2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Ocak 2013 Salı

Sedat Laçiner'in gözünden bambaşka bir Mali

Türkiye medyası, liberaller, muhafazakarlar, solcular vs. Mali'de çetin bir sınava tabi tutuldular gene. Zira Mali'de bir diktatörlük var, bağımsızlık mücadelesi veren Tuaregler var, radikal İslamcılar var, El Kaide var, "emperyalist" müdahale var, var oğlu var ve bunlar alışılagelmedik ittifaklar içindeler. Hal böyle olunca, aidiyetlerini prensipler değil de zümreler belirleyen ideolojiler, sakala mı bıyığa mı tüküreceğini bilemeyip gerçeği eğip bükmeye başlıyorlar. Bunun en nadide örneği ise 657'ye tabi köşeci Sedat Laçiner'den geldi. Kendisi Mali'yi öyle bir anlatmış ki, yıllar öncesinde Barış Manço'dan dinlediklerinize sadık kalsanız konuyu daha iyi anlarsınız. Bakalım:

"Suriye’de iki yıldır kan gövdeyi götürüyor olmasına rağmen Batı kaçak güreşmeye devam ediyor. Adeta iki tarafın da birbirini katletmesi için ortam hazırlanıyor."

Laçiner daha ilk cümleden yazısındaki komplocu tonu koyduruvermiş. Tabii uluslararası müdahalenin, hele ki bütün tarafların desteği alınmadan girişildiğinde nasıl fiyaskoyla sonuçlanabileceğini daha önce hiç görmediğimiz için (mesela Irak, Sudan, Afganistan falan cennet cennet) Batı'nın isteksizliği sadece ve sadece "iki tarafın birbirini katletmesi için ortam hazırlıyor" olması ile açıklanabilir.

"Diğer taraftan Fransa eski sömürgelerinden ve Batı Afrika ülkesi Mali’ye oldukça riskli ve pahalı bir operasyona girişti."

Her operasyon risklidir ve pahalıdır, fakat bu operasyona Fransa haldır huldur girmedi. Laçiner'in, yazının devamında da görmeyeceği gibi bir çok ülkeden ve uluslararası kurumdan destek alıyor. Bunun yanısıra, Fransa Afganistan'dan çekilerek yaratacağı fonları Mali'ye aktarmayı planlıyor.

"(...)Mali’ye yakından bakacak olursak bu ülkedeki çatışma görüntüde bir din çatışması değil. Ülke nüfusunun % 90’ı Müslüman. Hıristiyanların oranı ise sadece % 5."

Laçiner çok haklı, çünkü dünya üzerinde Müslümanlar hiç birbiriyle savaşmaz. Mezhep diye bir şey yoktur mesela. O yüzden Mali'de farklı İslami grupların olması da önemsiz. Bütün bu İslamî grupların Vahhabi olup, Mali'deki Müslümanların çoğunun Sufi olması, İslami grupların farklı bir İslamî devlet tahayyül etmesi de meselenin dinle alakasını göstermez.

"Çatışma daha çok kuzeyde yerleşik olan Tuaregler’in ve müttefik kabilelerin bağımsızlık mücadelesi gibi cereyan ediyor."

Meseleye yakında bakınca biraz fazla özet geçmiş Laçiner. Tuaregler'ın bağımsızlık mücadelesi on yıllardır var olan bir süreç, fakat Tuaregler radikal İslamcı hareketin silah gücüyle başa çıkamayacağını anlayınca piyasayı onlara devrediyor. Yani oradaki işbirliğine "ittifak" deyip geçmek, bu dinamikleri fazlaca basitleştirmek demek. İttifakın üyesi grupların, diğer gruplarla çatışması, onlar için ölüm listesi hazırlaması da enteresan cidden. Konunun çözülmesi için Mali hükümetine Tuareglerle ittifaka gitmesinin dahi önerilmesi de Batı'nın Laçiner'in vizyonuna sahip olamamasından ileri gelse gerek.

"Fransa ve Batı’nın iddiası ise savaşın El Kaide ve diğer İslamcılar ile ılımlı/laik Müslümanlar arasında olduğu yönünde. İşin içine ‘radikal İslamcılar’ ifadesi girince akan sular duruyor ve her türlü müdahale meşru hale geliyor. Hatta ortada dinci, İslamcı vs. yoksa bunlar da birileri tarafından üretilebiliyor."

Laçiner'in en başarılı gerçek bükümü burada. "Batı'nın iddiası böyle, ama gerçekte böyle değil çünkü ben diyorum, ekstra bilgi de vermeyeceğim. Yerseniz." Ayakta alkışlıyorum.

"Üstelik İslam dünyasında iktidarlarını devam ettirebilmek için bu üretim işini Batılı istihbarat birimlerine bırakmayacak kadar ‘düşünceli’ yönetimler de var. Bakınız Mali’nin bazı komşuları."

Halbuki bu komşular oradaki İslamcı grupların ve hatta Türkiye'nin çıkarlarını düşünmeliydi kendi çıkarları yerine. Ayıp ettiler.

"Suya düşen yılana sarılır misali, Mali’de çatışmalar hızla yayılınca Mali halkı da Hükümeti de Fransa’nın askeri müdahalesini tek çıkış yolu olarak gördü. Tüm Batı dünyası Fransa’nın arkasında."

Birincisi, hocam o suya değil, denize düşen olacak ama neyse, konumuz bu değil. Burada da Laçiner, yazının başından beri imal ettiği "bu hep Batı'nın oyunu" masalına devam ediyor da, mesela Afrika Birliği'nin "Mali'ye müdahalede geç kaldık" deyip Fransa'ya teşekkür etmesi, operasyon için 50 milyon dolar ayırması falan önemsiz ayrıntılar. Ama zaten Afrika Birliği ne ki, alt tarafı Fas hariç bütün Afrika ülkelerinin üyesi olduğu bir organizasyon.

"Şüphe yok ki Mali halkının huzuru ve mutluluğu Fransa’nın ve Batı’nın ilk önceliği değil. Geçmişte Afrika’ya kan kusturmuş bu ülkeler için 2 büyük tehlike var: 1) Çin, 2) Kıtada hızla yayılan İslam."

Evet hocam, şüphe yok ki bütün Afrika ülkeleri de müdahaleyi bu yüzden destekliyorlar.

"Çin, son 10 yılda tüm kıtayı ticaret ve mali yardımlarla adeta işgal ediyor. Çin, Batı’dan farklı olarak bölge yönetimlerine müdahale etmiyor, askeri darbeler düzenlemiyor, Afrikalıları küçük görmüyor vs. (...)"

Kadir kıymet bilmeyen Afrikalılar da Çinlilerden aldıkları parayı operasyon yapsınlar diye Fransa'ya veriyorlar!1!

"İkinci büyük tehlike ise Afrika’nın en hızlı yayılan dini olan İslam’ı sınırlandırabilmek, kontrol altına alabilmek. Kimi uzmanlara göre El Kaide benzeri yapılar Batı’nın bu tür bölgelere müdahale gerekçesi olarak önce hazırlanıyor, sonra kullanılıyor."

E hocam hani orada bağımsızlık mücadelesi veren masum köylüler vardı, El Kaide nereden çıktı şimdi? Bir de kim bu uzmanlar? Bizim bir uzman hekim Mustafa amca vardı, onun teorilerine benziyor ama bilemedim.

"Özellikle Çinli uzmanlar burada hedefin aslında İslamcılar değil, Çin olduğunu ifade ediyorlar."

Aynı Çinli uzmanlar Japonya'yla savaşı körüklüyorlar bugünlerde. Oldukça muteber insanlar.

"Başka bir deyişle Mali bahane, küresel paylaşım savaşları şahane."

Hocam en baştan şunu diyeydin, "biz de cihanşümul Türkiye için dezenformasyon yapıyoruz" diye not düşeydin de beni uğraştırmayaydın, olmaz mıydı?

Sevgiler, saygılar.

22 Ocak 2013 Salı

Fransız polisi Ömer Güney için ne dedi?

Fransa'da işlenen suikastlerden sonra her siyaset kurumu olayı kendince yorumladı. Hadi o eşyanın tabiatından olsun, Türk basını bir sınavdan daha kaldı. Eğer Fransız polisi her Türk gazetesini bilhassa arayıp farklı farklı açıklamalar yapmadıysa, konuya ilişkin ciddi bir saptırma söz konusu. DNS ayarlarınızı yapmadan giremeyeceğiniz Kürt medyasında ise olay bambaşka şekilde anlatılmakta zaten.

