2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Ekim 2011 Pazar

İki Film Birden - Aburcubur Adam 1 ve 2

Çocukluğumda evde çok sevdiğim birkaç kaset vardı. Biri kapağında kendi kafası fotoşoklanmış bir ördek fotoğrafı olan Ali Avaz kasedi; biri adı ya da soyadı Coşkun olan ve benim "mavi kaset" diye andığım bir enstrümantal kaset; diğeri de bir Aşık Mahzuni Şerif kasedi idi. Özellikle Aburcubur Adam şarkısını çok severdim. Yıllar sonra bugün tekrar dinledim de, yine sevdim.

Facebook'ta Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın bir videosu dönüp duruyor şu ara, "bulut sistemi, abur cubur" falan diye. Memleketin bu artık başta internet olmak üzere her nevi iletişim teknolojisinden sorumlu adamı mevzubahis videoda şöyle diyor:

"bu bulut sistemi dedikleri birşey var. şimdi, son zamanlarda herkes oraya birşey atıyor, gelen oradan işine yarayanı, alıyor kullanıyor, ben böyle anlıyorum belki farklı birşeydir. şey yok artık, böyle, sistematik birşey yok, abur cubur dolduruyorsun, herkes ihtiyacını oradan alıyor ama hiç de karışmıyor. istediğini buluyorsun. bu bilişim, fazla kafa yorarsan sıyırırsın. kullanacaksın, nimetlerinden kullanıp, yararlanıp işini göreceksin, kafayı taktın mı o zaman işin kötü. çok fazla, hikmetine fazla şey yapmamak lazım." (sözlük'ten çalıntı deşifre)

Yani diyecek hiçbir şeyim yok kendisine haliyle. Sadece Aşık Mahzuni Şerif'in "Abur Cubur Adam"ı geldi aklıma doğrudan semantik bir çağrışımla. Akabinde bir de ne göreyim; başıma bir iş gelmeyecekse şu an çağrışmadan daha fazlasını yaşıyorum "Gül boyanmış kara yılan abur cubur Abdullah falan"...

"içi yalan, dışı yalan
her bakışı bin bir plan
gül boyanmış kara yılan
abur cubur abdullah

etme dedim, tutma dedim
dostluğu unutma dedim
sana verdiğim lokmayı
çabuk biter, yutma dedim

abur cubur adam
ben seni nidem
daha kendini bilmezsin
kimdir yanındaki madam

bir elinde kamerası
sanarsın film ağası
her dolapta numarası
abur cubur abdullah

etme dedim, tutma dedim
dostluğu unutma dedim
sana verdiğim lokmayı
çabuk biter, yutma dedim

abur cubur adam
ben seni nidem
daha kendini bilmezsin
kimdir yanındaki madam

der mahzuni tövbe olsun
böyle dost düşmana kalsın
şeytanlar namazın kılsın
abur cubur abdullah

etme dedim, tutma dedim
dostluğu unutma dedim
sana verdiğim lokmayı
çabuk biter, yutma dedim

abur cubur adam
ben seni nidem
daha kendini bilmezsin
kimdir yanındaki madam" (sözlük sağolsun)

29 Ekim 2011 Cumartesi

Törenler İptal Olmuş!!1!bir!

Tane tane anlatayım:

1. Törenlerin iptal edildiği yok, sadece hipodrom resm-i geçit ve köşk resepsiyonu iptal edildi. Meclis resmi programı devam ediyor, tebrikler alınıyor, beynelmilel ziyaretler gerçekleşiyor.
2. Bu bağlamda geçmişteki örneklerden (misal 1999 senesinde Zafer Bayramı kutlamalarının iptali) farkı yok pek.
3. Ben kendi bilincime eriştim erişeli resm-i geçitlerden nefret etmişimdir. Onlar iptal oldu diye üzülene de şaşarım. Oturup TRT'den izliyordunuz sanki sabahın köründe kalkıp, yemeyelim birbirimizi.
4. Bayramı illa devlet tekelinde kutlamak zorunda değiliz, değilsiniz. İsteyen istediği şekilde gider kutlar, onu engelleyen yok. Normali budur zaten.
5. Muhalefet edilecek zilyon tane icraat varken enerjinizi bu tür saçmasapanlıklara harcarsanız üzülerek söyleyeyim, hiçbir yere varamazsınız. Sizin kazan öldü.

Sevgiler, saygılar.

Bir dost.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Seçmece Arama Öbekleri Serisi #4.52

Bir başka tek aramalık öbek görüntüsü. Şu sıra kelimeler habire kifayetsiz zaten, onu söylemeye gerek görmüyorum tekrar.


19:52:42 -- 23 hours 11 mins ago

19 Ekim 2011 Çarşamba

Atina-Oropos - İkinci ve Son İzlenimler

Yazıya başlık atayım diye düşünürken böyle yazdım, sonra "lan" dedim kendi kendime, "ikinci izlenim olur mu hiç?". Sonra da "olur, niye olmasın?" dedim ve ilk izlenimin altında yıllardır ezilen bu garibi gün yüzüne çıkartmaya karar verdim. Evet, Atina-Oropos, ikinci izlenimler. Hepiniz aya ilk ayak basanın kim olduğunu biliyorsunuz değil mi? Peki ya ikinci ayak basan? N'oldu? O garibanı hiçbiriniz tanımıyorsunuz değil mi? Diğer şerefsize bir dirsek atıp da aşağı ilk kendisi adımını basıp afili laflar edeydi, hepimiz onu tanıyor olacaktık. Neyse.

Ecnebinin de dediği gibi zaman uçuyor adeta. 4 gün önce buradaki 1 ayımı doldurdum. Geriye kaldı 2-2.5 hafta zamanım. Hüzünlenmiyor değilim, zira beklediğimden daha keyifli, daha enteresan her şey. Öyle akıcı gidici birbiriyle bağlantı bir hikayem yok şu anda Oropos'a gelişimde olduğu gibi, dolayısıyla notlar notlar halinde anlatayım meramımı:

- Öncelikle, derdimi anlatacak kadar Yunanca öğrendim 1 ayda. Alfabeyi okumayı iyi kötü, en azından yazanı tamamlayıp ne yazdığını anlayacak kadar ilk 1 haftada söktüm. Başta çok karmaşık görünse de, lise yıllarında yok fizikti, yok matematikti, yok istatistikti derken yarısını öğrenmişiz meğer harflerin. Ohm simgesi omega, istatistik belasi chi ve psi, matematiğin bel kemiği pi (bu esnada pi sayısı da yanlışmış ya la?) ve daha neler neler... Gerçekten kolay oldu, sadece bağlantıları kurmak ve birazını da öğrenmek gerekiyor. Alfabeyi geçince de "ena pita kalamaki hirino parakalo" (bir domuz şiş Yunan dürümü lütfen) ve "ena bira parakalo" (bir bira lütfen) demeyi öğrendim. ki bu şekilde de günlük besinimi sağlayarak hayatta kalmayı başardım.

