2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2013 Perşembe

Fed'in açıklaması, kur ve büyüme üzerine

Dün doların 2.00 seviyesinin altına hızlı bir şekilde inişini anlamlandırmak çok zor değil: Fed Haziran ayında bono alım programını (quantitative easing ya da QE) bir noktada gitgide azaltacağını (ki bu elbet olacak) yarım ağızla söylemiş ve piyasalar haddinden fazla tepki vermişti buna. Dün 3 aydır yeniden inşa etmeye çalıştıkları güveni, Bernanke'nin "valla yok hocam öyle bir şey" (mealen) diyerek altını çizmesi üzerine en sonunda enjekte edince piyasalar Haziran'da verdikleri tepkinin aksini verdiler.

Gelişmeler ışığında bu yazıda üç şeyi, mümkün olduğunca teknik dilden uzak durarak, yapmak istiyorum:

1. Geçmişe dönük bazı söylemlerin ipe sapa gelmezliğini tekrar incelemek (hello, faiz lobisi)
2. Bu QE programının geleceğini incelemek.
3. Başçı'nın geçenlerde yaptığı blöfün/ultimatomun hakkını vererek, Babacan'ın dünkü açıklamaları ve ikinci maddedeki analiz doğrultusunda gene de ileride Türkiye'yi bekleyebilecek tehlikeye değinmek.

Faiz lobisine retrospektif bir bakış

Gene bu blogda daha önce hükûmetin yürüttüğü faiz lobisi argümanının ekonomik olarak neden geçerli olamayacağını uzun uzadıya açıklamaya çalışmıştım. Zaman geçtikçe bu "faiz" söyleminin anti-Semitik bir hâl alacağı endişem de gerçek olmaya başlayınca, faiz lobisi herhangi bir beğenilmeyen ekonomik gelişmeyi açıklayan deus ex machina olarak piyasaya sürülmeye başladı. Gezi zamanında bu soru kendisine yöneltildiğinde ahval ve şerait gereği "yok öyle bir şey, saçmalamayın" diyemeyen Babacan "onlar kendilerini biliyorlar"  gibi bir söylemde bulmuştu çareyi. Nitekim gene geçenlerde Babacan sine-i akl-ı selime dönecek ve "Gezi olayları olmasa da ekonomi dalgalanacaktı" açıklamasını yapacaktı.

Dünkü gelişmeler ışığında olaylara bir daha bakalım: Gezi sürecinin artçı şoklarını yer yer devam ediyor, Suriye konusunda hükûmetin yalnız kaldığı muhabbeti dönüyor, daha Ahmet Atakan'ın ölümünden sonra komplo teorileri sıcak sıcak piyasaya sürülürken, aaa, dolar düştü? Fed'in açıklaması ile hiçbir dış mihrak kalmadı nedense piyasada?

Umarım ki bu üç aylık süreçe geri dönüp bakıldığında olaylara arada Occam'ın usturası ile bakmanın ne kadar mantıklı olacağı anlaşılmıştır. Tüm dünyada tahvil faizleri yükseliş trendine girmişken Gezi olayları ile doğal bir tepki oluştu; Başbakan ve kabinenin garip açıklamaları bu güvensizliği arttırdı, üzerine Fed'in açıklamasına tepki geldi ve gelişmekte olan ülkelerden para çıkışı iyice hızlandı. Piyasalara güven verecek açıklamalar yapılmaya başlandı, Fed açıklamasını tersine çevirdi, gene gelişmekte olan ülkelerin para birimleri değer kazandı.

Hasıl-ı kelâm, dünya Türkiye'nin etrafında dönmüyor.

Fed neden dünkü açıklamayı yaptı? İleride ne olur?

Her şeyden önce, Fed'in Haziran'daki açıklamasına tepki zaten abartı idi. Bernanke'nin sözlerinden sadece QE'nin giderek azalacak olması kısmına odaklanılması, zaten sıkışan piyasaları paniğe sürüklemişti. Fed'in dünkü açıklaması, bir yerde geçmişe dönük yaşanan bu iletişimsizliğin telafisi.

Fed'in açıklamasını daha iyi anlamak için ABD datalarına bakmak lazım. Birincisi, her ne kadar enflasyon datasını tahmin etmek kolay iş olmasa da, enflasyon Fed'in tahminlerinin oldukça aşağısında en pesimist senaryoda dahi. İkincisi, işsizlik datasına dair gelecek tahminleri de çok tatmin edici seviyede değil. Fed faizleri işsizlik oranı %6.5'a gerileyene kadar arttırmayı düşünmüyor, ve de bu orana 2014'ün sonunda ulaşılması bekleniyor. Üçüncüsü, ABD'de en hafif tabirle şaklabanlık olarak nitelenecek bir "borç tavanı" sunî krizi var (cidden bizim 367 krizinden hallicedir) ve de Ekim'e kadar bu kriz çözülmezse ekonomiye malî politikalar bir darbe daha vuracak. Dördüncüsü, Fed'in "elbet giderek azalacak bu QE" muhabbeti dahi piyasaları tedirgin etmişken, daha doğrudan bir mesaja ihtiyaç vardı.

Bunun gibi daha başka açıklamalar da yapılabilir, fakat özetle ekonomik dataların Fed'in istediği seviyede olmaması ve geleceğe dair endişeler dünkü genişleme yanlısı açıklamaya sebep oldu ve piyasalar mutluluk ile doldu. Lâkin Ekim ayında Kongre'nin "borç tavanı" krizini ardında bırakması, QE politikasının doğal sınırlarına ulaşması* ve Aralık ayına kadar ABD ekonomisine dair gelebilecek olumlu datalar, Fed'in üç ay sonra başka bir ağızla konuşması anlamına da gelebilir. Zira QE elbet bitecek, ve piyasalar bunun farkında değilmiş gibi davranmaya devam ediyor.

Türkiye'yi ne bekliyor?

Öncelikle Türkiye'nin zaman kazandığı malûm. Türkiye piyasalarını faizlerden ve cari açıktan daha çok psikolojik gerginliğe sürükleyen bir fenomen "liranın değer kaybı" her ne kadar bunu homo economicus net olarak açıklayamasa da.

Burada Başçı'ya da bir parantez açmak lazım. Eğer Fed'in bu açıklaması ve piyasaların böyle tepki vereceğini öngörerek bu çok cüretkâr lafları ettiyse, kendisine büyük saygı duydum. Motivasyonu politik miydi, ne kadar bilgiye sahipti hiç bilemeyeceğiz belki de, ama şimdilik işe yarayacak gibi duruyor. Doları 1.92 seviyesine "rezerv eritmeden" indirmek mümkün olmayabilir, fakat MB'nin istediği seviyede stabilize etme şansı bu gelişmelerle çok daha fazla arttı. Tabii takvimin kesinliği Aralık ayında bir manipülasyon ihtimalini gene de orada tutuyor, bu riski de unutmamalı.