Bu yüzden, Le Monde'da dünkü açıklamalar üzerine yapılan haberin önemli noktalarını tercüme edip merak edene birinci elden bir kaynak sağlamak istedim. İnanmak istediğine inanacaklara zaten bir şey anlatmak namümkün, maksat bilgi kirliliğini temizleyelim.

- "Ömer Güney (30), 96 saat gözaltında tutulduktan sonra dün resmen cinayet ile suçlandı. Fakat soruşturma sonuçlanma noktasından çok uzakta."
- "Güney suçlamaları kabul etmedi, fakat kendisinin cinayet işlendiği sularda bölgede ve binada olduğu kesin." 
- [Saatlerle ilgili açıklamalar] Güney 12.11 ve 12.56 arasında apartmanda imiş. Polisler cinayetlerin 12.50'de işlendiğinden eminler. 12.45'te maktüllerden biri Bilgi İşlem Merkezi'ne bir şey sormuş. 13.21'de maktüllerden birisinin laptopu aranmış ve cevap verilmemiş.
- "Bu zamansal bağdan başka ciddi bulgular da var. Zanlının çantasında barut izi bulunmuş. Güney, o gün giydiği parkayı cinayetlerden kısa süre sonra yıkamış. Fakat bir sokette bulunan parmak izi çok kısmî olduğu için soruşturmada kullanılamıyor."
- [Burası medyada özellikle kafa karıştırıyor] "Türk zanlı 2 yıldır PKK üyesi olduğunu söylüyor. Garges-lès-Gonesse kültürel merkezinde çalışıyor ve bir arkadaşının evinde yaşıyor. Doğum yeri Şarkışla, Kürt değil. Paris'te zaman zaman PKK adına şoförlük yapıyor. Cinayetten önceki birkaç gün de Sakine Cansız'a şoförlük yapmış."
- "Güney, Fransa'ya gelmeden önce Almanya'da kalmış."
- [En önemli yer belki de burası]"Cinayetin sebebi PKK iç hesaplaşması mı? Kişisel anlaşmazlık mı? Kürt direniş hareketi içine sızmış aşırı Türk milliyetçileri mi? Soruşturmaya yakın bir kaynak "hiçbiri ihtimal dışı değil" dedi."

Yani bizim medya Güney'in kim olduğuna, geçmişine, geleceğine ve cinayet motivasyonuna çoktan karar vermiş olsa da, Fransız polisi Güney'i ciddi bir şüpheli olarak görüyor, fakat ne kesin bir delil var, ne bir itiraf. Hepsini geçtim, daha Güney'in PKK'lılık/Türk milliyetçiliği ekseninde nereye düştüğü belli değil.   

O yüzden bu konuda hemen "hani X'ti, Y'di?" diye atlamayın. Daha bu pilav su kaldıracak. 

2 Ocak 2013 Çarşamba

2012'nin Eski Sesleri

Geriye bakıp da postlar ve neolar ile teorize ettiğimiz tarihin nasıl yol aldığı uzun uzun tartışılası bir konu. Ama öyle gözüküyor ki, bazı zamanlar pratiklerin geçmişten nasıl kırıldığı değil de, geçmişi nasıl revize ettiği ile biliniyor.

2012 yılı indie müzik ortamı için kırılmacılıktan daha çok geriye bakıcı bır yıl oldu. En çok ses getiren müzisyenler arasında Lana Del Rey, Ariel Pink, ve Tame Impala gibi aslında bildiğimiz, alışık olduğumuz müzikleri yeni bir bağlamda bize sunanlar yer aldı.


Türkiye’de de geçmişe yeltenen benzer bir akım geçtiğimiz sene yayınlanan ve çok ilgi toplayan bazı müziklerde kendini gösteriyor. Aşağıdaki listede 2012 yılı içinde örnek teşkil eden bazı albüm ve sanatçılar kısaca inceliyorum. Bu geçtiğimiz yılın en iyi albümü ya da en iyi çıkış yapan grubu gibi bir listeden ziyade benim için eskiye rağbeti simgeleyen müziklerin kişisel ve bilimselliğe çok da yakın olmayan listesidir.






PORTECHO - MOTHERBOY
Türkiye’nin New York Times tasdikli elektronik müzik ikilisi Portecho, yeni albümü Motherboy ile büyük övgüler aldı. Bol bol analog synthesizerların, ikonik reverb ve delaylerin kullanıldığı albümde, Portecho’nun alışılagelmiş endüstriyel sound’u, belirgin bir şekilde New Order vari synth pop tarzına dönüşmüş. Büyük bir heves ile beklediğim bu albüm, doğrusu benim için bir hayal kırıklığı oldu ama seven de çok sevmiş.





REPLİKAS - BİZ BURADA YOK İKEN
Replikas, 4 yıl sonra tamamen 70’ler ve sonrası Anadolu rock cover’larıdan oluşan Biz Burada Yok İken albümünü yayınladı. Artık Türkiye’deki rock müziğin ağır abileri kıvamına gelen grupdan ustalara saygı, gençlere tarih dersi niteliğinde bir çalışma olmuş. Albüm lansman konseri için İngiltere’den Matthew Collin geldi, ve Wire dergisinde tam sayfa Replikas profili yayınladı. Ayrıca: Wire geçtiğimiz sene Türkiye’deki anadolu rock müziğinin tarihi hakkında bir yazı yayınlamıştı.






HAYKO CEPKİN - AŞKIN IZDIRABINI
Bu yıl Hayko Cepkin de Aşkın Izdırabını adlı bir albüm çıkarttı. Cayır cayır distortion gitarları ve piyano arpejleri arasından nağmelerle dolu vokalleri bir kilometre öteden duyan sağır sultan bile Hayko Cepkin’in stilini fark eder. Dinlemekten pek hoşlanmasam da bu kadar kişisel bir tarzın varlığı içimi ısıtmıyor değil. Nilüfer’in eski şarkılarının rock aranjmanlarından oluşan 2011 yılı albümünde Hayko Cepkin ile söylediği Aşk Kitabını parçasını, bu albümde Hayko Cepkin tek başına söylüyor.





MOR VE ÖTESİ - GÜNEŞİ BEKLERKEN
Arka arkaya albümü ertelemeleri nedeniyle Mor Ve Ötesi’nin Güneş’i Beklerken albümü yılın en çok beklenen albümü oldu. (uff...) Her dinleyenin çok beğendiği, hatta Masumiyetin Ziyan Olmaz’dan daha iyi olduğunu savunduğu bu albümde, Mor Ve Ötesi’nden daha önce duymadığımız "Eski Şarkısı" gibi 90’ların rock esintileri taşıyan parçalar yer alıyor. Albümde prodüktör olarak görev yapan eskinin duygusal gitar parçaları ustası Serdar Ateşer’in etkisi büyük olmalı. "Don’t Fear The Reaper" esintili gitar arpejlerinin, sentetik davul ve padlerin kullanıldığı parçalar Mor ve Ötesi’nden olmasa da gayet tanıdık geliyor.





GENÇ OSMAN - GÖKYÜZÜ MASMAVİ
Bence, ve başkalarınca da, bu yılın en başarılı çıkışları arasında Genç Osman’ın Gökyüzü Masmavi albümü yer alıyor. Bu listedeki diğer müziklerden farklı olarak, sanatçının duygusal, içe dönük ve eskimeyen soundundan ziyade, bizzat kendisi bana eskiyi anımsatıyor. Mavi Sakal’dan sonra adı neredeyse ortadan kaybolan şarkıcının sesini uzun süre sonra duymak yüzlerce hatırayı ve geçmişe özlemi beraberinde getiriyor. Genç Osman sesi ile ilk aşkımızı, ilk gitarımızı, EKO TV’yi, Güven Erkin Erkal’ın gençliğini hatırlıyoruz. Bakalım bir sonraki albüm ne zaman gelecek.




BÖBREK SOUNDSYSTEM
Bu senenin tartışmasız en büyük kültür patlaması Burç Tuncer’in örfstep projesi Böbrek Soundsystem oldu. Kafabindünya’nın kurucu üyesinin bu dubstep-Türk halk müziği anti-harman çalışması İstanbul'un über-underground ortamlarının aklını başından aldı. Geçtiğimiz sene dubstep prodüktörü Skrillex’in 5 Grammy ödülü almasıyla büyük popülarite, akabinde büyük karşı popülarite kazanan bas dropları ve synth growl’ları, türk halk müziği arşivlerinden bağlama ezgileri ile remixleniyor, ve ironik, ve öz bilinçli bir sonuç ortaya çıkıyor. Böbrek, fütursuzca A Perfect Circle ile Küçük Emrah’ı gibi kültürel simgeleri aynı potada tokuşturarak, doğu-batı sentezi klişesine anti-entellektüel bir yaklaşım sergiliyor.

