2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
polis şiddeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
polis şiddeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Haziran 2013 Pazar

Gazi'den Gezi'ye değişmeyen söylem

Bir haftayı aşkın zamandır, şimdiye kadar ulusalcı komploları ile dalga geçmekte buluştuğumuz insanların -ki bunların kimisinin resmî sıfatı "âkıl"- nasıl her taşın altında komplo arar hale geldiğini görüp şaşırmakla meşgûlüm. Bunu birbirinden fena iki ihtimalle açıklamak mümkün: Ya bütün bu komplo arayışları, tıpkı eskiden olduğu gibi, insanları milliyetçilik ve paranoya etrafında toplamak için bilinçli yapılıyor -ki zaten malzeme gayet uygun-, ya da bu insanlar gerçekten aklı fikri kenara koyup bunlara inanmaya başladı. Amaç ne olursa olsun, sonuç olumlu olmayacak.

İlk ihtimalin geçerli olduğu varsayımı ile, geçmişte bu tür söylemlerin nasıl işletildiğini ve de gerçeğin hangi yönde çıktığını hatırlatma amacıyla Gazi olaylarını ve sonrasında devletin ve siyasilerin söylemlerini irdelemek istedim. Hem 20 yıl geçmesine karşın bazı reflekslerin hala ne kadar diri olduğunu görebilmenin iyi bir yolu olacak bu, hem de Gazi ve Gezi olaylarının gelişimi, polis şiddetinin rolü itibariyle benzerlikler göstermekte.

I: Gazi'de ne olmuştu?

90'ların en sembol isimlerinden Tansu Çiller başbakan, Hayri Kozakçıoğlu İstanbul valisi, Mehmet Ağar Emniyet Genel Müdürü iken, 12 Mart 1995 günü Gazi Mahallesi'nde üç kahvehane ve bir işyeri taranmış, bir kişi ölmüştü. Bu olayın Gazi gibi polis gözetimi altında olan bir yerde gerçekleşmesi, o dönemlerin sıradan pratiği "karakolda kaybolma" ile birleşince mahallede polise karşı bir tepki doğmuş, lakin karakola yürüyüşe geçen kitleye açılan ateş sonucu bir kişi daha hayatını kaybetmişti. Bu olay tepkiyi daha da arttırmış, bir sonraki gün binlerce kişi karakola doğru yürüyüşe geçmiş, kitlenin üstüne gene ateş açılması sonucu 15 kişi hayatını kaybetmişti. Olaylar Ankara Kızılay Meydanı ve Ümraniye'ye de sıçramış, 5 ölüm ve onlarca yaralı ile sonuçlanmıştı. İki günlük sıkıyönetimden sonra olaylar durulmuştu. 

II. Olay nasıl lanse edildi?

Tansu Çiller, olayların yayılmasından sonra yaptığı açıklamada aynen şu cümleleri sarf edecekti: "Çok yönlü ve dış mihraklı büyük bir tahrikle milletimiz karşı karşıyadır. bu aklımıza gelebilecek her türlü uç, radikal örgütlenmenin içerilmeye çalışıldığı, dıştan beslenen, aşırı sağdan aşırı sola her türlü örgütün içinde bulunduğu bir tahriktir. (...) Sakın ola ki, dış kaynaklı bu örgütlenmiş provokasyona ve tahriğe kapılmayın." 

Aşağıdaki videoda da görebileceğiniz üzere, Mehmet Ağar'ın olaya dair açıklamalarında iki refleks var: 1. olayların yaşandığı yerin geçmişini yok sayıp hemen polis karakoluna yürünmesinde çapanoğlu arama, 2. göstericilerin "yakıp yıktığından" dem vurma. O zaman hükümette dahi olmayan Ecevit ise olayları "Türkiye'de demokrasinin yeşermesini istemeyen, laikliği, ulusal birliği bozmak isteyen daha çok yurtdışı kaynaklı güçlere" bağlıyor. "Bütün bu olumsuzluklar karşısında, polisin halka saldırmasını olumlu karşılıyor musunuz?" sorusuna Yıldırım Aktuna'nın verdiği cevap "saldırı yok, bireysel yanlışlıklar her zaman olabilir" oluyor. (08:44) Gene Aktuna, havalanmak üzere olan bir uçağa benzettiği Türkiye'yi kaldırmamak için uğraşan güçlerden de bahsediyor. (18:00) Kendisi bu "hain oyuna" manşetten dikkat çeken Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerine de teşekkür etmeyi ihmal etmiyor. (38:00) Ekrandaki görüntüler şiddeti dayanılmaz şekilde gösterince "iyi polisler de var," ABD'de oldu böyle şeyler" bahaneleri de dizilmeye başlanıyor. Nahit Menteşe de mecliste yaptığı konuşmada olayın "provokasyon" ve "prova" niteliğine dikkat çekmekte. (32:50) Alparslan Türkeş, polisin tutumuna getirilen eleştirilere "Havaya ateş edilmiştir. Kalabalığın üstüne ateş edilse zayiat çok büyük olurdu" savunmasını getiriyor ve güvenlik güçlerine teşekkür edilmesi gerektiğini vurguluyor. (34:00)



Gene güvenlik güçlerine sahip çıkılması gerektiğini düşünen Çiller, polislerden hatalı olanlarla ilgili gerekli işlemleri de yapacağını belirtiyor Milliyet'in haberine göre.

III. Sonrasında neler oldu? Gerçek açığa çıktı mı?

Otopsi sonucunda ölen 17 kişinin 7'sinin polis mermisiyle öldüğü ortaya çıkınca, 20 polis hakkında müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek iddiasıyla dava açılıyor. 18 polis beraat ederken, ikisi toplam 11 yıl 5 ay hapis cezası alıyor. Kararın Yargıtayca bozulması ve tekrar yargılanma süreçleri sonunda, iki polisin cezası 6 yıl 8 aya iniyor.

2005 yılında AİHM başvurusu sonucunda Türkiye toplam 510 bin Euro tazminat ödemeye mahkûm ediliyor. Gazi olayları hakkında DTP'nin 2008 yılında verdiği araştırma önergesi ise reddediliyor.

Bugüne kadar olayların aydınlanmasına dair sadece çeşitli zamanlarda verilmiş tanıklıklar var. Eski Özel Harekât polisi Ayhan Çarkın'ın olaylara karışıp karışmadığı meçhul. Ergenekon iddianamesinde de olayların tertibinde Veli Küçük ve Osman Gürbüz'ün olduğu söyleniyor, fakat bunun davada bir dipnot olmaktan öte gitmeyeceği ihtimali kuvvetli.