Fakat buna rağmen Türkiye'nin önünde ciddi yapısal sıkıntılar duruyor. Öncelikle, Türkiye'nin büyümesi bir süredir iki buçuk kaleme kilitlenmiş durumda: finansal kurumların faaliyetleri ve bunlarla alâkalı olarak artan özel tüketim ve kamu -ağırlıkla inşaat- harcamaları. Özel sektörün büyümede katkısı düşerken, gelen yatırımın niteliği de uzun vadeden gittikçe kısa vadeye dönüşüyor. Cari açık problemi "enerji yea" diye hafifsenecek bir boyutta değil. Neyse ki, hükûmetten bu temel endişeleri kapsayan ve ayakları yere basan bir açıklama geldi uzun bir süre sonra Ali Babacan aracılığı ile. Umarım kendisi kabinede yalnız değildir ve de Yiğit Bulut zıpırlığı ekonomi yönetiminin temel taşlarından biri olmaz.

Sonuç

Son gelişmeler finansman açısından bir rahatlama sağlasa da, Türkiye ekonomisinin kendini dev aynasında görmeyi bırakması gerekliliği sürüyor. İnşaat sektörünün ve kredilerin şişirdiği balona hava bulunamamaya başlandığı anda, Babacan'ın da belirttiği gibi ciddi bir kısır döngünün içinde bulabilir Türkiye kendini. QE bitene kadarki süreci büyümeyi şişrmek yerine yapısal bazı reformları yapmakta kullanmalıyız. Yoksa sadece rezerve/uluslararası dinamiklere güvenerek ekonomi/para politikası yürütmek pek sağlıklı değil.

*Link için @teslaon'a teşekkürler.

18 Mayıs 2012 Cuma

Korsan ve Hırsızlık Üzerine

Bu konu bir blog girdisi ile açıklanacak, bütün açılardan ele alınacak bir konu değil, üzerine sayfalarca kitaplar yazılır ve gene bir sonuca varılamaz icabında. Burada esas amacım, bazı sorular sormak, bazı sebepsizce benimsenmiş/tanımları ezberlenmiş ahlak ilkeleri üzerine biraz kafa yormak.

Bitmeyen bir tartışma "korsan müzik" ve diğer eğlence ürünleri hakkında zaten varken, bir de "korsan taksi" gündemimiz oldu. İki konu tartışılırken de gündeme gelen kavramlardan biri de "hırsızlık". Korsan müzik indirenler çeşitli cezalara çarptırılırken -en azından böyle bir yasal düzenleme varken-, korsan taksiye binenlere de 600 lira ceza kesilmesi gündemde. Korsan müzik ve korsan taksi kavramları arasında işleyiş bakımından benzerlikler olduğu kadar farklar da var, ama bu kavramların cezalandırılması benzer mekanizmalar yaratınca ve "hırsızlık" tanımı gündeme gelince üzerine biraz düşünmek gerekiyor.

I. Hırsızlık, Özel Mülkiyet ve Korsan Müzik 


En basit açıklama ile hırsızlık kavramı, özel mülkiyetin varlığıyla gündeme geliyor. Birisinin özel mülkünü elinden izinsizce almak hırsızlık diyebiliriz. Mesela benim para verip aldığım bir eşya, benim elimden, benim artık kullanamayacağım şekilde alınıyorsa, o net bir şekilde hırsızlıktır. Burada iki kavram çok önemli: 1. İzinsizlik. 2. Sahip olanın kullanım hakkını yitirmesi. Mesela bir dükkandan bir mal çalarsanız da, halihazırda para vermiş dükkanın o malı başkasına satma hakkını elinden almış oluyorsunuz, ve bu yüzden burada bir hırsızlık durumu sözkonusu oluyor.

Korsan müzik konusu ise klasik hırsızlık tanımının gayet dışında. "Korsan müzik" indirince neyin hırsızlığı yapılmış oluyor? Şarkıyı indiren, başkasının da o şarkıyı indirme hakkını gasp etmiyor, o şarkıya sahip olan dükkanın elinden kopyayı çalıp da başkasına satma hakkını da gasp etmiyor, kendisi o ürünü başkasına satıp şirketin malı ile kazanç da sağlamıyor. Çünkü bu tür ürünler, ekonomide hariç tutulamayan ürün (nonexcludable good) olarak tanımlanan sınıfta.

Korsan müzik indirmek, yani fiziksel olarak kimsenin özel mülkiyet hakkını gasp etmeyen bir ürüne bir maddi değer biçip, o değerin karşılığını bulmaması hırsızlık ise daha birçok naif eylemin hırsızlık olması konusu da gündeme geliyor. Mesela radyodan teybe müzik çekmek de, televizyonda çok beğendiğiniz bir programı kaydetmek de, bir kitabı arkadaşınızdan alıp okumak da hırsızlık olabilir aynı şekilde. Bir ürünü farklı ortamlarda satışa çıkarıp, ona yapay bir değer ve sahiplik kavramı biçtikten sonra o değerin her koşulda karşılanmasını beklemek gülünç. Dijital çağı analog kanunlarla yönetmenin zorluğu da burada başlıyor.

(Aranot: Ki sanatçılara sorduğunuzda "ben zaten parayı konserlerden, konuşma anlaşmalarından, yeni rol tekliflerinden kazanıyorum" diyenler, kendi albümlerini kendi sitelerinden bedavaya ya da sembolik bir ücret karşılığında satanlar mevcut, ki o halde bile daha çok para kazanabiliyorlar. Bu da mevcut sistemdeki oligopolik düzenin esas verimsizliği getirdiğine dair başka bir argüman.)

II. Korsan Taksi ve Hırsızlık


Korsan taksi mekanizması, korsan müzik mekanizmasının işleyişinden farklı. Çünkü müşteri hariç tutulamayan ürün değil, müşteri korsan taksiye bindiğinde orada bir fiziksel alıkoyma gerçekleşiyor. Peki bu durumun hırsızlık olmasının sebebi, birinin vergi veriyor, diğerinin vermiyor olması mı? Bu konuda kesin yargıya varılabilir mi, yoksa farklı senaryolar mümkün mü?

Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?

X kişisi o 10 lirayı vergi vererek kazanmışsa ve korsan taksiciye bir hizmet karşılığında veriyorsa, korsan taksici de tıpkı o para öğrencinin cebinde kalsaydı olacağı gibi dolaylı yollardan vergisini veriyorsa, bu da hırsızlık sayılır mı? Daha farklı örnekle anlatmak gerekirse, evinizin bahçesindeki ağacı kesmeniz lazım. Profesyonel ağaç kesici çağırmak yerine kendiniz ya da bir arkadaşınız kesiyor ve böylece vergi çarpanından çalıyorsunuz. Bu da hırsızlık olur mu?

