2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Derin Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Derin Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ağustos 2013 Salı

Ergenekon kararları üzerine

Önsöz

Herhalde uzun zamandır yazmakta en çok zorlandığım yazı bu oldu. Ergenekon sürecinin 5 yıllık süre içinde kutuplaşma ile başlayıp daha çok kutuplaşma ile sonuçlanması, davanın kapsamı sebebiyle iki kutbun da tezini destekleyecek bulguların olması hakkâniyetli olmak isteyen biri için konuyu çetrefilli bir hâle getiriyor. Bunun yanısıra, bu husustaki bir yazının orijinal olma iddiası da zor zira o kadar çok şey söylendi ki, hatta denebilir ki orijinal bir yazı bu çok söylenenler arasından seçicilik ile mümkün mertebe minimal ama tutarlı bir tez anlatabilendir.

Kararlar açıklanınca şöyle bir analoji kullanmıştım: "Gökdelen yapma iddiasıyla işe başlandı ama ikinci katı inşa ederken o kadar çok balkon yapıldı ki 'tamam ya yeter oldu bu' sonucuna varıldı." Bu benzetmeyi kusursuzluğundan değil, benim davaya dair algıladığımı net anlatmasından ötürü tekrar ediyorum.

Bu yazıda, Ergenekon'dan yola  çıkarak "derin devlet" denen olgunun ne olduğuna ve nasıl işlediğine, dava süreci değerlendirirken yapılan anakronik hatalara, davadaki usulsüzlüklere ve de haklılıklara vs. değineceğim. Başta da dediğim gibi, yazının kapsamı -umarım ki- bir mantık örgüsü oturtup o örgü ile sürece başka renk bir ışık tutabilmesi ile teşkil olacak.

*     *     *
Tarihî bağlamı oturtmak

"Derin devlet" kavramıyla tanışma konusunda her neslin bir miladı var: Yeni nesil Ergenekon'u duydu, ondan öncekiler için Susurluk idi (ve öncesinde özellikle bugün yarısı hükümlü olan Aydınlık ekibinin yaptığı JİTEM haberleri), daha kıdemliler Ecevit'in kontrgerilla tabiri ile şaşırdı, daha öncesinde kurulmuş Özel Harp Dairesi (ÖHD) tanıştı, tabii hiçbiri yokken Teşkilat-ı Mahsûsa (TM) ve Karakol Cemiyeti vardı... Bunları saymamın iki sebebi var:

*Türkiye'de "derin devlet" denince akla gelen "devlete rağmen, devlete karşı kötü işler yapan birkaç çürük elma" intibasının eksikliğini vurgulamak.
*Türkiye'de daha devlet-i aliyye geleneği, "halk devlet için vardır ve devlet görevlilerinin birinci vazifesi devleti idame ettirmektir" zihniyeti ve bu doğrultuda işlenmiş geçmiş suçlar ile esaslı bir hesaplaşma yaşanmadığı için devlet pratiğinin önemli bir kısmının (gizli cemiyetler, vatandaşların fişlenmesi vs.) hafife alınıyor olunuşunu eleştirmek.

Daha geçenlerde, devletin neredeyse 100 yıldır tüm gayrimüslim vatandaşları kodladığı ortaya çıktı mesela. Bahsettiğimiz gelenek, böyle saman altından şelaleler akıtabilen bir gelenek. Örneğin TM'nin yapılanması hususunda gerek Meclis-i Mebusan'da yapılan tartışmalar, gerekse 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan Divan-ı Harb-i Örfî zabıtları gösteriyor ki Ermeni Kırımı esnasında iki farklı TM oluşturulmuş, emirler ekseriyetle şifahen verilmiş, Talat Paşa kendi evine de telgraf hattı çektirip aynı husus hakkında hem resmî, hem de gayrıresmî emirler vermiş...1 Örneğin Ecevit, ÖHD'nin varlığını örtülü ödenek adına neden yüklü bir miktar para istendiğini sorguladığında kazara öğrenmişti. Bunu kamuya açıkladıktan 3 yıl sonra kendisine yapılan suikast girişimi de, tıpkı Özal'ınki gibi aydınlatılamayacaktı. Örneğin Susurluk kazası olmasa, o zamana kadar alternatif kaynaklarda dile getirilen, yer yer çıtlatılan İçişleri-Emniyet-mafya-milletvekili-kumarhane-uyuşturucu-JİTEM vs. bağlantıları bu kadar açıklanamayacaktı ki zaten konu hakkında yazılan raporun bile belirli sayfaları kamuya açıklanmadı.

