2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

22 Mayıs 2012 Salı

Korsan Taksiyle Mücadele Etmeli mi?


Bir önceki yazıda müzik sektöründe korsan dağıtımdan bahsetmiştim. Bu yazıda korsan taksi iyi midir kötü müdür, devlet korsan taksicileri ve/veya korsan taksiye binenleri cezalandırmalı mı, iktisat bu konuda nasıl bir perspektif sunabilir buna değineceğim. Herhangi bir iktisadi eyleme hırsızlık deyip demediğiniz, bu adlandırma iktisadi hayatı etkiliyorsa önemli olabilir. Ancak ben bu konuya girmeyeceğim [Zira Shelbyl'in ilk yazıma yaptığı yorumdan anlaşıldığı gibi onun yazısındaki asıl kasıt bazı aktivitelerin devlet tarafından hırsızlık olarak nitelenmesine rağmen benzer başka bir takım aktivitelerin bu şekilde nitelenmemesindeki çelişkiye/seçiciliğe dikkat çekmek]. Önemli olan bu eylemlerin ekonomiye olan genel etkisini incelemek. Çünkü devletin izlemesini isteyeceğimiz politika bu etkiye bağlı.

Şarkı, bilgisayar yazılımı, ilaç gibi ürünlerin aksine taksicilik son ürün açısından bakınca metadan ziyade her bir sefer için ayrı olarak para verdiğimiz bir hizmet. Doğası itibariyle para vermeyeni dışlamak gayet kolay (yani “non-excludable” değil). Bir taksi belirli bir zaman aralığında ancak sınırlı sayıda insana hizmet verebiliyor ve diğer müşteriler o zaman aralığında o taksiden faydalanamıyor. Ayrıca taksici her kilometre için benzin parası vermek durumunda. Yani iktisadi tabirle bu hizmete olan talepler birbirine rakip (rival good).

Dolayısıyla Shelbyl’in de belirttiği gibi bu piyasanın işleyişi müzik piyasasının işleyişinden farklı. Buradan hareketle Shelbyl birkaç soruyu gündeme getirmiş. Bu sorulara kendi cevaplarımı vererek konuyu açmaya çalışayım.

Soru: Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?

Cevap: Daha önce de belirttiğim gibi son kertede korsanı hırsızlık olarak niteleyip nitelemediğimiz işin semantik boyutu dışında çok da önemli değil. Belki devletin korsanla mücadelesindeki söylem açısından bir önemi olabilir. Yine de cevap vermek istersek, evet korsan taksi hırsızlık yapmış oluyor. Nedenine gelirsek: Öncelikle devletin tanımladığı mülkiyet haklarını verili almadan bir eylemin hırsızlık olup olmadığına karar veremeyeceğimizi görmeliyiz. Devlet sınırlı sayıda taksi plakasını kendi tespit ettiği fiyattan satarak yolcu taşıyıp kar etme hakkını dağıtmış. Önceki yazımın başında verdiğim özel mülkiyet tanımına göre korsan taksi, lisanslı taksiye ayrılmış kar etme hakkını çalıyor.

Asıl önemli soru devletin sınırlı sayıdaki taksi lisansını satma yetkisi olmalı mı? Lisans dağıtımının iki sonucu var. Birincisi devletin bu mesleği icra edenlerden vergi alıyor oluşu. İkincisi de taksi sayısını istediği ölçüde sınırlayabilmesi. Bunun amacı karbon emisyonlarının sebep olduğu hava kirliliğini ve oluşan trafiği sınırlamak ve ayrıca devletin vergi geliri ile yaptığı otoyollarının onarımını temin edebilmek olabilir. Lisans sayısının doğru tespit edildiğini iddia etmiyorum tabi ki. Örneğin on milyon nüfuslu bir kentte sadece yüz taksiye izin vermek yarardan çok zarar getirebilir. Hem de devlet taksimetre ücretlerini dikte ederek düşük tutabilse bile.

Neticede bireysel karı için olumsuz bir dışsallık yaratan bir hizmetten bahsediyoruz. Bu sebeple aslında oligopolistik bir yapı bile (ki taksi piyasası oligopolistik sayılmaz çünkü fiyatlama üzerinde taksicilerin tam yetkisi yok) verimlilik açısından tam rekabetçi bir piyasaya tercih edilebilir.  Ayrıca korsan yaygınlaştığı zaman lisanslı taksici de ertesi sene korsana dönmeyi seçebilir ki bu olumsuz dışsallıkları daha da büyütecektir. O yüzden prensipte vergilendirme toplumsal açıdan doğru bir politika. Bu hususta devlet müdahelesinden hiç haz etmeyen biri çıkıp ilk defa iktisatçı Ronald Coase'un işaret ettiği gibi
vergilendirme yerine mülkiyet haklarını çok kapsamlı bir şekilde tanımlayıp zarar gören vatandaş ile dışsallık yaratan taksicilerin pazarlık yapmasını önerebilir. Bu çözüm teoride daha verimli bir çözüm olabilirdi. Ama pratikte hiç de mümkün değil. Bu yüzden dolaylı veya doğrudan vergilendirme olmadıkça dışsallıktan zarar gören vatandaşları tazmin etmek mümkün değil. Yani taksi sayısını sınırlamak ve bu sektörü vergilendirmek faydalı bir devlet hizmeti. 

Sonuç olarak korsan taksi her bir vatandaşa azar azar ve dolaylı olarak zarar veriyor. Çünkü devlet vergi hedefini tutturmak zorundaysa daha kolay vergilendirilebilir sektörlere uyguladığı vergiyi artıracaktır. Veya vergi hedefini düşürüp hizmetlerde kısıntıya gidecektir. İlk durumda taksici aynı hizmet için vatandaşa zorla daha çok para harcatarak kontrata uyan diğer vatandaşları kendi çıkarı pahasına zarara sokmuş oluyor. İkinci durumda ise vatandaşın aynı miktar vergiye daha az hizmet almasına neden olacaktır.

Korsan taksi müşterisinin rolüne gelirsek bu müşteri sadece para verip plaka almış taksiye karşı yapılan hırsızlığı değil aynı zamanda vergi kaçırmayı da teşvik etmiş oluyor. Buradaki hırsızlık, kategorik olarak gayri-ahlakidir veya yanlıştır demek istemiyorum. Bu soruya cevap üretmek için hırsızlığı tanımlamanın yanında bu tanımdan çıkarak kendi içinde tutarlı bir ahlaki-felsefi eleştiri yapmak durumundayız. Toplanan vergiler illa doğru yerlere gidiyor da demiyorum. Bu mesele genel argümanı bağlayan bir şey değil ve korsan taksi konusundan bağımsız olarak değerlendirilmeli.

Soru: X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?

Cevap: Eğer bu arkadaş bunu meslek haline getirmemişse, yani faaliyette bir devamlılıktan bahsedemiyorsak ve tanımadığı insanları oradan buraya taşımıyorsa, hırsızlık olmaz. Aksi taktirde kayıt altındaki taksici ile haksız rekabet halinde demektir. Yine bu koşullar altında vergi de kaçırıyor diyemeyiz. Zira araç kaskosunu yaptırmış, egzost emisyon vergisini vs. her halükarda veriyor ve bir taksici kadar yollarda gezip bu işten para kazanmıyor.
 

Toplumsal etkisi olumsuz olduğuna göre korsan taksiye karşı ne yapmalı? Bu noktada devletin ve taksicilerin korsanla en etkili nasıl mücadele edebileceği sorusunu sormak lazım. Korsan taksicilerin kendilerini gizlemesi çok kolay (Müşterinin aslında arkadaşı olduğunu iddia edebilir vs. Müşterinin bireysel çıkarı da bu yönde ifade vermek olduğuna göre devlet denetiminden kaçmak kolay). O yüzden ne müşteriye ne de korsan taksiciye yüksek ceza tehtidi caydırıcı olur gibi gelmiyor bana. Pozitif politikalar daha iyi sonuç verebilir. Vatandaşı ikna kampanyaları, ihbar karşılığı ödüllendirme ve lisanslı taksicilerin şüphelendikleri korsan taksiler hakkında delil toplamaya çalışması belki kısmı bir çözüm olabilir. Şoför lobisini daha düşük fiyatlamaya ikna etmek de hem lisanslı taksinin karına hem de tüketicinin faydasına olabilir.

Korsan Müzik Hırsızlık mıdır? İyi midir Hoş mudur?

Shelbyl Korsan ve Hırsızlık başlıklı yazısında özel mülkiyet ve hırsızlık konusuna iki örnek üzerinden değiniyor: Korsan müzik ve korsan taksicilik. Fakat ortaya koyduğu analiz biraz problemli ve kendisinin de belirttiği gibi biraz da eksik. Bu yazı ve onu takip edecek ikinci bir yazı ile hem bu problemlere değinmek hem de konu açılmışken biraz daha geniş bir iktisadi bakış açısı sunmak istiyorum. Tabiki iktisatçıların bu konular üzerine çokça kafa yorduğu için yazacaklarımın çoğu bana ait orjinal tespitler değil. Amacım bu tespitleri iktisatçı olmayanların daha rahat anlayabileceği şekilde açıklamak.

Meseleyi önce ikiye ayıralım. Birincisi özel mülkiyetin ve hırsızlığın tanımı meselesi. İkincisi de korsanın/hırsızlığın toplumsal sonuçları ve müzik piyasasının (ve onunla benzeşen yani entellektüel içeriği yoğun ürün piyasalarının) nasıl regüle edileceği meselesi. Taksi hizmeti meselesi ise diğer yazımın konusu olacak.