IV. Sonuç

Özetle;

- Olaylar sonrasında siyasilerin ısrarla yaptığı vurgular, Gezi olaylarından sonra piyasaya sürülenlere oldukça benziyor: Dış mihraklar, yani Türkiye'nin kalkınmasını istemeyen güçler. Demokrasiye, laikliğe karşılar ve ülkeyi bölmek istiyorlar.
- Olaylar sonrasında polisin tutumuna yaklaşım da oldukça geleneksel: Bir takım münferit işler olmuş olabilir, ama güvenlik güçlerine sahip çıkılmalı, onlara teşekkür edilmeli. Haklarında işlem yapılacağı sözü verilen polislerin yargılaması ise bir katakulli deryasına dönüşüyor.
- Olaylardan sonra üç büyük gazetenin de aynı manşet ile çıkması, Aktuna'nın bu yüzden bu gazetelere teşekkür etmesi, Star program sunucusunun "biz de öyle verdik!" diye teşekkür beklercesine itiraz etmesi acı acı gülümsetiyor.

90'lar karanlık bir dönem ve de bugüne kıyasla çok daha felaket cinayetler, bilhassa içeride istihbarat savaşları, darbe gerilimi, 3 ayda bir değişen cepheler, kurulu ilginç bir ekonomik düzen vs. var. Bu gerçeklik yadsınamaz. Yani burada 90'lardaki koşullar ile günümüzdeki koşulları karşılaştırmıyorum, altını çizeyim.

Burada çok bariz ve bilhassa önemli başka bir gerçeklik de var: Devlet, işlediği cinayetin üstünü örterken ilk çare olarak "dış güçler" argümanına sarılıyor ve de ne olursa olsun güvenlik güçlerini yedirmiyor. Aradan 20 yıl, çok sayıda hükûmet, bir darbe ve birkaç darbe teşebbüsü geçse de, devletin ve aydınlarının refleksleri kitleselleşen olaylar hususunda hâlâ daha aynı yerde.

Bir ülkede kitlesel bir hareket olduğunda, değişik grupların çıkarlarını analiz etmesi ve ona göre tutum alması normaldir. Anormal olan, kitlesel hareketleri "üç beş kişinin ateşlemesi"ne bağlamak, o kitlelerin rahatsızlıklarını/nefretlerini/tepkilerini/hak arayışlarını önemsizleştirecek söylemlere sığınmaktır. Türkiye devletinin ve ona angaje aydın sınıfının yıllardır pratik ederek ustası haline geldiği de bu anormal taktiği kullanmaktır.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Polis şiddetinin farkına varan masum Kemalist