- Yunanistan'ı ziyaret eden her Türkiye insanının dikkatini çekecek ilk nokta ortaklıklar olacaktır. Özellikle de bir şeyler yemeye gidildiğinde sipariş verilirken ortak kelimelerin gani olduğu hemen fark edilir. Bu zaten sürekli de yapılan bir muhabbet; imam bayıldı, baklava, kadayıf, midye, cacık, dolma, midye... Yemeklerin yapılış ve yeniş şekli yer yer değişse de, genelde benzer. Örneğin baklavaki ve kadaifi gayet aynı. Gerçi benim için biraz fazla şerbete boğulmuştu ama sadece bir tatlıcıdan yediğim için genellemeyeyim. Lokma! Lokumades dedikleri ve bizim lokmaya tekabül eden tatlı biraz daha farklı. Beni misafir edip kahrımı çeken arkadaşımın üst komşusu bir gün "lokumades yer misin?" diye getirmişti. Önce salyaları salgılamaya başladım, sonra bir baktım bir tabak dolusu hamur topçukları. E zaten lokma da o değil mi aslında? Evet, ama bizdekinden farklı servis ediyorlar. Hamuru doğrudan kızgın şerbetin içinde pişirmek yerine, sade olarak pişirip, daha sonra üstüne bal ve tarçın dökerek yiyorlar. Tatlıların olmazsa olmazı tarçın bu esnada. Bayılıyorlar! Ama kadayıfta ben beğenmedim şahsen. (Lokma konusunda güncelleme: 2 farklı kişinin daha yaptığı lokmayı yeme fırsatı buldum, gayet bizimki gibi yapanlar da varmış, hatta geneli o şekilde imiş, evet.)

Alternatif loukoumades

- Ortak besin demişken temel besin kaynaklarından bir başkasında da çok önemli bir ayrılık yaşıyoruz: rakı/uzo! Burada (ve genel olarak Balkanlarda) "raki" (veya Balkanlarda daha çok "rakija") dediğiniz zaman erikten yapılmış, sert, genelde sek ve shot olarak içilen mazotvari bir içki anlıyorlar. Bizim halis muhlis rakı da onların beklentileri için fazla yumuşak/tatlı kalıyor. Kurban olun siz ona be! Neyse, geldiğiniz/gittiğiniz zaman Türkiye'ye gelmemiş birileri "raki raki" derse dikkatli olun, siper alın.

Bunun dışında, uzo içen gençler de gördüm ve kendilerini, rakıya yıllarını ve malvarlığının yarısını vermiş 50 yaş üstü bir rakı üstadıymışımcasına kınadım! Zira kendileri "rakı on the rocks" eyliyorlar. Bildiğin böyle bardağa buzu boca edip ağzına kadar buzla doldurup, üstüne terbiyesizce rakıyı döküyorlar. Daha fazla anlatmaya kalbim dayanmayacak. Aydın Boysan ettiniz lan beni!

- Ortak yemek kültürü demişken (laf lafı açıyor gördüğünüz üzere), bir uyarı yapmakta fayda var: her gördüğünüze, duyduğunuza kanmayın! Zira örneğin bir vejetaryen kişi iseniz, fırına/pastaneye gidip "usta bana sarıver ordan bi' 'peinirli'" dediğinizde size verecekleri şey jambonlu/peynirli/kıymalı poğaça olabilir. Yok o zaman ben poğaça alayım bari, kendimi güvende hissedeyim derseniz yine zor, bu sefer de "pogatsa" diye aldığınız şey size pudra şekerli ve tarçınlı leziz bi' pay (pie?) olarak yaşadığınız en büyük hayal kırıklığını yaşatabilir. Tadı bence hakikaten nefis olsa da, tuzlu bir şey beklerken tatlıyla karşılaşmak çok isteyeceğiniz bir şey olmayabilir o an. Bizim dolmaya da bu esnada (ilk fotoğraftaki) yemista deniyor, yaprak sarmaya da dolma... 

Bir başka şaşkınlık da, yemek pişirirken yaşadık. Elimizde makarna var, pirinç var, mercimek var. Dedik hep makarna hep makarna, bugün de pilav yiyelim. İsveçli arkadaşın pilav yapma anlayışı da mantıken makarnanınkiyle aynı olduğu ve benim hiç olmayan anlayışımdan haliyle daha makul olduğu için "hadi bakalım" diyerek koyulduk pişirmeye. Ne zaman ki o pirinç tanelerinin hepten makarna sarısı olup şişerek makarna kıvamına geldiğini gördük, o zaman kendisinin "Oh, this is pasta!" (Vay arkadaş, bu makarnaymış ya la!) demesi ve akabinde "kurban olduğumun Yunanları" esprilerinin gırla gitmesi bir oldu. Meğer gerçekten pirinç tanesi şeklinde makarnaymış kendisi ve özellikle bazı et yemeklerinin yanında kullanılırmış. F'li bir adı vardı ama hatırlayamadım şimdi. Aman diyeyim.

 Vay arkadaş, bu makarnaymış ya la!

- Ortaklığın hepten dibine vurmuşken; ortak kelimelerden biri, biraz daha farklı bir tepki/dikkat çekiyor: efendim. Ben birkaç sefer refleks olarak "efendim?" deyince, "aslında efendi'yi çok kullanmasan iyi olabilir, zira bazıları için sinir bozucu olabilir. Malum, 'efendi'lerle çok iyi anılarımız yok.." dedikleri anda kafamda dedemin dedesi Selanikli Hacıcıkzade Mehmet Efendi'nin karakalem resmini aydınlatan bir ampul yandı. Diyaloğu duyan komşunun "Evet efendim! Tamam efendim!" diye seslenmesiyle ampulüm zenon oluverdi. Kaderin cilvesine bakın ki, efendi kelimesinin kökeni Yunanca: afendis. Soyadlarında sık geçen "hacı" ve "oğlu" ifadeleri de bizden (ya da Arapçadan mı desek?) onlara miras.

- Akropolis'e henüz gidemedim (5 hafta oldu ben geleli) ama tarih delisi bir arkadaşla birlikte Akropolis Müzesi'ne gitme şansını yakaladım, süper oldu. Yazın sıcağında, insanların gerçekten utanmasa çıplak gezeceği bir sıcakta gittik. En alt katında içeri doğru girdiğimizde önce yukarı doğru bakıp sırıtan bir güvenlik gördüm. Kulağında kulaklığı var, yukarı bakıp bakıp gülüyor. Lan dedim n'oluyo' acaba? Ki ben o sırada ayağımın altındaki cam zeminden yerin altındaki devam etmekte olan kazıya ve sergilenen eserlere şaşkın şaşkın bakmakla meşguldüm daha ziyade. Sonra kafayı bi' kaldırdım, meğer insan denen varlığa hiç bu açıdan bakmamışım! Ne demiş şair, "Akropolis Müzesi'nin zemin katından yukarı bakınca bir dizi don göreceksin, şaşırma!". Evet, şeffaf cam zemin değişik bir fikir. Altındayken gerçekten çok farklı bir bakış açısı, üstündeyken çok farklı bir hissiyat. Neyse ki tamamen şeffaf değil, üzerinde siyah noktalar var da kompil havada olma hissi yaşatmıyor (Yazıyı tamamladığım bu gün itibariyle Akropolis'e de gitmiş oldum. Ne yalan söyleyeyim, müze veya kendisinin akşam uzaktan görünüşü daha etkileyiciydi, dibim düşmedi).

Atina'nın ikinci en yüksek tepesinden (adını hatırlayamadım) Akropolis görüntüsü

Akropolis'te aslında görmek istediğim bir etkinlik de Ağustos dolunayında düzenlenen özel konserler idi, ama geçen sene giden ve ezilme tehlikesi yaşayan arkadaşların uyarısıyla çok cesaret edemedim. Ki sonradan yine gidenleri duyunca çok da pişman olmadım.

- 15 Ağustos Aziz Meryem günü olarak kutlanıyor. Sanırım bütün Avrupa için geçerli bu, emin değilim ama... Herrr yer kapalı. Ama her yer! Benzin istasyonlarının bile nöbetçileri var, onun dışında inanılmaz derecede ölü oluyor memleket. Zaten Ağustos ayı, özellikle de 15'inden itibaren tatil zamanı, 15 Ağustos'taki özel günle birlikte Atina sokakları böyle Ankara'da akşam saat 11 olmasa bile saat 9 boşluğunda. Öyle bir hareketsizlik. İnsan yok, trafik yok, karmaşa yok... Ben de ne yaptım? O fırsatı Atina'dan Oropos'a bisikletle gelerek değerlendirdim! Daha önceki yazıda yazmış mıydım hatırlayamadım ama yazmadıysam yazarım (Vazgeçtim, yazmam ya... Bu yazıyı zor bitirdim lan şu tarihte. Ona da söz vermeyeyim de, biraz daha bisiklet macerası biriktirdim, belki yazarım diyeyim). Bu esnada Meryem'e adanan bu günün çok enteresan bir önemi de var; bir kadına ithaf edilen tek dini gün olması! Hiç öyle yaklaşmamıştım, öyle düşününce hepten garip geliyor.