1. Tanım Sorunu

Shelbyl’in yazısındaki en büyük problem özel mülkiyetin ve hırsızlığın çok dar bir şekilde tanımlamasından kaynaklanıyor. Özel mülkiyet sadece kullanım veya tüketim hakkının bireye ait olma durumunu değil, aynı zamanda üreticinin ürünü veya ürünün dağıtım haklarını satma tekelini de kapsıyor. Bu yüzden de yazar yanıltıcı bir şekilde hırsızlığı mal sahibinin o malı kullanım hakkının gaspı gibi dar bir tanıma sınırlıyor. Özel mülkiyeti toplumsal fayda açısından savunanların argümanı, sadece kullanım hakkının gasbının kötü sonuçlar (Örnek: “Eğer çalışarak satın aldığım  veya inşa ettiğim eve biri çıkıp zorla el koyacaksa çalışıp üretmemin anlamı yok”) doğurması değil. Mesele aynı zamanda kullanım hakkını satma hakkının gasbı (Örnek: “Evimi emlak piyasası yükseldiğinde onu bana nazaran daha çok değerleyen birine satamayacaksam daha küçük bir ev inşa ederim” veya “Evime yüksek değer biçen müşteri buna rağmen mevcut evine razı olmak durumunda kalır”).

Özel mülkiyetin ne olduğu hakkındaki kavram kargaşasını giderdiğimizde piyasaya korsan müzik sürenlere hırsız diyebiliyoruz. Sanatçıdan veya ona para ödeyerek dağıtım haklarını satın alan plak şirketinden çalınan şey söz konusu ürünün kullanım haklarını satma hakkı. Yani emek ve sermaye harcayarak ortaya çıkarılan maldan kar etme hakkının çalınması söz konusu. Burada hırsız ürünü para verip bile alsa ürünü kopyalayıp paylaştığında (dikkat edin illa para karşılığı ürünü satması gerekmiyor) üreticinin o üründen kar etme hakkını, ve dolayısıyla özel mülkiyet hakkını ihlal etmiş oluyor. House M.D. dizisini kaydedip Youtube’a koyarsan bu tanım itibariyle hırsızlık olur. Sen doğrudan bu dağıtımdan kar etmesen bile. Bu ikincisi bir nevi Robinhood’luk oluyor. Radyodan teybe müzik çekmek veya televizyonda bir programı kaydetmek ise onu alıp dağıtmadığınız sürece hırsızlık değil, ama hırsızları teşvik oluyor. Aynı çocuk emeği kullanan spor ayakkabı firmasından bu gerçeği bile bile ayakkabı aldığımızda Çin’deki taşeron firmayı ve ucuz diye onu seçen ayakkabı firmasını daha çok çocuk işçi kullanmaya teşvik etmek gibi.

Özel mülkiyeti ihlal etmenin ne kadar kolay olduğu hangi üründen bahsettiğimize göre değişir. Entellektüel ürünleri izinsiz çoğaltıp dağıtmak (kısaca korsan piyasa yaratmak) daha kolay, özellikle de internet üzerinden yapılıyorsa. Bu tamamen ürünün doğasından kaynaklanıyor. Bir diğer değişle bireylerin kullanımını kontrol etmenin zor olduğu (non-excludable) ürünlerden bahsediyoruz. Bu özellik çoğaltımın, yani replikasyonun kolaylığından kaynaklanıyor. Çünkü bunun için korsancıların ürünü deşifre etmeye yani nasıl yapıldığını çözmeye ihtiyacı yok. Dolayısıyla Microsoft, Windows işletim sisteminin yeni sürümünü piyasaya sunarken birçok potansiyel tüketicinin para vermeden bu ürünün korsan kopyalarından faydalanabileceğini göze almak durumunda. Bu gerçek hem ürün fiyatlamasını hem de ürün arzını etkiliyor. Örneğin firma ilk alıcı dışında herkesin ürünü kaçak olarak temin edeceğini bekliyorsa ya o kadar AR-GE yatırımına girerek o ürünü üretmez veya üretse bile astronomik bir fiyata satması gerekir.  Yani hariç tutulamayan (non-excludable) ürünlerin sunulduğu piyasalarda üreticinin arzı artırma veya fiyatı düşürme motivasyonu oldukça düşük olabilir. Bu tespite yazının ikinci kısmında tekrar döneceğiz.

2. Bilgi Yoğun Ürün Piyasalarında Korsan Üretimin Toplumsal Sonuçları

Toplumsal fayda soyut bir kavram ve bu kavramdan ne anlamamız gerektiği kaçınılmaz olarak tartışmaya açık bir konu. Biraz yol katedebilmek adına iktisatçıların kullandığı standart tanımlardan birini ölçü alıp toplumsal faydayı bireylerin tükettikleri ürünlerden aldıkları mutluluğun toplamı olarak kabul edeceğim.  Buradaki dolaylı varsayım toplumsal faydanın pastanın nasıl bölüştürüldüğünden bağımsız olduğu. Eğer bu gerçek dışı varsayımı yapmak istemezsek, alternatif olarak, pastayı olabildiğince büyüttükten sonra en ideal dağılımı gerçekleştirebilecek transfer mekanizmalarının mevcut olduğunu (örneğin devletin istediği miktarı senden alıp bana verebildiğini) ve bu mekanizmaların varlığının pastanın boyutunu etkilemeyeceğini kabul edebiliriz.

Şimdi meseleye geri dönersek önce korsanın kar potansiyelini eriterek üreticiye zarar verdiğini kabul etmeliyiz. Peki korsan piyasa toplumsal açıdan da kötü bir şey olmak zorunda mı? Buna cevap ararken bir kez daha ürünlerin doğasına dönmek gerekiyor.

Metaları tüketici için içerdiği değere ve üreticinin kullandığı girdinin doğasına göre iki sınıfa ayırabiliriz. Bir tarafta ekmek, çekiç, araba gibi üretiminde fiziki girdilerin oranının yüksek olduğu ve tüketim değeri büyük oranda fiziki işlevselliğinden ve faydasından kaynaklanan metalar var. Diğer tarafta ise müzik albümü, resim, bilgisayar programı gibi üretiminde entellektüel emeğin daha çok rol oynadığı ve tüketim değerini büyük oranda sanatsal veya bilgisel içeriğinden alan metalar var. Bu kategorideki ürünlerin en önemli özelliği bir kere üretildiklerinde tüketilerek azaltılamaz oluşları. Shelbyl’in verdiği korsan müzik örneğinden gidersek Ahmet'in internetten Radiohead'in son albümünü indirmesi, Mehmet'in o albümü indirip dinlemesini zorlaştırmıyor. Fakat bu, yazarın iddia ettiğinin aksine internet ortamında MP3 olarak sunulan albümün hariç tutulamaz (non-excludable) olmasından değil –ki bu özelliği daha önce tanımlamıştık- Ahmet'in bu ürüne olan talebi ile Mehmet'in talebinin birbirine rakip olmamasından kaynaklanıyor. Örneğin bir ekmeğin yarısını yediğinizde diğer arkadaşınıza sadece yarım ekmek kalıyor ama bir ders kitabının ilk bölümünü okuyan arkadaşınız kitabı size ödünç verdiğinde siz de aynı bölümü okuyabiliyorsunuz. Bu tarz ürünler iktisatçılar tarafından "non-rival" olarak adlandırılıyor. Tam da bu yüzden bu gibi ürünlere tüketicinin biçtiği birim değer, yani o birimden elde ettiği fayda, aynı birimin toplumun geneli için ifade ettiği faydanın çok altında kalabiliyor.

Buradan hareketle herkesin ucuza satın alabildiği korsan müzik albümleri aslında toplum için iyi sonucuna varabilirdik. Ancak hatırlarsanız bu ürünler aynı zamanda para ödemeyenleri kullanımdan kolay kolay dışlayamadığınız (non-excludable) ürünler. Dolayısıyla korsan piyasanın önlenemediği bir serbest piyasa ekonomisinde özel işletmeler bu ürünleri toplumsal faydayı ençoklayacak miktarın altında üretmeyi seçeceklerdir. Çünkü üretim sonucu yarattıkları toplumsal katma değer giderek artsada firmalar bu üretimden doğan faydanın çok ufak bir kısmını kar olarak ellerinde tutabildiklerinden AR-GE yapıp sonra da zarara girmek istemeyecektir.

3. Son tespitler

Bu analizden çıkan sonuç korsanın toplumsal faydaya etkisinin teorik açıdan pek de net olmadığı. Bir sefer AR-GE’si yapılıp piyasaya sunulan bir yazılım veya ilacın çoğaltım ve dağıtımı çok ucuz olduğu ve toplumsal fayda çarpanı yüksek olduğu için olabildiğince çok insana ulaşması arzulanırken, üreticinin telif veya patent hakları korunamadığı sürece yüksek AR-GE isteyen kaliteli yazılımların ve faydalı ilaçların arzının zamanla düşeceği de bir gerçek. Televizyonda orada burada karşımıza çıkan yaygın söylem aslında bir ölçüde doğru. Gerçekten de tüketici olarak korsan müzik alarak korsanı teşvik edersek daha kaliteli albümlerden mahrum kalmamız mümkün. Normatif bir çıkarım yapacak olursak, bilgi yoğun ürünlerin makul patent veya telif hakkı süreleri olmalı. Ama bu süreler bizi Beethoven’in 9. Senfonisini parayla indirmek zorunda bırakmamalı. Patent süresi dolunca her isteyen bir albümü rahatça dağıtabilecek ve böylece sadece korsan aktiviteleri göze alabilen ufak bir azınlık değil herkes eşit derecede bedava ve kaliteli müzik dinleyebilecek.