X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?

III. Hırsızlık, Rekabet ve Vergi


Korsan taksi olayını yukarıdaki örnekler ışığında şöyle değerlendirmek de mümkün. İki şirket var, bunlardan birisi aynı sektörde olmasına karşın diğerine kıyasla daha az vergi veriyor. Bu da haksız rekabet ortamı yaratıyor. Bu ortam da ekonomik işlerliği ortadan kaldırıyor, ve bu yüzden devletin bunu düzenlemesi gerekiyor. Gayet geçerli bir argüman, ve zaten devlet-vatandaş kontratında vergi toplama konusunda bu konu gayet açık.


Lakin bu konuda da siyah-beyaz spektrumundan farklı şeyler düşünmeli. Türkiye'de devlet ile işbirliği içinde olduğundan ötürü aynı sektördeki rakiplerinin önüne geçen firmalar yok mu? Firmalar, vergi kanunundaki yasal boşluklardan yararlanırken, aynı şekilde haksız rekabet yaratmıyorlar mı? İthalat-ihracat sübvansiyonları hakkaniyetli, ekonomik verilere göre mi dağıtılıyor her zaman; yoksa başka mekanizmalar da var mı?

Vergi konusunda da benzer sorular gündeme gelebilir. Devlet, kazanç elde eden vatandaşını vergi vermediği için cezalandırabilir, hakkıdır dedim. Peki vatandaş, bu vergilerin nereye harcandığı konusunda her zaman hesap sorabiliyor mu? Eğer vatandaşın vergi vermemesi hırsızlık ise, devletin antimilitarist bir vatandaşından aldığı vergiyi silah endüstrisine yatırması, vejetaryen vatandaşından aldığı vergi ile et sektörünü sübvanse etmesi de hırsızlık mı oluyor? (Burada demiyorum ki bütün bunlar düzenlensin, o tür bir toplumsal model yaratmak oldukça ütopik. Fakat "hırsızlık" damgasını vurmadan önce, benzer koşulların halihazırda yaşandığını açıklamaya çalışıyorum)

IV. Sonuç


Başta da dediğim gibi, bu yazıda güçlü bir argümantasyon, kesin bir iddia dile getirmiyorum, bu konular elde ölçülebilir veriler olmadan pratik yargıya bağlanamaz, imkansız. Lakin "hırsızlık", "korsana hayır", "korsan taksiye binenler tabii ki ceza ödesin" gibi yargılara varmadan önce, bu kavramlara yüklediğimiz geleneksel anlamları ve pratikteki karşılıklarını da sorgulamak gayet mühim. Haksız rekabet, monopoli/oligopoli, verginin hesabının sorulabilmesi, gelir vergisi toplamadaki başarısızlık, sübvansiyonlar vs. çetrefilli konular, sadece teorik yaklaşım ve ahlaki güzellemeler ile çözümlenemez.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Enflasyon Efsanesi

Türkiye'de çoğunluğun enflasyon hakkında bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmasından bıkmama karşın, azamiyetle durum bu olduğundan bir kanıksama durumu sözkonusu bende. Hani gidip de "Amca enflasyon esasında şudur" diye anlatamazsın teknik detayını, gerek de yoktur zaten.

Peki ya sözde saygıdeğer bir gazetenin ekonomi köşesinin saçmasapan bir haber yapması? İşte buna rezillik ve kepazelik denir.

Milliyet'in haberi diyor ki: "Enflasyon bilerek mi düşük çıkarıldı? Sarımsak, lahana... gibi ürünler o listede yok, eklenirse %40 olur enflasyon!"

Yukarıdaki metinde iki tane okkalı yalan var: Birincisi, şu adresteki dosyadan görüleceği üzere, o yok denilen temel gıda ürünleri vs.nin hepsi var. İkincisi, şu adresteki dosyadan görüleceği üzere, gıda kategorisinin ağırlığı bir hayli fazla tüketici grupları için, sağlık hizmetleri de mevcut.

Bakınız, enflasyon herkes için farklı olabilir, zira insanların çok çeşitli bütçeleri var. İki adet aynı gelir grubundaki öğrencinin bireysel enflasyon değerlendirmesi bile farklıdır, bu analize mikro düzeyde girişmek imkansız. O yüzden normal insanların "Ne, yüzde 6 mı, ben yüzde 50 hissettim!" demesi.

Lakin Milliyet Gazetesi'nin Ekonomi bölümü bunu bilmelidir. Enflasyonun sadece bir beklenti oluşturduğunu, bir istatistik ve model olduğunu, enflasyonun herkesin bütçesini teker teker değerlendirmediğini ve de azamiyetle politika belirleyici bir konumda olduğunu da bilmelidir. O verdiği haberdeki gibi zırvalıkların sözkonusu olmayacağını bilmelidir. Şu 10 senedir geyiği dönen "pinpon topu var, domates biber yok!" geyiğinin dünyanın en büyük saçmalığı olduğunu bilmelidir. Hadi diyelim en basit ekonomi bilmeyen adamlar ekonomi muhabiri olarak çalışıyor, en azından TÜİK'in sitesine gidip de 30 saniyede bilgi doğrulamayı bilmelidir.

Ha, eğer bunları biliyor da, insanların gözünün içine baka baka yalan söylemeyi tercih ediyorsa da ortalıkta çıkıp "Saygın gazeteyim ben!" diye dolaşmamalıdır. Ancak Sözcü'nün yancısı olur işte böyle sonrasında.

23 Nisan 2010 Cuma

Gene mi Sen?