11 Aralık 2012 Salı

Yurtta Kutup, Cihanda Kutup: Mısır Edition

Mısır konusunda, hatta genel olarak Arap devrimleri konusunda kesin görüş bildirmekten kaçınıyorum, çünkü konuya tam anlamıyla hakim değilim. Bu konuda "halk ne istiyorsa, halkın genel çıkarına ne uygunsa o" düşüncesinden öte bir tutum belirlemek hem peşin hükümlülük, hem de fol yok yumurta yokken partizanlık getirir ki, benimki gibi buğulu bir duruştan daha zararlıdır zannımca. Zaten tarihsel olarak da bu coğrafyada devrim sürecinde olan bitene vakıf olduğunu sananlar, gerçekten olanlara ezici bir çoğunluk sağlamıştır. Suriye, Gürcistan, İran vs. gibi yakın tarihten örnekler önümüzde duruyor.

Fakat son zamanlarda fazlasıyla yüzeysel ve birebir eşleme yoluyla hareket eden fikir dolaştığını görünce rahatsızlık duydum. Hilal Kaplan'ın Pazar günkü "Mısır'da darbe olacak" temalı yazısı gibi bir yerde durup Mısır'daki protestocuları bizim ulusalcılarla denk gösterenler bir yana, Mursi'yi daha ortada hiçbir açık kanıt yokken "diktatör" ilan edenler bir yana, hala daha olanları "iç ve dış mihrak" ile analiz edenler apayrı bir yana. Mısır'da olanlar bu kadar basit ve siyah-beyaz derecesinde olmamalı. O yüzden bir-iki gün boyunca farklı kaynaklardan farklı yazılar okuyup bir şeyleri netleştirmeye çalıştım kafamda, bu süreç içinde öğrendiklerimi de yazıya dökerek paylaşmak istedim.

Öncelikle iki şeyi net belirtmeli:

1. Olanları ister güç savaşı olarak nitelendirin, ister bir güven bunalımı (ki ikisi de olabilir, güç savaşı tepe düzeyde iken, güven krizi tabanlara yansımıştır mesela); Mısır'daki süreçte her taraf olarak addedilen kesimin hataları var. O yüzden "Ya tamam, X'in de hataları oldu ama..." gibi cümleler, X'i aklamaktan ziyade sizin olaya ne kadar dar baktığınızı gösterir.

2. Mısır'da insanlar el ele verip bir dikta rejimini alaşağı etmişlerdir. Daha aylar önce bu süreçte aktif rol alanlara bugün "eski rejim yanlısı/diktatör" demek için bu kadar aceleci olmanız, yaşananları kafanızdaki paradigmaya oturtmaya çalıştığınız gösterir, ki sağlıklı olan bunun aksidir.

Şimdi "güven sorunu" kısmına geri dönelim. Bugün Mursi protestocularının duruşunu ve diktatörlük endişesini sadece "eski rejimcilik" ile açıklayanlar için Mursi'nin ve Müslüman Kardeşler'in şu ana kadar verip de tutmadığı sözleri ya da şüphe uyandıran tutumlarını özetleyelim:

- MK devrim süreci başladığında sessiz kalmayı seçti, hesaplı hareket etti. Devrime en başından beri destek vermesi gibi bir durum yoktu. Göstericilere karşı şiddet kullanıldığında da gene hesaplı bir duruş içindeydiler.
- MK parlamentoda çoğunluk aramayacağını, parlamentonun yarısından fazla aday göstermeyeceklerini belirtmişti, fakat bu sözü tutmadıkları gibi iki mecliste de çoğunluğu elde ettiler.
- MK en başta başkanlık için bir aday göstermeyeceklerini söylemiş, sadece toplumda etkili bir grup olarak yer edinecekleri sözünü vermişti. Ebulfütuh -ki hem liberallerin, hem de devrimci güçlerin desteklediği bir isimdi- aday olunca da bu karar gereği onu ihraç etmişlerdi. Sonra bütün bu sözleri unutup önce Şater'i, ardından da Mursi'yi aday gösterdiler.
- Kadın ve Kıptî Başkan Yardımcısı seçileceği sözü verilmişti. Netice başkan yardımcılığı değil, "danışmanlık" oldu.
- Kabinenin de çoğunlukçu olacağı düşünülürken, teknokrat ya da MK bağlantılı üyelerin görev alması da huzursuzluk yarattı. 37 kabine üyeliğinin sadece 2'si kadındı ve bunların 1'i Kıptî idi.
- Gene çoğunluğu dinleyerek yapılacak anayasa için komisyon daha oluşturulurken süreç sancılı başlamıştı, çünkü komisyon üyelerinin yarısı parlamentodan, yarısı kamu figürlerinden seçilince otomatik bir MK-Salafi çoğunluk oluşmuştu, bunu protesto eden liberal ve solcular komisyondan ayrılmıştı.

Yani bugün eğer MK ve Mursi'ye karşı bir tutum varsa, bu insanların sıfırdan yarattığı, ya da sadece politik gündemleri için oluşturduğu bir endişe değil. Görüldüğü gibi tutulmayan sözler de öyle ufak tefek işler değil.

Gelelim Anayasa konusuna, yani en son tartışmaya ki burada işler karışıyor. Bir gece ansızın nihayete erdirilen anayasa taslağında ciddi sıkıntılar var, burası muhakkak. Kadın hakları konusundaki ucu açık ifade, dinî özgürlükleri sadece Semavi dinlere karşı tanıma yolunun açık olması, devletin, bizim anayasamızla analoji kuracak olursak, "kamu düzeni" için kendine müdahale hakkı vermesi, basın özgürlüğü konusundaki endişeler, El Ezher Üniversitesinin getirildiği konum tartışılan kimi konular. Yani sırf bu anayasa taslağı için bile protestolar oluşsa hak verilir. Unutmayalım ki Mısır halkı daha çok kısa bir süre önce protestolarla istediğini aldı ve o yüzden kitlesel olarak aktif durumda.

Fakat Mursi'nin hamlelerini irdelerken de mutlak bir diktatörlük isteğinden ziyade, süreci yönetme arzusunun olabileceğini de göz önünde bulundurmak lazım. Bu anayasa taslağı hazırlanma sürecinde en başta muhalif grupların onayladığı bazı maddelere şimdi itiraz etmeleri, Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin oluşturulup daha geniş ölçekte kazanım düşünülerek bir muhalefete gidiliyor olması, eski düzenden kalan yargı üyelerinin çeşitli konularda müdahaleleri vs. gibi gerçekler de, Mursi'nin siyasi hamlelerindeki paniği açıklayabilir.

Şimdi burada bu iki kutup arasındaki güç kavgasından ayrı duran nispeten tarafsız bir isim, bütün bu Anayasal düzenleme ve Mursi'nin mutlak yetkileri konusunda bize ışık verebilir. Mesela bu isim daha önce MK'den ihraç edilmiş Ebülfütuh olabilir pekâlâ. Kendisi anayasa taslağını, askeriyeye verilen güç ve sosyal adalet konusunda yetersizlik sebepleriyle reddedeceğini, Mursi'nin meşru bir başkan olmasına karşın son yetki gaspının kabul edilemez yanları olduğunu, "askeri müdahale" endişesinin geçerli olabileceğini, son gösterilerde dökülen kanın da sorumluluğunun başkanlıkta olduğunu söylemiş düzenlediği basın toplantısında. Demek ki her muhalif darbeci değil, her göstericinin "art niyeti" olmak zorunda da değil.

Şimdi süreci özetleyelim:

Müslüman Kardeşler, devrim sürecinde ve sonrasında yaptıkları ile, devrimde aktif rol alan kesimlerin, azınlıkların, sokağa dökülmüş ve demokrasi isteyen insanların güvenini zedelemiş durumda. Bu öyle geçiştirilecek bir durum değil. Mursi toplumsal rahatsızlıklarda "astığı astık kestiği kestik" bir tutum sergilemedi şimdiye kadar, fakat bu güvensizlik ortamında, toplumsal uzlaşıyı illaki ciddi protestolar olunca arayan tutumu da mükemmel değil.

Tabii ki devrikler, eğer güçleri varsa, toplumsal rahatsızlıkları kollayacaklar ve ara ara baş göstereceklerdir. Fakat bütün bir haklı muhalefeti devriklerle ilişkilendirmek, şimdiye kadar yaşanmış rahatsızlıkları, anayasa sürecini ve taslaktaki gariplikleri göz ardı etmek de partizan ve hatta sonuçlarına göre basiretsiz bir tutumdur.