- Benim için en çarpıcı şeylerden biri de, Oropos'ta, Türkiye'den mübadele zamanı yerinden edilen Palatialıların müzesi oldu. Onbinlerce insan gibi, onlar da yerinden olup, daha sonra da buraya yerleşmişler. Geldiğimden beri zaten bir Umut Sarıkaya karikatürü misali, bir ucundan Selanik muhacırı olmanın çok ekmeğini yedim, ama orada da konu olunca bize müzeyi gezdiren amca "aşkolsun canum, aşkolsun!" diye diye yıllar önce kaybettiği evladını bulmuşçasına sarıldı. Anladığım kadarıyla, benim de içinde bulunduğum Fransız grubuna pek de sansür uygulamadan, her zamanki gibi anlattı, gezdirdi müzeyi. Fotoğraflar, giysiler, hatta sergilenen bir kitap! O kadar tanıdık ki her şey... Osmanlı'dan kalma fermanlar da sergileniyor, Türkçe bir kitap da.

Mevzubahis Türkiye (veya "Asya yavrusu") haritası

Müzeye girdiğimizde, anlatmaya Türkiye haritası üzerinden başladılar. Yani öyle Yunanistan haritası, bir kısmında da Türkiye görünüyor falan değil, bildiğiniz Türkiye haritası. Zira evleri, eşleri, dostları Palatia Köyü'nde imiş zamanında. Palatia, İngilizce'deki "palace" kelimesinin Yunanca karşılığı. Yani Saray. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de şaşırtıcı şekilde, köyün adını çok da değiştirmeyerek, Saraylar Köyü olarak Türkçeleştirmiş onları denize döküverdikten sonra. Saraylar Köyü, Marmara Adası'nın kuzey kısmında yer alan bir köy. Gerisi hep bildiğimiz zorlu süreç, acılı anılar, buğulu gözler.

Bu esnada buraya geldiğimden beri Selanik ve Serez'e gitmek istiyorum. Hatta mümkün olursa annem ve babamla birlikte gidelim istiyorum. Zira baba tarafından bir "oralılık"
 olduğu için hep merak ediyor, görmek istiyorlar. Hazır ben de buradayken bundan daha güzel bir fırsat olamaz. Sonra geçenlerde Orkun'un "Parakalo!" yazısını okurken tekrar hatırladım: Buradaki insanların İstanbul'u anarken gözlerindeki anlam Orkun tarafından sıla hasreti olarak adlandırılırken, "çoğunluk" tarafından "eziklik" olarak anılıyor. Aslında benim de, babamın da aynı "ezikliği" Selanik için yaşıyor olduğumuzu fark ettik. Belki biraz daha farklı, ama sonuçta aynı yere çıkan, aynı şeyleri düşündüren hisler. Hala buradan oraya bisikletle gitmenin hayalini kuruyorum bu esnada, planlamaya henüz geçemedim ama zor görünüyor.

"Aşkolsun canum, aşkolsun!"

- Bizden çok farklı olan bir şey de televizyonları. Hemen her kanal bizim cnbc-e gibi, dublajsız ve altyazılı veriyor yerli malı olmayan bütün programları. Diziler, filmler, şovlar. Hepsi orijinal dilinde, altyazılı. Benim gibi dublaj sevmeyenler için süper. Ayrıca gençler de "biz İngilizceyi beyle beyle öğreniyoruz" diyor, o da var.

- Atina uyuşturucu kullanımı açısından bir cennet. "Kime göre, neye göre?" sorusunu "kullanana göre" olarak yanıtlamak gerekiyor bu noktada (böyle keyif veren şeyler cehennemde yok, onlar hep cennette ya, o yüzden.). Şehrin belli kurtarılmış noktaları var özellikle, polis çok sık karışmıyor, sadece ara sıra uğrayıp ilgiliymiş gibi görünüyor. Atina'da gezdiğimiz bir günde de 20'ye yakın insanı toplayıp götürdüler örneğin. Çok sık olmuyormuş bu. Exarcheia Meydanı örneğin cuma ve cumartesi akşamı şehrin gençlerinin eğlenmek üzere toplandığı bir kısmı ve meydana yaklaştıkça soluduğunuz havanın değiştiğini hissediyorsunuz. Bu hava değişikliği, gece 3 civarı yağmaya başlayan biber gazıyla da bambaşka bir hale bürünebiliyor. 

Bir operasyon sonrası gözaltılar

- "Nerelisin hemşerim?" sorusunu "Türkiye" olarak yanıtladığınız zaman, ilk olarak "Şehrazat!" karşılığı geliyor. Herkes manyak gibi Türkiye yapımı dizi izliyor. Biriyle yabancı damattan çıkıp baklavaya gelmiştik, ama çoğunluk nedense bir Şehrazattır tutturmuş gidiyor. Onun dışında televizyonda Ezel'i de gördüm, o da epey popüler sanırım. Hatta televizyon dergileri ek olarak Türkiye dizisi veriyor!

- Ecnebinin "Türk gibi sigara içmek" dediği şey gerçekten çarpıtılmış. Baca gibi, fosur fosur sigara içiyorlar. Şu 1.5 aylık yaşantımda çoğunluğu genç (35 yaş altı) belki 20 tane Yunanla vakit geçirdim, sadece ikisi sigara içmiyor. Ya örneklemim çok kötü, ya da başka bir sorun var.

- Atina'da "gökdelen" olarak adlandırılan 2 bina var, 10 küsur katlı. İstanbul'un silüetine (devasa gökdelenleri) sokan bir neslin torunları olarak bize garip gelebilir ama "Akropolis'ten daha yüksek bina inşa edilmeye!" denildiği için şehrin tüm binaları belli bir yüksekliği geçemiyor.

- Şehir içi toplu taşıma gayet güzel işliyor. Metro ağı şehrin göbeğini sarmalıyor zaten. Troleybüs ve otobüsler de kalanına yetiyor. Yazının yazıldığı tarih itibariyle 1,40 € olan 1.5 saatlik bilet fiyatı nedeniyle insanlar biletsiz binmeye veya metro çıkışlarında birbirleriyle paylaşmaya alışkın. Ankara'da bitmiş 10'luk kartı vermenin oradaki muadili bütün biletler için geçerli. Birkaç kez bu yöntemi kullandım, gayet de güzel işliyor. Bir nevi "hareket" olmuş bu bilet fiyatlarına karşı, dolayısıyla da belediye biletlerin arkasına "başkasına verdiğini görürsem yakarım" yazmış ama bilet isme kesilmiş olmadığı için sanırsam hukuki olarak çok da bir geçerliği olmasa gerek bu ifadenin. Kimse de sallamıyor zaten, herkes barut gibi, birbirine yanaşmıyor dolayısıyla.

- Syntagma Meydanı genel olarak kaynıyor olsa da, 1-2 sefer gittiğimiz eylemler daha çok 10 kişilik küçük bir grubun protesto eylemiydi, büyük çaplı bir şeye denk gelmedik. Ama yine de memleket kaynıyor, her tarafta onu hissedebiliyorsunuz.