Son olarak, devlete dair bu yapılanmanın kapsamının abartılıp abartılmadığına dair bir izlenim oluşturması için, Ecevit'in ÖHD'nin sırrına erdiği sırada kurumun başında olan Kemal Yamak'ın şu sözlerini alıntılayayım:

"Sayın Ecevit’in inandırıcılığına dayanarak alevlenen ve Sayın Ecevit’in zaman zaman medyanın ilgisi için bizzat öne çıkarak söyledikleriyle devam eden bu iftira kampanyası sürdürülürken, bu teşkilatın içinde o zaman kendi partisinden ne kadar personelin, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde birbirini hiç tanımayan kaç milletvekilinin bulunduğunu ve bunun sadece kendi partisine ait bir durum olmadığını, birisi söyleyiverseydi ne olurdu? (...) Aslında onlar milletvekilliği dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için yapılacak mücadelede önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor muydu?"2

Bir sonraki kısma geçmeden şunun altını çizeyim: Burada tümevarım yapmaktan imtina ediyorum. Yani bu tür örgütlerin geçmişte kapsamlı bir şekilde var oldukları, bugün de var olmaları gerektiği anlamına gelmez. Fakat işaret ettiğim şey, Türkiye devletinin başlangıcından ve hatta öncesinden beri var olmuş, Ermeni Kırımı, başka gayrimüslim katliamları, 6-7 Eylül Olayları, 70'lerdeki politik cinayetler/katliamlar, suikast girişimleri, 90'lardaki özellikle Güneydoğu'daki operasyonlar vs. her şeyde parmağına bir şekilde rastlanmış bir devlet yapısı ile hiçbir şekilde hesaplaşılmadığı. Buradan "kim, neden, nasıl" sorularına kesin cevaplar olmaksızın bir takım mantıkî çıkarımlar yapmak güç değil. Bu yapılanmanın kendini belli ederek, her yere iz bırakarak çalışmadığı, organizasyonel yapısının gizlilik esasına dayalı olduğu da değerlendirmeler esnasında unutulmamalı.

Ergenekon davası başladığındaki ortam

Dava çok uzun sürdüğü için, alınan kararları güncele bakıp değerlendirmek ve 2007 yılındaki ortamı unutmak doğal bir refleks oluyor. O yıllarda rastladığımız ve fakat bugün olmayan bazı önemli gelişmeler vardı: Ergenekon davası kapsamında da değerlendirilen Danıştay baskını, Cumhuriyet gazetesine atılan bomba, Kuva-yı Milliye'nin yemin töreni, Şemdinli'de askerlerin kitapçıyı bombalaması, Zirve Yayınevi cinayeti... Bir türlü örgüt kapsamına giremeyen ve içinde polis muhbirlerinden jandarmaya, MİT'e elemanların bulunduğu Hrant Dink cinayetini de unutmamalı.

2007 yılındaki e-muhtıraya kadar gündeme darbe vuran bu ve benzeri olaylar (özellikle Hıristiyanlara yönelik saldırılar dikkat çekici) Ergenekon tutuklamaları başladıktan sonra kesildi. Bunun salt bir tesadüften ibaret olmadığı da dava sürecinde hazırlanan iddianameler ve sanık itiraflarına bakıldığında anlaşılabilir.

Bu fenomene dair farklı açıklamalar getirilebilir:

*Ergenekon tutuklamaları, bu olayları organize eden grubu hedef aldığı için durdurmada etkili oldu.
*Ergenekon süreci, her ne kadar bu olayla ilişkili insanları tutuklamasa da, organizatör kişilere bir mesaj verdiğinden durdurmada etkili oldu.
*Bu tür cinayetler Ergenekon tutuklamalarına ortam hazırlamak için yapılmış "sahte bayrak" operasyonları idi.

Sürece baktığımızda, makul cevabın birinci ile ikinci seçenek arasında bir yerde olduğunu görüyoruz. Danıştay saldırısı faili Alparslan Aslan'ın Veli Küçük ve Muzaffer Tekin gibi isimlerle bağlantısı net. Gayrimüslim cinayetlerine yönelik Ergenekon'la bağlantı kurmak da zor değil.

Buraya kadarı özetle, Ergenekon süreci, bir kısım insanın inanmak istediği gibi bir "oyun"dan ibaret değil, zira somut kazanımlar ve olgular var. Gene bu tür yapılanmalarda bağlantılar resmî formatta olmayacağı için, şüphelerden yola çıkılarak sonuçlara varılması, şifahî işleyiş göz önünde bulunarak özellikle ifadeler ile kanaate varılması da yadırganacak bir yöntem değil.

Fakat bütün bunlar, Ergenekon davasının çok temel iki sıkıntısını gözardı etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor.

"Derin devlet"le ne kadar hesaplaşıldı?

Davaya dair total bir inkâr içinde olmayan çoğunluğun rahatsızlığının başladığı yer burası, ve bu rahatsızlığın yadsınamayacak temelleri var. Bir önceki kısımda belirttiğim gibi, gayrımüslim cinayetleri konusunda polis ve Emniyet'in rolünün es geçilmesi bu sıkıntının bir yönü. Davanın "Fırat'ın doğusu"na geçmek için uzun süre beklemesi ve daha sonra da Cemal Temizöz ve Cizre davası, Musa Anter davası gibi butik davalar ile başlayıp büyük ölçekli ve kurumsal bir girişimde henüz bulunulmaması, üstüne üstlük Arif Doğan'ın evinden çıkan bir çuval belgenin açıklanmaması ve de Veli Küçük'ün delil klasörlerinde deşifre edilmeyen 19 adet ses kaydı gibi ayrıntılar3, beklenen hesaplaşmanın seçicilikle gerçekleştiğine dair şüpheler yaratıyor. Yıldıray Oğur'un, benim yapmaktan imtina ettiğimin aksine tümevarıma gittiği yazısının sonunda sorduğu soru da, bu açıdan manidar aslında:

"Ama esas eleştiriyi yüksek sesle henüz dillendirmedik. Bu davalar altı yılda karşımızdaki karanlığı ne kadar aydınlatabildi?