Tabi ne devlet ne de üreticiler korsanı engellemeye muktedir olmayabilir. O zaman ideale en yakın ama uygulanabilir alternatiflere yönelmek gerekecektir. Zaten hali hazırda olan da bu. Bir yandan internet teknolojisinin ilerlemesi diğer yandan da albüm yapmanın maaliyetini düşüren diğer teknolojik gelişmeler sanatçıları ve plak şirketlerini farklı stratejilere itiyor. Öncelikle sektör albüm satışlarından ziyade giderek daha yüksek oranda turne ve reklam gelirlerinden para kazanıyor. Bununla birlikte internetin entellektüel ürün çeşitliliğini ve sanatçılar arası rekabeti artırması ile İnterneti ürün satışından ziyade ürün promosyonu olarak kullanma stratejisi benimsendi. Radiohead'in albümünü prensipte bedava sunması gibi. Tabi entellektüel ürünler arasında da farklar yok değil. Örneğin aynı grubun iki farklı konserine gitmek anlamlıyken aynı filmi sinemada iki kez izlemek pek de tercih ettiğimiz bir şey değil. Sinemada izlenen filmden alınan keyif evde izlenen filme göre artık çok fazla olmasa da konsere gidip bir grubu canlı izlemenenin, o kalabalığın içinde olmanın keyfi çok farklı. Neyse lafı daha fazla uzatmayalım. Neticede bu konu oldukça geniş bir spektrumdan irdelenebilir.

Bir sonraki yazıda korsan taksi meselesine değineceğim. Zira Shelbyl’in de ifade ettiği gibi taksicilik hizmeti farklı bir yapıya sahip ve korsan taksinin hırsızlık olup olmadığı ve toplumsal etkisi ayrı bir analiz gerektiriyor.

18 Mayıs 2012 Cuma

Korsan ve Hırsızlık Üzerine

Bu konu bir blog girdisi ile açıklanacak, bütün açılardan ele alınacak bir konu değil, üzerine sayfalarca kitaplar yazılır ve gene bir sonuca varılamaz icabında. Burada esas amacım, bazı sorular sormak, bazı sebepsizce benimsenmiş/tanımları ezberlenmiş ahlak ilkeleri üzerine biraz kafa yormak.

Bitmeyen bir tartışma "korsan müzik" ve diğer eğlence ürünleri hakkında zaten varken, bir de "korsan taksi" gündemimiz oldu. İki konu tartışılırken de gündeme gelen kavramlardan biri de "hırsızlık". Korsan müzik indirenler çeşitli cezalara çarptırılırken -en azından böyle bir yasal düzenleme varken-, korsan taksiye binenlere de 600 lira ceza kesilmesi gündemde. Korsan müzik ve korsan taksi kavramları arasında işleyiş bakımından benzerlikler olduğu kadar farklar da var, ama bu kavramların cezalandırılması benzer mekanizmalar yaratınca ve "hırsızlık" tanımı gündeme gelince üzerine biraz düşünmek gerekiyor.

I. Hırsızlık, Özel Mülkiyet ve Korsan Müzik 


En basit açıklama ile hırsızlık kavramı, özel mülkiyetin varlığıyla gündeme geliyor. Birisinin özel mülkünü elinden izinsizce almak hırsızlık diyebiliriz. Mesela benim para verip aldığım bir eşya, benim elimden, benim artık kullanamayacağım şekilde alınıyorsa, o net bir şekilde hırsızlıktır. Burada iki kavram çok önemli: 1. İzinsizlik. 2. Sahip olanın kullanım hakkını yitirmesi. Mesela bir dükkandan bir mal çalarsanız da, halihazırda para vermiş dükkanın o malı başkasına satma hakkını elinden almış oluyorsunuz, ve bu yüzden burada bir hırsızlık durumu sözkonusu oluyor.

Korsan müzik konusu ise klasik hırsızlık tanımının gayet dışında. "Korsan müzik" indirince neyin hırsızlığı yapılmış oluyor? Şarkıyı indiren, başkasının da o şarkıyı indirme hakkını gasp etmiyor, o şarkıya sahip olan dükkanın elinden kopyayı çalıp da başkasına satma hakkını da gasp etmiyor, kendisi o ürünü başkasına satıp şirketin malı ile kazanç da sağlamıyor. Çünkü bu tür ürünler, ekonomide hariç tutulamayan ürün (nonexcludable good) olarak tanımlanan sınıfta.

Korsan müzik indirmek, yani fiziksel olarak kimsenin özel mülkiyet hakkını gasp etmeyen bir ürüne bir maddi değer biçip, o değerin karşılığını bulmaması hırsızlık ise daha birçok naif eylemin hırsızlık olması konusu da gündeme geliyor. Mesela radyodan teybe müzik çekmek de, televizyonda çok beğendiğiniz bir programı kaydetmek de, bir kitabı arkadaşınızdan alıp okumak da hırsızlık olabilir aynı şekilde. Bir ürünü farklı ortamlarda satışa çıkarıp, ona yapay bir değer ve sahiplik kavramı biçtikten sonra o değerin her koşulda karşılanmasını beklemek gülünç. Dijital çağı analog kanunlarla yönetmenin zorluğu da burada başlıyor.

(Aranot: Ki sanatçılara sorduğunuzda "ben zaten parayı konserlerden, konuşma anlaşmalarından, yeni rol tekliflerinden kazanıyorum" diyenler, kendi albümlerini kendi sitelerinden bedavaya ya da sembolik bir ücret karşılığında satanlar mevcut, ki o halde bile daha çok para kazanabiliyorlar. Bu da mevcut sistemdeki oligopolik düzenin esas verimsizliği getirdiğine dair başka bir argüman.)

II. Korsan Taksi ve Hırsızlık


Korsan taksi mekanizması, korsan müzik mekanizmasının işleyişinden farklı. Çünkü müşteri hariç tutulamayan ürün değil, müşteri korsan taksiye bindiğinde orada bir fiziksel alıkoyma gerçekleşiyor. Peki bu durumun hırsızlık olmasının sebebi, birinin vergi veriyor, diğerinin vermiyor olması mı? Bu konuda kesin yargıya varılabilir mi, yoksa farklı senaryolar mümkün mü?

Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?

X kişisi o 10 lirayı vergi vererek kazanmışsa ve korsan taksiciye bir hizmet karşılığında veriyorsa, korsan taksici de tıpkı o para öğrencinin cebinde kalsaydı olacağı gibi dolaylı yollardan vergisini veriyorsa, bu da hırsızlık sayılır mı? Daha farklı örnekle anlatmak gerekirse, evinizin bahçesindeki ağacı kesmeniz lazım. Profesyonel ağaç kesici çağırmak yerine kendiniz ya da bir arkadaşınız kesiyor ve böylece vergi çarpanından çalıyorsunuz. Bu da hırsızlık olur mu?

X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?

III. Hırsızlık, Rekabet ve Vergi


Korsan taksi olayını yukarıdaki örnekler ışığında şöyle değerlendirmek de mümkün. İki şirket var, bunlardan birisi aynı sektörde olmasına karşın diğerine kıyasla daha az vergi veriyor. Bu da haksız rekabet ortamı yaratıyor. Bu ortam da ekonomik işlerliği ortadan kaldırıyor, ve bu yüzden devletin bunu düzenlemesi gerekiyor. Gayet geçerli bir argüman, ve zaten devlet-vatandaş kontratında vergi toplama konusunda bu konu gayet açık.


Lakin bu konuda da siyah-beyaz spektrumundan farklı şeyler düşünmeli. Türkiye'de devlet ile işbirliği içinde olduğundan ötürü aynı sektördeki rakiplerinin önüne geçen firmalar yok mu? Firmalar, vergi kanunundaki yasal boşluklardan yararlanırken, aynı şekilde haksız rekabet yaratmıyorlar mı? İthalat-ihracat sübvansiyonları hakkaniyetli, ekonomik verilere göre mi dağıtılıyor her zaman; yoksa başka mekanizmalar da var mı?

Vergi konusunda da benzer sorular gündeme gelebilir. Devlet, kazanç elde eden vatandaşını vergi vermediği için cezalandırabilir, hakkıdır dedim. Peki vatandaş, bu vergilerin nereye harcandığı konusunda her zaman hesap sorabiliyor mu? Eğer vatandaşın vergi vermemesi hırsızlık ise, devletin antimilitarist bir vatandaşından aldığı vergiyi silah endüstrisine yatırması, vejetaryen vatandaşından aldığı vergi ile et sektörünü sübvanse etmesi de hırsızlık mı oluyor? (Burada demiyorum ki bütün bunlar düzenlensin, o tür bir toplumsal model yaratmak oldukça ütopik. Fakat "hırsızlık" damgasını vurmadan önce, benzer koşulların halihazırda yaşandığını açıklamaya çalışıyorum)

IV. Sonuç


Başta da dediğim gibi, bu yazıda güçlü bir argümantasyon, kesin bir iddia dile getirmiyorum, bu konular elde ölçülebilir veriler olmadan pratik yargıya bağlanamaz, imkansız. Lakin "hırsızlık", "korsana hayır", "korsan taksiye binenler tabii ki ceza ödesin" gibi yargılara varmadan önce, bu kavramlara yüklediğimiz geleneksel anlamları ve pratikteki karşılıklarını da sorgulamak gayet mühim. Haksız rekabet, monopoli/oligopoli, verginin hesabının sorulabilmesi, gelir vergisi toplamadaki başarısızlık, sübvansiyonlar vs. çetrefilli konular, sadece teorik yaklaşım ve ahlaki güzellemeler ile çözümlenemez.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Kürtlere Soykırım Yapılıyor! (Kredi SVP)

Halil Berktay 1 Mayıs tartışmalarıyla gündemin göbeğine oturduğundan beri bu konu hakkında birçok yazı okudum. Çoğu yazının girizgahında Berktay'a itiraz edilmeden önce kendisinin yetkinliğine dem vuruluyor, akademik kişiliği önemseniyor. (bkz: Ferdan Ergut, Erol Katırcıoğlu, Adil Demirci vs.) Önemsenebilir tabii, fakat kendisinin akademik yayın sayısı bir elin parmağını geçmezken, bu akademik önemin nereden geldiği konusu kafa kurcalıyor. Bunun da ötesinde, kendisi profesör olmamasına karşın tartışma programlarında, yazılarda vs. profesör olarak lanse ediliyor.