Syntagma Meydanı'nda solo eylem

- Ona ayrı bir yazı ayırayım diyecektim ama sanırım şu an gerekli enerjim yok, dolayısıyla burada değinmeden de geçmeyeyim: benim orada olma nedenlerimden biri de Yunanistan ve Türkiye'den birer STK ortaklığıyla düzenlenen "Avrupa Gençlik Müzesi Festivali" idi. 21-26 Kasım 2011 tarihleri arasında Oropos'ta ilk ayağı düzenlenen ve 12-21 Nisan 2012'de ikinci ayağı Ankara'da düzenlenecek olan festival Yunanistan ve Türkiye'den pek çok genci, müzisyeni, pandomimcisinden kuklacısına, perküsyoncusundan heykeltıraşına sanatçıyı bir araya getirdi. 6 gün boyunca düzenlenen atölyeler ve etkinliklerin sonunda Avrupa Gençlik Müzesi'nin resmi açılışı gerçekleştirildi. Müzenin fiziksel olarak Oropos'taki, zamanında hapishane olarak kullanılan yerde oluşturulması düşünülüyor. 

Festivalin resmi kapanışı ve müzenin de bir o kadar resmi açılışında Yunanistan'daki evsahibi organizasyon, Türkiye'ye "Mevzubahis barışsa, size bırakın zeytin dalını, ağacı köküyle veririz!" mesajı verdi.

İşte böyle sevgili İşkembeseverler. Bir "düşman komşu ülke" yazısının daha sonuna geldik. Gerçi Türk'ün Türk'ten başka dostu olmadığı için nereyi yazsak olur bu başlığa ama idare edin. Bu arada Biraz uzun oldu bu yazı, ikiye bölmek lazımdı belki ama Ermenistan yazımın son bölümünü hala yayınlamadığımı fark ederek yekpare yayınlayayım da gümbürtüye gitmesin istedim bu yazı da.  

Barış diliyorum cümleten, zeytin bahçeleri...


ευχαριστώ πολύ Ελλάδα!

Kürt Sorunu (Kıraathane Usülü)

(Aşağıda uzun, örnekli ve akademik dille yazılmış bir yazım var, ama bugün şeht haberleri geldikten sonra gene aynı teranelerin döndüğünü görünce tarz değiştirmeye karar verdim. Tane tane anlatıyorum bak şimdi.)

PKK nedir? Terör örgütü mü? Tamam. Terör örgütleri nasıl biter? Tarafi gözünde haklılıklarını sağlayan koşullar giderilerek. Bugün Kürtlerin, siyasi haklarını bırak -seçim barajı, milletvekillerinin durumu vs.-, en temel hakları verilmiş mi? Daha Kürtçe üzerinde yasak var mı? Var. Daha her sabah "Andımız" okunuyor mu? Okunuyor. Geç.

Ha, diyebilirsin ki "Hayır PKK onunla mücadele edilerek bitirilir." 30 yıldır bitirdin mi? Efendim?

Devlet ile PKK savaşıyor mu, bunun adı savaş mı? Tamam, kabul. Peki savaşlar nasıl sona erer? Ya kazanan-kaybeden olur, ya da ateşkes antlaşması imzalanır. Yani ya hakikaten savaştaymış gibi destek vereceksin ve ölüm senin için bir "skor" olacak, ya da barış istiyorsan iki tarafı da ateşkese çağıracaksın. Ya eline silahı alacaksın, ya da barış için çalışacaksın. İkisini de yapmıyorsan, oturduğun yerden bir gün "Vur, kır, parçala", öteki gün "Ama şiddet dursun :(" diyorsan tutarsızsın.

Gelelim goygoya. Bugün AKP, BDP, ordu, devlet, PKK, KCK... Bunların birbirinin gözünde haklarını ispat etme şansı var mı? Yok. Yani Türk'ün Türk'e, Kürd'ün Kürd'e diğer tarafın haksız olduğunu ispat etmeye çalışmasının bir faydası var mı? Yok. 30 yıldır yapamadılar. Kendi içlerinde doğru düzgün hesaplaşmadan bunu yapabilirler mi? Hayır. Peki kendilerini güçsüz gösterecek hamleyi atmaya razı gelirler mi? Evet, ama bir şartla: Karşı tarafın onları samimi bulacağına, onlara üstün pozisyon vereceğine inanırlarsa. Peki sen her söylemde karşı tarafa "Ama samimi değiller." diyorsan, bu diyalog başlar mı? Kapiş?

Peki o zaman bu aktörler nasıl iletişim kuracaklar? Öncelikle birbirlerine güvenecekler. Haklı-haksız tartışmasını -ilk etapta, geçici olarak- artlarına koyacaklar. Peki devlet KCK'nın/BDP'nin tepesine binerken, karşılıklı ateşkes sözleri tutulmazken, siyasi arenada taraflar birbirleriyle çatışırken, "Sen Zerdüştsün" falan derken bu iş olur mu? Olmaz.

Eee, döndük mü başa? Müzakere yok, haklar yok, tarafların yaptığı kendine goygoy, karşıdakine tehdit. Elde silah tutan bittabii kullanıyor silahı.

Demek ki neymiş? Kürt sorununun barışçıl çözümü konusunda bir arpa boyu yol kat etmiyormuşuz mevcut halimizle.

Şimdi gönül rahatlığıyla Facebook'ta profil resminizi değiştirebilir, gece 1'de başlayan Çukurca saldırısından sabah 9'da haberi olan (o da yabancı ajanslardan) devletinize "Savaşırsın, bitirirsin" gazı verebilir, her eleştiriye "Ama önce o onu dedi, ama bu kınamadı" diyerek savunma mekanizmanızı çalıştırabilirsiniz.

Emin olun siz böyle davranmaya devam ederseniz sorun şıp diye çözülür. 30 yıldır "PKK'nın son çırpınışları", "Bıçak kemiğe dayandı", "Sınırötesi operasyonda büyük başarı" haberlerini okuduk ve de o sayede de misler gibi çözüldü zaten.

Esenlikler dilerim.

27 Eylül 2011 Salı

Kürt Sorunu, Pozisyonsuzluk ve Şiddet

(Önnot: Bu yazı, blog girdi kurallarına aykırı olarak haddinden fazla uzun olacak, lakin Kürt sorunu konusundaki bölük pörçük ifade ettiğim görüşlerimi/tenkitlerimi bütünleyici bir şekilde toparlamak istedim. Eğer ki "Uf bu ne ya?" diye sıkılacak olan varsa, doğrudan üçüncüve dördüncü kısıma gitmelerini tavsiye ederim ki, en azından sonuçlarım okunsun.)

Kürt sorunu konusunda gerek bilgi asimetrisi, gerekse siyasi kutuplaşma geleneğimizden dolayı toplumca ciddi bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Özellikle son bir-iki yıllık dönemde, tekrar şiddet eylemlerinin artmasıyla bu kafa karışıklığı ciddi boyutlara ulaştı. Bu kafa karışıklığının sebep ve sopnuçları üzerine değinmek için yazıyorum bu yazıyı, fakat konu öyle çetrefilli ve içinde bulunduğumuz zamanlar o kadar hassas ki, lafı toparlamakta ne kadar muvaffak olacağımı ben de bilemiyorum. Hayırlısı.

I. Pozisyonsuzluk


Herhalde yazının başlığına koyduğum iki terimi açıklamakla başlamak en isabetlisi olacak. Bugün çoğu insan, daha doğrusu ekseriyetle bu yazının muhatabı olacak olan entelektüel ve/veya sosyal medyada aktif kesimin büyük çoğunluğu, Kürt sorununun siyaseten çözülmesi gerektiği konusunda hemfikir. Edilen kelamların çoğunluğu bu minvalde zira. Lakin bu temennilerin boşluğa çıkmasının sebeplerinin değerlendirilmesi aşamasında ciddi bir aksaklık teşkil oluyor: Tartışmaya katılanlar sempati/antipati duyduğu tarafa göre pozisyon alınıyor, ve de tartışma karşı tarafa suçunu kabul ettirme formuna dönüşüyor.