Benim bir otomotiv fabrikam var. Ürettiğim otomobillerin fren sistemlerinde bir hata oluşuyor, ve ben buna sesimi çıkarmıyorum. Hatta bunun üzerien gidip cenaze evleriyle, mermercilerle, levazımatçılarla vs. anlaşma yapıyorum; çünkü biliyorum ki benim ürettiğim arabalar yüzünden insanlar ölecek. Sonra bu durum ortaya çıkıyor.
Dünyanın en saçma hikayesini okuduğunuzu düşünüyor olabilirsiniz, fakat olan bitenin bir açıklaması bu. Kahramanımız -amanın ne şaşırtıcı- Goldman Sachs. Buradan olan bitenin daha detaylı bir açıklamasını okuyabilirsiniz, ama ben özet geçeyim. GS, bir hedge fund ile anlaşma yapıp, "batması kesin olan" türev ürünlerini müşterilerine satıyor. Bu hedge fund, oluşturmuş olduğu türev ürünlerinin batacağı yönünde oynarken, GS de kendini garantiye almak iiçin bu ürünler üzerinden sigortalatıyor kendisini. Böylece, türev ürünleri batarken hem hedge fund hem GS kazanmış, piyasa ise patlamış oluyor.
Güzel değil mi? Daha güzeli GS'nin savunması: "Biz bu işlem sonucunda para kaybettik, mağduruz." Baştaki analojiye dönersek, diyorlar ki: "Yeterince insan ölmedi, biz masumuz."
Bütün piyasa çükerken ayakta kalan, Yunanistan'dan mortgage krizine hep bir kirliliğin baş aktörü olan GS'ye bakınca düşünüyorum ki, tarihte ismine yapılan cinasları bu kadar daha hak eden bir şirket olmamıştı herhalde.
Goldman Sucks!
*En baştaki analoji "Too Big To Fail" kitabının da yazarı olan Andrew Ross Sorkin'den alıntılanmıştır.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Küçülme

Daha önce bu blog'da, IMF ile anlaşma yapılmamasını ve de artan işsizliğin "kadınlar da iş arıyor o yüzden" şeklinde yorumlanmasını eleştirmiş; krizin etkilerinin, bu önlemsizlik halinde, artarak geleceğine dikkat çekmiştik.
%13.8'lik küçülme rakamı yüzümüze acı gerçeği vurdu. İşsizlik oranında da, hemen hemen dengimiz ülkeler arasında İspanya'dan sonra, en büyük rakam gene bizde.
Peki ne olacak? Öncelikle, IMF ile anlaşma yapılıp para akışı sağlanmalı; ki bunun ehemmiyetini daha 3 ay önce vurgulamıştık zaten.
İkinci önerinin sebepleri, şuncacık bir blog yazısında uzun uzadıya irdelenemez; yorumlarda diğer ekonomist arkadaşların katkısını da beklerim o yüzden. Ben konu hakkında kısaca bilgi verip "Acaba?" sorusunu sormakla yetineceğim.
Para politikasındaki temel mantık şu şekilde işler: Faizleri indirirsiniz, piyasaya daha fazla para salarsınız, ekonomiyi canlandırmış olursunuz; lakin bu enflasyon artışına, ve de paranızın diğer para birimleri karşısında değer kaybetmesine neden olur. "Yok param değer kaybetmesin" derseniz, piyasaya kapital giriş-çıkışını limitlersiniz ki (uluslararası piyasalara entegrasyonu azaltırsınız), sizin paranız belli bir değerde kalsın. İşte bu sebepten; modern makroekonomide "üçlem" diye bir olgu ortaya atılmıştır. Bir ülke, aynı anda hem sabit kur, hem bağımsız para politikası, hem de sınırlamasız kapital akışına sahip olamaz; bunların ancak ikisi geçerlidir.
İçinde bulunduğumuz durumda Türkiye'nin önünde enflasyon, cari açık ve küçülme tehlikeleri var. Bu sebeple tam olarak bir sakal-bıyık ikilemi, hatta "üçlem"i içindeyiz. Cari açığın finansmanı için yabancı yatırıma ihtiyacımız var, ihracat desek Türk lirası değer kazanmamalı, ama özellikle şu küçülme ve kriz ortamında enflasyona da dikkat etmeliyiz vs.
Yukarıda değindiğim acaba sorusu şu: Kur rejimindeki bir değişiklik içinde bulunduğumuz durumdan çıkmamıza yardımcı olur mu? Cari açık finansmanını kolaylaştırmak için bir sabit kur ayarlaması iyi gelir mi? Dolar rezervimizin sağlamlığı, fakat önümüzdeki dönemde erime riski böyle bir politikayı teşvik eder mi? Bu hamle risk primini düşürüp güven tazeleme yolunda bir adım olarak gösterilebilir mi?
Düşünmekte yarar var sanki.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Yeni Kredi Kartı Yasası

Obama kabinesinin önerdiği kredi kartı yasası bugün Amerikan Senatosu'ndan geçti. Yasa krizin etkilerinin giderek daha da somutlaştığı şu aralar tüketicilere daha geniş haklar ve mali rahatlık sağlamayı amaçlarken aynı zamanda kredi kartı şirketlerinin kredi kartı sahiplerini belden aşağı yollarla söğüşlemesine de bir dur diyecek gibi gözüküyor. New York Times'ın şu haberinden özetlersek yasanın öngördüğü başlıca uygulamalar şu şekilde: 1- Bankalar ancak ve ancak kredi kartı sahibi ödemekle yükümlü olduğu asgari tutarı 60 günden daha fazla geciktirdiği taktirde mevcut borca faiz işletebilecek. 2- Bankalar kredi kartı sahibine uyguladıkları faiz oranlarını herhangi bir sebepten değiştirmek isterlerse bunu en az 45 gün önceden duyurmak durumunda olacaklar. Ayrıca kredi kartının diğer önemli koşullarıyla ilgili yapacakları değişiklikleri de önceden duyurmaları gerekecek. 3- Son ödeme gününden en az 21 gün önce kredi kartı ekstresinin tüketicinin eline ulaşması gerekecek. 4- Kart sahipleri asgari ödeme tutarının üzerinde ödeme yaptıklarında ödenen ekstra tutar önce en yüksek faize tabi borçlardan düşülecek. 5- Kullanıcılar mevcut kredi limitlerinin üzerinde harcama yapma noktasına geldiklerinde bankanın söz konusu kullanıcıları durumdan haberdar etmesi ve uygulanacak limit aşım ücretini bildirmesi gerekecek. 6- 21 yaşın altındakilerin kredi kartı kullanabilmesi için mutlaka ebeveynlerinin veya sorumlu kişilerin asıl kart sahibi olmaları gerekecek. 7- Perakendecilerin ve diğer firmaların tüketicilere gönderdikleri hediye kartlarının üzerinde ücretlendirme bilgisi (örneğin kullanıcının gelen kartı belirli bir süre boyunca kullanmaması durumunda uygulanan bazı ücretler) okunur bir şekilde yazmak zorunda. Ayrıca hediye kartların veya hediye sertifikalarının başlangıç tarihinden itibaren en az 5 yıl geçerlilik süresi olacak. Yarın mecliste oylanması beklenen yasa tasarısı Obama'nın imzasıyla yürürlüğe girmiş olacak. Tüm bunları okurken aklıma Türkiye'deki bankaların yıllardır anamızı ağlatan düzenbazlıkları geldi. İnsanlara istemedikleri halde kart göndermek ve sonra iptal etmek istediğinizde bin dereden su getirmek, onaylarını almadan değişiklikler yapmak, iptal ettirmediğin sürece bankanın seni yavaş yavaş söğüşlemesine sebep olan "default kampanyalar" ve daha niceleri ile paranoyak tüketiciler yarattılar. Daha fazla örnek için ekşi sözlükteki şu başlığa ve benzerlerine bakmak mümkün. Benzer bir yasa ne zaman Türkiye'de de uygulamaya geçecek merak ediyorum. Gerçi ne yaparsanız yapın kapitalizmde çareler tükenmez gibime geliyor. Uzan tarzı yaratıcı yöntemlerle bankalar bizleri aptal yerine koyacak yeni mecralar bulacaklardır ya neyse. Yine de kredi kartı tuzağına çomak sokmaktan zarar gelmez.