1 Mayıs tartışmasında ve dahi genel olarak böyle bir krediye ulaşmasının sebebi ise gene bu tartışmadaki kimi yazılarda açıklanıyor: Yıllar önce bir röportajda/konferansta Ermeni Soykırımı demiş olması. Bunu hem kendisi, hem başkaları yapıyor. (bkz: Yıldıray Oğur, Halil Berktay)


Takdir edersiniz ki, birkaç popüler tarih yazısıyla ve iki cesur beyanatla "yetkin tarihçi" ve hatta "profesör" olabilme şansı iştahımı kabarttı. O yüzden an itibariyle bu doğrultudaki akademik çalışmamı buraya aktarıyorum.)



Türkiye tarihi ortak acılar, ve bu ortak acıların inkarları ile yazılmıştır. Kemalist zihniyetin lobotomi yaptığı zihinlerde yeşermiş idealar, insanların değil geçmişi, bugünü dahi idrak edememesine yol açacak denli bir hasarın işaretidir. Değerli Prof. Halil Berktay'ın da dediği gibi, sosyal bilimlerde asgari ve yeterli açıklama diye bir şey vardır. Bu şey uyarınca, apaçık ortadadır ki, bu ülkede on yıllardır Kürtlere soykırım yapılmaktadır, ve bunu bizzat itiraf eden de TCK'nın 76. maddesidir.

Ne demektedir bu madde? Parantez içinde yorumlayarak inceleyelim.
*******
Soykırım

Madde 76 - (1) Bir plânın icrası suretiyle (milli güvenlik/terörle mücadele), millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubun (Kürtler) tamamen veya kısmen yokedilmesi maksadıyla, bu grupların üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur:

a) Kasten öldürme. (JİTEM)

b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme. (Diyarbakır Cezaevi)

c) Grubun, tamamen veya kısmen yokedilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması. (Köy boşaltma/yakmalar)

d) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması. (Kürtler çok çocuk yapıyor!)

e) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi. (ÇEK himayesine alınan "taş atan çocuklar")
*******
Bu fiillerin birinin işlenmesi dahi soykırım suçunu oluşturacakken, yukarıdaki örneklerde açıkça görüldüğü gibi beşi dahi için "asgari ve yeterli açıklama" bulunmaktadır. Türkiye'de Kürtlere soykırım yapılmıştır/yapılmaktadır, ve bunu da açık yüreklilikle dile getirecek akademisyenlerin olmaması bir trajedidir.

Bunu Mayıs 2012'de söylüyorum, ama umarım ki 10 yıllar boyunca tartışılır, bu ben yazmasam üstü kapalı kalacak gerçekler açıklığa kavuşur.

İklimsel Şerh: Bu yazıda dile getirdiklerim olguları değil, söylemleri/üslupları hafife almaktadır. Bu topraklarda soykırım yapılmıştır ve zihniyet aynı kaldıkça, fırsat bulundukça da yapılacaktır.

24 Nisan 2012 Salı

1915'i Yeniden Yazmanın Dayanılmaz Hafifliği

Daha bir-iki gün önce, "Abdülhamid iyiydi, muhalefet yoktu, İttihatçılar geldi, ülkeyi bozdu" tekerlemesi ile şekillendirilen yeni tarih anlayışını eleştirmiş, İttihat ve Terakki'nin Abdülhamid'e karşı bir şemsiye oluşum olmasından, o oluşumdaki liberallerin dahi "silahlı müdahale" opsiyonunu düşünmesine değinilmemesinden, "darbecilik = İttihatçılık" denkleminin Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın Halaskâr Zabitan destekli muhtırasını yok saymasından dem vurmuştum.

Gelgelelim Hilal Kaplan 23 Nisan 2012 tarihli yazısında bambaşka bir kapı açtı bizlere, daha önce hiç düşünülmemişi -en azından benim bildiğim kadarıyla- yaptı ve "1915 Olayları Anadolu'yu İslamsızlaştırma hareketinin başlangıcıdır" diyerek 1915 soykırımından müslümanlara mağduriyet çıkardı. Kendisine bu yazıyı yazarken hangi birincil ve ikincil kaynaklardan yararlandığını sordum, 24 saatir cevap alamadım. Bu yüzden de bu yazının tamamen en başta bahsettiğim anakronik tekerlemeye iliştirilmiş altyapısız bir yeniden tarih yazımı denemesi olduğu kanaatim pekişti.

Kaplan'ın tezinin doğru olabilmesi için veri ile desteklenmiş birkaç önkabul lazım. Mesela öncelikle İttihatçıların kafasında "laik" bir "ulus" tanımının o zaman olduğunu, tehcirin bu amaçla yapıldığını ve daha önceki olaylarla ilişkisinin bu temelde kurulabileceğini göstermeniz lazım. Sonra destekleyici olarak Ermenilerin İttihatçı iktidarına kadar "Osmanlı'nın çok dinli, çok dilli" yapısı altında sıkıntılarının olmadığını da gösterebilmeli ki 1915'in salt yaratılmış bir "laik ulus yaratma büyük planı"nın ürünü olduğunun altını çizebilelim.

Tabii bunları yaparken, çok somut bazı şeyleri de açıklayabilmek lazım. Mesela Taşnaktsutyun (kısaca Taşnak) neden İttihat ve Terakki Cemiyeti ile 1909'a kadar işbirliği yapmıştı Abdülhamid'e karşı? Jöntürk Kongreleri'nde neden Taşnak mümessilleri bulunmakta idi? 1894-96 Hamidiye Katliamları, "laik ulus yaratma" büyük planının neresine düşmekte idi? İttihat ve Terakki'ye karşı ayaklanma olarak başlayıp Ermeni pogromuna dönüşen 1909 Adana Katliamı hangi "laikçi" yapılanmanın tertibi idi? 1914'te Taşnak ve Hınçak Kongreleri'nde alınan -özetle- "savaşmayalım, savaş çıkarsa da devletin yanında olalım" kararları ve İttihat ve Terakki ile geçici işbirliği planları "İslamsızlaştırma" büyük planına dahil midir, bu komplo da Ermeniler de mi rol oynamıştı yoksa?

Eğer Hilal Kaplan yazısını bir "alternatif tarih teorisi", bir "sesli düşünme" olarak şekillendirse amenna, ilginç  olur, tartışılır vs. Yalnız şu tür ifadelerin olduğu bir yazıda insan doktora tezi ciddiyeti ve inanmışlığı görüyor: "Özetle, laikçi toplum mühendisliğinin ilk aşaması gayrimüslimsizleştirme (toplumsal/dinî önderlerinden başlayarak nüfusu ve onları hatırlatan eserleri yok etme veya kapatma), ikinci aşamasıysa İslâmsızlaştırmadır."


Hilal Kaplan "Atalarınız bu çok dinli yapıyı oluşturup koruyanlardan mı, yoksa onu hoyratça harcayanlardan mı diye düşünmeye değmez mi? Çünkü ikisi aynı anda olamaz... Bir Müslüman olarak benim yüreğim ne ata fetişizmiyle ne de Avrupa Birliği müktesebatıyla bağlı; ancak ve sadece 'adaleti ayakta tutanlardan' olmamı emredene bağlı..." cümleleriyle de bu ironik çalışmasına güzel bir nokta koyuyor gerçekten. Ataların çok dinli yapıyı oluşturup koruması önkabulü, yakın tarihi bir çırpıda siler atarken, Kaplan'ın yarattığı dikotomiden sonra "ata fetişizmi"ni reddetmesini mantık ile açıklayabilmek mümkün değil, ya da benim zekamın hakim olamadığı girift bir örgü var.

Adaleti ayakta tutma isteği önemli ve bu konuda hemfikiriz, fakat tarihi böyle yeniden yazarak, günahlardan el yıkayarak, başkasının mağduriyetinden yeni mağduriyetler inşa ederek adaletin ayakta tutulabileceğini hiç zannetmiyorum.

Günün anlam ve önemine uygun olarak da Talin Suciyan'ın şu güzel yazısını dipnot olarak düşüyorum.

Ekleme: Hilal Kaplan yazısıyla ilgili bir açıklama yapmış meğer ben bu yazıyı yazarken. Açıklamasında tezini doğrudan destekleyen bir kaynak yok. Özetle: "Gayrimüslimlerin tasfiyesi ve Türk olmayan Müslümanların asimilasyonu amaçlanıyordu, İttihatçılar da laikti hepimiz biliyoruz, İslam kisvesiyle Müslümanları da kandırdılar ne yazık ki, o yüzden tezimin arkasındayım." ,

Yazımda da dediğim gibi bu ilginç bir akıl yürütme olabilir ve tartışılır, lakin bunu doktora tezi kesinliğinde yazmak, üzerine açıklamada yazıdaki tez ile alakasız alıntılar verip "ödevinde yeterince referans olmadığını fark edip cümle serpiştiren lisans öğrencisi" taktiğini benimsemek hiç ikna edici değil.

Zira sonuçlara bakıp sebep uyduran bir bilim değildir tarih.

21 Nisan 2012 Cumartesi

İttihatçılar Darbeci de, İtilafçılar Çiçek mi?