Devletin karanlık resmi tarihine giriş kitabı olan iddianameleri merak edip okumayanların, sadece iki yıl ceza alacak kadar bu işlere karışmış bir akapunkturcu doktorun hikayesinden ortalığa dökülen cerahate bakıp esas bu soru üzerinde düşünmesi gerekir. Hemen ardından gelecek soru da şu olmalı: Acaba karşımızdaki bu karanlık ağı aydınlatmak gerçekten mümkün müydü?" 

"Bu hesaplaşma niye gerçekleşmedi?" sorusuna komploist cevaplar vermek mümkün ve gani gani var zaten. Özne kimi zaman Ak Parti, kimi zaman cemaat, kimi zaman dış mihraklar oluyor bu cevaplarda. Fakat bu tür spekülatif yaklaşımlardan kaçınarak da bu soruya cevap vermek mümkün aslında.

Altyapısal yetersizlik ve davanın algoritması

Ergenekon davasının hukukî altyapı itibarıyla en temel sıkıntısı, bu yapılanmanın "terör örgütü" olarak yargılanması idi. Bu suçlama, Ergenekon örgütünü hem belli bir çerçeveye alıp dışsallaştırdığı, hem de hukukî olarak devletin karşısında konumladığı için, devlet mekanizmasının suçlarının yargılanması mümkün olamazdı bir yerde. En başta da değindiğim "derin devlet" intibasının eksikliği, Ergenekon davasını baştan engebeli bir araziye sürüyordu zaten.

Buna dair bir açık gösterge, Ergenekon örgütüne yönelik 1. iddianamedeki suçlamalardaki ifadeler olabilir: Ergenekon örgütünün faaliyetleri arasında "TSK içine sızarak örgütlenme" ve "devlet içine sızarak örgütlenme" yer almakta. Ergenekon'u bu şekilde tanımlarken, örneğin JİTEM'e dair bir yargılama yapmak da mümkün olamıyor doğal olarak.

Savcılar, önlerindeki yasaya bakarak yargılama yapmak zorunda oldukları için, davayı da belirli bir algoritmaya oturtmak zorundalardı. Mesela 1. iddianameye temel belgelerden birisi "Lobi" dokümanı, ve bu dokümana göre Ergenekon örgütü sivil toplum kuruluşlarının (STK) içine sızmaya çalışacak. Terörle Mücadele Kanunu'nun verdiği "gevşek ilişkilendirme" imkânından yararlanarak, herhangi bir Ergenekon zanlısı ile irtibat halinde bulunan bir şahıs, bir STK'ye, siyaset kurumuna vs. girmeye çalışırsa bu faaliyet "Ergenekon adına yapılmış" diye etiketlenebiliyor.4

Sadece Ergenekon değil, diğer davalarda da -Devrimci Karargâh, KCK gibi- kullanılan bu algoritma, davalara dair en büyük itiraz kalemlerinden birisini oluşturuyor. Eğer bir zanlı ile tanışıyorsanız, o zanlı ile iletişiminizden "terör örgütü adına talimat alma" çıkabiliyor. Özellikle 1. iddianameden sonra sıklıkla görülen bu durum -ki OdaTV iddianamesi ağırlıkla bu ithamlardan oluşuyor, siyasî amaçla dezenformasyon dahi örgüt suçu haline gelebiliyordu- davayı zayıflatan etkenlerden birisi.

Onbinlerce sayfanın, yüzlerce duruşmanın ayrıntılarına bu yazıda girmek zor, lâkin bu temel sıkıntının üstüne Özel Yetkili Mahkeme yargılaması prosedüründe görülen avukatların dosyalara erişiminin kısıtlanması, gizli tanık ifadelerinin şaibesi (ya da mesela dava sanıklarından Osman Yıldırım ve Ümit Sayın'ın daha sonra gizli tanık olduğunun ortaya çıkması), mahkemeye getirilen tanıkların dinlenmemesi gibi usûlen soru işareti yaratan durumlar da davaya dair diğer sıkıntıların ana kalemleri olarak sayılabilir.

İstihbarat savaşları ve tasfiye?

Bu bölüm, diğer kısımların aksine, Ergenekon iddianamesinin kurduğu türden ilişkilerin varlığına vurgu yapıp konunun spekülatif boyutunu gösterirken, bir yandan da bu iddiaların neden sonuçsuz kalacağını gösteren bir meta bölüm olacak.

Başlamadan önce, daha önce yazdığım bir yazıya link vermeliyim. Türkiye'de istihbarat kurumları arasındaki rekabetin bir dışavurumunun anahtarı o yazıda var, ve de içinde geçen isimlerin bugün Ergenekon tutuklamasında aldığı/almadığı roller de ziyadesiyle ilginç.

Türkiye'de istihbarat kurumları arasındaki rekabet yeni bir olgu değil, basında da karşımıza çıkmakta. Reyhanlı'dan sonra da Cüneyt Özdemir bu bağlamda bir yazı kaleme almıştı mesela. Ya da Haziran ayında, Taraf gazetesinde çıkan haberler üzerine yazılan şu haberde de ilginç anahtarlar var. Ya da şu tasfiye temalı habere de bakabilirsiniz eğer kafanızı daha da bulandırmak istiyorsanız.