Halbuki başka bir teşhis mümkün: Bugün Kürt sorununu çözmesi beklenen siyasi aktörler, yani AKP ve BDP -CHP ve MHP'nin bahsi dahi nalüzum- soruna dair pozisyon almaktan çekinmekteler, ve de sorunun devamını bu temel çelişkiler mümkün kılıyor.

a) İktidarın pozisyonsuzluğu


Önce AKP'den başlayalım. AKP'nin Kürt sorunu konusundaki yaklaşımını "Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşların sorunu vardır" cümlesi özetliyor demek yanlış olmaz, zira Başbakan'ın ve de ona yakın kalemlerin üzerinde durduğu husus bu. Yani bu durumda Kürt halkının kolektif bir sorunu yok, sadece bireysel haklar sorunu var ve de PKK kendi gündemi peşinde koşan, Kürt halkıyla alakası olmayan bir terörist çete.

Eğer durum bu ise, hükümetten beklenen iki şey olmalı: PKK ile silah yoluyla muhatap olmak, ve de PKK'ya meşruiyet kazandıran/sempati uyandıran faktörleri elimine etmek. Eğer ki PKK, Kürt halkını temsil etmiyorsa, Kürtlerin, Lozan'ından tut Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne kadar bir çok altına imza koyduğumuz anlaşmayla sahip olması gerektiği hakların bir an önce verilmesi şart kere şart. Yani PKK gerçekten gayrımeşru bir oluşum ise, bu hakların tartışılması PKK'nın eylemlerine bağlı olamaz. (1)

Buradan AKP'nin benimsediği ikinci ve ilkiyle çelişen pozisyona geçiyoruz. Eğer bu hakların tartışılması için gerçekten PKK'nın silah bırakması ön şart ise, PKK'nın arkasında ciddi halk desteği olan bir örgüt olduğunu kabul ediyoruz demektir, ve bu durumda ortada olan mefhum bir "düşük yoğunluklu savaş"tır. Ve savaşı bitirmenin yolu da barıştır, müzakeredir. Ki devletin MİT aracılığıyla PKK ile görüşmesi de, tam bu tarz bir barış görüşmesine tekabül etmektedir. Bu görüşmelerde kolektif haklar ve özerklik eğer mevzubahis edilmişse, PKK'nın artık "kimsenin desteklemediği, üç beş bin bağımsız terörist" olmadığı aşikardır.

Fakat hükümetin eylem ve söylemlerinden sürekli bir çelişki havası yakalanması, bugün isteyen aydının bir tarafa, isteyenin öbür tarafa konuşlanmasına, ve de bu konudaki tartışmaların da taraflaşma olarak teşkil olmasına sebep oluyor.

Mesela "BDP PKK ile arasına mesafe koysun" talebine bakalım. Bu talebin ima ettiği ilk senaryo. "PKK bir çete, BDP meşru olmak için onu kınamalı ve siyaset sahnesine gelmelidir." Fakat öte yandan AKP'nin DTP'nin kapatılması hususunda sessiz kalması, Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin iptali için bizzat dilekçe vermesi, KCK tutuklamalarının orantısızca devam etmesi gibi eylemler ve de örneği muhtelif söylemler aracılığıyla BDP'nin meşruiyetini azaltmaya çalıştığını ve de PKK'yı daha direkt bir muhatap olarak gördüğünü görüyoruz. İcabında Kandil ile görüşen bir devletin, son 2-3 yıldır BDP ile görüşmekten mümkün mertebe imtina etmesi bu çelişkinin bir göstergesi. BDP'nin "ovada da siyaset yaptırmıyorlar" serzenişine, siz katılsanız da katılmasanız da kendi gözünde geçerlilik kazandıran da bu pozisyonsuzluk. (3)

b) Muhalefetin pozisyonsuzluğu


Bu kadar çok BDP dedikten sonra, onların tenkitine geçelim. Bu konuda ilk adımı Aysel Tuğluk attı, ve de Radikal'e yazdığı yazıda (2) kısa da olsa bir özeleştiri yaptı "Öcalan'a daha yakın durmalıydık" şeklinde. Fakat BDP'nin esas sorunu, gerçek anlamda bir siyaset zemini oluşturamaması, kolektif haklar ve özerklik talebini ya çok sessizce, ya da damdan düşercesine gerçekleştirmesi, siyaset acemiliklerinde bulunması. Örneğin Bengi Yıldız'ın Taraf'a verdiği, ve özerklik konusunda paragraf başına üç kafa karışıklığı düşen mülakatı buna bir örnek sayılabilir. Gene BDP'nin kaleme aldığı, ve de beylik temenniler haricinde çalışan bir ekonomik/hukuki model öngörmeyen özerklik bildirgesi gene bu minvalde değerlendirilebilir.

BDP'nin şiddet eylemlerini kınadığı -her ne kadar anaakım medya görmezden gelse de- biliniyor. Fakat BDP'nin bu eylemleri sadece kınaması da yeterli olmayabilir. Mesela BDP, PKK'nin gerçekleştirdiğini bildiğimiz örgüt içi infazlarına karşın bir hak arama zemini oluşturabildi mi? "Sivil itaatsizlik" gibi, gerçekten başarılı olabilecek bir örgütlenme modelini neden inşa edemedi, neden ısrarcı olmadı? Meclise gelmeme gibi, ilkesel olarak haklı olduğu bir pozisyonu neden bir inatlaşmaya çevirip meşruiyetini sempati toplaması gereken çoğunluk gözünde kaybetti? (4)

Mukaddema AKP'nin BDP'yi pozisyonel sıkıştırmasından bahsettim, fakat BDP'nin de sıkışmışlığı salt AKP kaynaklı değil, bunu söylemek insafsızca olur. BDP'nin eksenini Türkiye çapında bir demokratikleşme platformu alternatifinden, kendi bölgesine tıkılan bir sınırlı gündem partisine değişik zaman dilimlerinde kaydırması, PKK ile ilişkisini söylemsel olarak netleştirememesi de kendi günahları olarak tahtaya yazılmalıdır.

II. Şiddet Eleştirisi


Yukarıda siyaseten çözümün sağlanamaması sürecindeki fundamental sorunu açıklamaya çalıştım. Şiddet eleştirisine geçmeden tekrar kısaca özetleyeyim: Siyasi aktörler, kendilerine sağlam bir pozisyon belirleyip oradan hareket edemediklerinden ve gündelik siyasi rant hesapları ile zigzag çizdiklerinden, sorunun çözümünde müthiş bir öneme haiz güven temin edilemiyor. (Bu güven mefhumun önemine çözüm tartışmasında tekrar değineceğim.)

İki tarafa da sempati duyan entelektüellerin yapması gereken eleştiriler bu temelden yola çıkmalı iken, mevcut tartışma ortamı çok ilginç mahsuller veriyor. Bunlardan benim en garibime giden ise, özellikle son zamanda dozajı artan "şiddeti kınama" mecburiyeti ve bunun siyasi bir pozisyon olarak lanse edilmesi. Şiddetin bitmesini isteme/şiddeti kınama, bir temenni, bir temel insani değer, bir iyi niyet göstergesi, bir apolitik yakarış olabilir, fakat olamayacağı bir şey varsa o da siyasi bir pozisyon olmasıdır.

Daha önce bahsettim: İktidarın PKK'ya yaklaşımında bir tutarsızlık var. Eğer PKK bir çete ise, PKK'nın keyfi, şiddeti bırakması beklenmeden muhakkak Kürtlerin bireysel/kolektif hakları mevzusu tartışılmaya başlanmalıdır. Yok eğer devlet ile PKK bir savaş içindeyse, bizim karşı olmamız gereken bir tarafın şiddeti değil, bütünlüğüyle bu süregelen savaş olmalıdır.