En başta bir sorum var; öncelikle TGB’nin neden 1. Meclis konusunda ısrarcı olduğunu merak ediyorum. Şimdi, Ankara’da toplantı-gösteri-yürüyüş-eylemler için mekânlar belli mi? Bildiğim kadarıyla belli. Nedir buralar, Sıhhiye Meydanı, Kolej, Sakarya Meydanı, Yüksel Caddesi, Tandoğan vs. Kızılay Meydanı bunların arasında değildir mesela. Şu anki meclisin önü için de bildiğim kadarıyla bir engel yok, zira orada da eylemler oldu. Peki neden daha önce hiç bu amaçla kullanılmamış olan 1. Meclis? “Hükûmet izin vermesin de, mağdur edebiyatı yapabilelim.” mi amacı? Gerçekten, bilmediğim için soruyorum, cehaletime verin. Buna “Demokratik hakkımız, bizim bayramımız, cumhur biziz, istediğimiz yerde kutlarız!” diyenlere soruyorum; yani çıkıp BDP “Biz Kızılay Meydanı’nda Newroz kutlayacağız.” dese, “Demokratik hakkınız, istediğiniz yerde kutlarsınız!” diyecek misiniz? Bana art niyetli geliyor bu yaklaşım, kutlamanın ötesinde provokasyon amaçlı –ve hedefine ulaşmış- gibi geliyor. Şimdi TGB mağdur, CHP mağdur, Kemalizm mağdur. Cumhuriyetçi bütün buluşmalar yasal çerçeveye sığarken bugün neden taşıyor? Cumhuriyet Bayramı kutlamasından öte bir “meydan okuma” değil mi bu? “Biz x’iz, siyasetle işimiz yok, bu siyaset değil, siyasi bir olay değil, cumhuriyeti kutlamaya gidiyoruz!” diyen lobotomi mağdurları (örneğin) da bir tekrar düşünsün bunu (mümkün olmasa bile çabaları yeter).
Çok olağandışı bir olay yaşandı bugün Ankara’da. 1 Mayıs barikatlarına direnenleri, Nevruz kutlayanları terörist/provokatör addeden, kendisine dokunmayan polis –daha geniş ölçekli konuşacak olursak “devlet”- şiddeti bin yaşasıncı, Roboski’yi (Uludere) şenliklerle kutlayan, devletin izin vermediği her şeyi gayrımeşru gören bir kitle, “diğerlerine” reva gördüğü muameleye maruz kaldı. Belki de ilk defa polis şiddetinin hedefi doğrudan safi Kemalist bir kitle oldu ve bugün mağdur olan pek çok kişi ilk defa polis şiddetinden şikayetçi olarak, aslında polisin hiçbir zaman haklı olmadığını, her zaman için iktidarın maşası olduğunu algılayacak. Evet, o maşa çoktur sizin elinizde olduğu için bugüne kadar fark etmemiştiniz belki.. Ama muktedir el değiştirince baskı da el değiştirmiş sayılır, öğrenmiş olduğunuz üzere, böyle bir şey polis şiddeti de. O da aynı şekilde el değiştirir. Bugün orada değilsem bunun için değildim; biz devlet şiddetini –belki bu kadar abartılı olmasa da- sizden de gördük ve sizin istediğiniz o şiddeti uygulama hakkını yeniden ele geçirmek. Özgürlük falan değil, başka türlü bir şey değil. Yetvart Danzikyan da tam bunu söylüyor.
“Oh olsun!” demedim, çok samimiyim bunda (diyen de var haliyle). Zira söz konusu şiddetle karşılaşmış olduğum için biliyorum; haklıyken, zaten gasp edilen bir hakkını ararken daha fazla haksızlıkla karşılık bulmak iğrenç bir şey. O gaz ve suya maruz kalan kitlede de ani bir aydınlanma ve empatik tepkime beklemiyorum, hayalperestlik olur. Ama yine de kafalarında bir yerde bir ampul yandıysa hani –ampul dedi, vurun!-, “Ha yallah, Nevruz’da ateşi söndürmek için sıkılmıyor muydu o su?” diye sorguladıysa birileri, ne âlâ.
Bu esnada, “izinsiz gösteri”lere bık bık eden aydın Türk kadınları, erkekleri ve niceleri; gördüğünüz üzere izinsiz şeyler de pek âlâ “masum” isteklerle olabiliyor. Trafikte bisiklete binmek için bile gerekmediği halde devletin iznini almak için yalvaranlar, bakın, başkalarının izinsiz yaptıkları illa çok rerörerö olmuyor.
Polisin bugüne kadar halkı koruduğunu ve fakat bugün b.k yediğini sananlar; aramıza hoş geldiniz. Polis o b.ku yıllar yıllardır yiyor! Evet, polisin halkı falan koruduğu yok, olmaz öyle şey. Polis sermayeyi korur, devletin baskısını kurar, devletin gayrımeşru eylemlerini korur-kollar. İktidar sizin elinizden gittiğinde de size “hani bana hani bana?” demek düşer. Boşuna demiyorlar, “bugün sana, yarın bana”.
Mesela Türkiye'de hak arama eylemlerinin hep aynı yöntemlerle bastırıldığını söyleyen Gürsel Tekin şöyle demiş: “Bundan sonra AKP'nin anlayacağı dilde konuşacağız.”. Bugüne kadar neredeydiniz? 4+4+4 eyleminde, Tekel direnişinde, dün Diyarbakır’da bir İl Genel Meclisi üyesi polis tarafından başından vurulduğunda neredeydiniz? Bıçak kemiğe dayandı he mi? Hadi canım, hadi…
“Elinde Türk Bayrağı olan kitleye tazyikli su ve biber gazı!1!!!1” diyen arkadaşlar, bayrak sizi faşizmden korumaz. Bayrağın faşizmden koruması zaten olsa olsa oksimoron olur. Vay efendim bilmem ne savaşında düşman süngüsüne Kuran sayfaları takıp Türk askerine saldırmış da asker onun için onlara saldıramamış. Bugün itibariyle gözlerinizle gördünüz; yalan o iş. Bayrağı asıp 6-7 Eylül’den muaf kalmayı başaranlar –azınlık da olsa- olmuştur; ama o çok başka ve acıklı bir hikaye. Bayrağın yol açtığı bir hikaye hem de. Ağır Roman’da değiliz, İstiklâl Marşı’yla dayak yemekten kurtulamazsınız.
Pazartesi 29 Ekim cumhuriyet bayramı unutmayın bu bayramı siyasete çekmeye çalışanlar olacaktır. Buna izin vermeyin. Bizler bisikletçiyiz siyasetle işimiz olmaz eğer farklı düşünen varsa lütfen grubu terk etsin. Ben grubumda bayramları siyasi olaylar olarak gören kişiler istemiyorum.” Diyenler de var bu dünyada. Grup hangi grup, kim kimi nereden kovuyor belli bile değil ama siyasetin adı geçince dahi insanlar yerinden sıçrıyor, korkuyor. Sonra da bizim işimiz değil. Be şaşkın, tam da senin işin aslında ama neyse ki olmadığını sanıyorsun, kendi adıma sevindim şu an.
Bir de bu esnada AKPci zevat; hani bayramları halka açıyordunuz, hipodromlardan kurtarıyordunuz? N’oldu da “Lütfen bayrama siyaset karıştırmayalım, kutlamalar yasal zeminde hipodromda yapılıyor, ona katılalım.” der oldunuz? Tamam, gençlere ve çocuklara işkence edilen faşist/militarist stadyum kutlamalarına karşıyım aynen sizin gibi, ama n’oldu bizim iş? Bir “Halk plajlara akın etti vatandaş denize giremiyor!” durumu mu? Halk sokağa döküldü vatandaş kutlama yapamıyor he mi? Basiretsizlik böyle bir şey, iki yüzlülükle pekişince de tadından yenmiyor gerçekten.
Kitlenin çok şeyini eleştirirken, direncini de tebrik etmek isterim, yiğidi öldürdüm hakkını yemeyeyim. Açıkçası daha zayıf, daha çıtkırıldım bir kalabalık bekliyordum ama bence gösterilen direnç, polise karşı mücadele ve hedefe (yani meclise) ulaşma açısından takdir etmek gerekir kalabalığı.
Son olarak da cumhuriyetin ne anlama geldiğini ve ille “cumhuriyet olsun çamurdan olsun” mu demek gerektiğini düşünün. Cumhuriyet insanın kendine yakışanı giymesi olsun, tamam. Ama adı cumhuriyet olan ülkeleri, bunların uygulamalarını ve kimi cumhuriyet olmayanlarınkini de bir düşünün, tartın. Yakkuli’nin twiti üstüne bunu da buraya not edelim dedim (Hatta düşünmenin yanında biraz da okumak isteyenler için kaynak verelim: http://www.bianet.org/bianet/siyaset/141710-cumhuriyet).
Siyasetten, gösteriden, gazdan bahsetmişken, kavramları sizin için yeniden tanımlayalım, hatırlatalım, dönüştürelim bu vesileyle:
İzinsiz gösteri: Kürtlerin, anarşistlerin, bölücülerin, tü kakaların yaptığı gösteri değil; “Devletin/hükûmetin canının istemediği ama bir kitle tarafından, kendince haklı nedenleri olan gösteri/kutlama/eylem/şenlik.”.
Biber gazı: Hak edene sıkılan değil; bilakis, hak arayana karşı kullanılan kimyasal silah. Organik miymiş siz söyleyin?
Polis ve barikatı: Belli bir bölgenin güvenliği için oluşturulan, provokatörlerin saldırdığı bariyer değil; “Muktedirin ‘benim topum’ diye sizi kovduğu bölgeye işeyen ve siz işaretli alanına yaklaşınca üzerinize panzerle işeyen kitle ve bölgesi.
Provokasyon: Molotof kokteyli atanların içinde bulunduğu gaflet ve dalalet değil; “polisin kitlelere saldırmak için kışkırtması”. Bunu şuradan da hatırlayabilirsiniz, hani darbe için, ordunun ortalığın canına okuması için gerekli şartlar oluşmuş ya hep vakti zamanında... Hah, işte o hesap. Şimdi anladığınızı tahmin ediyorum.
Bayrak sopası: Saldırı aracı değil; bilakis, “ortamdaki en etkili meşru müdafaa aracı”.

Şimdi olaysız dağılabilirsiniz.