Eğer Mısır'da cidden demokrasi ve barış isteyen bir gözlemci iseniz ve kendi kamunuza bu hedefle bilgilendirme yapıyorsanız, amacınız tarafsızca bütün bu süreci anlatmak olmalı. Yazılarınıza somut referanslar koyarsanız ve masal anlatmazsanız da daha dürüst bir tutum takınmış olursunuz.

Dipnot: Eğer gözlemciden de öte geçmek istiyorsanız şu var: Bu tür toplumsal çatışmalarda, çözüm önerileri için tarihi haklılık kanıtlama çabası da beyhude kalır. Mursi şöyle yapmıştı, ama Baradey şunu demişti gibi bir kronoloji ile bir tarafın eylemlerini haklı çıkarmaya çalışmak yerine, çatışmanın yaşandığı anı sıfır noktası alıp, çözümün nasıl sağlanabileceği üzerine açılım yapmak (örneğin anayasa maddelerinin açık tartışması karşılığında Mursi'nin yetkilerini bırakması/referandumu ertelemesi gibi bir çıkış noktası olabilir, zira hem nihai amaca, hem de şimdiye yönelik bir değerlendirme) daha makul olabilir. 

3 Aralık 2012 Pazartesi

Hilal Kaplan ile Eleştirel Düşünmeme 101

Haftasonu Hilal Kaplan'dan müthiş bir yazı geldi. Yazı müthiş, çünkü çok makul ve haklı bir eleştiri ile başlayan bir yazı, bütün mantıkî düşünme metodlarını, nesnellik ve öznellik çizgilerini, toplum sözleşmesi kavramını falan her şeyi ters yüz ediyor. Köşe yazısı okumayı bırakalı uzun süre oldu, artık sadece fazlaca tedavülde kalan yazılara bakıyorum, hadi diyelim okudum, üzerine bir şey yazmayı da zaman kaybı olarak görüyorum; fakat elimizdeki örnekte olduğu gibi ekstrem örneklere değinmemek değinmekten daha can sıkıcı oluyor. Soru-cevapla ilerleyelim:

"Liberalinden solcusuna kendisine demokrat diyen tüm aydınlar, devletin kendini ideolojik manada askıya alarak farklı görüş, ideoloji ve inanç biçimlerinin birbirine müdahale etmeden birlikte yaşamasına olanak sağlamasını savunurlar."

Bravo Hilal Hanım, kıyafet konusundaki gereksiz düzenlemeleri bu genelgeçer özgürlükçü perspektiften eleştirmek mantıklı bir duruş.

"Fakat ne hikmettir ki sol/liberal entelektüellerimiz, mesele başörtüsü olunca devleti göreve çağıran birer vazife insanına dönüşüyorlar. Çünkü başörtüsü ve onun simgelediği hayat tarzı, kendilerinin "iyi hayat" anlayışına uymuyor ve bu sebeple söz konusu hayat tarzını sürenlerin yaşam alanlarına devletin müdahalesini meşru görebiliyorlar."

Bir dakika, bir dakika. Buraya nasıl geldik? Öncelikle kim bu sol/liberal entelektüeller? Devletçi liberal anlayışı eleştiriyoruz da, "göreve çağırma" eylemi ne zaman gerçekleşti? Sonra, "iyi hayat" anlayışı ile kast edilen ne ki? Bireylerin iradesinin hür kılındığı ve üzerinde bir tahakkümün oluşmadığı bir hayat iyi hayattır, bundan ötesini savunan zaten liberal olamaz. Neyse, herhalde ileride açıklarsınız.

"Sanırım bu yüzden bir kızın başı açık yaşamaya devam etmesi sorgulanmaz, hatta sorgulanması abes kabul edilir. Başı açık kızın, "başı açıklığı" üzerindeki aile otoritesinin sınırları da sorgulanmaz. Başı açık olmaya kaç yaşında karar verdiği de sorgulanmaz."

Nasıl? İnsan başı açık bir şekilde varlığına kavuşuyor, neden başı açık olmaya karar vermek gibi bir şey geçerli olsun ki? Yani insanlar bir toplumda mevcut olan her dini kıyafete dair bir seçim yapmak zorunda mı? Mesela insanların "haç takmama"ya kaç yaşında karar verdiğini de sorgulayacak mıyız? Ya da kipa? Dinin reşit bireylerin bir seçimi olduğunu kabul ediyorsak, dinî bir kararın verildiği yaşa kadar "seçimsiz" olunması normal değil midir?

"[Başı kapalı olanın] tercihlerine yaş sınırı konabilir; hatta dediğim gibi bazı 'demokratlar' utanmadan devleti göreve de çağırabilir."

Ya birincisi, kim bunlar hakikaten? İkincisi, buradan anlıyoruz ki aile otoritesini devletin otoritesine üstün tutuyorsunuz, hadi şimdiye kadar kızgınlıkla -kime kızdıysanız- dediklerinizi unutalım ve bu noktadan hareket edelim.

"Mahremiyetin tesisi hem bireyselliğin hem de toplumsallığın kurucu koşullarındandır. Üstelik hiç kimse, mahremiyetinin sınırlarını kendi özgür iradesiyle belirlemez. Bizim için bunu ya toplumsal kurallar ve/veya devletin öngördüğü düzenlemeler ya da din yapar."

Birincisi, mahremiyete nereden geldik şimdi? İkincisi, bireyin ve ailenin tercihi önemliydi hani, neden şimdi devletin öngördüğü düzenlemelere birden saygı duymaya başladık? Neden devleti göreve çağırıyorsunuz?

"Örneğin hiçbir kadın özgür iradesiyle istese bile göğüslerini açarak sokağa çıkamaz. Ya da bir erkek, işyerine şortla gidemez. Çünkü bu toplumsal-siyasal kurumların bizim için belirlediği mahremiyet sınırlarının ihlali anlamına gelir."

Bir dakika, sanırım şunu diyorsunuz: Mahremiyet bireylerin değil toplumun iradesindedir, o yüzden devlet toplumsal sözleşme gereği bunu düzenler. İyi de bu toplumsal sözleşme ne zaman ve neye göre yapıldı ki? Devlet sadece mahremiyeti düzenleyen bir kurum mu olacak, başka maddeleri yok mu bu sözleşmenin?

"Ancak konulan mahremiyet sınırları, mahremiyeti tesis etmeye yöneliktir; ihlal etmeye değil. Başörtüsü yasağındaysa, bunun tam tersi gerçekleşmiştir. Okul, hastane, belediye binası gibi ortak ve kamusal yaşam alanlarında mahremiyeti ihlal etmeye yönelik bir kural getirilmiştir. Başörtülü kadınlara başlarını açmaları emredilerek mahremiyetleri hiçe sayılmıştır. Başı açık bir kadına, vücudunun istemediği bir bölgesini zorla açtırmaktan hiçbir farkı olmayan bu uygulama, mahremiyeti ihlal etmediği sürece diğer kılık kıyafet uygulamalarıyla eşitlenemez, aynı simetride değerlendirilemez. Bu bağlamda nasıl ki işyerlerinde şort giyilmesi idare tarafından yasaklanabiliyorsa, okullarda da şort giyilmesinin yasaklanmasının abes bir yanı yoktur."

Oy oy oy. Yani devlet, toplumun ona verdiği yetkiye (?) dayanarak bireyleri istediği kadar örtebilir, ama aynı devlet bireylerin istediği kadar açık giyinmesini engellemekle yetkilidir? Ya bu mahremiyet uzlaşısı nereden geliyor? Burada bahsettiğimiz toplumsal sözleşmeyi kim yaptı? Siz kendi değer yargılarınızı devletin koruması gerektiğini söylediğinizin farkında mısınız? Devleti burada göreve çağırmıyor musunuz yani?

"Devletin, okul alanı içindeki mahremiyeti bacakların dize kadar örtülmesi olarak belirlemesi mahremiyetin ihlali değil, tesisidir. Başörtüsü takılmasının yasaklanmasıysa mahremiyetin tesisi değil, ihlalidir."
,
İhlal ile tesis illaki zıt şeyler değil ki! Mahremiyetin ölçütlerinin belirlenmesinden bahsediyoruz burada! Yani yarın öbür gün başka bir devlet gücü başörtüsünü de yeterince "mahrem" bulmasa ve onu yasaklayıp peçeyi bir standart olarak kabul etse, bunu da onaylayacak mıyız "mahremiyetin tesisi" diye? Başörtüsünü din ve vicdan hürriyetinden çıkarıp "ahlak, namus" gibi bir boyuta getirmenin sıkıntısını hiç mi düşünmüyorsunuz bunu yazarken?