Baştan söyleyeyim, bu bir İttihat ve Terakki aklama yazısı değil, lakin o dönemin tek kötüsünü İttihat ve Terakki olarak lanse edip bütün bir Osmanlı devlet ve düşünce geleneğinin günahlarının bu cemiyetin boynuna asılmasının da pek isabetli olmadığını düşünüyorum. Özellikle de konuyla alakalı her köşeyazısında dile getirilen "darbe denince akla İttihatçı gelenek gelir, Babıali Baskını ilk darbedir" tezinin eksiklik sebepli yanıltıcılığını rahatsız edici buluyorum. (Esas anlatmak istediğim yer ikinci kısımda, ama konuyla ilgili bilgilerini tazelemek isteyen birinci kısımı da okusun.)

Kısım I: İTC'nin kısa geçmişi ve 1913'e giden yol


Öncelikle cemiyetin kısa bir özgeçmişini vermek lazım: İTC, Abdülhamid yönetiminden memnun olmayan ve Kanun-i Esasi'yi yeniden ilan ettirmek isteyen birçok muhalif hareketin içinde bulunduğu bir şemsiye örgüt olarak teşkil olunan, İTC adını alana kadar 20 yıllık bir geçmişi olan bir oluşum. Öyle ki, bugün "liberal prototipi" olarak anılan Prens Sabahaddin dahi bu cemiyetin bir parçası cemiyet içinde "adem-i merkeziyetçi" ve "merkeziyetçi" çatışması başlayana kadar. Bunun yanısıra, "istibdat" döneminde birçok üyesi sürüldüğü, tutuklandığı vs. için de "gizli" çalışma prensibini benimsemiş bir hareket (y.n. çağrışım yapmak serbesttir). Böyle bir dönemde Abdülhamid yönetiminden kurtulmak için "her yolun denenebileceğini" tartışmaları da beklenen bir hal olsa gerek. Ayaklanmalar tehdit unsuru olarak kullanılarak 1908'de II. Meşrutiyet'in ilan ettirilmesi, ve şemsiye oluşum olarak İTC'nin desteklediği vekillerin Meclis-i Mebusan'da çoğunluğu elde etmesi de bu sürecin sonucu. Bu şemsiye, zamanla bölünmesi, İTC'nin içinde "paramiliter" bir kanat oluşması, 31 Mart vak'ası ve bahaneyle Abdülhamid'in tahttan indirilmesi de İTC'nin kendi otoritesini sağlamlama döneminin başlangıcı oluyor.

(Yalnız burada ilginç bir nokta var: Darbeci İTC'nin 1909'da Kanun-i Esasi'de yapılan bir takım değişiklikler, "demokrasi ve özgürlük" adına oldukça terakkiperver: Madde 10 ile hürriyetin esas olduğu ve kanun harici hiçbir şekilde tevkif edilemeyeceği, madde 12 ile matbuatın kayıtsız serbestliği, madde 119 ile posta evrakının mahkeme kararı olmadan açılamayacağı, madde 113'ün iptali ile padişahın sürgün hakkının elinden alınması, sadrazamın yetkilerinin arttırılması, madde 54 ile padişahça veto edilen kanunların mecliste yeniden görüşülüp kabul edilebilmesi... O zamanın koşullarında "Kafi Değil Velakin Münasip" hissiyatı uyandıracak değişiklikler bunlar.)

Konudan çok sapmayalım.  Başta iktidar hedeflemeyen bir oluşumun o cazibeye kapılması, cemiyetten fırkaya dönüşse bile "gizlilik"ten kurtulamaması, İTC içindeki bölünmelerin önüne geçmek için yapılan baskılar, baskınlaşan militer zihniyet ve muhalefet karşıtı tutum, 1911 yılında güçlü bir muhalefet hareketinin doğmasına sebep olur: Hürriyet ve İtilaf Fırkası. Prens Sabahaddin'in de desteklediği bu hareket, sıkıyönetim zihniyetinin yanısıra İTC'nin Türkçü (ve İslamcı) çizgisine ve Almancılığına da karşıydı.

Kısım II: 1912 seçimleri, "muhtıra" ve "darbe"

Mecliste muhalefetin sesinin yükselmesi ve ülke çapında desteğinin artması, ülkenin durumu, çıkan savaşlar vs. Sait Paşa hükümetinin istifaya zorlanması sürecini başlatmıştır. İktidar yolundaki entrikaları ile ünlü Sait Paşa, şapkadan bir tavşan daha çıkararak padişahtan meclisi feshetmesini istemiş, bunun üzerine Şubat 1912'de "sopalı seçim" olarak da bilinen seçimler yapılmıştır. Bu seçimler sonucunda İTC ezici bir üstünlük sağlamış (6 muhalif mebus haricinde İTC adayları seçilmiştir), fakat muhalefetin seçimin meşruiyetini reddetmiştir.

Bunun üzerine Meşrutiyet yıllarının en bilinen taktiğine geri dönülmüş, Halaskâr Zabitan adlı silahlı bir güç oluşturulmuştur. Bu güç Arnavutluk'ta isyanların tetiklenmesinde rol oynamış, Temmuz 1912'de de bir muhtıra vermek suretiyle Said Paşa hükümetinin istifasına sebep olmuştur. Babıali Baskını'na kadar devam edecek olan Hürriyet ve İtilaf hükümetinin arkasındaki güç de bu askeri grup olacaktır. Bu muhtıradan sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti gene "cemiyet" örgütlenmesine geri dönecek ve Ocak 1913'te yapılacak darbenin altyapısını hazırlamaya başlayacaktır. Balkan Savaşı'ndaki verilen kayıplar, Babıali Baskını'nın bahanesi olacaktır.

Bu güç çatışması burada da kesilmeyecek, Prens Sabahaddin'i lider yapmak isteyen bir grup Mahmud Şevket Paşa suikasti ile "muhtıraya karşı darbeye karşı darbe" yapma girişiminin fitilini çakacak, lakin emellerini gerçekleştiremeyeceklerdir. Tabii bu olay İttihatçıların muhalif avını iyice sıklaştırması ve iktidarını perçinlemesi anlamına gelmiştir.

Sonuç: Bir devlet geleneği olarak darbe ve eksik okumalar


Babıali Baskını "ilk darbe" değildir. Nitekim 1912'de seçimleri kazanan ve hükümeti kuran bir örgütün kendi kendine darbe yapması beklenemez. İttihatçıların darbelerini günümüzdeki geleneklerle özgürce birleştirenler, nedense İtilafçıların militer gücünü ve muhtırasını es geçerler. 


Abdülhamid'in iktidarını övenler, bu iktidarın "hak ve özgürlükler" konusundaki zaaflarını, cemiyetlere yapılan baskıları da atlarlar. Bu cemiyetlerin "darbe" zihniyetini çare olarak görecek konuma gelmeleri, liberal Prens Sabahattin'in dahi "darbe" planları ile haşır neşir olmasına da pek değinilmez.

31 Mart Vak'ası'nın (ki buna darbe demek hiç de mübalağa olmaz) politik boyutu da nedense atlanır. Resmi tarihe göre "gerici ayaklanma" diye kestirip atılır zaten de, olayın arka planındaki paramiliter çatışmalar, göz önüne çıkmayıp "cemiyet" olarak iktidara hükmeden bir oluşumun varlığı, indirilip kaldırılan hükümetler vs. teferruat olarak kalır bu azamiyetle çizilen "Abdülhamidçi - İttihatçı" genel kalıbı içinde.

Şunu da söyleyeyim: Mutlaka ki tarih farklı yorumlanacak, tarih biliminin esası da bir yerde budur, çeşitli değerlendirmeler olması beklenendir. Nitekim ben kendimi tarihçi olarak da addetmiyorum. Bu halde beni şaşırtan, maddi bazı verilerin atlanması, tarihin sadece belirli bir noktaya kadar götürülmesi ve "İttihatçı" kavramı ile bir devlet geleneğinin fazlasıyla basite indirgenmesi.

13 Nisan 2012 Cuma

İtibarsızlaştırdıklarımızdan Mısınız?

Not: Bu yazı belirli bir olaya, kişiye vs. atfen yazılmıyor. Son birkaç gündür ne zamandır aklımda olan bir rahatsızlığı yazmak için ekstra bir motivasyon geldiği doğrudur.


Mizah, eleştiri, hakaret ve önyargı arasındaki çizgiler karman çorman haldeyken dipnotsuz/ön açıklamasız bir şeyler anlatmak zor oluyor. Kurumlar adına alınanlar (bkz: Atatürkçülüğe/dine hakaret etti), ifade özgürlüğünü "her dediği onaylanacak" olarak algılayanlar (bkz: hani ifade özgürlüğü vardı, bana faşist/homofobik diyemezsin!) falan gibi çok güzel insanlar var. Son zamanlarda da çeke çeke uzatılan yeni bir fenomen katıldı aramıza: İtibarsızlaştırma.

Böyle bir kavram var, evet, ve hatta suç teşkil ettiği durumlar da mevcut. Bir kamusal figür hakkında yalanları gerçekmiş gibi sunmak suçtur, bu yüzden davalar açılır, tazminatlar ödenir. Ama bu kadar. Bir kamusal figür hakkında ağır eleştiri yapmak, ürünlerini yerden yere vurmak, "fikir/yorum" olarak kategorilenecek herhangi bir şeyi söylemek serbesttir. Çünkü "kamu figürü" olmak demek, bir yerde budur.

Bunun haricinde "doğru olduğuna gerçekten inanılarak yapılan beyanlar", "kamunun inanmayacağı belli olan beyanlar", "kamu menfaatini ilgilendiren konularda yapılan yorumlar", "dümdüz küfür" vs. de itibarsızlaştırma sayılamaz. Bu şekilde mizah, eleştiri, politik tartışmalar vs. dışarıda tutulmuş olur.