10 Ocak 2010 Pazar

Polis şiddetin teminatıdır

6 Ocak'ta Ankara Yüksel Caddesi'nde "imâni retçi" Enver Aydemir'le dayanışma için eylem yapan bir grup, polisin saldırısına uğradı. 23 kişi gözaltına alınıp 22'si ertesi gün salıverildi, biri tutuklandı. "Olay çıktı ve polis müdahale etti" değil, "suç işlendi ve polis gerekeni yaptı" değil, gösteri yapan gruba polis gösteri esnasında ve sonrasında saldırdı. Olay budur. Kılıfları tabii ki her zaman hazır. "Kimlik göstermediler?", "yasa dışı eylem yaptılar!", "polise mukavemet!" ve tabii ki böyle bir eylemin olmazsa olmazı "halkı askerlikten soğutma!"! Başka yerlerde başka başka şekillerde duymuş/izlemiş olabilirsiniz haberlerde gazetelerde falan ama "içeriden", göz altına alınan arkadaşlardan birinden duyun istedim bir de.
Zaten durum fazlasıyla alengirli; Enver Aydemir'in gördüğü işkence var, "imani ret nedir, vicdani ret nedir? Biri diğerini kapsar mı?" tartışması var, halkı askerlikten soğutma saçmalığı var, polis var, PVSK var, keyfiyet var... İşin içinde çok fazla karmaşa var. Onların hiçbirini şimdilik tartışmıyorum (ki bir kısmını daha önceki yazılarda tartışmıştık yer yer). Bu yazıyı yazmamın ve aşağıdaki maili paylaşmamın amacı, polisin uyguladığı keyfi şiddete ve medyadaki çarpıtmaya ilk ağızdan bir tanıklık sunmak. Arıza çıkarmaya meyilli olanlar için; mailde anlatılanların doğruluğu hakkında hiç fikrim yok, doğruluğuna ilişkin elimde hiçbir kanıt yok, ama doğru olduğuna da inanıyorum. Ben de polis olsam ben de insan darp ederken kamera kaydı almazdım, kılıfı çok güzel uydururdum. Karakollarda sandalyeden düşmek suretiyle ölen insanların memleketindeyiz malum. Ki, mailde bahsedilenlerin en ufak bir parçası bile doğruysa, yapılan suçtur zaten, tamamının doğru olmasına hiç gerek yok.
Şimdi sözü Ankara'da gözaltına alınıp ertesi gün serbest bırakılan bir arkadaşa bırakıyorum.
Dipnot 1: Olaya ilişkin bir kısım şeyi buradan takip edebilirsiniz.
Dipnot 2: Yarın (salı) öğlen saat 14:00'da "Anti-Militarist Tutsaklara Özgürlük İnisiyatifi" Yüksel Caddesi'nde bir basın açıklaması yapacak. Enver Aydemir'le birlikte bu sefer Volkan Sevinç'e de destek olacak.
-----
"Merhaba Arkadaşlar,
Öncelikle desteğiniz için teşekkür ederim. Eve yeni geldim, haberlere baktım ve şu anda çok sinirliyim. Sizlerle yaşananları paylaşmak isterim.
Dün saat 12.30da bildiğiniz gibi Enver Aydemirle dayanışmak için bir basın açıklaması yapıyorduk. Basın açıklamamız henüz bitmemisti ki polisler bizi çembere aldılar ve bu sırada özellikle erkek arkadalarımıza hakaretler ettiler. Önde duran arkadaşlarımızdan kimlik göstermelerini istediler. Bizler yıllardır basın açıklamalarına ve eylemlere katılan kişiler olarak daha önce böyle bir durumla karşılaşmadığımızı ve bu uygulamayı kesinlikle kabul etmediğimizi söyledik. Bu arada bizlere hakaretlerini sürdüren polisler bir anda öndeki arkadaşlarımıza saldırdılar, yerlerde sürükleyip, tekmelediler. Bizler ise arkadaşlarımızı onların elinden kurtarmaya çalışırken bile onlara şiddet göstermemeye çalıştık. Hatta ben bir arkadaşımı polisin yumruklarından korumak için çekerken bile beni karşılık vermemem için diğer arkadaşlarım uyardılar. Sonuç olarak kesinlikle biz polislerle çatışmaya girmedik, onlar bizi ciddi şekilde darp ederken bile.
Daha sonra bizi emniyet müdürlüğüne götürdüler. Orada ayakkabı bağcıklarını çıkarmak istemeyen arkadaşlarımızı yere yatırıp hırpaladılar. Bir arkadaşımın burnundaki hızmayı çıkarmak için iki kadın polisin üstüne çıkıp göğsüne vurduklarına şahit oldum. Bu arada kamera kaydı almadılar tabii ki. Kapıda beklerken yanımdaki polis içerd dövülen arkadaşımı göstererek ayağımı denk almamı söyledi. üzerinde "..... suçun gözaltına alınan... şüpheli" şeklinde boş yerler bırakılan kağıtları imzalatmaya çalıştılar. İmtina etme hakkımız olduğu halde bu hakkımızı kullanmamıza karşı çıktılar. Emniyette ve adli tıpta geçen süre boyunca saçlarım kısa olduğu için cinsiyetimle ilgili bir çok hakarete maruz kaldım. Aynı şekilde uzun saçlı erkek arkadaşlarımıza da zaten "karı" gibi olduklarını askere gidemeyeceklerini söylediler. Avukatlarımıza dahi çeşitli hakaretler ettiler.
Emniyette susma hakkımızı kullanmak istediğimizde bizi cevap vermeye zorladılar. İfadelerin altına imza atma istemeyen bazı arkadaşlarımızı "seni kameraya alırız, hemen imza at" diye tehdit ettiler ve zorla imza attırdılar.
Tüm bu haksız uygulamalar ve polis şiddetine maruz kalmamıza rağmen bizleri medyada polise saldıran eylemciler olarak göstermişler. Şu anda kollarımda darp izleri bulunmakta. Polisler adli tıptan çıktıkta sonra darp ettiler. Bana hakaret eden ve kollarımda bu izler bırakan polisin kimliğini de ne yazık ki öğrenemedim. Diğer arkadaşlarım yaşananlara şahittir.
1 arkadaşımızın polise kesici aletle saldırdığını söylediler. Böyle bir şey olmamıştır çünkü polisler Volkanı yerlerde sürüklerken, tekmelerken ben yanındaydım ve kesinlikle böyle bir şey yaşanmadı. Ayrıca gözaltı arabasında kapı yanında oturduğumdan Volkan hakkında polislerin yaptıkları konuşmaları duydum. "Bu provakatöre gününü göstericem, tutuklatıcam. " gibi konuşmalar geçiyordu. Ve şu anda Volkan cezaevinde..."