8 Mayıs 2009 Cuma

Bilinçli Kapitalistler

Geçenlerde New York Times'in opinion bölümünden bir söylesi okudum. Söylesi "innovative charter schools" adı verilen okulları kuran Michael Strong ile yapılmış. Konu Michael Strong (yanda gördüğünüz şahıs) ve Whole Foods C.E.O.'su John Mackey'in ortak olarak kurduğu Flow Inc. adlı organizasyonun yürüttüğü "bilinçli (veya duyarlı) kapitalizm" propagandası. İkili, özgürlükçü düşünceleri ile biliniyor ve savundukları temel fikir dünyanın sorunlarını devletin değil ancak "bilinçli kapitalistlerin" çözebileceği. Bilinçli kapitalizm, Strong'un tanımına göre, şirketlerin kar ençoklamasından daha öte, daha derin bir amaça hizmet ettiği (örneğin eğitime destek, "fair trade", Afrika'daki açlık ve yoksullukla mücadele, ekolojik sürdürülebilirlik vs.) bir sistem. Sihirli anahtar kelime ikilinin "değer yaratımı" adını verdiği kavram: Hem tüketiciler, çalışanlar, tedarikçiler ve yatırımcıların çıkarlarının bir arada gözetildiği (birbirine uyumlu hale getirildiği diyelim) hem de doğanın ve ekolojik dengenin korunmasına katkıda bulunan bir "iş yapma" veya yönetim anlayışı. Flow'un kurucuları Milton Friedman'in basını çektiği bu serbest piyasanın yeterince serbest bırakıldığında insanlığın sorunlarına en iyi çareleri bulacağı fikrini o kadar benimsemişler ki dünyadaki yoksulluktan tutun çevre kirliliği ve küresel ısınmaya kadar birçok konunun çözümünün kar fırsatlarını koklamakta becerikli serbest girişimcilerden geleceğini iddia ediyorlar. Peki nereden biliyoruz bunun doğru olduğunu? Friedman'a sorarsak cevabı açık: “The great advances of civilization, whether in architecture or painting, in science or literature, in industry or agriculture, have never come from centralized government”. Friedman bu lafi ettiğinde Internet ortaya çıkmış miydi bilmiyorum ama ABD Savunma Bakanlığının başlattığı ARPANET (Advanced Research Projects Agency Network) projesinin Internet'in çekirdeği olduğunu biliyoruz. NASA 1958'de ABD hükümeti tarafından kuruldu. Daha temel örnekler vermek gerekirse sulama sistemleri, kanalizasyon, birçok bilimsel ve tıbbi araştırma, merkezi bir yönetimin (centralized government) mevcut kaynakları bu alanlara yoğunlaştırabilme gücü ve yetkisi sayesinde hayata geçti. Milton Friedman aptal bir insan olmadığına göre geriye sadece bir tek seçenek kalıyor: İdeolojik duruşunun bilimsel tarafsızlığının çok önüne geçmiş olması. Friedman'in düsturunu benimsemiş insanların "devletin tek görevi serbest piyasanın işleyişinin önündeki engelleri kaldıracak yasaları ve düzenlemeleri yapmak ve kollamak gerisini Adam Smith'in görünmez eline bırakmak olmalı" söyleminin ne kadar çarpık olduğunu bilmem tartışmaya gerek var mi? Şimdi söyleşiye geri dönelim ve Michael Strong'un bazı açıklamalarına bir göz atalim. "As we enter an age in which more and more customers, employees, and investors choose to integrate meaning into their purchasing, employment decisions, and investment decisions, opportunities will open up for those conscious businesses that are most effective at integrating a deeper purpose into the D.N.A. of all of their operations. They will have more loyal customers willing to pay a premium price; a more loyal workforce willing to bring passion, energy, and creativity to work; and, as conscious financial markets develop more fully, investors who are more willing to focus on the long term" Eğitimli ve alım gücü belirli bir seviyenin üzerindeki insanlar Strong'un tanımına göre bilinçli tüketiciler olabilir. Eğer tüm üretim ve pazarlama stratejileri bu tüketicilerin taleplerine göre şekillenseydi ve kar etmenin tek yolu "environmentally conscious" veya "fair trade" ürünleri sunmak olsaydı Strong'a hak vermek daha kolay olurdu. Peki günümüzde talebin çok daha büyük kesimini oluşturan orta ve alt sınıflar? Tüketim davranışlarının çevreye özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerdeki çalışma koşullarına etkilerini, olumsuz dışsallıklarını umursamayan veya umursayacak lüksü olmayan bu sınıflar bir anda buharlaştılar mi? Strong ve Mackey'in dünyası Whole Foods'tan alışveriş yapan insanlarla mı sınırlı acaba? Yoksa aslında tek ilgilendikleri kendileri gibi insanların açtıkları ve "conscious business" stratejileri gerektiren niş bir piyasanın daha da karlı hale gelmesi için mücadele vermek mi? Peki Starbucks'in isteyene fair trade isteyene "unfair trade" kahve satmasını kim engelleyecek? "Education, exhortation, and other forms of creating pro-environment value systems help by means of creating a green consumer base that, through purchasing green, drives more green innovations for the future than would otherwise be the case. That said, in order to solve more substantial environmental problems, we need to change the legal environment within which entrepreneurs start and grow companies so that they can solve more problems." "Green consumer base" gökten zembille inmediğine göre sanırım önce dünyadaki yoksulluğa ve eğitim sorununa eğilmek lazım. Ama bu sorunların da tek geçerli çözümü az gelişmiş ülkelere dışarıdan gelecek mali yardımdan değil mülkiyet hakkını güvenceye almak, girişimcinin önündeki bürokratik engelleri, kırmızı kurdelaları kaldırmak diye buyuruyor Strong. Bunlar tabi ki yeni fikirler değil. Kalkınma iktisatçıları arasında yıllardan beri süregelen tartışmalar hepsi. Strong, gelişmiş ülkelerin mali yardımının dünyadaki yoksulluğun azaltıması için gerekli olduğunu savunan bu konudaki başlıca ekonomistlerden Jeffrey Sachs'a yükleniyor söyleşide. Hatta Sachs'a benim oldukça abzurd bulduğum bir şekilde hodri meydan diyor. İddia su: Bundan 20 yıl sonra acaba şu aşağıdaki üç grup ülkeden hangisi kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) olarak diğerlerini geride bırakmış olacak?

