabilmesi için bunların yasalarda yer etmesi gerekir. Yasal olarak anayasada, 1982 anayasasından farklı bir tek kelime bulamazsınız Kürtlerin lehine ... Bu kadar olumlu adımlar kör bir inatlaşmadan dolayı daha doğrusu diyalog kurma becerisi gösterememekten dolayı ölü adımlar olarak doğmaya mahkûm oluyor, TRT Şeş de bunlardan birisi. Daha doğru bir diyalog kurulsaydı Kürt aydınlarıyla, Kürt siyasetçileriyle şüphesiz Kürtlerin TRT Şeş’i kabulü de daha gerçekçi adımlar üzerine otururdu. Bu diyalog adımları oluşturulmadığı için biz TRT Şeş ve onun gibi adımlara şüpheyle bakmak zorundayız... Dolayısıyla anlayış olarak bir problem var hala, sen hala benim tebaamsın, kölemsin, vatandaş değilsin dersen vatandaş da sorar yani, seçimden seçime sorar, onun dışında sorar... ...Ben istediğim kadar sen Kürt olabilirsin, bir Kürt’ün kabul etmeyeceği tek şey budur.