Yani entelektüellerin alacağı iki adet mantıklı ve tutarlı pozisyon var.

1. İktidarın Kürtlerin haklarını teslim etmesi sürecini hızlandırıcı çağrılarda bulunmak ve kampanyalar yapmak. Bu konuda o kadar çok odak seçilebilir ki: Birçok siyasi suçu maskelemek için kullanılan ve bir düşünce polisi aleti statüsüne yükselmiş Terörle Mücadele Kanunu'nu eleştirmek, bu kanundan dolayı öngörülen boyutun çok üstüne çıkmış KCK tutuklamalarına odaklanmak, Kürtçe'nin kullanılması önündeki engellerin kaldırılması için gündem oluşturmak, militer toplum anlayışının devamında rol oynayan ögelere dadanmak (ki bu hususta andımızdan vicdani retin inklarına kadar çok geniş bir skala var), hakikat komisyonu benzeri önerileri gündemde tutmak, anadilde eğitim mevzusu için tartışma platformu yaratmak, seçim barajının indirilmesini gündeme taşımak için bir dahaki seçimleri beklememek... Her ne kadar kimimizde "ileri demokrasi"nin ve gelecek "sivil anayasa"nın rahatlığı olsa da, bu hamlelerle dahi çözülmeyecek bir çok aksaklık var. Her aktivist, her STO bunların biriyle ilgilense ve yılmaz takipçisi olsa, sorun çözümünde büyük adımlar atılır.

2. Eğer ki durumun bir "savaş" olduğuna kanaat getiriliyorsa, bu savaşın sona ermesi için çağrılarda bulunmak. Türk entelektüeller Türk otoritenin, Kürt entelektüeller Kürt otoritenin eleştirisini yapmalı, taraflar kendi taraflarına şiddeti bitirme ve barışı sağlama çağrısında bulunmalı.

İşte benim bilhassa eleştirdiğim kitlenin düşünce dinamiği burada ortaya çıkıyor. Örneğin sürekli eleştirilen ve de barış sürecine balta vurduğu kanısı iyiden iyiye yerleşen bir Silvan çatışması var. Orada PKK'nın yaptığı, saldıran konumunda olduğu için kesinlikle kabul edilemez ve de kınanmalıdır, bu konuda hemfikiriz. Lakin şu da bir gerçek ki, o askerler o arazide PKK'lı izi sürmek üzere bulunuyorlardı. Bu iz sürme de, 2011 yılının ilk dönemlerinde start verilen, bugün Işık Koşaner'in sızan teyp kaydından da bildiğimiz gibi durması hiç sözkonusu olmamış askeri operasyonların bir sonucuydu.

Yani eğer bir savaş içerisindeysek ve barış istiyorsak, öncelikle kendi muhatap olduğumuz tarafın eylemlerinden yükümlüyüz. Ha, eğer diyorsanız ki "Hayır, PKK militanları elinde silahla dolaşıyorsa, devlet de operasyon yapar tabii", siz bunu bir savaş olarak görmüyorsunuz ve PKK'yı ilk durumdaki gibi "terörist örgüt" diye nitelendiriyorsunuz. Bu durumda ise sizin devleti bu savaşta desteklemek kadar, PKK'nın meşruiyetini azaltıcı hamleleri teşvik etmeniz lazım.

Laf çok uzadı, ama demek istediğimi sanırım anlatabildim. Temel eleştirim, aydının sıkışmışlığı, ve de vicdanının/duygularının esiri olup, çözüm sürecine katkıda bulunduğunu sanıp da bulunmaması. Örneğin geçenlerde "Kürtler'den çağrı, benim için öldürme!" diye bir kampanya başlatıldı sanal ortamda. Bu bildiride, gayet yukarıdan bakan bir üslupla PKK'nın eylemleri eleştiriliyor, onlara silah bırakması çağrısında bulunuluyordu. Kampanyayı destekleyenler ve konuşanlar ise ekseriyetle Türklerdi. Bu "kendin çal kendin oyna" edasının, daha muhatabını ve muhatabını ikna edecek üslubunu seçememiş hareketin başarıya ulaşacağını ve PKK'ya sempati duyan/kolektif hak talebinde bulunan Kürtler arasında bir etki yaratacığını beklemek, nasıl desem, naiflik. Ve naiflik ruhu doyursa da karnı doyurmaz.

III. Sorunun Çözümü 


Bu yaklaşımları tenkit ettikten sonra sanırım soruna dair öngörülerimi de paylaşmalıyım ki yazınn bir nihayeti olsun.


Öncelikle çok açık olarak şunu söylemeliyim. Tarihsel olarak baktığımızda, bu aşamaya gelmiş bir azınlık sorununun, aynı anda mevcut modellerin korunması ve de zararın minimumda tutulması ile çözülmesi mümkün değil. Ya azınlıklar sonunda kolektif haklar/özerklik/bağımsızlık kazanırlar, ya da hak talebinde bulunan kitle katliama uğrar/tecrit/tehcir yaşar. ETA ve IRA'nın kazanımları belli, Tamil Kaplanları'nın başına gelenler belli. Tarih federal yapıya bürünen, kantonlara, otonom bölgelere, mali özerkliğe kavuşan hikayelerle dolu. Yani bunun aksini düşünmek, gerçekten ya büyük bir vizyon, ya da büyük bir körlük gerektiriyor.

Peki bu durumda ne yapılmalı? Bir önceki bölümde aydınların tutumunu eleştirip iki yol haritası çizdim: Ya herkes kendi tarafını "savaş"tan vazgeçmeye çağırıp, kendi medyasında bu nihai sonu tartışmaya açacak; ya da başlarındaki otoritelere, karşı tarafın gözünde meşruiyet kazanımı sağlatacak davranışlar için mücadele edecek.

Eğer ki politik unsurlar bir pozisyon belirlemeye yahut uzlaşmaya yanaşmazsa, mevcut durumdan iki adet alternatif üretebiliyorum ben. Kürt siyasi hareketinin tam örgütlü bir şekilde sivil itaatsizliğe başlaması (ve böylece şiddetin bir toplumsal fenomen olmaktan çıkması), ya da eğer ki özerklik talebi Kürt siyasi hareketinin nihai arzusuysa, bir referandumun gündeme gelmesi. Eğer ki müzakereler sonuç vermezse, devlet Kürtlere haklarını teslim etmekte tembel davranırsa, Kürtler şiddeti mücadelelerinin mecburi bir parçası olarak görmeye devam ederlerse bu alternatifler ciddi olarak tartışılmalıdır.

Yoksa artık üniter devlet modelinden de, üniter devlet zihniyetinden de hayır gelmeyeceği belli oldu. Bunun sonu ya fedakarlık, ya felaket.

IV. Sonsöz


Derdimi dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Birer ikişer cümleyle tekrar özetleyeyim, ve de buraya kadar gelen okuyuculara teşekkür edip hatm-ı kelam eyleyeyim.

Gerek iktidarın, gerekse muhalefetin sorunun çözümü doğrultusunda bir pozisyon alma sıkıntısı var. Bu sıkıntı, karşılıklı güvensizlik havası yarattığından ötürü kutuplaşmalara, çözüm için tarafların şiddeti araç olarak görmesine ve de öz yerine araçlara odaklanılmasına sebep oluyor. Sorunun çıkış sebebi olan haklar mevzusu, ya da karşılıklı barış taraftarlığı yerine bir tarafı eleştirme, ve de salt anlamsız bir öge olan şiddeti kınama pozisyonları baskın pozisyonlar oluyor. Bu iki taraf arasında iletişim değil iletişimsizlik yaratıyor, lakin iki taraf da bilinçaltında kendi kendini tatmin ve meşrulaştırma derdinde olduğundan, bu iletişimsizlik gözardı ediliyor. Bu toplumsal kafa karışıklığından kurtulmanın zannımca iki yolu var: Birincisi, tarafların kendi taraflarına pozisyonlarını netleştirmesi doğrultusunda baskı yapması. İkincisi, bu sorunun zaten belirli bir sonla biteceğini kabul edip, bir inanç sıçraması (leap of faith) vasıtasıyla bir sonraki tartışma aşamasına geçebilmemiz (üçüncü kısımda anlattıklarım mesela)

Benim Kürt sorunu ve şiddet hususunda durduğum yer budur. Arz ederim.