Kamu figürleri, ellerinin altında kitlesel iletişim araçları olan insanlardır. Siyasetçiler ve hukukçular en özgürce eleştirilebilmesi gereken insanlardır, çünkü erk sahibidirler. Ondan sonra medya insanları gelir. Bu tür durumlarda yasaların esasen koruması gerekenler, kendilerini kitlelere ifade etmesi en zor olanlardır.

Şimdi esas kafama takılan noktaya, sosyal medyaya sıçrayalım buradan. Sosyal medya denen kurum, içindeki insanların birbirleriyle iletişim kurması, tepkilerini göstermesi için var zaten. Buraya katılan insanlar, bu olguları kabul ederek buraya geliyorlar. Yukarıda bahsettiğim gibi kişi hakkında iftira atmak, ya da kişiyi tehdit etmek, şiddet uygulamak vs. zaten yasalar uyarınca suç olduğundan bunun tartışması dahi yapılamaz, suçtur. İster sosyal medya olsun, ister otobüs durağı olsun...

Ama şunu da bir kenara koyalım: Hitap ettiği insan sayısı, kamu figürlerinin anaakım medya yoluyla hitap edebileceğinin %1'i olan insanlar, bir kamu figürü hakkında yoğun eleştiri yapıyorsa ona "linç" demek, "itibarsızlaştırma" demek insafsızlıktır. İki sebepten:

1. Kişi hakkında yalan bilgi saçılmıyorsa, bu açıkça "ifade özgürlüğü" kısıtlaması olur.
2. Bunun ucu "kimseyi eleştirmeme"ye varır, kaygan zemin oluşur.

Bugün Twitter'da bir sürü insan makaraya alınıyor. Nagehan Alçı, Nazlı Ilıcak ağzını açınca binlerce tweet ortaya saçılıyor. Bu da mı itibarsızlaştırma o zaman? Ya da onlar "itibarsızlaşma"yı hak edecek ne yaptılar? Mütemadiyen köşe yazıları üzerine yorumlar dönüyor, örneğin Ahmet Altan, Yılmaz Özdil her gün tartışılıyor. Bunlar da onları itibarsızlaştırmaya mı yönelik? Bizim arkadaşımız, eşimiz dostumuz olunca itibarsızlaştırma, zaten sevmediğimiz biri olunca OK mi oluyor?

Bir insan eyleminde/söyleminde saçmalamışsa (ki bu subjektif bir yargıdır) "saçmalamış" denir (bu da subjektif bir yargıdır). Karşılığında da "hayır saçmalamamış, çünkü..." denir (doğru tahmin ettiniz, bu da subjektiftir). Fikir başka, "gerçek" başkadır.

Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim. Muhalefetin dereceleri vardır. Kimisi idealisttir, kimisi daha hesap yapar, pragmatisttir, kimisi iktidara yakın durup onu etkileyebilecek pozisyon almaya çalışır vs. Bu insanlar birbirlerini sağa sola çekmekle yükümlüdür. Tren böylece ilerler. Bu iletişim sürecinin sonunda, eleştirilerin neticesinde "küsme, darılma, gücenme" olacaksa muhalefet çekilsin kenara, iktidar at koştursun dilediği gibi. Takım tutar gibi kişi tutarak, iktidar mekanizmasının simetriğini alarak muhalefet yapılacaksa, kişi kültü ön kabul ise, ne diyeyim, eyvallah.

7 Nisan 2012 Cumartesi

Fethullah Gülen ve Alevilik (1995)

(8 Temmuz - 10 Temmuz 1995 tarihleri arasında Milliyet gazetesinde yayınlanan Ruşen Çakır mülakatını buraya alıntılayacağım. Çakır, Gülen, Doğan grubu, Alevilik anahtar kelimeleriyle ilgi çekici olmayan bir mülakat olması düşünülemezdi zaten, nitekim öyle de olmuş. Fethullah Gülen'in Alevilik üzerine görüşleri resmi sitesinde de mevcut zaten, fakat oradaki çoğunlukla 1995 tarihli alıntılarda bu mülakata başvurulmamış pek. Alevilik'in makbul sınırlarda tutulması çabasının yoğunlaştığı, İzzettin Doğan isminin ön plana çıkarıldığı, buna karşın Aydınlık çizgisinin Alevilik'e sahip çıkmaya çalıştığı 1990'lara dair ilginç bir perspektif olduğu kanaatindeyim. İkinci soruda bahsedilen istihbarat bağlantısı, Çiller'i mafya konusunda uyarması, DHKP-C militanı Sibel Yalçın üzerinden gerçek Alevilik çıkarımları da işin bonusu olsun.)

Son dönemdeki çıkışlarıyla ve cemaatinin faaliyetleriyle hep gündemde kalan Fethullah Gülen, Gazi olaylarının ardından "Ben de Aleviyim" demesiyle dikkatleri çekmişti. Son olarak İzmir'de Başbakan Tansu Çiller'den cemevi açmak için destek istediği öne sürülen Fethullah Hoca kendisine ilettiğimiz soruları yanıtladı.


- Alevi - Sünni ayrımı konusunda ne düşünüyorsunuz?


Temelinde sevgi, muhabbet, birlik, düzenlik, yardımlaşma ve birleştiricilik bulunan bir yol ne yazık ki, Alevi değil, birtakım sol, komünist ve tamamen bölücü, kan dökücü örgütlerce sahipleniliyorsa, biz bunun Alevilikle alakası olmadığını kabul ediyor ve Alevi kardeşlerimizin de aynı inançta olduğuna inanıyoruz. İslam içi siyasi kavgaların, sahabe arasındaki birtakım hadiselerin tamamen tarihte kaldığı bir zamanda Sünni - Alevi ayrımının yersizliği ortadadır ve şu anda böyle bir ayırımı destekleyecek hiçbir unsur sözkonusu değildir.


Aleviliği istismar etmeye çalışan bazı komünist örgütler ve onlara alet olan ateistler, hem İslam'ın, hem bu ülke ve milletin, hem de arkasına sığındıkları Atatürk'ün düşmanıdırlar. Yıllarca onu en büyük faşist ve burjuva devrimcisi olarak suçlayanlar, eğer emellerinde muvaffak olurlarsa -ki, inşallah olamayacaklardır- ilk defa Kemalizm'i dinamitleyeceklerdir. Çoklarının habersiz bulunduğu bu hakikatı ilk defa burada ifade ediyorum.

- Özellikle 1980 sonrası başlayan ve Alevi aydınlarınca Alevi Rönesansı" olarak tanımlanan hareketliliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

80'den sonra dünyanın her tarafında dine dönüş başladı. Demir perdenin çökmesi ile bu daha da hızlandı. Protestanların protestanlığa, Katoliklerin katolikliğe, Budistlerin Budizm'e dönmesi gibi, elbette Müslümanlar da Müslümanlığa dönecekti. Gayet tabii olan bu vetirede, yıllarca sol ve komünistler tarafından istismar edilen Aleviliğin de özünü araması tabiidir. Alevilik, solculuk ve komünistlik değildir. Hele hele sevgi, muhabbet, hoşgörü, diğergamlık, fütüvvet adına vampirler gibi kan içicilik değildir. Kaynakları Hz. Ali (ra)'nın Nehcûl-i Belaga"sı ise, Mevlana'nın Mesnevisi, Yunus Emre'nin deyişleri, Hacı Bektaş*i Veli'nin Makalatı, Ahmed Yesevi'nin Hikmetleri ise onlar da kaynaklarına döneceklerdir. Dönecekler ve her türlü istismar ağından kurtulacaklardır.

Gaziosmanpaşa hadiselerinden birbuçuk ay kadar önce birisi vasıtasıyla yukarılara bir rapor ilettim. İstihbaratta profesyonel bir dostumun verdiği bu raporda, PKK tarafından Almanya'da büyük hazırlıklar yapıldığı, Türkiye'de bazı hassas yerlerde Alevi ocak ve bucaklarının kundaklanacağı, Aleviler'den bazılarının vurulacağı ve bütün bunlar Sünnilere isnad edilere Aleviler'in ayaklandırılııp, bir Sünni-Alevi çatışması meydana getirileceği bu raporda yazılıydı. Bunun arkasında da PKK ve Abdullah Öcalan vardı.

Bütün bunların dışardan destek gördüğü, Batılı büyük güçlerin hiçbir zaman birlik halinde gelişmemizi istemediği açıktır. Ve çok acıdır, Türkiye'de Alevi olmadıkları halde Alevilik iddia eden birtakım ateistler, temelde din ve Atatürk düşmanı, dolayısıyla din ve vücdan hürriyetini garantiye alması gereken laiklik düşmanı çevreler Kemalizm arkasına sığınarak, ateizm adına buna destek verdiler. Fakat bereket versin, Aleviler de, polisimiz de çok basiretli davrandı. erçi askerle polis karşı karşıya getirilmeye çalışılıyordu, polisin basireti buna imkan vermedi. Bu münasebetle işin başındaki şahsa telefon ederek polisimize tebriklerimizi arz ettim.

Niyetleri, ülkeyi parçalamak, polisi yıpratıp askeri bir cuntaya gel demek, Müslümanları ve milli, dini hizmet veren müesseseleri ezmekti. Ayrıca, yıllarca istismar edilen Alevileri yine aynı istismar çevrelerinin ağına bir defa daha çekmek ve gerçekleri görerek, bu ağdan kurtulmalarına fırsat tanımamaktı. Allah izin vermedi.