Başka bir çağrışım oyunu oynayalım ve bu süreçte aldığı cezanın şaşırtıcılığı hakkında en çok konsensus olan isim Hanefi Avcı'ya bakalım: Kendisi Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede JİTEM'in varlığını kabul etmiş; Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Korkut Eken, Veli Küçük gibi isimleri suçlamıştı. Avcı, gene 28 Şubat sürecinde darbe çalışmaları yapan Batı Çalışma Grubu'nun belgelerini Emniyet İstihbarat'a sızdırdığı için kızağa çekilmiş, daha sonra da MİT aleyhine açıklamaları sebebiyle açığa alınmıştı ve yargılanmıştı. Avcı'yı tutuklama kararı veren Tanju Güvendiren5 de Ergenekon'dan yargılandı. Avcı ise daha sonra beraat etmiş ve hizmete geri dönmüştü ki son davada tekrar hapse mahkûm edildi.

Gene 90'lara geri dönersek, o yıllarda daha Susurluk skandalı patlak vermeden Perinçek ve Aydınlık ekibi sürekli Mehmet Ağar aleyhine yayınlar yapmakta, Öcalan ile arası bozulana kadar Güneydoğu'daki JİTEM cinayetlerini yazmakta, daha sonra gene Hizbullah cinayetlerine eğilmekte. Susurluk kazasından hemen sonra "Çiller-Ağar iddianamesi" başlıklı bir rapor hazırlayıp bu "derin devlet" örgütünü deşifre eden de gene Perinçek ve Aydınlık ekibi. Doğu Perinçek'in geçmişi hakkında şöyle bir özet de geçmek mümkündür ve bu doğrultuda onun da hikâyeyi eksik anlattığını söylemek fazla uçarı bir yargı değildir.

Son bir karaktere değinmek istiyorum şimdi de: Türk Solu dergisinin başyazarı, 1994 yılında daha 19 yaşındayken Perinçek'in İşçi Partisi'nin Merkez Komitesi'nde görev alabilen yetkinlikte bir isim. Şu anda Ulusal Parti'nin başkanı. Kendisinin yayın organında "Ordu Göreve" manşeti atılmış, "Biz Kaç Kişiyiz?" eylemlerinde aynı şekilde bir pankart açılmış, fakat Ergenekon iddianamesinde de yer alan bu duruma dair cezaî bir takibat yapılmamıştı.

Hasıl-ı kelam eyleyeyim: Ergenekon davasında yargılanan kimi isimlerin geçmiş suçları ve bağlantıları malûm olduğu kadar, yargılanmayan, tanık olarak dahi dinlenmeyen kimi isimlerin bağlantıları da ilgi çekici. Zaten davanın yetersizliğinin en büyük sebeplerinden birisi de bu: İstihbaratın bütün kalelerine girilmedi, ÖHD gibi yapılanmalar, ortaya çıkan belgeler tam olarak açıklanmadı, belli bir yerden sonra, o meşhur tabirle, "tuğla çekilemedi." Bu ağda devlete rağmen iş yapmaya çalışan bir klik tasfiye edildi, orası kesin, fakat yoğun şüpheler var ki onun yapılmasıyla kalındı.

Sonuç

Şurası net: Ergenekon sürecinin tamamen bir kurmaca olduğunu iddia etmek, ya da davanın ilk gününde ne deniyorsa karar gününde de aynısını söylemek (olumlu olumsuz fark etmez) geçersiz bir duruş.6 Dava sürecinde ortaya saçılan bilgiler az değil. Bu yüzden, bütün duruşma kayıtlarına da hakim olan kimse olmadığı için, davanın gerekçeli kararını görmeden böyle total nitelikli yargılarda bulunmak sağlıklı değil.

Gene de, şu hâlde dahi bilinen gerçekler var: Yargılama esnasında usulsüzlükler yapıldı, cezalarda adaletsizlikler var (özellikle de daha düşük cezalar alanlar ayrıntılı incelenmeli), altyapı yeterli olmadığı ve dava doğru formüle edilmediği için beklentiler karşılanamadı. Köklü bir devlet yapısıyla hesaplaşma, devletin orijinal günahlarına soğukkanlı ve cüretkâr bir şekilde bakmadan da gerçekleşmeyecek muhtemelen. Fakat davanın aldığı en son hâl uyarınca dahi darbeye kalkışmanın, bu yönde hazırlıklar yapmanın ne kadar ciddi bir suç olduğuna dair emsal bir dava var elimizde, ve Türkiye için ne kadar çarpık da olsa bu bir kazanım.

Bundan sonra yapılması gereken önce gerekçeli kararı beklemek, sonra da temyiz sürecine bakmak. Unutulmamalı ki, Tuncay Özkan'ın AİHM'ye yaptığı başvuru sonrası AİHM haklı olarak "adil yargılama ve deliller konusunda bir şey demek için henüz erken" demişti, zira suçlamalar ciddi idi. Bu esnada, bu davanın ne olursa olsun açtığı yola bakıp bir "başarmışlık" hissi yerine, daha çok hesaplaşma, daha çok gerçeklik talep etmek gerekiyor. Ona da Fırat'ın doğusuna güç bela geçebilmiş davalara destek olarak başlanabilir, hukukî altyapıdaki bariz sorunlarla ilgili düzenlemeler istenebilir, TMK gibi "doldur çuvala" algoritmasını teşvik eden mevzuata dair tepki gösterilebilir. Her davada olduğu gibi bu davanın da mağdurlarının sesini yükseltmek ve de bundan sonrası için, daha hesaplaşılmamış isimler için adil (her anlamda) bir yargılama istemek ile mesulüz.