--------------------------------

(1) Bunu Ahmet Altan da daha uzun uzadıya anlatmıştı 7 Eylül 2011 tarihli köşe yazısında.
(2) Yazının tamamı da kaydadeğerdi, o yüzden buraya not düşelim.
(3) Gerçeklik payından emin olamadığım için yazının içine koymadım, lakin kafamı oldukça kurcalayan bir makale okudum yakın zamanda. Bu yazıya göre, devlet Mayıs 2009'da Abdullah Demirbaş'ı, barış görüşmelerinin önemli bir elemanı olarak Sırbistan'a davet etmiş. Fakat nasılsa birkaç ay içinde aynı Demirbaş önce tutuklandı, sonra hastalığı göz önüne alınarak serbest bırakıldı fakat tedavisi için yurtdışına çıkmasına izin verilmedi. İnsanın ağzından ister istemez "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" mealinde lakırdı dökülüyor.
(4) Bir daha bakınca, buradaki inatlaşma kelimesinin altını biraz daha doldurmam gerektiğini düşündüm. BDP'nin meclisi protesto etmesine sebep olan koşullar değişmediğinden, meclise dönmemesi normal bir tutum olarak değerlendirilebilir. Lakin BDP'nin başarısız olduğu nokta, bu sürecin yönetimi idi, süreçte bir şekilde "uzlaşmaz" bir imaj yaratması idi. Bugün akla hapisteki 6 MV'den çok "Ne bileyim gitmediler işte" cümlesi geliyorsa, oradaki haklılık vurgulanamamış, pozisyonsuzluk izlenimi akılda kalmış demektir.


(Son not: Bir de bu yazıyı tasarlama aşamasında, bana ister istemez perspektif sağlayan başta quadroz olmak üzere diğer sorunla alakalı Twitter kullanıcılarına teşekkür ederim.)

20 Eylül 2011 Salı

MİT - PKK Kasedi

Yankısı hala sürüyor kamuoyuna sızdırılan bu kasedin. Yankıların ekseni iki adet:

1. Devlet niye görüşme yaptı?
2. Kasedi kim sızdırdı?

İkili oynama konusunda Türkiye siyasi tarihine adını altın harflerle yazdıran AKP kurmayları, bir koldan "Tam sorunu çözmek için görüşüyorduk, tatlıya bağlamıştık ki PKK işi bozdu" senaryosunu, diğer yandan "Biz müzakere amaçlı değil, devlet suçluyu bulma amaçlı görüşüyordu zaten" senaryosunu satıyorlar. İkisinin de aç alıcısı var, ve hal böyleyken Ankara'nın üzerinde güneş batmaz.

Teorilerin zirve yaptığı husus ise kasedi kimin sızdırdığı. Yeni Türkiye'nin Mehmet Ali Kışlalı'sı Taraf gazetesi yazarı Lale Kemal'in haberine göre, bu kasedi PKK'dan birileri sızdırdı. Neden? Çünkü "sayın Öcalan" öbeği çoğaltılmış, bir de mikrofon hışırtısı varmış. (Çünkü biliyoruz ki sadece PKK'lılar görüşmeye üzerlerinde mikrofonla gelirler.)

Yeni Türkiye'nin Soner Çölaşan'ı (iki karakteri birleştiriyor, müthiş bir deha) Emre Uslu'ya göre de kasedi sızdıran İsrail. Neden? Çünkü zamanlama manidar. Bir de OdaTV MOSSAD'ın etkisi altında. OdaTV kasedi savunmaya geçmişse, bunun motivasyonu kesin İsrail'dendir. (Çünkü biliyoruz ki OdaTV hükümete çakmak için her türlü fırsatı kullanan bir medya kuruluşu değildir, sadece İsrail ne derse onu yapar.)

Bir de bana kulak verin şimdi. Daha doğrusu bana değil, Mehmet Eymür'e. Bakın daha taa geçen sene, 29 Eylül 2010 tarihinde ne demiş bu Eski Kontrterör Dairesi Başkanı:

“Bir takım fikir ayrılıkları olduğunu kanaatindeyim. [MİT'in] içinde görüşmelere karşı çıkanlar ve sabote etmek isteyenler var”


Hay Allah, bak sen şu işe. Daha bir sene öncesinden eski MİTçi (ki bir kere MİTçi, ömür boyu MİTçidir) Mehmet Eymür, hem MİT'in PKK ile görüştüğünü, hem de MİT içinde bu görüşmelerin rahatsızlık yarattığını biliyormuş. Tabii MİT ihtimalinin gündemde yer edinememesi normal, abuk sabuk bir teori bu. Devletimiz mükemmel bir uyum içerisinde çünkü.

Benimki de eşeklik işte, aklıma karpuz kabuğu düşüveriyor. Ama siz bence Kemal ve Uslu'ya inanın. Hatta ikisine de aynı anda inanın, öyle daha rahat yaşarsınız.

16 Eylül 2011 Cuma

Metalaşan Dink ve Kişi Siyaseti


Uzun zamandır içimden yazasım gelmiyor, zira gündem Kürt sorununa takılıp kaldı, ve de o konu hakkında artık daha fazla diyecek şeyim kalmadı. Zaten Twitter'da insanı tembelliğe alıştırıyor bir yerden sonra. Lakin dün öyle manasız bir polemik zemini yaratıldı ki, dayanamadım. 
Olay şu: Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın her sene takdim ettiği Barış Ödülü'nün bu seneki sahiplerinden birisi Ahmet Altan oldu. Normal şartlar altında aynen böyle takdim edilmesi gereken bir haber olan bu gelişme kimi çevrelerde infial yarattı. Herkesin birbirine bir yafta yapıştırarak rahatladığı bir memlekette, bu sıradan gelişme üzerinden dahi "ulusalcı-yandaş", "liboş-sosyalist" kamplaşmaları oluştu, kılıçlar çekildi.


Hrant Dink Barış Ödülü Altan’ınSiyaset retoriğine hakim olan kutuplaşma kültürünü daha önce sıklıkla eleştirdiğimden, bunu da bir örnek olarak ekleyip geçebilirdim esasen. Lakin burada çok ciddi etik/felsefik sorunlar var bu kutuplaşma merakından gayri:

1. Bir kişi anısına verilen sembolik bir ödülü, sanki eğlence dünyasına (entertainment business) ait bir olaymış gibi değerlendirme/değersizleştirme.
2. Hrant Dink'i bir vicdani tatmin aracı, bir özgeçmiş sabunu olarak kullanıp geçmiş defterleri dürme.
3. Siyaseti maneviyat/kişiler üzerinden yürütme hastalığının en "entelektüel"ine bile sirayet etmiş olması.

O kadar çok anksiyete doldum ki, nereden başlayacağımı bilemiyorum, ama bir deneyelim. Öncelikle, olaydaki özneleri çıkarıp dışarıdan bir bakalım: Bir vakıf, bir gazeteci/yazara (ki bu insan, görüşlerini bir kenara koyup bakarsanız, her daim barış dilini savunan bir yazar) Barış Ödülü veriyor. Türkiye'de milyon tane vakıf var, ve bu milyon tane vakıf milyon tane ödül veriyor zaten her sene. Bu vakfın jüri üyesinde de Adalet Ağaoğlu'ndan Vicdani Ret Hareketi'ne çok çeşitli insanlar var. En önemlisi de, adına ödül verilen kişinin eşi bu vakfın ve jürinin başında.