Türkiye'de ateizme, din düşmanlığına kilitlenmiş bir kesim, Alevilerin devamlı surette belli bir siyasi çizginin oy deposu olarak kalmasını istemektedir. Özlerine, öz kaynaklarına ve şifahi kültürden yazılı kültüre geçmeye yönelen Aleviliğin ister rönesans deyin, ister reform deyin, aslıyla buluşması tabii bir vetiredir.

- Alevilik sadece Hz. Ali taraftarlığı mıdır?


Meseleyi lügati açıdan ele alacak olursak, Alevi deyince ilk akla gelen şey, Hz. Ali (ra) taraftarı olmaktır. Hz. Ali (ra) fütüvvetin, kahramanlığın, diğergamlığın, hasbiliğin temsilcisi idi. O yiğittir, pervasızdır, korkusuzdur, haksızlıktan fersah fersah uzaktır. Bu açıdan Alevilik Seyyidina Hz. Ali (ra)'nin amelde, davranışta, düşüncede arkasında olmak, ilave olarak da, Hz. Ali (ra)'nin bu yanlarıyla diğer sahabiye yaklaşmak demektir. Hz. Ali (ra)'nin, Efendimiz (SAV)'in velayetini temsil etmesi açısından Hz. Bediüzzaman Said Nursi buna bir de velayeti katar. Türkiye'de Aleviliğin ilk temsilcileri diyebileceğimiz Türkmenler, onun daha çok mertliğine meftun olmuşlardır. Ayrıca, birer delikanlı, yiğit ve akıncı olarak ordularımızın önünde yürümüş ve erler, erenler, alperenler halinde bu milletin i'tilasında büyük hizmetler vermişlerdir.


- Siz, Gazi olaylarından sonra Ben de Aleviyim" şeklinde bir açıklama yaptınız. Bununla neyi kastediyordunuz?


Doğup büyüdüğüm evde olsun, yetiştiğim medrese, tekkede olsun ve Bediüzzaman çizgisinde olsun Ehl-i Beyt sevgisi ve tasavvuf Aleviliği en önde gelen unsurlarından biriydi ve biridir de. O kadar ki, evimizde tüten Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı benim Hz. Ali (ra)'ye olan tutkum diğer sahabeleri gölgeliyordu. Fakat, en başta Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) olmak üzere bütün sahabinin büyüklüğü müsellemdir. Onlara da sevgi be bağlılık duymak gerekir. Bu yüzden yıllarca Hz. Ali(ra)'ye olan mahabbetimin diğer sahabiye olan sevgimi gölgelememesi için çok çalışmışımdır. Hz. Ali(ra) "Haydar-ı Kerrar"dır, Damad-ı Nebidir, pekçok huhusi fazilette ve bilhassa Efendimiz (SAV)'ın mübarek soyuna, bu soydan kıyamete kadar gelecek çok büyük velilere baba olmada bütün sahabiye üstündür. Bu cihetten Hz. Hasan da üstündür, Hz. Hüseyin de üstündür. İşte bu tasavvuf veya velayet Aleviliği açısından öyle demiştim. 


Fıkıhta takip ettiğim Hanefi mezhebi de büyük ölçüde Hz. Ali(ra)'ye dayandığı gibi, Hz. İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Hz. İmam-ı Cafer es-Sadık arasında da büyük bir yakınlık vardır.

Bizim mesleğimizde Hasenilik esastır. Hz. Hasan, Hzç Muaviye'ye karşı hilafet davasından vazgeçerek, İslam toplumunun birliğini sağlamış ve müslümanlar arasında kan akıtılmasını önlemiştir. Yani o, siyasetle, dünyevi makam ve mevkilerle alakasının olmadığını ve aslolanın müslümanların birliği olduğunu, bizzat davranışıyla ortaya koymuştur.

İşte bu manada Hz. Hasan'ın çizgisindeyim ve öyle düşünüyorum, Hz. Ali (ra)'yi, Hz. Fatıma (r. anha)'yı, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i seviyorum diyen Aleviler'e karşı bağrımız açıktır. Böyle çok engin, herkese açık bir yanımız var. Her seviyede bulunan Alevi'ye karşı da yardıma hazır bulunduğumuzu rahatlıkla söyleyebilir, hepsinin ayaklarının altına başımı rahatlıkla koyabilirim. Bu manada Gaziosmanpaşa olayları münasebetiyle "Ben de bir Aleviyim dedim. Annem de o kadar Alevi idi. Babam da o kadar Alevi idi. Öünkü o duyguyu, o düşünceyi bana telkin eden babamdı. Evet Hz. Ali (ra)'nin kahramanlıklarını anlata anlata ruhumda kahramanlık düşüncesini bana aşılayan o olmuştu.

- İzmir'de Başbakan Tansu Çiller'den cemevi açmak için izin istediğiniz doğru mu? Doğruysa, bu talepteki amacınız nedir?


Herhangi bir ferdin cami yapmak veya cemevi açmak için Başbakan'dan izin istemesi sözkonusu olamayacağına göre, böyle bir iddia fevkalade manasızdır. Başbakanlıkla görüşmeden önce, içlerinde Alevi dedelerinin de bulunduğu bazı Alevi vatandaşlarımızla elçiler vasıtasıyla veya bir sofrada yüzyüze gelerek konuştuk, bazı meseleleri müzakere ettik. Bana cemevi yapma hususunda işbirliği teklif ettiler. Cevaben "Bazı kardeşlerimiz, bazı Alevi vatandaşlarımız bizim böyle bir şeye doğrudan katılmamızdan rahatsız olabilirler. Siz, cemevi yapmak mı düşünüyorsunuz, yoksa kültür lokali veya okul açmak mı planlarsınız, her ne yaparsanız biz de arkadan destek veririz. Bu işe doğrudan karışmayalım." dedim.


Başbakanla İzmir'de görüşmem daha yeni gerçekleşti. Benim bu vaadim ise bundan çok önceydi. Başbakan'a İzmir'deki görüşmede, yeraltı dünyası ile, mafya ile alakalı endişelerimi aktardım. Ve bütün bunların faturasının kendisine çıkarılacağını söyledim.

Cemevi açma hususunda Alevi kardeşlerimize yardım vaadetmem konusunda şunu diyebilirim ki; Alevilik, yıllarca şifahi bir kültür olarak kalmıştır. Şu ilim asrında onun da yazılı kaynaklarına dönmesi gerektir diye düşünüyorum. Ayrıca, benim Alevi vatandaşlarımın cemevlerine saygılı olduğum ölçüde, o da benim duyguma, düşünceme saygılı olacaktır.

- İslami çevrelerin büyük çoğunluğu, kabaca Alevilerin Ehl-i Sünnet çizgisine çekilmesi olarak tanımlanabilecek bir strateji izliyor. Bu yaklaşım sahipleri Alevi yerleşim birimlerine cami yapılmasını da öneriyorlar. Halbuki siz cemevlerinin sayısının artırılmasını istiyorsunuz...


Alevi vatandaşlarımızın rızası olmadan bir köyde cami yapıldığına kani değilim. İçinden geldiğim meslek mensupları olarak şu ana kadar illa da bir Alevi köyüne cami yapılsın diye ısrar eden müftü veya düyanet görevlisi görmedim. Önceleri daha çok dağ başlarında yaşayan Alevi vatandaşlarımız zamanla yol kenarlarına indiler ve mütemeddin bir toplum olmaya yöneldiler. Kapalı bir toplum olmaktan açık toplum olmaya yönelince okulun yanı sıra caminin de yapılmasını isteyenler çıkabilir.


En son olarak, bir çatışmada ölen Sibel Yalçın'ın da bir imam tarafından yıkanıp, techiz ve tekfin edilmesini isteyen pek çok Aleviler oldu; hatta gerçek Alevi olanlar bu istekte bulundular. Bizzat kendilerine imam talep eden Alevilere de çok rastladım. Bu noktada devlet, Aleviler isterse imam hatiplere Alevilikle ilgili dersler koyabilir. Onların kaynaklarını okutabilir. Sanırım devlet, eğer bir Alevi yerleşim birimine cami yapmışsa, bu Alevilerin istekleri ile olmuştur.

Bu bakımdan bazıları cami yapmak istiyor, bazıları da cemevlerinin sayısının artırılmasını istiyor şeklinde ayrı mülahazaların varlığını düşünmek kanaatimce yanlıştır. Birtakım ateistlerin, komünist bölücü örgütlerin "Alevi köyünde caminin ne işi var?" demesinin ardında, "hilali, yıldızı koparalım da yerlerine orak-çekiç getirelim" mülahazası olsa gerektir.


30 Mart 2012 Cuma

4+4+4 ve Din Eğitimi Üzerine Notlar

Türkiye'deki eğitim sistemi üzerine ne zaman bir şeyler yazmaya niyetlensem, konunun dallı budaklılığı cesaret kırıcı oluyor. Örneğin sadece üniversiteleri anlatmak için YÖK'ü, Cumhurbaşkanı'nın yetkilerini, akademisyen kadrosunun seçiliş ve işleyişini, giriş sistemini vs... sayfalarca yazmak lazım.

Son günlerin tartışma konusu 4+4+4 üzerine bir de geçen "Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed'in Hayatı seçmeli ders" önerisi gelince, konuyu sadece kısıtlı bir yerinden alarak biraz irdeleyebileceğimi düşündüm.

Kısım I: Devlet Nedir? Neden/Nasıl Eğitim Vermelidir?