-------------------------------------------------
1 Bu konuda Taner Akçam'ın Tehcir ve Taktil: Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları ve İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu kitaplarındaki belgelere başvurulabilir.
2 Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler kitabından.
3 Bu bilgiler Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu'nun Kontrgerilla ve Ergenekon'u Anlama Kılavuzu kitabının ilk cildinin 110-113. sayfalarında mevcuttur.
4 Bu durumdaki hükümlülerden birisi Utku Gümrükçü, iddianamede kendisine atfedilen suçun afakî niteliği şu linkin e maddesinden anlaşılabilir.
5Tanju Güvendiren'in Melih Gökçek ile yakın dost olması, firarî Turhan Çömez'in bilgisayarından Tayyip Erdoğan'ın önünün kesilmesi için Gökçek'in desteklenebileceğine dair notlar çıkması da iddianamenin ilginç kısımlarından.
6 Bu tanımlama Twitter'dan @hicisleri'ne ait.

16 Haziran 2013 Pazar

Gazi'den Gezi'ye değişmeyen söylem

Bir haftayı aşkın zamandır, şimdiye kadar ulusalcı komploları ile dalga geçmekte buluştuğumuz insanların -ki bunların kimisinin resmî sıfatı "âkıl"- nasıl her taşın altında komplo arar hale geldiğini görüp şaşırmakla meşgûlüm. Bunu birbirinden fena iki ihtimalle açıklamak mümkün: Ya bütün bu komplo arayışları, tıpkı eskiden olduğu gibi, insanları milliyetçilik ve paranoya etrafında toplamak için bilinçli yapılıyor -ki zaten malzeme gayet uygun-, ya da bu insanlar gerçekten aklı fikri kenara koyup bunlara inanmaya başladı. Amaç ne olursa olsun, sonuç olumlu olmayacak.

İlk ihtimalin geçerli olduğu varsayımı ile, geçmişte bu tür söylemlerin nasıl işletildiğini ve de gerçeğin hangi yönde çıktığını hatırlatma amacıyla Gazi olaylarını ve sonrasında devletin ve siyasilerin söylemlerini irdelemek istedim. Hem 20 yıl geçmesine karşın bazı reflekslerin hala ne kadar diri olduğunu görebilmenin iyi bir yolu olacak bu, hem de Gazi ve Gezi olaylarının gelişimi, polis şiddetinin rolü itibariyle benzerlikler göstermekte.

I: Gazi'de ne olmuştu?

90'ların en sembol isimlerinden Tansu Çiller başbakan, Hayri Kozakçıoğlu İstanbul valisi, Mehmet Ağar Emniyet Genel Müdürü iken, 12 Mart 1995 günü Gazi Mahallesi'nde üç kahvehane ve bir işyeri taranmış, bir kişi ölmüştü. Bu olayın Gazi gibi polis gözetimi altında olan bir yerde gerçekleşmesi, o dönemlerin sıradan pratiği "karakolda kaybolma" ile birleşince mahallede polise karşı bir tepki doğmuş, lakin karakola yürüyüşe geçen kitleye açılan ateş sonucu bir kişi daha hayatını kaybetmişti. Bu olay tepkiyi daha da arttırmış, bir sonraki gün binlerce kişi karakola doğru yürüyüşe geçmiş, kitlenin üstüne gene ateş açılması sonucu 15 kişi hayatını kaybetmişti. Olaylar Ankara Kızılay Meydanı ve Ümraniye'ye de sıçramış, 5 ölüm ve onlarca yaralı ile sonuçlanmıştı. İki günlük sıkıyönetimden sonra olaylar durulmuştu. 

II. Olay nasıl lanse edildi?

Tansu Çiller, olayların yayılmasından sonra yaptığı açıklamada aynen şu cümleleri sarf edecekti: "Çok yönlü ve dış mihraklı büyük bir tahrikle milletimiz karşı karşıyadır. bu aklımıza gelebilecek her türlü uç, radikal örgütlenmenin içerilmeye çalışıldığı, dıştan beslenen, aşırı sağdan aşırı sola her türlü örgütün içinde bulunduğu bir tahriktir. (...) Sakın ola ki, dış kaynaklı bu örgütlenmiş provokasyona ve tahriğe kapılmayın." 