"Hem bireyselliğin hem de toplumsallığın kurucu şartına aykırıdır."

Hayda, gene mi bireysellik adına yapıldı bu? Yani başı açıklıkta aile otoritesi sorgulanmalı, başı kapalılıkta devlet göreve çağrılmamalı, ama "bireysellik" ve "toplumsallık" gereği aynı devlet mahremiyet standartları belirlemeli? Gözlerim belerdi.

"Üstelik kılık kıyafetimizi düzenleyen mahremiyet sınırları, en başta bize ailemiz tarafından öğretilir."

YANGIN VAR! Yani aile bize mahremiyet sınırlarını öğretiyor, ve otorite. Ama farklı mahremiyet standartları olduğunda devlet görev yapıp en uçtaki mahremiyeti benimsiyor, ve onun yaşanmasını sağlıyor. Hadi bu da tamam, e sonra aynı devlet gelip mahremiyet standardı daha düşük olan ailenin otoritesini ihlal ediyor? Nerede birey, nerede aile, nerede devlet, nasıl oluyor bu iş ayh bayılıyorum.

"Neyse ki, göreve çağrılan devlet, bir süredir Ak Parti hükümetine tekabül ediyor."

Oh, neyse ki Hilal Hanım baklayı ağzından çıkarıyor. Ak Parti hükümeti göreve çağrılırsa, Hilal Hanım'ın kendi öznelliği ile belirlediği fakat nesnel diye bize sattığı ahlak standartları toplumsal yaşamı düzenleyebilir, ama toplumun gene önemli bir kesimini oluşturan laikçilerin öznellik ile belirledikleri standartlar bir uygulanırsa abaaav. Hem de sol/liberaller de devleti göreve çağırıyorlar hem de utanmadan.

Özet: Burada olan biten yeni aydınların ödünç aldıkları birey ve özgürlük gibi kavramlardan istifa edip, özdeki muhafazakâr dile geri dönüşleri. Solun, liberalin, mutaassıpın Türkiye'deki diskurda buluştuğu nokta dönüp dolaşıp "ahlak, vicdan, namus, haysiyet, mahrem" (@quadroz) eksenine geliyor. Bu noktada objektif kriterler konması mümkün olmayacağı için de, böyle bir ikilem, ve hatta çokleme düşülüyor. Hilal Hanım'ın istediği gibi devlet kendi mahrem standartlarını, başkasının hürriyet ve mahrem standartlarını ihlal pahasına görev yapabilir, o zaman iyi devlettir, aile, birey hepsi uzlaşı içindedir. Ama böyle arada farklı düşünen aileler, bireyler falan oluyor, onlar da gidip devleti göreve çağırıyorlar, o zaman işte bozuşuyoruz. :((

29 Kasım 2012 Perşembe

Evrenin bir amacı var mı?

Amerika'nın en hakkını vererek popüler bilim insanı, astrofizikçi Neil deGrasse Tyson'a bir gün Templeton Enstitüsü başlıktaki soruyu sorar ve Tyson buna ibretlik bir cevap verir. Bu zaten çok önceden bilinen bir muhabbet, fakat dün Youtube'da anime edilmiş bir halini görünce onu ekleyip, altına da tercümesini yazmanın iyi olacağına kanaat getirdim. İyi seyirler/okumalar.



"Emin değilim.

Bu soruya bundan daha kesin bir cevap veren insan, deney ve gözleme dayanmayan bir bilgiye eriştiğini iddia ediyordur. Bu dinlerde ve bazı felsefî akımlarda sıklıkla görülen ve dikkate şayan biçimde ısrarcı düşünme tarzı, geçmişte evreni anlama ve dolayısıyla tahmin etme konusunda bayağı bir başarısız oldu.

Evrenin bir amacı olduğunu söylemek, evrenin bir niyeti olduğunu ima etmek demek. Niyet de istenen bir sonuç olduğunu anlatır. Ama kim istiyor? Ve istenen sonuç ne? Karbona dayalı yaşamın kaçınılmazlığı mı? Hayatın nörolojik zirvesinin bilinçli primatlar (maymun ve insanı içeren memeliler) olması mı? Bu sorulara insanî düşünce kaynaklı bir önyargı olmadan cevap vermek mümkün mü ki? Tabii ki insanlar evrenin tarihinin %99.9999'u boyunca ortada yoktu. Yani evrenin amacı insanları yaratmak idiyse, kendisi utanç verici bir verimsizlik içindeymiş.

Evrenin amacı eğer hayatı mümkün kılacak bir beşik yaratmak idiyse de bunu tuhaf bir şekilde göstermeyi seçmiş. Dünyadaki yaşam, 3.5 milyar yıldan fazla bir süredir sürekli felaketler, ölüm ve yok ediş gibi faktörlerin saldırısına maruz kalıyor. Volkanlar, iklim değişiklikleri, depremler, tsunamiler, fırtınalar, salgın hastalıklar ve özellikle de katil göktaşları dünya üzerinde yaşamış türlerin %99.9'unu öldürdü.

Peki insan hayatı? Eğer dindar biriyseniz, hayatın amacının Tanrı'ya hizmet etmek olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat insan kalın bağırsağının bir santimetrelik yerinde yaşayan ve çalışan 100 milyar bakteriden (ki bu sayı şu ana kadar doğmuş insan sayısının toplamından fazla) herhangi biri olsaydınız, bu soruya cevabınız farklı olurdu: İnsan hayatının amacı, size karanlık ama huzurlu, oksijensiz bir ortamda bok sağlamak.

Yani insanın kibrini ve bu kibrin yol açtığı sanrıları bir yana koyarsak, evren bayağı rastgele duruyor. Bizim faydamız için gerçekleşen olayların sayısı, bizi öldürmek için gerçekleşen olayların sayısına yakın iken bir niyetten bahsetmek zor. O yüzden evrenin bir amacı olup olmadığını kesin olarak söyleyemesem de, olmadığına dair kanıtlar oldukça kuvvetli, ve de evreni olmasını istediği gibi değil de olduğu gibi görenler için de gayet açık."

27 Kasım 2012 Salı

Okullarda Kıyafet Serbestisi Üzerine

Gene nur topu gibi bir gündemimiz ve etrafında kutuplaşacağımız bir meselemiz oldu: Okullarda kıyafet zorunluluğu, belirli şartlar dahilinde kaldırıldı. Bu kararın potansiyel faydalarını ve zararlarını tartışmak yerine, argumentum ad absurdum'a varan örneklemeler ve arkaik beyanat ile bize yakışan bir zemin oluşturduk. Halbuki şöyle bir gerçek var: Bir eylem mutlaka yararlı veya zararlı olmak zorunda değil, ve bazen en iyi pozisyon "bir bakalım görelim, sonuçları inceleyelim" pozisyonu. Yani okullarda kıyafet serbestisinin belli bir süre denenmesinin hiçbir zararı olmayacaktır, çünkü bu konu her ülkenin kendi koşullarına göre farklılık arz edebilen sonuçlar sunan çetrefilli bir konudur.

Tartışma esnasında gördüğüm bazı saçmalık sınırında gezinen görüşler hakkında iki kelam edeyim önce. Bir adet "okulda üniforma diktatörlüktür, Kuzey Kore işidir" gibi bir çatıya sığınan kitle var, ki düpedüz yalan söylüyorlar. Zorunlu okul üniforması, dünyanın birçok ülkesinde (buna ABD, İngiltere vs. gibi ülkeler de dahil) uygulanmakta. İllaki diktatöryel, faşist bir zihniyetin uzantısı olmak zorunda değil, zira okul üniformasının etkileri hakkında bir sürü araştırma yapılıyor ve bunun sonuçlarına göre belirli bölgelerde/koşullarda/zamanlarda denenmesi makul bulunuyor.