21 Ağustos 2009 Cuma

Adalete(,) doğru bir adım daha

Memlekette yaşanan envai çeşit polis şiddetine sıklıkla yer veriyoruz. Daha öncekilere denk gelmemiş olanlar için şöyle ufak bir liste çıkarıverelim hemen:
Olur Böyle Vakalar, Türk Polisi Çöpe Atar - 17 Ağustos 2009 Sana Numara Verdiler mi? - 11 Temmuz 2009 Bir Macera Filmi - 19 Haziran 2009 PVSK Öldürür! - 20 Mayıs 2009
Şöyle bir kabaca baktığımızda, yaklaşık olarak ayda 1 sefer polis şiddeti konu oluyor Komünal İşkembe'de. Hatta daha sık oluyor da, polis şiddeti olarak etiketlenmesi unutulmuş kiminin. Yoksa 1 Mayıs var, Beşiktaş taraftarına yapılan var vs. Neyse, bunları Komünal İşkembe'nin geçen aylarında bulabilirsiniz.
Bu yazıların tümünde ortak bir nokta var; polisin üstüne vazife olmayan haltlar yapmasına, yaptıklarının da tamamıyla yanına kâr kalmasına dönük eleştiri. Polis, Türkiye'de alenen suç işliyor, işlediği suçu gözümüze sokuyor, akabinde almadığı ceza da bonus olarak giriyor gözümüze gözümüze. Tekrar tekrar aynı şeyleri söylemeye gerek yok, Uğur Kaymaz'ı öldürenler beraat etti, en çarpıcı örnek olarak bunu not düşelim sadece. Dur ihtarı özelindeki cinayetleri merak edenler de şuradan görebilir.
Adalet biraz daha yakın
Bugüne kadarki polis cinayetlerinin sonuçları oldukça benzer. Shelbyl'in yazdığı Uğur Kaymaz'la ilgili yazıda da, Bianet'te yer alan şu yazının son bölümünde de, karşılıksız kalan suçlara vurgu var. Farklı olaylar, aynı sonuç. Suç işleyen polis, ölen insanlar, beraat eden aynı polis! Çağdaş Gemik davasındaysa bu sefer sonuç biraz daha farklı. Önceki vakalarla benzer olarak yine bir dur ihtarı, yine bu ihtara uymayan bir insanın öldürülmesi var. Ancak bu sefer, sonuçlanan davada ödül değil, ceza alan bir polis mevcut. Yani nasıl bir cezanın (ceza verildiğini farz ediyoruz tabii bunu demek için) gerçekten "ceza", nasıl bir cezanın "ödül" görüleceği tabii ki kesin çizgilerle belli değil. Ancak bu tarz davalarda bugüne dek alınan en olumlu sonucun bu olduğunu ve 16 yılın, ortalama bir insan ömrünün yaklaşık çeyreği olduğunu düşünürsek, bence bu sefer biraz daha bir cezadan, bir caydırıcılıktan bahsediyoruzdur. Ha, bence yine bir insanın ömrüne karşılık kesinlikle değil, ama aza tamah etmeyen çoğunu bulamaz malûm (teorik olarak, öldürdüğü gencin yaşadığı ömürden -18 yıl- daha uzun bir ceza -20 yıl, ama iyi halden 16 yıl 8 ay- almıştır bu esnada. kesinlikle ölçünün bununla alakası yok, ama yine de dikkat çekici, önemli bir nokta bence. Bu yönde bir hastalıklı mantık çocuk öldürmeye götürür zira.)... Sonuçta bu karar (ki temyize açık bir karar, hala cezanın son hali olmayabilir), kafasına göre insanları iten, kakan, bayır aşağı yuvarlayan, ölümüne döven ve dahi öldüren polislerin kafasına kafasına dank etmiş midir? Bence hiç olmazsa bir ölçüde etmiştir.
İşin hukuki boyutu
Bu tamamen benim yorumum, ama cezanın, suçun "kasten insan öldürme" yerine "olası kasıtla insan öldürme" olduğu düşünülerek verilmesi bence makûl (ki, davanın savcısına göre kasten öldürme suçunun işlenmiş olması için yeterli gerekçe var, ama savunan tarafa göre de yok tabii). İlla "polise en en en ağır ceza verilsin! Oh canıma değsin!" diye bir derdim yok. Ha, işlenen suçun muhatabı ben olsam aynı şekilde düşünür müydüm, bilmiyorum. Ama şu an bu yaklaşım bana yeterince objektif geliyor. "Kasten insan öldürme"de doğrudan öldürme amacından bahsedilirken, "olası kasıtla insan öldürme"de "ölüm riskine rağmen mevcut riski dikkate almadan davranma" gibi bir durum olduğu varsayılıyor. Ama elbette yine yüce adaletin affına sığınarak, aslı 20 yıl olan bir cezanın, -iyi hâl dedikleri- süt dökmüş kedi tavrından 3 yıl 4 ay indirime gitmesini gerçekten anlayamadığımı belirtmek istiyorum. Bir şahsın bana yönelik işlediği suçun cezasının, benden, benim rızamdan bağımsız olarak azalmasını aklım almıyor.
Burada başlayan yol çözüme gider mi?
Bu olayın ve cezanın, bir başlangıç olarak görülmesi isabetli olabilir. Çağdaş Hukukçular Derneği, "hükûmetin derhal halktan kamuoyu önünde özür dilemesi ve başka cinayet işlememeleri için güvenlik güçlerini uyarması gerektiğini" söylemiş. Haklı ama sürreal bir istek olmuş. Polisin silah kullanma yetkilerinin o meşhur "makûl seviye"ye çekilmesi -yani keyfi cinayet/suç işleyip cezasız kalamayacak, hafif cezayla yırtamayacak kadar daraltılması-, hem suça meyilli olan, insan öldürmekte beis görmeyen polislerin kendilerine daha hakim olmalarını, kendilerini, sevenlerini ve başka insanları üzmemelerini, hem de insanların daha güvende olmalarını sağlayacaktır. Polisin silahına daha az davranması demek, dur ihtarına uymayan insanların kaçma olasılığının yükselmesi demek olabilir. Ee? Ayrıca bu tabii ki sırf polisin silah kullanımıyla ilgili bir mesele değil. Polisin genel olarak kendine, silahının yanında eline, diline, koluna, bacağına da hakim olması, üzerine vazife olmayan şeylere burnunu sokmaması gerekir. Bir kez daha söyleyelim, polisin hiçbir cezai yetkisi yoktur. Hatta kimi, cezai ehliyeti dahi yokmuş gibi davranıyor, orası ayrı. Polis insanları cezalandıramaz. Suç işleniyorsa uyarır, gözaltı gerekiyorsa gözaltına alır, gerekli yerlere gerekli bilgileri verir. Bu kadar. Kaçan insanı vurarak temelli durdurmak da polisin vazifesi değildir, parkta oturan insanı tekmeleyerek öldürmek de.
PVSK'nın daha insancıl koşullar için değiştirilmesi, İçişleri Bakanlığı'nın ve emniyet teşkilâtının gerekli -ve yeterli- uyarıyı yapması, eğitimi vermesi sorunun çözümü için mutlaka gereklidir. Yargının elinden gelen, testi kırıldıktan sonra bir şeyler yapmak olabilir ama testinin kırılmamasını sağlamak, yalnız polise değil, yetkisi iradesine fazla gelen her nevi güvenlik gücüne dönük yeterli önlemin alınmasıyla gerçekleşir ancak. ----- Çok uzattığımın farkındayım, aslında bitirmiştim yazıyı ama son olarak bir şey daha eklemeden geçemeyeceğim. Radikal'de yer alan haberin altındaki yorumlardan biri -noktasına virgülüne dokunmadan- şöyle: "Bu kararin adaletli olduguna inanmiyorum.Hakimin tarafli,ibretlik,göstermelik veya gözdagi verdigi kesin. Nihayet bir kazadir.Polis memuru o suçu islemeyebilirdi.Kendini kontrol edememis,suç islemis tamam. Ama bu kadar agir cezayi Fransada planli,kurgulu(meditation) cinayetlere veriliyor. Hakim bey O polisin yerinde olsa ne yapardi acaba ?."
Karar adaletli değil? Hakim taraflı? Gözdağı verdiğine ben de katılıyorum! Vermesin de polis, bir nüfus planlama sistemi olarak devam mı etsin katliama? Kendini kontrol edememiş ne demek? Eline o silahı vermeleri demek, kendini ortalama bir insandan daha iyi kontrol etmen gerekiyor demek. Hakim bey sağduyulu düşünüp, öncekilere göre fazlasıyla ağır ve görece yerinde bir ceza verdiğine göre, o polisin yerinde olsa belki de silahını hiç çekmezdi?