Aşağıdaki videoda da görebileceğiniz üzere, Mehmet Ağar'ın olaya dair açıklamalarında iki refleks var: 1. olayların yaşandığı yerin geçmişini yok sayıp hemen polis karakoluna yürünmesinde çapanoğlu arama, 2. göstericilerin "yakıp yıktığından" dem vurma. O zaman hükümette dahi olmayan Ecevit ise olayları "Türkiye'de demokrasinin yeşermesini istemeyen, laikliği, ulusal birliği bozmak isteyen daha çok yurtdışı kaynaklı güçlere" bağlıyor. "Bütün bu olumsuzluklar karşısında, polisin halka saldırmasını olumlu karşılıyor musunuz?" sorusuna Yıldırım Aktuna'nın verdiği cevap "saldırı yok, bireysel yanlışlıklar her zaman olabilir" oluyor. (08:44) Gene Aktuna, havalanmak üzere olan bir uçağa benzettiği Türkiye'yi kaldırmamak için uğraşan güçlerden de bahsediyor. (18:00) Kendisi bu "hain oyuna" manşetten dikkat çeken Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerine de teşekkür etmeyi ihmal etmiyor. (38:00) Ekrandaki görüntüler şiddeti dayanılmaz şekilde gösterince "iyi polisler de var," ABD'de oldu böyle şeyler" bahaneleri de dizilmeye başlanıyor. Nahit Menteşe de mecliste yaptığı konuşmada olayın "provokasyon" ve "prova" niteliğine dikkat çekmekte. (32:50) Alparslan Türkeş, polisin tutumuna getirilen eleştirilere "Havaya ateş edilmiştir. Kalabalığın üstüne ateş edilse zayiat çok büyük olurdu" savunmasını getiriyor ve güvenlik güçlerine teşekkür edilmesi gerektiğini vurguluyor. (34:00)



Gene güvenlik güçlerine sahip çıkılması gerektiğini düşünen Çiller, polislerden hatalı olanlarla ilgili gerekli işlemleri de yapacağını belirtiyor Milliyet'in haberine göre.

III. Sonrasında neler oldu? Gerçek açığa çıktı mı?

Otopsi sonucunda ölen 17 kişinin 7'sinin polis mermisiyle öldüğü ortaya çıkınca, 20 polis hakkında müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek iddiasıyla dava açılıyor. 18 polis beraat ederken, ikisi toplam 11 yıl 5 ay hapis cezası alıyor. Kararın Yargıtayca bozulması ve tekrar yargılanma süreçleri sonunda, iki polisin cezası 6 yıl 8 aya iniyor.

2005 yılında AİHM başvurusu sonucunda Türkiye toplam 510 bin Euro tazminat ödemeye mahkûm ediliyor. Gazi olayları hakkında DTP'nin 2008 yılında verdiği araştırma önergesi ise reddediliyor.

Bugüne kadar olayların aydınlanmasına dair sadece çeşitli zamanlarda verilmiş tanıklıklar var. Eski Özel Harekât polisi Ayhan Çarkın'ın olaylara karışıp karışmadığı meçhul. Ergenekon iddianamesinde de olayların tertibinde Veli Küçük ve Osman Gürbüz'ün olduğu söyleniyor, fakat bunun davada bir dipnot olmaktan öte gitmeyeceği ihtimali kuvvetli.

IV. Sonuç

Özetle;

- Olaylar sonrasında siyasilerin ısrarla yaptığı vurgular, Gezi olaylarından sonra piyasaya sürülenlere oldukça benziyor: Dış mihraklar, yani Türkiye'nin kalkınmasını istemeyen güçler. Demokrasiye, laikliğe karşılar ve ülkeyi bölmek istiyorlar.
- Olaylar sonrasında polisin tutumuna yaklaşım da oldukça geleneksel: Bir takım münferit işler olmuş olabilir, ama güvenlik güçlerine sahip çıkılmalı, onlara teşekkür edilmeli. Haklarında işlem yapılacağı sözü verilen polislerin yargılaması ise bir katakulli deryasına dönüşüyor.
- Olaylardan sonra üç büyük gazetenin de aynı manşet ile çıkması, Aktuna'nın bu yüzden bu gazetelere teşekkür etmesi, Star program sunucusunun "biz de öyle verdik!" diye teşekkür beklercesine itiraz etmesi acı acı gülümsetiyor.

90'lar karanlık bir dönem ve de bugüne kıyasla çok daha felaket cinayetler, bilhassa içeride istihbarat savaşları, darbe gerilimi, 3 ayda bir değişen cepheler, kurulu ilginç bir ekonomik düzen vs. var. Bu gerçeklik yadsınamaz. Yani burada 90'lardaki koşullar ile günümüzdeki koşulları karşılaştırmıyorum, altını çizeyim.

Burada çok bariz ve bilhassa önemli başka bir gerçeklik de var: Devlet, işlediği cinayetin üstünü örterken ilk çare olarak "dış güçler" argümanına sarılıyor ve de ne olursa olsun güvenlik güçlerini yedirmiyor. Aradan 20 yıl, çok sayıda hükûmet, bir darbe ve birkaç darbe teşebbüsü geçse de, devletin ve aydınlarının refleksleri kitleselleşen olaylar hususunda hâlâ daha aynı yerde.

Bir ülkede kitlesel bir hareket olduğunda, değişik grupların çıkarlarını analiz etmesi ve ona göre tutum alması normaldir. Anormal olan, kitlesel hareketleri "üç beş kişinin ateşlemesi"ne bağlamak, o kitlelerin rahatsızlıklarını/nefretlerini/tepkilerini/hak arayışlarını önemsizleştirecek söylemlere sığınmaktır. Türkiye devletinin ve ona angaje aydın sınıfının yıllardır pratik ederek ustası haline geldiği de bu anormal taktiği kullanmaktır.