Karşı cepheden gelen de "okul üniforması yoksul aileler için bir avantaj, okuldaki sınıf ayrımını ortadan kaldırıyor" argümanı ki gayet ezberci bir sunum bu. Benim hatırladığım kadarıyla okul üniformaları öyle ucuz şeyler değil, hatta belli okullar belli mağazalarla anlaşma yapar ve öyle satarlardı, garip bir piyasası da vardı bu işin. Üniformaları devlet herkese tedarik etmediği sürece bu argüman yersiz kalıyor. Ayrıca insanlar sadece okul için giysi alıyorlar ve geri kalan zamanlarda çıplak dolaşıyorlar gibi bir durum da sözkonusu değil, herkesin giysisi var giydiği. "Sınıf" konusuna gelince, üç nokta var: 1. Günümüzde çocukların birbirlerine sınıfını gösterecekleri milyon tane alan var; ayakkabı gibi üniforma harici giysilerden tutun kırtasiye malzemelerine, saat vs. gibi aksesuarlardan diğer teknolojik gereklere kadar bu ayrım zaten var. 2. Çocukların birbirlerinin hayatın diğer alanlarında rahatlıkla gözlemleyeceği farklarını yok sayacağı  bir ortam yerine, bu farklılıkları görüp tolere edeceği/benimseyeceği bir ortam sağlamak da daha faydalı olabilir. 3. Özel okullar gibi bir gerçeklik varken sanki bütün okullar devletinmişçesine "sınıf" argümanı geliştirmek ezberci kaçıyor.

Gelelim üniforma üzerine yapılmış araştırmalara. Üniforma günümüzde faşizan zihniyet hüküm sürsün ya da herkes eşit olsun diye uydurulan bir kural değil, öğrencilerin okula geliş sıklığı, öğrencilerin davranışları (sigara ve uyuşturucu kullanımı, kavgalar vs.), öğrencilerin başarısı, öğretmenlerin tutumu vs. gibi bir çok alanda etkilerini ölçmeye çalışan araştırmalar var. Bu konulardaki bulgular ülkeden ülkeye değiştiği için kesin bir yargıya varmak zor, ama aşikar olan şu ki üniforma bazı hususlarda olumlu/olumsuz etkilere yol açarken bazen hiçbir etkisi de gözlenmiyor.

Özetle demek istediğim şu: Üniforma hususu, gayet şaibeli bir tedrisata maruz bırakılıp öyle ya da böyle militer bir tornadan geçirilen öğrenciler için "özgürlüğün kapısı" olmayacağı gibi, serbest bırakıldığının ertesi yılı "sınıf savaşları" da yaşanmayacak. Konunun bu absürdist argümanlardan uzaklaştırılıp, yukarıdaki paragrafta italize ettiğim gibi parametrelere bakarak değerlendirilmesi daha sağlıklı olacaktır. Memlekette bu kadar eğitimci, psikolog, sosyolog vs. varken bu konu siyasilerin ve köşecilerin partizan argümanlarının boyunduruğu altına sokulmamalı.

Dipnot: Bıyık ve sakalı serbest bırakmayan bir kıyafet serbestisi tam değildir. Öğrencilerin her sabah traş olma derdine son! Bırakınız salsınlar.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Solfasol: Ankara'nın Gayrıresmi Gazetesi


Ne yazsam ne yapsam derken, “Ankara’ya Ankara’yı yazanları yazayım.”da karar kıldım. Gerçi çok zor olmadı, zira ilk çıktığı zamandan beri sempatiyle yaklaştığım -hatta çok fazla yaklaşıp farkına varmadan içine bile girdiğim- heyecanla takip ettiğim, “Ulan ben Ankara için bir şeyler çıkaracak olsam böyle bir şey yapardım!” dediğim bir “şey” Solfasol. Bir “şey/ler” deyip duruyorum, zira gazete midir, dergi midir, in midir cin midir, hırlı mıdır hırssız mıdır birlemiyorum, tanımlayamıyorum. Tanımlara sığmıyor kerata. Dedim ki biraz çabalayayım, belki biraz anlatabilirim, birilerinin ilgisini çeker. Dolayısıyla evet, bugün menümüzde leziz bir Solfasol var.

Bir kere, hırssızdır diye başlayabilirim galiba. Yani böyle CHP stayla “AKP muhafeleti olsun, çamurdan olsun.”, “İMG çamurlaması olsun, zaten güzel olur.”cu değil. Hatta bugünün en güncel terimleriyle söyleyecek olursak bir “Birgün kapağı” değil. Evet, Ankara’yla ilgili pek çok b.kluk gelip bir İMG gülümsemesi altında düğümleniyor olabilir, ama Ahmet Şık’ın RTE için söylediği sözlerini ödünç alarak ifade edecek olursak “İMG bir figür, sistemin kendisi değil ve eleştirinin de tek kişiye indirgenmesi doğru değil.”. Dolayısıyla İMG’de var olan “Oh, şehre milyon tane gazeteyle pompalayayım kendimi ve iktidarımı” hırsı yok, ondandır Solfasol’e hırssız demem, "kentli muhalif" halindendir (Misal bakın, ben dayanamıyorum o dünyanın en çirkin gülümsemesine saldırmadan). Solfasol birkaç bin basılır, bir miktar satılır, yer yer dağıtılır, hayatını 18 sayıdır idame ettirir.



Solfasol bir Ankara semti, keçi de Ankara keçisi. Bisikleti Ankara'yla ilişkilendiremedik gitti, ama ona da az kaldı!

Gazete-dergi ikilemine gelince; bu konu beni aşıyor, zira ben okurum arkadaş. Gerek geniş zamanda, gerek isim olarak, gerek sıfat olarak, gerek “yazar”ın yancısı olarak “okur”um. Bakmam gazeteymiş, dergiymiş, oymuş buymuş. Oldukça güncel haberlerden kelli gazetevari yanlarının yanında (yana yana yan yana), makale/köşe yazısı tarzı içeriğinden öt'rü daha dergisel bir hali de var. Her halini seviyorum, hiç dert etmiyorum böyle şeyleri, ama kafanızda biraz canlanması için söylüyorum. Dosyaları oluyor mesela bazı sayılarda (hatta sık sık oluyor da, şu an elimin altında Kasım 2012 sayısı olduğu ve onda dosya göremediğim için “bazı sayılarda” demekle yetindim), veya bir sayıda bakıyorsunuz astronomiyle ilgili bir şeyler, berikinde veganizmle ilgili makale, bir bisiklet fotoromanı, bir bitmeyen Ankara’nın kaldırımları da süklüm püklüm yolları.

Bu arada Kasım sayısı demişken, bu sayıdaki orta sayfaya yerleştirilen “Ankara Bir Festivaller Kenti mi?” başlıklı bölümü bi’ ayrı sevdim. Bakınca insanın içi karmaşık hislerle doluyor. Aslında “Ankara’da bildiğin festivalleri say?” deseler, 3-4 tane sayabilirim belki, ama hem nicelik hem de nitelikten yana epey festival varmış Ankara’da, görmek hoşuma gitti. Yani elbette bir İstanbul değil, bir kültür başkenti değil (Bu esnada çok alakasız bir parantez açmak istiyorum: Kim veriyo’ lan bu adama ve şehrin bu haline o abuk subuk ödülleri, çabuk çıksın ortaya?!), ama o da bize o kadar da boş değil neyse ki.

Bunların dışında, dediğim gibi epey yaklaştım Solfasol’e, yazanlar çizenler, emek verenler, konuşan tartışanlarla tanışma fırsatı da buldum. Ki zaten yarısıyla öyle ya da böyle tanışıyor, bir yerlerde ama yüz yüze, ama başka şekilde karşılaşmış, yollarımızın kesişmiş olduğunu fark ettim. Dışarıdan büyük görünse de, Ankara küçük bir şehir zaten. Buralarda insan gibi yaşamak için bir şeyler yapmaya çalışan insan sayısı epey sınırlı ve Solfasol de güzel bir kesişim noktası olmayı beceriyor pek güzel. Dolayısıyla kendisine ilişkin çok rahatlıkla söyleyebileceğim bir başka şey de, Solfasol’ün arkasında Ankara’da hakkıyla yaşamaya çalışan bir grup insanca verilen çok ciddi bir emek ve heyecanın olduğu.

Valla gördüğünüz üzere Solfasol anlatılmaz yaşanır kabilinden bir müessese, zira anlatamadım gitti kaçyüz karakterdir. Dolayısıyla satın alın, ödünç alın, bir sürü kafeye gidip çayınızı içerken beleşe okuyun, buyrun bir çayımı içerken ben size okuyayım/okutayım, abone olun, eşe dosta abonelik hediye edin ve kendiniz görün. Kâr amacı güden bir “şey” ololmadığı için, kimse sizi zorlamayacaktır satın almaya, zira internet sitesine girip eski sayılarını ücretsiz olarak okuyabiliyorsunuz zaten. Sadece içinde bulunulan ay internet sitesinde bulunmuyor, ücretsiz ve onlayn olarak 1 ay geriden takip edebiliyorsunuz. Ama yine de benim önerim, paranız yettiğince destek olun, abone olun, alın, eşe dosta verin, Ankara’ya can verin. Böyle diyorum diye de desteğinizi parayla sınırlı sanmayın; yazın, çizin, duyurun, kendileriyle iletişin, düzeltin, eleştirin, Feysbuk’tan layk edin, fotoğraf gönderin, paketleyin, gezin, dağıtın, tanışın, tanıyın... Dayanışmanın binbir türlü yolu var, keşfedin!