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Olur Böyle Vakalar, Türk Polisi Çöpe Atar

Yazıya başlamadan önce, 10 yıl önce bugün yaşanan felaketin yanında, 10 yıldır her gün türlü felaketlere de maruz kalan herkese sabır dilemek istiyorum. Şu an, tüm iyi niyetimle güzel şeyler dilemek isterken de fark ettim ki, devletin basiretsizliği nedeniyle hiçbir şey dileyemiyor insan. Yahu 10 yıl geçmiş, hala daha hiçbir şey yapılmadıysa, hatta üstüne utanmadan bir de yapılanlar bozuluyorsa ne dilenebilir ki? Bugün "geçmiş olsun" geçerli bir dilek değil, "en yakın zamanda yaraların sarılması" geçerli bir dilek değil... 10 yıl geçmiş zaten. Ben yine depremi yaşayan, ondan doğrudan ya da dolaylı zarar görenlerin şahsında, bütün Türkiye için basiretli bir devlet ve yalnızca gölge etmeyen bir hükûmet dileyeyim, başka ihsan istemez. İnsanlar hâlâ aç biilaç yaşarken Çırağan'da orucunuzu açacağınız hurmalar boğazınızda kalsın. Çaresizlik ancak bu kadar güzel öğretilir... -----------------------------
Medyada dün yer alan bir habere göre Kocaeli Valiliği, deprem sonrasında Saddam Hüseyin tarafından yapılan 10 milyon dolarlık bağışla inşa edilen Arızlı Irak Konutları'nda oturan depremzedelerin yerine bürokrat takımını yerleştirmekte imiş. Radikal'de yer alan haberde, Özel İdare Müdürlüğü'nün mülkiyet sahibi olduğu, orada oturan vatandaşların mülkiyeti almak için dava açtığı ancak kaybettiği iddiasından bahsedilirken, Sol.org'da yer alan haberdeyse "Valilik ve Özel İdare Müdürlüğü'nce hazırlanan protokolle konutlar, 2001 yılında 5 yıllık süreyle depremzedelerin yerleştirilmesi için tahsis edildi ve bu süre daha sonra 5 yıl daha uzatıldı." Yani eğer bu ikinci haber doğruysa, şu anki hükûmetin bayıla bayıla sayıkladığı 5+5 formülü burada teorik olarak uygulamaya konmuş, ama uygulamada aksi yönde hareket edilmekte. Bu esnada Radikal'in haberine göre bir önemli nokta da, "Kocaeli Valiliği'nin konu hakkında açıklama yapmama kararı almış" olması. İşte bu kadar kolay! Koskoca devlet seninle benimle uğraşmak zorunda mı kardeşim? Haşa! Devletin sağ yanağı polis dururken! Önce Polis Bu esnada, geçen hafta da konutlara Kocaeli Emniyet Müdürü Osman Çapalı taşınmış. Aynı kaynaktaki habere göre bir de "Arızlı Konutları" 'yalnızca depremzedelerin oturması' koşuluyla yapılmış. Ki, makûl olan da budur. Varını yoğunu kaybetmesinde, onda olmasa bile sonraki rehabilitasyon sürecindeki başarısızlıkta devletin ciddi payı olan insanlara birkaç yıl koklatılıp sonra devletin yanakları otursun diye kimsenin hibe yapacağını sanmıyorum şahsen. Ama ne yazık ki, "burası Türkiye". Gelelim Asıl Meseleye Üzgünüm, bu başlı başına önemli bir sorun olan "depremden bugüne olan biten" konusunun bir alt başlığı olan "depremzedelere verilen desteğin kesilmesi" meselesini dahi bir bırakmak zorunda kalmak istemezdim ama olayın içinde yine dikkatimizi artık daha az çekmeye başlayan çok tanıdık bir şey var. Polisin insanlara saldırması! Aynı olayın farklı kaynaklardaki fotoğraflarına ve Kanal D haberden alıntı videosuna bakalım. Sağ üst taraftaki ilk fotoğraf, Mynet Haber'den alıntı. Polis milli marşı tersten okutmaya çalışıyor gibi görünse de pek öyle değil. Hemen aşağıda Kanal D Haber'in videosuna bakın: İkinci fotoğrafımız, Radikal'in "Depremzede çöpe gitti!" başlıklı fotoğrafından: Bu iki fotoğrafta lütfen özellikle ilkinde saldırıya uğrayan şahsın aldığı pozisyona, onu alıp kenara atmaya çalışan iki polisten birinin hırsla adamı aşağı yuvarlama çabasına dikkat edin. Üçüncü fotoğrafa bakalım: Konudan biraz sapıyoruz ama bunu paylaşmazsam çatlardım. Bu fotoğraf da, Cihan Haber Ajansı'nın (CİHAN) ve Samanyolu Haber'in olaya nasıl yaklaştığını gösteriyor sanırım. Aynı haber, aynı olaylar ve arkadaşlarının yanında muhabbetten kalkmış elleri arkaya bağlamış yürüyen bir dayının fotoğrafı. Haber7'nin de aynı fotoğrafı kullanmış olması şaşırtıcı değil elbet. Son olarak da Hürriyet'in, habere ilişkin foto galerisinden bir fotoğraf: Videoyu izlediyseniz bu kareyi gördünüz zaten. Polis meğer adamı çöpe sığdıramayınca kenara atmaya karar vermiş! Ayrıca bu muamelede başı çeken, "şef garson" misali farklı kılıklı polise de dikkat etmeden geçmeyelim. Ama ne yazık ki kaskı yok ve kaskındaki numarayı göremiyoruz. Tüh! Hakkında hiçbir şey iddia edemeyeceğiz demek... Ama bizim IP'miz belli, yerimiz yurdumuz belli. Bir şey olursa polis bize bir cop kadar yakın! "15x İmdat! Polis!" hattı henüz uygulamaya geçmedi ne yazık ki memlekette. Bu İlk Değil Bu ilk değil derken, polis şiddetini kast etmiyoruz tabii ki. Yeni Şafak'ın bu sefer 2003 yılında Bingöl'deki depremde mağdur olanlara ilişkin haberine baktığımızda da çok benzer bir şey görüyoruz. Çadır alamadığı için valilik binasına yürüyen insanlar, üzerlerine minibüs süren ve -umuyorum havayadır- ateş açan polis. Tarih bu kadar da spesifik olarak tekerrür etmemeli yahu! Eğer ki "suçu ve suçluyu övmek" (TCK 215) diye bir ceza varsa, polis hakkında olumlu bir şey ifade edeni hemen içeri almak lazım. Polise karşı olan hislerimi daha fazla ifade etmemi yüce devlet "ifade özgürlüğünü engelleme özgürlüğü"nü kullanarak engellediğinden, sıradaki şarkı Özcan Deniz'den onlara gelsin! Lütfen yanlış anlaşılmasın, vatandaşın üzerine minibüs süren, haksız yere itip kakıp yerlerde sürükleyen, hastaneye biber gazı atan, keyfi olarak insan öldüren polise karşı çok olumlu hisler belirtmemin "suçu ve suçluyu övmek" (TCK 215) kapsamına girmesinden korktuğumdan böyle bir yola başvurmak durumunda kalıyorum; "Derin duygular besliyorum sana karşı, Sevgi değil içimdeki..."