24 Ocak 2010 Pazar

Tarihte Bugün, Ömürde Bir Yıl

Bugün Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı araştırmacı gazetecisi Uğur Mumcu'nun ölümünün 17. yılı. Tabii ki Mumcu cinayeti hala faili meçhul, hala daha o kan kimin elinde bilmiyoruz. O yüzden elimizden gelenin en iyisini yapıp hafıza tazeleyelim biz de:
Tarihte Bir Yıl - 1993
(kronolojik toparlama için sözlük yazarı dopermen'e teşekkür ederim.)
24 Ocak 1993: Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu arabasına konan bomba sonucu öldürüldü. Uğur Mumcu öldürülmeden önce kaleme aldığı 7 Ocak 1993 tarihli yazısında MOSSAD - Barzani ilişkisinden bahsetmiş, 8 Ocak 1993 tarihli "Ültimatom" başlıklı köşe yazısında "Yakında yayımlanacak bir kitabımda, Kürt milliyetçileri ile istihbarat örgütleri arasındaki ilişkilere ışık tutacak çok ilginç belgeler açıklayacağım” demişti. Emekli Orgeneral Baki Tuğ, 26 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi'ne verdiği demeçte Mumcu'nun kendisiyle Öcalan ile MİT arasındaki ilişkiyi konuşmak için randevulaşmış olduğundan bahsetti.
Saldırıyı "İslami Hareket Örgütü" üstlendi, fakat bu örgütün daha sonra adı sanı duyulmadı. Sesi duyulan ise, "Türkiye Laiktir Laik Kalacak" sloganı ile sokağa dökülen halktı.
5 Şubat 1993: ANAP milletvekili ve eski Maliye ve Devlet Bakanı Adnan Kahveci, geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Trafik kazası Kahveci'nin otoyolda ters yöne girmesi sonucu gerçekleşti. Kahveci'nin arabadan sağ çıkan oğlu Cihan, babasının çantasının trafik kazasından sonra kaybolduğunu söyledi.
Adnan Kahveci, Haziran 1992 tarihinde Turgut Özal'ın isteği üzerine "Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez" isimli bir rapor sunmuş, bu raporda Kürt sorununun çözümü için demokratik hakların önemini belirtmişti. Rapordaki en can alıcı cümlelerden birisi şudur:
"Askeri çözümle hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur siyasal adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtler’in siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp, PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır."
17 Şubat 1993: Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, helikopterinin düşmesi sonucu hayatını kaybetti. Orgeneral Doğan Güreş'in "helikopterin buzlanma sonucu düştüğü" açıklamasına karşın, İTÜ'nün hazırladığı bilirkişi raporunda bunun aksi savunulmuş, motorda deformasyon olmadığı söylenmiştir.
Eşref Bitlis, Çekiç Güç'ün varlığını ciddi şekilde eleştirmiş, PKK sorununun çözümünün komşu ülkelerle ilişkileri güçlendirmek ve de PKK'nın lojistik desteğini ana hedef yapmak olduğunu dile getirmişti. Bitlis'in Doğan Güreş ile de ihtilafı olduğu bilinmekteydi. Eşref Bitlis'in helikopteri, 17 Aralık 1992 Kuzey Irak üzerinde bir yanlış anlama sonucu Amerikan uçaklarınca taciz edilmiş ve inişe zorlanmıştı.
17 Nisan 1993: 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Özal'ın ölüm sebebinin kesinleşmesi için yapılması gereken otopsi yapılmadı; bu konuda ailesinin ısrarcı olduğu fakat otopsinin yapılmadığı ve tam aksine, otopsinin ailesinin isteği üzerine yapılmadığı söylentileri dolaştı durdu, kesinliğe kavuşmuş bir bilgi yok. Turgut Özal'a 18 Haziran 1988'de bir suikast girişiminde daha bulunulmuş, Özal bu olayın soruşturması ile ilgili belli bir noktadan sonraya git(e)mediğini dile getirmişti.
Turgut Özal, Adnan Kahveci ve başka isimlerin de hazırladıkları Kürt raporlarından sonra, danışmanı Cengiz Çandar aracılığıyla Abdullah Öcalan ile görüşmeleri başlatmış, Öcalan 20 Mart 1993'te ateşkes ilan etmiş, bu ateşkesin kalıcı yapılması için DEP milletvekillerini görüşmeye yollamış ve Öcalan'dan kalıcı ateşkes açıklaması gelmişti. Özal'ın, meclisin tepkisine karşı başka bir planı da bir kararname ile genel af çıkarmak ve dağdaki teröristin teslim olmasını sağlamaktı, fakat bu planı gerçekleşemeden vefat etti. Genel af 25 Mayıs 1993'te toplanacak Bakanlar Kurulu'nun gündemindeydi, fakat Öcalan'ın hakkında "Emrini merkezden vermedik" dediği 24 Mayıs 1993 tarihli Bingöl katliamı ile ateşkes bitti, af konusu da rafa kalkmış oldu. Orgeneral Necati Özgen'e göre o gün şehit edilen 33 silahsız erin katliamından alay komutanları ve jandarma komutanları sorumlu tutuldu, mahkemeye verildiler, fakat kendisi cezalarını bilmemekte/söylememekte.