Ankara’dan haber almak, Ankara’ya haber vermek için Solfasol! 

21 Kasım 2012 Çarşamba

E-devlet bizi düdüklüyor?


Böyle spor servisi ve yozdil başlığı arası bir harf oyunlu cin başlıkla karşınıza çıkmak istemezdim, ama bugün de böyle olsun izninizle. Hem belki birileri bu vesileyle sağda solda paylaşır, altına "anlayana..." falan yazar ne bileyim.

Geçen gün bir sevgili arkadaşımın yardımıyla Amerika'dan telefon getirttim. Cep telefonu olduğunu söylememe gerek yok sanırım, bu devirde masaüstü kablolu telefon getirtecek halim yok. Gerçi hal demişken, hali-vakti yerinde olmaktan yola çıkarsak cep telefonu da getirtecek halim yok ya, neyse. 

Çoğunuz biliyorsunuzdur, Çelik'le paralel olarak devir de değişti, devlet öyle elini kolunu sallaya sallaya telefon getirtmiyor epey süredir. Hatta Haziran ayının başından beridir de 100 lira bir haraç alıyor. Ne kadar ucuz bir telefon getirtirseniz, o telefonu kaydettirmek için ödediğiniz haracın oranı o derece yükseliyor diyebiliriz.

Neyse, aynı devlet, iliğimizi kurutan ve "telefonu getirmeyin, buradan alın" diyen devlet bu sefer de bizi yormamak için ayağımıza kolaylık getiriyor 1 Kasım 2012 itibariyle; yurtdışından gelen telefon kayıtları e-devlet üzerinden yapılabilecek. İşte devletimizin bir hizmeti daha! Böylece bir haraç da GSM şirketlerinin iletişim merkezlerine verilmeyecek. Hadi yine iyiyiz köftehorlar..

Bu beleşçiliğin heyecanıyla e-devlet sistemine girmeye çalışıyorum, giremiyorum. Şifremi değiştirmiştim, hatırlıyorum, denemiştim, %100 çalışıyordu. Ama olmadı, olduramadım.

Neden sonra (hiç kullanmamıştım bu kalıbı da, bakalım nasıl oluyormuş), dedim gideyim PTT'den anlayayım. Oradaki genç "Daha önce 2 kere mi aldınız şifre?" dedi. Dedim "Bilmem?". Sonra "Ben biliyorum, buradan görüyorum, 2 kere almışsınız." Ve şöyle bir diyalog geçti:

- E peki, almış olayım. Şimdi niye giremiyorum?
+ En son ne zaman girdiniz?
- Valla hatırlamıyorum.
+ 3 ayda bir şifrenizi yenilemeniz gerekiyor.
- Yok, 3 aydan fazla olmuştu.
+ Zaten 1 ay boyunca hiç giriş yapmadıysanız şifreniz bloke olur.
- Bloke mi olur? Değiştirmeye falan zorlamıyor mu sistem?
+ Yok, doğrudan bloke oluyor. Ben de biliyorum, çok saçma ama böyle. 4 lira alayım.
- Al la al, la havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, amin.

İşte bu diyaloğun ardından e-devlete bir kez daha kendimi düdüklettikten sonra, gidip internetten daha da fazla düdükleteyim diye çıktım yola. Hala beceremedim, ama en kısa sürede bakalım.

Özetle, e-devlet şifreniz varsa ayda bir devlete kendinizi yoklatın ki ucuza gelsin. Düdüklemenin yanında bunun çok açık bir kontrol mekanizması, askerlikvari bir yoklama olduğunu da atlamamak gerek. Türksel'in yeni servisiyle birlikte düşünüp, üstüne bir de KPDS'de her sınıfın kamerayla dikizlendiğini düşünürsek, 1984'e verilen 500 milyarıncı referans ödülüne aday olabiliriz sanırsam. Bambaşka bir yazının iğrenç konusu olsun bunlar da. Zira bir Gökhan Demirkol misali hem ırza geçip hem videoya kaydetmektir bu yapılan, daha az iğrenç değil.

13 Kasım 2012 Salı

Yeni başlayanlar için vejetaryenlik - 3 / Neden? (Sağlık)


Serinin önceki yazıları:



Neden sorusuna sağlıktan devam edelim. Yalnız benim burada sağlık başlığı altında ele aldığım kısım, genelde kendi deneyimimden yola çıktığım için son 3 ayda 9-10 kilo vermem ve görece sağlıklı hissetmem üzerine odaklanacak (Zaten genelde insanlar enteresan –belki de çok normal- bir şekilde hayvanlara edilen işkencelerden, öldürmekten vesaire etkilenmiyor, ama “t sürede x kilo verdim!” deyince, “Ouvv! Ben de mi vejetaryen olsam?” diye düşüncelere dalıyor.) Uzun vadeli etkiler için birkaç on yıl bekleyeceksiniz artık, n'apalım:

Daha önceki yazı(lar)da fark ettiyseniz "dengeli bir vejetaryen beslenme" deyip durdum. Zira "Ooh, eti bıraktım, e madem Anadolu'nun da göbeğinden geliyorum, yumulayım hamura baklavaya da aman enerjiden proteinden geri kalmayayım." dememeniz gerekir. Kabartlama gibi olursunuz allaama. Hâl böyle olunca sağlık meselesinde hepçil bir temel argüman olarak "E dengeli bir hepçil beslenme de sağlıksız değil ki?" ile karşılaşıyoruz. Evet? Ama halihazırda görece yüksek kalorili olan hepçil beslenmede hem daha fazla dikkat etmek gerekiyor, hem de kontrol kaçtığı anda çok sağlam kaçıyor maşalla (Kendimden biliyorum, evet). Et yemek, ister istemez daha fazla enerji almayı beraberinde getiriyor. Geçen mesela çalıştığım yerde öğle yemeğinde sağ olsun yemekçi ablamız ayıptır söylemesi patlıcan musakka yapmış. Elbet tezgahın üstünde kendisiyle göz göze gelince (Ablayla değil, musakkayla. Ablanın ne işi var tezgahın üstünde?) hasretle gözlerim doldu. Zira musakkanın hastasıyım. Yani patlıcan aşığı bir insan olduğum için, musakka benim için kokoreçle yarışabilirdi desem yalan olmaz. Patlıcanla ilgili bir acayip şey, közlenmişinden de bir o kadar nefret etmem. Bu çok garip, biliyorum, yani "ouv bebeyim sana aşığım ama sol kulağından nefret ediyorum." (benzetme pek olmadı galiba ama idare edin) demek gibi bir şey, ama öyle. Neyse, abla da sağ olsun ofisin tüm elemanlarına musakka yaparken, bana da sadece bir kompil patlıcan közlemiş, beni de unutmamış. Çok iyi bakıyor, Zeus razı olsun kendisinden bu vesileyle. İşte o hiç hoşlaşmadığım közlemeyi yedim böylece (mecburen biraz, ve ofiste közlenmiş patlıcanla ilk karşılaşmam olduğu için abla da beni artık onu seven bir insan olarak kodladı sanırsam (Kendini değil, patlıcanı. Onu zaten seviyorum, aslan ablam.)... Hâlâ da sevmiyorum yahu patlıcanın közünü? Ne çirkin bi' şey o?

Ne diyorduk? Ha, işte o esnada algıladım ki, ben kendi halinde bir patlıcanı yerken, musakka yiyenler patlıcanın yanında kıymayı, yağını ve o yağa banılmazsa ölür hastalığına yakalanmış olan zavallı ekmekleri löp löp yuttular. Afiyet bal şeker olsun, hiçbirinde gözüm yok. Ama hepimiz de doyduk mu? Doyduk.

Bu az önce verdiğim örneğin vejetaryen beslenmeden farklı olarak "dengeli beslenme" başlığı altına daha çok yakışacağının farkındayım, ama ikisi birbirini tetikliyor demek çok yalan olmaz. Bir başka örnek vereyim; yaz vakti Türkiye için mangal vakti malum. Yazın yanan milyonlarca mangaldan birinde arkadaşla eşle dostla birlikteyken, ortamda bulunan iki vejetaryen olarak közlenmiş patates, kızarmış domates-biber-patlıcan (Yoksa Barış Manço da mı vejetaryendi? Ya bu esnada düşünüp duruyorum, bir aşk şarkısının adı nasıl domates-biber-patlıcan olabilir? Olmaz demeyin, oluyor.) ile beslendik. Diğer arkadaşlar da sucuktu, tavuktu, köfteydi, her nevi et ürünü tüketti. Yine doyduk, ama doymamız ikimize x kaloriye ve minimal kolesterole mal olurken, kalanlarımıza nereden baksan y (y de ner'den baksan x+200 eder) kaloriye ve gani gani kolesterole patladı bu keyif.