Sachs 1: The 20 nations that have received the most government-to-government foreign aid as a percentage of per capita G.D.P.

Sachs 2: The 20 nations that have experienced the greatest percentage growth in government (in honor of Sachs’s claim that large government does not inhibit growth).

Strong: The 20 nations that have experienced the greatest increases in economic freedom as measured by the Fraser Economic Freedom Index. Strong iktisatçı olsaydı (ki aslında bunu anlamak için iktisatçı olması gerekmez) sanırım yukarıda tanımladığı bu üç grup ülkenin büyüme performansını diğer faktörleri hesaba katmadan karşılaştırmanın elma, armut ve muzu karşılaştırmak gibi bir şey olduğunu anlardı. Birinci grubtaki ülkelerin bu kadar yabancı ülke yardımı almasının muhtemel sebepleriyle ilerideki ekonomik performansının yakından ilişkili olacağını, ikinci gruptaki ülkelerin büyümesinin devletin büyümesinden başka sebeplerden de kaynaklanabileceğini, üçüncü gruptaki ülkelerdeki ekonomik serbestliğin tek başına (örneğin devletin altyapısal yatırımları olmadan) bu ülkeleri ekonomik kalkınma yoluna sokmasının zor olabileceğini, ekonomik serbestliğin başka değişkenlere içkin olabileceğini göz ardı eden çocukça bir iddia bence. Her ne kadar bu grupların içerdiği ülkeler kısmen örtüşeceklerse de ekonomik büyümenin söz konusu ülkenin gelişme eğrisinde hangi noktada bulunduğu ile yani bir diğer deyişle modern büyüme rejimine (tabı eğer girdiyse) ne zaman girdiği ile alakalı olduğunu da hatırlatmak lazım. Tabi bu arada ekonomik büyümenin, Strong'ün önerdiği şekilde ölçüldüğü taktirde, "ekonomik kalkınma"yi ne kadar temsil ettiğini de tartışmak gerekir. Örneğin GSYİH artışı artan çevre kirliliği ve gelir dağılımı adaletsizliği ile beraber geliyorsa (bkz. Çin Halk Cumhuriyeti) çevrenin ve yoksulun dostu Michael Strong'un Sachs'a önerdiği iddiada bunu da dikkate alması gerekmez mi? Son olarak söylesinin kapanış cümlesini (incisini) ele alalım: "The solution to market failure is often more markets; in addition to privatizing rather than nationalizing, I’d like to see legalized prediction markets, so that more information on price trends is available to more people early on, thus reducing the scale and cost of the speculative bubbles." İktisatçılar için temel tanımlardan biri olsa da meseleden bi haber bazı girişimciler için birinci senesindeki doktora öğrencilerinin başucu tuğlası Mas-Colell'den geliyor: Market failures describe "situations in which some of the assumptions of the welfare theorems do not hold and in which, as a consequence, market equilibria cannot be relied on to yield Pareto optimal outcomes". Pareto optimal neticeler ile ne kast ediyoruz? Ekonomideki kaynaklarin ureticiler (ki onlar bir yandan da tuketiciler) arasinda etkin bir sekilde dagildigi bir durumdan bahsediyoruz, oyle ki mevcut durumdan daha farkli bir paylasima ("allocation") gecerek herkesin verili kaynaklarla daha fazla uretmesini veya tuketmesini saglamak mumkun olmuyor. Tanim diyor ki "Welfare" teoremlerinin standart varsayimlari yerine gelmezse tamamen rekabetci bir serbest piyasa ekonomisin dengeleri etkin olmayabilir. Nedir bu varsayimlar? Birincisi ekonomideki bireyler diger bireylerin davranislarindan olumlu veya olumsuz olarak etkilenmeyecek. Yani verili kaynaklarla ne kadar uretip tuketebildigimiz sadece ve sadece piyasada olusan fiyatlar, kendi uretim teknolojimiz ve tercihlerimizin bir sonucu olacak (kisaca, boyle bir dunyada dissalliklara yer yok). Ikincisi piyasa aktorleri arasinda bilgi asimetrisi olmayacak, yani bir diger deyisle piyasaya sunulan, alinan satilan urunler herkes tarafindan esit derecede gozlemlenebilir olacak. Ucuncu olarak hic bir aktor veya bir grup aktor piyasadaki fiyatlari tek basina etkileme gucune (market power) sahip olmayacak. Strong bu koşulların hepsinden haberdar olmasa gerek ki piyasa ekonomisinin aciz kalışını sadece bazı ürünlerin, kavramların ve bilgilerin alınıp satıldığı piyasaların halen var olmamasına (incomplete markets) bağlıyor. Yasal tahmin piyasalarının kurulmasını rica ediyor. Bunu kimden rica ediyor orası meçhul. Olası finansal krizleri en aza indirgemek için piyasa aktörlerine mı sesleniyor yoksa başka bir merciye mi? Ayrıca bu piyasalar kendi kendine oluşsa bile bilgisel dışsallıkların bu piyasaların sunacağı yararlı bilgi miktarını etkilemeyeceğini düşünmek safdillik olmuyor mu?

18 Mart 2009 Çarşamba

İşsizlik Neden Artıyor?