Temmuz'un ilk haftası: Önce 2 Temmuz'da Sivas'ta Madımak oteli ateşe verildi, sonra 5 Temmuz'da Başbağlar'da meydana toplanan köy halkı kurşuna dizildi ve köy ateşe verildi. Sivas'ta 37 kişi, Başbağlar'da 33 kişi hayatını kaybetti. Madımak katliamının faili aşırıdinciler iken, Başbağlar'da fail PKK idi. Bu olay sol kesimin 6 ay içinde İslamcılar'dan aldığı ikinci darbe olurken, dindar kesim Başbağlar'ı hep "solcuların intikamı" olarak gördü, Madımak ne zaman gündeme gelse bu argümanı öne sürdü. Aleviler ile Sünniler arasında bir hesaplaşma olarak irdelendi bu iki olay.
Madımak'ta binlerce kişinin katıldığı görüntülerle tespit olan eylemden 124 sanık tutuklandı ve idam (müebbet hapis) istemiyle yargılandılar; 13 yıl sonra hala cezaevinde olan sanık sayısı 33 idi. Başbağlar katliamının tutuklanan 20 sanığından 18'i beraat etti, bir daha da dava açılmadı.
22 Ekim 1993: Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Jandarma Bölge Komutanlığı'na saldırı düzenlendiği haberi üzerine helikopterle gittiği Lice'de karakol kapısında iken keskin nişancı tüfeğiyle (Kanas suikast silahi) vurularak öldürüldü. Olay "Teröristlerle girdiği çatışmada şehit oldu" diye medyaya yansıdı, bir PKK itirafçısı olayın JİTEM tarafından yapıldığını iddia etti. Bu cinayeti PKK üstlenmezken, Türkiye bahsi geçen Lice saldırılarıyla ilgili "köy yakmak" suçundan AİHM tarafından 225 bin Euro tazminata mahkum edildi.
Bu cinayetten 12 gün önce, Başbakan Tansu Çiller Viyana'da AB toplantısında "Bask modelini uygulamayı düşündüğünü" söylemiş, gelen tepkiler üzerine geri adım atmıştı.
4 Kasım 1993: Eski JİTEM Başkanı Binbaşı Cem Ersever kafasına ateş edilerek öldürülmüş halde Elmadağ'da bulundu. Ersever, devletin terörle mücadele stratejisini beğenmediği için 22 Mart tarihinde istifa etmiş, bu tarihten sonra çeşitli eleştirilerde bulunmuş, Soner Yalçın ile JİTEM konusunda röportaj yapmaya başlamış, fakat röportaj tamamlanmadan hayatını kaybetmiştir. Ersever'in nüfus cüzdanı suikastten sonra Soner Yalçın'ın evine postalanmış, o da bu cüzdanı kitabın kapağında kullanmıştır.
Ersever'in itirafları arasında Yeşil'in kimliği ve HEP kurucusu Musa Anter'in cinayeti bağlantısı, PKK itirafçıları, PKK ile işbirliği yapan devlet görevlileri, faili meçhul cinayetler gibi konular bulunmaktadır. Ersever'in düzenlediği operasyonlar arasında iddialara göre 1991 yılında HEP Başkanı Vedat Aydın evinden alınıp 2 gün işkence gördükten sonra öldürülmesi de vardır.
***********************************************************************************
Bu olayların üzerinden 16-17 yıl geçti. Bakalım:
Adnan Kahveci'nin raporunda söylediklerine benzer bir açılım yapılmaya çalışıldı, Reşadiye baskını gerçekleşti. DTP kapatıldı. Genel af olmasa da, 34 teröristin affedilmesi yeterince infial havası yarattı, halk birbirine girdi. Tarlabaşı'nda protesto gösterisinde silah sıkanlar serbest bırakıldı, ifadelerinde "Para verdiler kurşun at dediler attım" dediler. Belediye başkanları apar topar tutuklandı. Şeriat hala daha geliyor, şeriatçı partinin oyu onca önleme(!) karşın 1991'deki %16'dan %47'ye çıktı. Ordu arada göreve davet ediliyor, bu zaman zarfında iki adet muhtıra verildi.
Arada neler mi oldu? 12 Ağustos 1995'te JİTEM ile PKK bağını araştıran Albay Rıdvan Özden girdiği çatışmada hayatını kaybetti. Rapor gözünün üzerindeki kurşun izinden bahsederken, eşi "Yüzünde yara yoktu" dedi. 1995 yılında TÜSİAD siyasal özgürlükler konulu raporlar hazırlamaya başladı (Demokrasi Raporu ve Dizi Raporu), Sakıp Sabancı "Bask modeli" dedi, 9 Ocak 1996'da Özdemir Sabancı öldürüldü. 24 Ocak 2001'de, yani 9 yıl önce bugün, Diyarbakır halkı tarafından çok sevilen, döneminde faili meçhul cinayet sayısı azalan "barışçı" Emniyet Müdürü Gaffar Okkan pusuya düşürüldü. Ölümünden sonra Kuvayı Milliye tarafından "HADEP işbirlikçisi ve vatan haini" olmakla itham edildi.
Sevinelim bence, çok istikrarlı bir ülkede yaşıyoruz. Aynı senaryo aynen oynanmaya devam ediyor, biz de izliyoruz.
Öncelikle Mumcu ve Okkan; sonra bu yolda şüpheli şekilde hayatını kaybetmiş herkes: Nur içinde yatın.