Bu iki örnek, görece masum olanlar. İki bira içerken yanında kızarmış patates veya kızarmış sosis yemek de bir fark yaratacak, o iki biradan sonra bir adana dürüm veya çiğköfte dürüm yemek de. Veya ben souvlakilere (Yunan dürümü) doyamazken, bir sonraki yazıda bahsedeceğim Axel'in o söz konusu souvlakileri etsiz yemesi (Ne kadar saçma buluyordum geçen sene halbüse? Gerçi hala saçma buluyorum lan, etsiz souvlaki saçma bi' şey. Alkolsüz bira gibi, ne bileyim içinde döner olmayan döner dürüm gibi). Bunlar ve önceki iki örnekten çıkarak, vejetaryenliğe geçiş yapmamdan gayrı çok da ekstra bi' çaba sarf etmemiş olmama rağmen (haftada takriben 100-150 km arası bisikletim süregeliyor zaten 2012 Mart civarından beri, onu da gözardı etmemek gerek) son 3 küsur aydır 9-10 kilo vermiş olmam bununla paralel olabilir. Karnımın doymasına rağmen gözümün doymamasından kelli, ihtiyacımdan oldukça fazla tüketiyordum, şimdi biraz daha zor o iş. Yani yine fazla tüketiyorum, ama yemeğin tatlı öncesi kısmında her halükarda görece düşük oluyor aldığım enerji (Tatlıyı her türlü yiyorum zira. Hatta Natura Horror Vacui'nin deyimiyle "Yærim!"). Aslında şimdi aklıma geldi, ilk yazıda bahsettiğim "ihtiyaç" meselesini şöyle de örneklendirebiliriz; ev gibi biraz. Yani eve böyle farkında olmadan saçma sapan zilyon tane şey alınca hani ev içi hacim ihtiyacınız günden güne artar, artar ve bir yerden sonra artık daha küçük bir eve sığamazsınız ya, öyle oluyor. Lan bunu atsan atılmaz, onu satsan satılmaz derken bütün o saçma şeyler yer işgal etmeye devam ediyor. Sonra da o evden bir şeyler eksiltince çok rahatlayabiliyorsunuz ya, alan açılıyor size. O kalabalığa alıştıktan sonra boşluğuna da alışmak zaman alıyor, ama mis gibi de oluyor, evdeki alana ihtiyacınız azalıyor, daha küçük bir evle yetinebiliyorsunuz, hayat sizin için ucuzluyor, ısınması daha kolay oluyor, oluyor da oluyor. İşte öyle bir şey...

Kısa vadede en görülebilir etki kilo olduğu ve herkes onu en çok fark ettiği için oraya biraz fazla odaklandım sanırım başında da söylediğim üzere, ama tabii ki beslenme alışkanlıklarının daha uzun vadeli bir etkisi var. Et (kırmızı, beyaz, yeşil, mavi fark etmez) tüketmeyenlerin, et tüketenlere göre daha düşük kalp-damar hastalıklarına yakalandığı, kolesterol seviyelerinin görece düşük olduğu yönünde bulgular var. Yumurtanın bir doktor tarafından yasaklanırken beriki tarafından kiloyla önerildiği, konulara dünya ve insanlık olarak çok yönlü yaklaşmaya en çok ihtiyacımız olan şu günlerde bu bulguyu/bulguları mutlak bir kural/kanıt olarak sunmayacağım elbette. Ama et yemeyerek alınan görece az kolesterol ve eti başka şeylerle ikame ederek alınan sebze/meyve/baklagil gibi söz konusu açılardan görece sağlıklı besinlerle iki yönlü bir etki nedeniyle bunun çok olası/mantıklı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca vejetaryenlerin görece zayıf (aşırı zayıf veya anoreksik değil, sadece görece zayıf) olduğunu da uzun vadeli sağlık etkilerinden yana düşünebiliriz.

(Parantez paragrafı: Ya bu arada bir de şu an düşündüm ve de algıladım ki, doğuştan gelen alışkanlık olan ete karşı direnebileceğimin farkına varmam, yemeğe ilişkin her nevi dürtümü çok daha rahat kontrol altına almam anlamına geldi sanırsam. Evet, galiba böyle.)

Sağlıkla ilgili şimdilik son bağlantılı nokta da, fast fooda ilişkin tutumunuzun ve alışkanlıklarınızın değişmek zorunda kalması. Türkiye koşullarında dış dünyada çok fazla vejetaryen beslenmeniz mümkün olmadığı için, daha az dışarıda yer oluyorsunuz bir kere. Dışarıda kumpir, salata (the reason why our children are obese fotoğrafı), kaşarlı tost, kaşarlı-mantarlı pide, çorba, pilav/makarnagil, Ege/Akdeniz mutfağı, mezeler gibi alternatifleriniz var, evet, yok değil. Gerçi itiraf ediyorum, eski alışkanlıktan (ilk başladığım zamanlardan kalma) cümleye "sayacağım menü çok kısa olacak" diye başlamıştım ve gördüğünüz üzere aslında uzayabiliyor, ki epey de uzayabilir daha. Ama sebze yemeklerine, ne bileyim canım kuru fasulyeye dahi et koyma alışkanlığı olan bir kültürün göbeğinde bulunduğumuz için ne demek istediğimi anlarsınız. Bir de benim için günlük alışkanlıklar olan et/tavuk dürüm, ve çok insan için benzer bir alışkanlık olan hamburger-derin derin kızarmış tavuk-pizza familyası da et endüstrisinin ve hepçil beslenme alışkanlığının önemli bir kısmını oluşturduğu için, bunların hayatınızdan çıkması epey güzel oluyor. Sağlıksal olarak olduğu gibi, maddi olarak da. İşin maddi boyutuna bir sonraki yazıda değinirim (Tam bu noktaya konulacak "Çocuklarımızın obez olmasının nedeni." diye bir görsel görmüştüm sanırsam feysbukta ama şimdi bulamıyorum. Özetle hamburgerin 1 $ olmasının yanında salatanın 5-6 $ civarında bi' fiyatı olmasından bahsediyordu. Buna daha sonra işin mikro ve makroekonomik boyutunda da değiniriz ayrıntılı olarak).

Bir de son olarak şunu diyeyim; aslında et yerken her şey çok normalmiş, et her derde devaymış da, vejetaryen beslenmeye başlayınca çok pis acayip ölümüne dikkat etmeniz gerekiyormuş gibi de bir algı var, hemen başlıyor "E peki ne yiyorsun onun yerine? x'i nereden alıyorsun, y'yi nereden alıyorsun? Senden iyi olmasın benim de bi' vejetaryen arkadaşım vardı, rahmetlinin saçları döküldü." falan. Bende de vardı vejetaryen/vegan insanlara karşı böyle bir panik hali, bir annevari "ah yavrıeeem, doyamazsın sen öyle, büyüyemezsin"cilik, artık yok (Gerçi yalan olmasın, veganizme karşı çok fazla bilgi sahibi olmadığım için yerli midir yersiz midir bilmem ama hâlâ var). Darısı başınıza. İşin iki tarafını da görmüş bir insan olarak söylüyorum, abuk bir yaklaşım bu bakın, gerçekten.

Yine çağrışımlara doyamadım, planladığımın 2 katı uzunlukta bir yazı oldu, bakalım bir de ikiye bölmeden deneyeyim, tivitır nesli kusuruma bakmasın, ihtiyarlığıma versinler. Saati de zaten 22:15 etmişim, gitmem gerek çoktan, yatsı tatlısını kaçırıyorum. Bir sonraki yazıda nasıl böyle bir değişikliğe karar verdiğimi anlatmaya niyetliydim ama daha epey süre nedenlerden devam edeceğim gibi görünüyor sanırsam.

öpt tşk kib bye

Ek: Sağlık konusunda taze denk geldiğim ve kaynağını/doğruluğunu bilmediğim şu bilgiyi de not olarak düşeyim: "İşlenmiş et ürünlerinin (salam, sosis, sucuk gibi) düzenli tüketimi erkeklerde prostat kanseri riskini artırmaktadır."