Mehmet Şimşek bugün işssizlik artışını "Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde iş gücüne katılım oranı daha artıyor." diye açıkladı. Tabii bu lafı söyler söylemez "Sen de ekonomi bakanı mısın?""Benim çevremdekiler neden işten çıkıyor o zaman?""Bu lafı söyleyeni okuldan mezun etmezler" gibi ithamlara maruz kaldı. Öncelikle Mehmet Şimşek'in söylediği hal hiçbir koşulda geçerli olamaz diye bir şart yok. Şöyle düşünün, nüfus artış oranı düşük, gelişmekte olan bir ülke. İstihdam oranında değişme yok. Lakin işsizlik artıyor. Bu durumda sebep Mehmet Şimşek'in de belirttiği gibi, sosyoekonomik gelişmenin sonucunda iş arayan insanların artması, "cyclical unemployment" verisine daha fazla insanın katılması olur. Ki Mehmet Şimşek "Kriz sebebiyle işini kaybetmeyen yok" dememiş, bilakis "Kriz nedeniyle işini kaybedenlerin sayısının 150 bin veya 200 bin civarında olduğunu" ifade etmiş kendisi. Peki Türkiye'de durum bu mu hakikaten? Bunu anlamak için, TÜİK sitesine gidip son 3 aydaki datayı incelemek bir fikir verecektir, keza krizin etkilerini en kuvvetli 2008'in son çeyreğinde hissettiğimizi söyleyebiliriz. Mehmet Şimşek'in açıklamalarındaki tutarsızlıklara madde madde bakalım: 1. İşgücü: İşgücü kalemi ile ifade edilen, nüfusun aktif olarak iş aramakta olan kesimi. 2008 Ekim'inde işgücü 24 milyon 632 bin kişi iken, bu kalem 2008 Aralık'ta 24 milyon 9 bin kişiye düşmüş. Diğer bir deyişle, işgücüne katılma oranı iki ayda %49.1'den %47.7'ye gerilemiş. Bu sırada Türkiye'nin 15 yaştan yukarıdaki nüfusu 122 bin kişi artmış. İşgücündeki bu azalmaya karşın, işsiz sayısı 2 milyon 687 binden 3 milyon 274 bine çıkmış, yani fark 587 bin. Buradan kabaca şu sonuç çıkmakta; devirsel olarak işgücüne katılım, artan nüfusa karşın azalamaktadır, bu durum yaşlı nüfusun fazlalığı ile, ya da işgücündeki insanların iş aramayı bırakmaları ile açıklanabilir. Türkiye şartlarında ikinci açıklama daha mantıklı. 2. İşsiz nüfusundaki cinsiyet oranı: Bu basit bir yüzde hesabı. 2008 Ekim ayındaki işsizlerin %70.8'i erkek; yani %29.2'si kadın. Bu da 784 bin 604 işsiz kadın demek. 2008 Aralık ayındaki işsizlerin %74.2'si erkek, yani %25.8'i kadın. Bu da 844 bin 692 işsiz kadın demek. İlk maddedeki sayılarla karşılaştırdığımızda, işsiz erkek sayısındaki artış 500 binden fazlayken, işsiz kadın sayısındaki artışın 60 bin kadar olduğunu görüyoruz. Her ne kadar işsiz kadın sayısı artmış olsa da, işsizliğin artışındaki aslan payı kesinlikle "ev hanımlarının iş aramaya başlaması"na ait değil. Burada da bir halkı yanlış bilgilendirme söz konusu. 3. Daha önce bir işte çalışmış işsiz sayısı: Bu istatistik ise, işten çıkarma ile, yeni iş aramaya başlama konusunda bize bir fikir verecek. 2008 Ekim'inde 2 milyon 259 bin işsiz daha önce bir işte çalışmış. Bu sayı, 2008 Aralık'ında 2 milyon 901 bin kişi. Aradaki fark 642 bin. Bu dönemde, ilk maddede belirttiğimiz üzere, işgücüne katılımın da azaldığını göz önüne alırsak, işsizliğin ana sebebinin "işgücü yaşında olup da daha önce iş aramayıp yeni iş aramaya başlayanlar" olmadığını söyleyebiliriz. Durum bu olsa bile, yeni iş aramaya başlayan genç nüfusun iş bulamaması, işçi talebindeki daralmaya işarettir, ki bu da krizle ilişkilendirilebilir. 4. Krizin doğrudan etkisi: 2008 Aralık raporunda, işsizlerin %19.3'ünü işten çıkarılanların, %8.5'ini iş yerini kapatanların/iflas edenlerin oluşturduğu söylenmekte. 3 milyon 274 bin işsizin %27.8'inin krizden doğrudan etkilendiğini göz önüne alırsak karşımıza 910 bin 172 işsiz gibi bir sayı çıkıyor. Unutulmaması gereken bu sayının "yıllık" olduğu, ve de iflasın ya da işten çıkarmanın sadece "kriz"e bağlanamayacağı. Fakat buna karşın, Mehmet Şimşek'in verdiği "150 - 200 bin" fazla iyimser bir rakam. 5. İşgücüne katılmayanlar: Bunun yanısıra; 2008 Aralık döneminde, daha önce bir işte çalışmış olup sözkonusu dönemde işgücüne katılmayan (yukarıdaki verilere dahil olmayan) bir grup var. Bu grubun nüfusu 11 milyon 790 bin kişi, ve de %4.4'ü işten çıkarılma ve de işyerinin kapanması sebebiyle çalışmayı/iş aramayı bırakmış durumda; ki bu da 518 bin 760 kişi demek. Bir de sosyoekonomik gelişmişlik üzerine konuşalım: Evlilik ve de eşinin isteği sebebiyle işgücünden ayrılan insan sayısı 577 bin 710. Sözün özü: Mehmet Şimşek'in beyanatı belirli durumlar için mantıklı olsa dahi, TÜİK'in rakamları yorumlandığında durum pek de öyle gözükmüyor. Kriz ortamında işsiz olup da iş aramayanların iş aramaya başlaması yerine, iş arayanların iş bulamaması daha akla yatkın bir senaryo. Ekonomik küçülmeyi de göz önüne alırsak diyebiliriz ki krizin etkisi artarak geliyor, önümüzdeki ayki işsizlik rakamları bize çok daha vahim bir tablo çizebilir, o zaman suçu atacak "iş arayan kadınlar" da olmaz, o bahane bir kere kullanılır çünkü. Not: Veriler için http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?tb_id=25&tb_adi=%DD%FEg%FCc%FC%20%DDstatistikleri&ust_id=8 adresinden yararlanabilirsiniz.