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Sana Numara Verdiler mi?

1 Temmuz itibariyle İçişleri Bakanlığı yeni bir ödüllendirme sistemine geçti. Artık eylemlerde hangi polisin hangi noktaya hangi şiddetle vurduğu tespit edilebilecek ve böylece en çok puanı toplayan elemana her yıl 1 Mayıs ertesi, 3 Mayıs'ta "altın kabza", "altın beylik tabanca", "altın cop" gibi enfes ödüller verilebilecek, yaşasın! Bianet'te konuya ilişkin bir yazı var bugün ve ben de o yazıya bir ek yapmak istiyorum. Yazı şöyle; - Polise Numaralı Kask Çare Olur mu Sanıyorsunuz? Yazıda bir dizi sosyal psikoloji araştırması var, görüyor ve 1 artırıyorum. Şöyle ki; Mann, 1981 yılında yayınladığı araştırmasında, köprüden, binadan veya başka yüksek bir yerden atlama girişiminde bulunan insanlara verilen tepkileri inceliyor. Hani böyle aşağıda kalabalık birikir, birisi bakar "Aman allaam! Bu benim kızım/oğlum!" der, öteki "Atlasana laaan! Sıkıyo'sa atla!" diye bağırır, öteki gözlerini kapatır bakamaz, beriki çarpıntı yaşar, birden beyaz Renault 9 polis arabası gelir falan.. İşte bu girişimlerde aşağıdaki enteresan kalabalığı izleyen Mann, iki sonuca varmış. Birincisi, bu kalabalık büyüdükçe, "Atlasana laaaaaayn!" diye bağıran insanların sayısının arttığı. İkincisiyse, havanın kararmasının ardından gerçekleşen olaylarda da yine "Atlasana lan sıkıyo'sa!" şeklinde bağıran insanların sayısında, gündüz gerçekleşen olaylara göre bir artış görülmesi. Bu veri tek başına bir şey ifade etmeyebilir ama yukarıdaki yazıyı okuduysanız daha net olacaktır her şey. Özetle kalabalık ne kadar büyürse ve insanlar kalabalığın içinde tanınmaz hisseder ve karanlık nedeniyle de kendini ne kadar "gizli" hissederlerse, o ölçüde olumsuz davranışlar sergilemektedirler. Ancak tabii ki T.C. kimlik numaramızla akşam ne yediğimizi e-devlet sisteminden sorgulayabilen devlet, burada da işi kılıfına uydurabilecektir ve yukarıdaki bobiler.örg montesinden çok farklı bir şeyle karşılaşacağımızı sanmamaktayım şahsen.