Bu çok genel girişi yapmadan argümanımın temelsiz kalacağını düşünüyorum. Devlet, bireylerin/özel kurumların işleyişi sağlayamayacakları (bilgi asimetrisi, beleşçi sorunsalı), haksız rekabet/tekelleşme çıkacağı, bazı masrafların fiyat mekanizmasıyla karşılanamayacağı (dışsallık) vs. hallerde devreye girmesi beklenen, özel kişi ve kurumların vergileriyle yürüyen bir sözleşme sonucudur. Bu yüzden devletlerin çevresel sorunlarda, piyasanın verimsizleştiği zamanlarda, ulusal güvenlik hususunda vs. müdahaleci olması beklenir. Eğitim, sağlık vs. gibi sektörlerde devletin rolü ise tartışmalıdır.


Fakat bütün bu tartışmalara karşın üzerine uzlaşılan bir konu, devletin vereceği eğitimin evrensel niteliği olmalıdır. Niye? Çünkü devlet eğitime sponsor olduğu anda, bütün vatandaşların vergileriyle o harcamayı yapmaktadır, o halde vatandaşları dışlayıcı bir hizmette bulunması düşünülemez. Yani:

1. Devlet tüm vatandaşların vergisini alırken, onlara kimliğinden dolayı eğitim vermeyi reddedemez.
2. Devlet eşit olarak vergi aldığı vatandaşlara eğitim hizmetini eşit olarak geri vermek zorundadır.

İlk madde konusunda koyu Kemalistler/milliyetçiler haricinde bir uzlaşı gözlemlemek mümkünken, ikinci maddede liberaller ve liberterler biraz yalnız kalmakta ki, bu da bir yere kadar bu yazının konusu zaten.

Kısım II: Zorunlu Eğitim ve Özel Eğitim


Önce şu soruyu cevaplayalım: Neden zorunlu eğitim diye bir şey var? Çünkü toplumsal ve ekonomik gelişmenin olması için insan niteliğinin yükselmesi lazım, ve bu da eğitimle olan bir şey. Peki bunun zorunlu olması şart mı? İnsanlar kendi kendilerine karar veremezler mi eğitim görmeleri gerektiğine? Daha iyi bir yaşam umudu, zaten yeterli motivasyon değil mi?


Bu konuda çok farklı görüşler, araştırmalar vs. var, ancak geçici olarak şu minimumda buluşulabilir: "Devlet, erken yaşlardaki eğitimi düşük gelirli ailelere sağlayarak, onlara bir fırsat eşitliği yaratmakla yükümlüdür. Geri kalanı ise özel eğitim halledecek kapasitededir."

Neden özel eğitim vurgusu? Çünkü devlet eğitimi, fazla vergilendirme, müfredat üzerine tekel, birey tektipleştirmesi, yenilikçiliğin (inovasyon) önünün kesilmesi, devletin etnik, dini, cinsi konularda taraf tutması/tutum takınması gibi sorunlara yol açıyor. Devlet eğitiminin ideolojik boyutu, toplumun ilerleyebilmesi için gerekli çeşitliliğin önünü kesiyor, böylece zararı kârından fazla oluyor.

(Bir sonraki kısıma geçmeden şunu not düşeyim: Buradaki gözlemler ağırlıkla tarihi ve biraz da teorik. Burada liberter perspektifin nasıl analiz yaptığını vurguluyor, ve de ilkesel bazda bir çözümleme yapıyorum.)


Kısım III: Din Eğitimi



Yukarıda anlattığım prensipler uyarınca şunu söylemek kolay: Devlet tek bir dinin eğitimini müfredata koymamalı: Bu hem farklı dine mensup insanlara ekonomik olarak haksızlık, hem de devlet eğitiminin evrensel olması ilkesine aykırı. O yüzden zorunlu "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" (ki bu dersin anlattığı ezici çoğunlukla İslam kültürü) dersi zaten sakat.


Peki bunun çözümü nedir? Öncelikle, devlet din dersi verecekse, bu ya "dinler tarihi" gibi evrensel nitelikte olmalı, ya da "karşılaştırmalı din" gibi dünya, en azından Türkiye'de gözlemlenen tüm inançları sosyolojik bir boyuttan anlatmalıdır. Örneğin seküler olmayan ABD'de, din eğitimi ya okul sonrası etütlerle verilir, ya da özel kurumlar/cemaatler bu yükümlülüğü üstlenmiştir. Eğer bir ders İncil'i okutacaksa, tamamen nötral, akademik ve edebi bir perspektifle okutmalı, İncil hakkında her sorunun sorulması serbest olmalıdır.


Peki bu son düzenleme ile gerçekleşen ne? Hem İmam Hatip liseleri -ki bunlar "çocuğunun dini eğitim almasını isteyen ebeveyn için" diye savunuldu yıllarca- opsiyonu getiriliyor, hem zaten programının yarısı "Kur'an ve Hz. Muhammed" olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunlu olmaya devam ediyor, hem de üzerine aynı temalı bir seçmeli ders getiriliyor. Bu yanlıştır. Hem devletin dini eğitimi tekeli altına alması, hem vergilerin eksesif bir şekilde bu kadrolara kullanılması, hem de evrensellik prensibini çiğnemesi açısından yanlıştır.

Kısım IV: Mesleki Eğitim


Sorun sadece burada da bitmiyor. 4+4+4 ve mesleki yönlendirme, devletin kontrolü altında yapıldığı takdirde inovasyon konusunda ciddi bir engel getirebilir. Devlet, bireye temel bir eğitim verdikten sonra, onun ne yapacağının kararını aile ve bireyin kendisine bırakmalıdır. Bu tür bir düzenleme, devletin, çocukların geleceğine ipotek koyması anlamına gelecek halde teşkil olabilir.

Tabii ki herkesin yüksek eğitim alıyor olması, üniversite bolluğu, kadroların kalitesizliği vs. bir sorun, fakat bunun çözümü mesleki yönlendirmeyi erken yaşlara çekmek demek değil. Bu kurumların kalitesini düzeltecek öneriler kulak ardası edilmekle kalınmadı, TÜBİTAK'ın özerkliğinin kaldırılması,  başına "füze teknolojisi yapacağız ne evrimi" kafalı birisinin getirilmesi, YÖK'ün yetkilerinin korunması gibi daha da zıt yönde hamleler yapıldı. 


Sonuç: Bu eğitim modeli ile yeni Türkiye hedefi beliriyor. Teknolojik atılım, ileri düzey akademi, yüksek kalite eğitim değil hedeflenen. Yeni nesil, az çok bilgiye sahip, sanayi elemanı çıtasıyla yetinen, militer-endüstri kompleksinde yahut ara üretimci olarak istihdam olunan, vatan-millet-Sakarya hususunda hemfikir, yarı-otoriter bir devlet modeli altında edindiği kapital ile geçinen insanlar olacak. İlköğretimden YÖK'e kadar bütün yapılanmaya bakıldığında gözüken bu.

Ha, iyi büyürüz, ona lafım yok da, insan ne kadar mutlu olacak, insani gelişim endeksi nerelere gidecek, onu zaman gösterecek. 

21 Mart 2012 Çarşamba

Riya's Anatomy

Türkiye toplumunun riyakârlığı yeni bir fenomen değil, ama böyle yoğun bir şekilde yaşanınca tadından yenmiyor. Her kesimde, her cephede bu tadı yakalamak mümkün.

Mesela Ergenekon ve diğer benzer polis operasyonlarında "imamın ordusu" olarak yaftalanırken, ne zamanki Kürtlere karşı bir girişim olur, o zaman "törörüklerin başını ezen kahramanlar" payesine yükselirler.

Mesela Suriye'de Esed halkına binbir türlü zulüm ederken ona karşı çıkanlar, Kürtlerin uğradığı zulüm karşısında "ama onlar da kaşınıyor" demeyi uygun görürler. Onlar Misak-ı Milli sınırları içinde düzenin bekçisi, o sınırlar dışında en büyük devrimcidir.*

Mesela Esed'in muhaliflere de "kendi muhaliflerini öldürüyorlar" tarzı suçlamalar getirilir, ama bu duyulmaz. Lakin aynısını yapan PKK'nın elinde Kürtlerin zulüm görme ihtimali iyiliksever Türk aydınının yüreğini burar. Aynı Kürt'ün halihazırda zaten zulüm görüyor olması ise teferruattır.

Mesela herhangi bir spor müsabakasında sık görülecek, derbilerden önce misliyle yaşanan olaylardan sonra kimse "Zaten bütün Türkler/taraftarlar böyle" demez, onlar kulüplerin/taraftarların adını lekeleyen birkaç çapulcudur. Ama bir Newroz kutlamasında bir vitrin camı inmeyegörsün, bütün Kürtler öyledir zaten, medeniyetsiz ıyy.

Gene protestolarda bir otobüs taşlanınca "bizim ödediğimiz vergiler!" diye hassaslaşan arkadaşlar, aynı vergilerle alınan BDP otobüsünü sivil polisler taşlayınca susarlar. Gerçi "helali hoş olsun!" diyeni de vardır kesin.

Gene "KCK'nın içine giren MİT elemanları çok kötü işler yapmış!!!" diye günlerce manşet atan gazeteler, aynı suçlamalar polise yöneltilince sus pus olurlar. Polis bizim dostumuz, arkadaşımızdır.

Türklerin de, Kürtlerin de medyası zaten propaganda ve dezenformasyon konusunda birbirlerine taklalar attırmaktadırlar. İşin komik yanı, Kürtlerin medyasının zaten bağımsız olma gibi bir iddiası yokken, yandaş/candaş sözde farklı kutupların Türk anaakım medyasının tek sesi farklı tonlarda yankılatmasıdır.

72 saate 72 buçuk riya sığdıran bir ülkenin insanlarının bu ortak tutumu göz yaşartıcıdır. Ne de olsa ozanın da dediği gibi: "Aynı yoldan geçmişiz biz/aynı sudan içmişiz biz."

*@ebedichef'in veczidir.