9 Mart 2009 Pazartesi

Dolar Artışı Üzerine Yürütülen Argümanlar

Burada uzun uzadıya tekrar tekrar ekonomik krizin nedenlerini, olası sonuçlarını falan anlatmaya gerek yok; konuyla azıcık ilgili bir insan artık finans ürünleri terminolojisine hakim durumda. Ama siz "Yok abi, anlat bakalım neymiş bu olay?" derseniz, ben de "Aha burada anlatılmışı var" derim. Üzerine yazmak istediğim konu kriz değil, Türkiye'de kriz ile ilgili yürütülen, gazetelerin okur yorumları bölümlerinde, ekşisözlükte, sağda solda duyduğum partizan "ekonomik kriz" yorumları. Ki 90'lı yılların devalüasyon furyası sağ olsun, dolar biraz kıpırdadı mı "Kriz geliyor" velvelesine sarılan, kriz = dolar artışı diye düşünen bir toplum olduk. 1.80 dedi mi insanların aklına "Taş gibi Rus kızı" değil de "dolar TL kuru" geliyor bugünlerde, biz de onun üzerine yazalım o zaman. Prolog. Mesela bir ara "Abi Türkiye'de herkes tuttuğu yastık altında tuttuğu dolarları bozdursa borcumuzu öderiz, düzlüğe çıkarız" efsanesi vardı. Sen bu adama "Hocam Türk Lirası'nın değeri o kadar artarsa ihracatçımızın beli bükülür, 1980 öncesi Türkiye'sinde, hemen hemen kapalı ekonomi modelinde değiliz, dalgalı kur benimsemişiz kaç zamandır" diyemiyordun, çünkü "Türk parasının değerenmesini istemiyor musun hain?" diyorlardı. Abartıyorum ama, hani şimdi doların değeri artıyor ya (tüm dünyada dolar değerleniyor, keza Avrupa ekonomisi kaç senedirki kısıtlı büyümesi ve de birliğe aldığı zayıf ekonomilerin de etkisiyle likidite sağlama açısından güven vermiyor, daha da böyle gider bu durum), benzer öneriler revaçta. En sıklıkla sorulan ve sorulacak soru şu herhalde; "Merkez Bankası dolara neden müdahale etmiyor? Faiz ayarlamakla iş bitmez!". Şunu açıklığa kavuşturalım; piyasalarda rakamlardan çok beklentiler önemlidir. Eğer enflasyonun yüzde 2 artmasını bekliyorsanız ve de yüzde 2 artış gösteriyorsa, piyasalar şoke olmaz, ama siz ekran başında şoke olabilirsiniz, sorun değil. Bu bağlamda konuya bakacak olursak, Merkez Bankası'nın, elinde ne kadar olduğu belli döviz rezerviyle piyasaya zırt pırt müdahale etmesi, güvensizlik ortamına yol açar, yatırımcı "Eyvah TCMB panikte, yangını karton parçasıyla söndürmeye çalışıyor" der, derinleşen güvensizlik ortamında kaçışlar artar, dolar iyice yükselir. Merkez Bankası'nın göndermesi gereken mesaj "Evet, dolar artıyor, ama her yerde artıyor; bizim beklediğimiz stabilizasyon seviyesi şu, orada müdahale ederiz". Bu ortamda doların 1.40 seviyelerinde kalmasını beklemek, ya da önceki psikolojik sınır 1.60'a bel bağlamak saçma olurdu zaten. 1.80 seviyesindeki müdahale normaldir. Dolar 2.00-2.05 görmeye kalkarsa çok daha ciddi bir müdahale yapılır, ama bu müdahaleye daha zaman var (şu anki şartlar devam ettiği takdirde), şimdiki güven tazelemenin yeterli olacağı kanaatindeyim. Başka bir efsane konu cari açık. Cari açık konusunda endişelenenler iki gruba ayrılıyordu: "Eyvah cari açık çok büyüdü, hep bu hükümet tüh tüh" diyenler ile, "cari açığı finanse etmek için dua etmekten (Harvard'daki bir konuşmada bizzat Mehmet Şimşek'in kullandığı tabirdir; "We will pray that oil prices come down" demişti, tabii o zamanlar subprime mortgage krizi bugünkü görüntüsünde değildi, daha az derdimiz vardı vs.) başka paketi yok hükümetin, Allah vere de yabancı yatırım kesilirse halimiz nice olur" diyenler. Bu noktada gene bir açıklama yapmak gerekli: Gelişmekte olan ekonomiler, sadece ulusal tasarruflarını kullanarak yatırım yapmazlar. Eskiden öyleydi, kapalı ekonomiydik, ulusal kumbaranın önemine inanıyorduk vs. Lakin artan entegrasyonumuzla birlikte, yatırımlarda yabancı sermaye kullanımının/payının artması da normal. Bir ülkenin büyüme sürecinde cari açığının olması, altını çizelim, normaldir. Cari açığın büyük olması, rakamsal niteliği değildir korkutucu olan. Borç almazsanız büyüyemezsiniz, sadece yerli sermayeyle büyüyemezsiniz, "yerli malı yurdun malı" küreselleşme öncesinde kalmıştır (Aranot: Hala daha yerli malı haftası kutlanıyor mu yahu?) Cari açık istendiği kadar büyük olsun, eğer ülke bunu yatırıma dönüştürüyorsa, büyüme sağlıyorsa ve de geri ödeme planı sağlamsa korkulacak birşey yoktur. Türkiye'deki antihükümet gözü kara propagandistlerin "cari açık çok büyüdü" demesi boş muhalefetti yani, ama bu açığı finanse etme planının "Doğrudan yabancı sermaye gelir, yatırımlar devam eder nasıl olsa, yak Kemal'cim puroları" olması korkutucu olandı, ki günümüz global kriz ortamında bu sebepten patlamamız olasıdır. Merkez Bankası'nın dövize müdahalesinde cömert davranmaması için başka bir sebep de budur. Rezervleri çarçur etmemek; keza döviz açığının finansmanı açısından yaşayacağımız olası sıkıntıları aşmak için güçlü bir rezerv yapısı şart (Bu noktada 2001 krizinden duacı olmamız gerek tekrar) . Dolar kuru artışı normal, küresel trend bu. TCMB'nin yapması gereken "Dolar artışını şu seviyede tutuyoruz, sabit kur hesabı" demek değildir; bilakis "Dolar artsa da hazırlıklıyız, no panik" mesajı vermektir. Piyasalara likidite sağlamak açısından yapılan faiz indirme müdahalesi de yerindedir o yüzden, ama bunların acısı değeri yitmiş para olarak çıkmaktadır. Merkez Bankası'nın "Hocam hem dolar artmasın, hem enflasyon düşsün, hem de piyasaya likidite sağlayalım, büyüme de devam etsin" deme şansı yoktur, bu model imkansızdır çünkü. Bu durumlar arasındaki tercihtir Merkez Bankası'nın elinde olan. Peki AKP'ye muhalefet etmek isteyen ne yapmalı? Ulusalcı hissiyata ters gelebilir, ama AKP'nin eleştirilmesi gereken en önemli nokta; seçimler öncesi oy kaybetme riskini göze almayıp IMF ile görüşmeleri durdurması, olası bir kredi akışını geciktirmesi/engellemesidir. Ama siz "IMF kaka, pis" derseniz, AKP'yi o şekilde eleştirmek istemezseniz, döviz artışıyla, cari açıkla falan uğraşmayın; çünkü o doğrultuda yürüttüğünüz argümanlar son x yıldır efektif olmadı zaten. Hatta o "ABD'nin uşağı" diye nitelediğiniz Kemal Derviş gerekli kamusal ve de açılımsal reformları gerçekleştirmeseydi, şimdi bir de yüklü bir kamu borcu finansmanı sorunumuz ve de güçsüz bir rezerv yapımız olurdu ki, hadi Türkiye kriz terminolojisiyle açıklayalım, doları 2.5/3'lerden topluyor olurduk muhtemelen.