19 Haziran 2009 Cuma

Bir Macera Filmi

Bu filmimizin baş kahramanı 12 yaşında bir çocuk. Kendisi yaşıtlarına göre çok zeki, hatta ne derler, askeri bir deha adeta. Küçücük yaşına bakmadan, kendi topraklarının kurtuluşu adına, bir örgüte katılıyor ve örgütün en iyi tetikçilerinden biri oluyor. Gel zaman git zaman bu çocuk hakkında bir istihbarat alınıyor, ve çocuk babasıyla birlikte baskına uğruyor. Kendisi, elinde Kalaşnikof ile bir yandan polisten kaçarken bir yanda da geri ateş ediyor polislere. Sırtına 9 kurşun girmesine karşın polise ateş etmeye devam ediyor. En sonunda da "Venseremos" diye haykırarak bir devrim şehidi oluyor. Tabutu sırtta taşınırken kamera zoom out yapıyor.
Bence Altın Ahududu Ödülleri'ne aday bir senaryo bu. Bu senaryo benim önüme geldiğinde elimin tersiyle ittim, ve de senariste "Bu taraklarda bezinin olmaması sinemamız adına hayırlıdır" dedim. Ama o dinlemedi sözümü, ve de aynı senaryoyu Yargıtay'a yolladı. Bu senaryonun gerçekçiliğine inanan Yargıtay da, zavallı Uğur Kaymaz'ı öldüren 4 polisi suçsuz buldu.
Beraat. Manisalı gençler? Beraat. Metin Göktepe? Beraat. Engin Çeber? Beraat.
Uğur? Beraat. Ama Adli Tıp raporları aksini diyor? Beraat. Yahu 12 yaşında bu çocuk? Beraat. Sırtından 9 kurşun yediyse nasıl çatışmış olabilir ki polisle? Beraat.
TDK yeniden tanımlasın bu sözcüğü. Desin ki tanımında; "Polislik mesleğinin adını lekelememek için devletin gösterdiği üstün çaba."
Bir gün herkes beraat edecek vicdanlarda. İşte o gün bu memleket çok kötü bir yer olacak.
Nur içinde yat çocuk. Senin için hala ağlayanlar var, merak etme.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

PVSK Öldürür!

2007'de bu zamanlar kavuştuğu yeni yüzü ve bu yeni yüzündeki acımasız ifadesiyle 2. yaşını doldurmak üzere olan PVSK (Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu) halktan alıp devlete vermeye devam ediyor.. Radikal'in haberine göre, Kasım 2007'de öldürülen Baran Tursun'un davasının sonucunda ölüme sebep olan polis 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırılırken, aynı dava kapsamında delilleri gizlemek ve evrakta sahtecilikten yargılanan 10 polis beraat etmiş. Halktan bir kişinin canını alıp, canı alana ödül vermiş. Harika! Ya ne olacaktı? Elbette polis her gün çatır çatır, keyfi olarak, farklı yöntemlerle (tekmeyle, ateş ederek, yumrukla, copla) birilerini dövecek, öldürecek ki biz güvende olalım.. Mazallah Baran Tursun kaçabilseydi, kim bilir kaç cana kıyacaktı.. Esmeray polisin aklına öyle estiği için her gün geçtiği ve fakat o gün geçişin yasak olduğu yerden evine geçmek için yürüyebilseydi o yoldan, kim bilir nice yiğitlerin cinsel kimliği şaşacaktı.. Veya Feyzullah Ete o kalbine yediği tekmeyle ölmese, kim bilir ne kadar genci alkole teşvik edecekti? Festus Okey de zenci ya, kesin uyuşturucu satıyor zaten.. Şu an halen yaşamakta olan uyuşturucu müptelası olmayan ve alkolden uzak durabilen bir heteroseksül isem (ki hamdolsun öyleyim!) bunu tamamen Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ve devletin polis teşkilatına borçluyum.. Bu esnada, devlet o kadar bütüncül bir koruma sağlıyor ki, o kadar olur! Ailenin bir ferdini öldürene, diğer fertlerin çekeceği çile bedava! 301 gibi harika bir madde var malum ve tiyatro sanatının gereği, bir sahnede bir madde görünüyorsa, o madde mutlaka kullanılır! Baba Mehmet Tursun'a "yargı görevi yapanı etkileme", "yargı organlarını ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama" ve üç emniyet görevlisine dönük "ölümle tehdit" suçlarına ilişkin dava açılması istenmişti. Aynı şekilde, Baran Tursun'un kız kardeşi Şelale ve annesi Berin Tursun için de bir polise yönelik "hakaret ve ölümle tehdit", "yargı organlarını ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama" ve "yargı görevi yapanı etkileme" suçundan cezalandırılmaları istenmişti Karşıyaka Cumhuriyet Başsavcılığı'nca. Saygılı olsun, efendi olsun lan onlar da! Ne öyle devletin polisinin davasına bakan devletin hakimine "Sen hakimsin polislerin çelişkili ifadelerini düzeltme. Böyle hakimlik mi olur? Katilin ifadesini unutmuşsunuz, siz ne biçim mahkemesiniz?" falan demek? Hukuk sistemimizin nefasetini gözler önüne koyan bir alıntı yapalım hemen Radikal'in haberinden; "Yargılama sonunda mahkeme heyeti, sanıklardan Oral Emre Atar’ın öldürme eylemini silah kullanmaya ilişkin kanun hükmünü yerine getirmede kasıt olmaksızın sınır aşarak işlediği kanaatine vardı. Sanığa TCK’nın 85/1 maddesi gereğince taksirin yoğunluğuna, kullandığı silahın tehlikeliliğine göre önce 3 yıl hapis ceza verildi. Sanığın eylemini kasıt olmaksızın, sınırı aşarak işlediğine karar veren mahkeme heyeti, bu cezada 1/6 oranında indirime gitti ve cezayı 2 yıl 6 aya indirdi. Heyet, sanığın duruşmalardaki saygılı davranışı nedeniyle bu cezada da indirim uyguladı ve sanığa 2 yıl 1 ay hapis cezası verdi. Delilleri gizledikleri iddiasıyla yargılanan polis memuru sanıklar Veysel Aydın, Salih Tokucu, Aytekin Altınışık, Tayfun Kazıcı, Bahadır Aksoy, Hasan Taşan, Murat Masat, Kenan Duman, Hacı İsa Onur ve Aycan Bastur beraat etti." Şimdi, bir tek sorum var (100 puan); Bir insanı, beylik tabancayla ateş etmek suretiyle öldüren bir polisin, mahkemede süt dökmüş kedi gibi durması, aldığı cezada takriben %15'lik bir indirim yapılması hak mıdır, hukuk mudur, adalet midir? Suça teşvik desem suç işlemiş olurum sanırsam? Onun için demiyorum.. Yeni PVSK sonrası kan davası sürmekte olan ailelerde/aşiretlerde/topluluklarda polisliği meslek edinmeye yönelik eğilimde bir değişiklik olup olmadığını inceleyen bir araştırma yoksa, hemen olsun! Daha açık ifade edip eşeklerin aklına karpuz kabuğu düşürmek istemiyorum şu an ama.. Konuya ilişkin birkaç link; http://www.barantursun.com/ - 25 Eylül 2007 - Polis Şiddeti Kamerada - 25 Aralık 2007 - PVSK Değişikliğinden Sonra Polis Şiddeti Bilançosu - 27 Kasım 2007 - Polisin 'Dur İhtarı' Bilançosu: İki Yılda Sekiz Ölüm, İkisi Çocuk - 27 Kasım 2007 - "Vazife ve Salahiyet"le Gelen Polis Şiddeti