Böyle anlatınca her şey olağan değil mi? Ama işte çok önemli bir fark var: Adına ödül verilen kişi, Türkiye'de kendini demokrasiye yanaştıran çoğunluğun üzerinden vicdan aklayıp haysiyet kazandığı Hrant Dink. Ödülü alan kişi, Taraf gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni olmasından ötürü bir kampa, yazılarından bağımsız olarak, vicdanlarda katılmış Ahmet Altan. Hal böyle olunca, insanlar -mazur görün- sidik yarıştırma çabası içine giriyorlar bu kişilik üzerinden.

Dink'in canına kıyıldığından beri herkes onun canı ciğeri oldu zaten. Fikirdaşım quadros'un Temelkuran üzerine yazdığı -ama Hasan Cemal'inden Hasan Bülent Kahraman'ına, Yıldıray Oğur'undan Cengiz Çandar'ına değindiği- güzel yazısını özetlemek gerekirse: "eylemlilik adına oldukça atıl kalmış, suya sabuna dokunmamayı tercih eden muhalif kitle, 1990 model dişleri sökülmeye başlamış derin devletin son eylemlerinden birinin maktulüne doğal bir sempati duydu, vicdanî fırsatı gördü. Maktulün Ermeni kimliği de, bu kitlenin ağzına almamayı tercih edeceği "soykırım" tartışmalarını da kapsar nitelikte bir rahatlık yarattığı için, vicdanî fırsatın sonuçları katmerlendi. Dink cinayetinden önce onu yazılarında "Agos Yönetmeni" diye anan Temelkuran, cinayetten sonra "dostum, arkadaşım" demeye başladı mesela." 


Bu pastadan pay koparma çabası, bu "kim daha çok Dink derse o daha süper muhalif, daha hümanist, daha insanî olur" trendinin yansıması da Hrant Dink Barış Ödülü'nden kendini gösterdi. Aklı başında adamlar olduğunu düşündüğüm/bildiğim insanlar "Liboşlar sosyalistleri alt etti", "Siz ödülü İlhan Selçuk'a verin de rahatlayın" gibi akıl-mantık almayan saçmasapan hesaplaşma argümanlarına girdiler. Çünkü, Ahmet Altan da pozisyonu uyarınca, kimi insanlar adına "eleştirilemez" bir mertebede.

Bizim siyaset edebimizde kar/zarar analizi, toplumsal etkiler, analitik prensipler yok. Bizde manevi değerler, kişi kültleri, karşı tarafı yenerek iktidar sağlama gibi mantıksızlıklar var. Hal böyle olunca, Hrant Dink'i ele geçirme savaşında yenildiğini düşünenler saldırıya, kazandığını düşünenler de karşı saldırıya geçiyorlar.

Bu işin normali nedir? Ödül Ahmet Altan'a verilince herkesin yorum yapma hakkı var tabii. Ama buradan bir polemik malzemesi yaratmak, bir "son kale zapt edildi" havalarına girmek, ödülü Ahmet Altan'ın almasını kendi tarafı adına ilahi bir zafer simgesi olarak görmek, en hafif tabiri kullanıyorum, saçmalığın daniskasıdır. Daha ağır tabir isteyenler kişisel mesajla ulaşabilirler.

İşin en acı yanı da, bugün bu polemiği yaratanlar, yarın siyaset konusunda gene manevi değerlerini, kültlerini, vicdanlarını satmaya devam edecekler, siyaset zemini bu tür objeleştirme/metalaştırmalar üzerinden devam edecek, ve sonra diyecekler ki "Kürt sorunu tabii çözülmez." "X tabii ki yargılanır." Dön baba dönelim.

Benim fikrim mi? Kaç senedir ısrarla bekliyorum ki birileri "Terörle Mücadele Kanunu değişmeli/kaldırılmalı" yazsın anaakım medyada. Mitolojik "yeni Anayasa"yı bırakıp ona değinen yok. Ben kendi barış ödülümü, bu konunun ısrarcısı olma cesaretini kendisinde görebilen ilk kişiye vereceğim. Şu an en yakın aday Kürşat Bumin ve Yıldırım Türker.

Buyrun, yarışın.


Ekleme: Sevgili Çiğdem Mater uyardı, ödülün adı "Barış Ödülü" değil, "Uluslararası Hrant Dink Ödülü" imiş. İşin komiği, ben "Barış Ödülü" tanımlamasını Taraf Gazetesi'nden, yani ödülü alan insanın Genel Yayın Yönetmeni olduğu gazeteden aldım. 


C'est la vie.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Yeni başlayanlar için Sivas ve Cumhuriyet Üniversitesi (3/3)

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi nasıl bir yer?

(26 Temmuz 2011 tarihinde yazılıp 1 ay rötarlı gelen bu yazı için özür dilerim sevgili işkembeseverler..)

17:10:38 -- 16 hours 30 mins ago

Şu sıralar üniversite tercihlerinin de yapıldığını düşünerek, bu bölümü fazla bile geciktirdim, ama yine de yetiştiğimi umuyorum.

Yazının önceki bölümlerinde (bölüm 1 ve bölüm 2) bahsettiğim üzere 6 aylığına üniversitede geçici olarak çalışmaya gelmiştim bir proje için. Yarın dönüyorum. Mutluluğumu tarif edemem!

Ankara’da lisans ve yüksek lisans olmak üzere toplam 8 yıl “öğrencicilik” oynadım ve hala da oynuyorum. Çok insana göre Ankara çok sıkıcı olsa da, hiçbir şey olmasa bile barındırdığı öğrenci kalabalığı ve öğrencilik kültürü nedeniyle bence gayet keyifli bir yer öğrencilik için. Öğrencilerin rahat yaşayabileceği semtler, bir sürü topluluk, kafeler-barlar, sinema, tiyatro vs. Ne ararsan var (neredeyse...). Tabii ki bunların hepsinden önce güzel, öğrencileri birlikte zaman geçirmeye teşvik eden ve yaşamaya elverişli kampüsler.


Kampüsün ana girişilerinden birisi. Tabelalar bize bir şey anlatmaya çalışıyor olmalı?

“Cumhuriyet Üniversitesi’nin nesi eksik?” sorusuna verilebilecek çok fazla yanıt var. Hatta CÜ’ye sormuşlar “neren eksik?” diye, “nerem tam ki?” demiş.

İlk geldiğim zaman, daha ilk gün veya ilk haftanın içinde bir zaman... Akşam mesai bitti, dedim otele dönmeden bir şeyler alayım yiyecek içecek meyve sebze konserve bilmem ne. Biraz gezindim, kampüs içinde ufak bir market kılıklı bir yer aradım. Biraz daha aradım. Sonra dayanamayıp iki gence sordum; mavi ekran. “Market ne arasın abi kampüsün içinde?” dediler. Kampüsün bir “yaşam alanı” değil de, sabah gelinip, ilk fırsatta gidilecek bir yer olduğu sinyalini ilk o zaman aldım. En fazla Tıp Fakültesi’nin kantini var, ama o da 30 binden fazla öğrencisi olan ve kampüs içinde kalan yüzlerce, belki binlerce öğrenci için fazlasıyla yetersiz.


Vahşi Doğu'da bir hayalet çarşı - 1

Kampüs içinde böyle oturulup keyif yapılacak bir “çarşı” gibi bir yer de yok. Birbirinden bağımsız birkaç kafe/kantin var. Oturulabilecek en geniş kapalı alan, Merkezi Kafeterya denen yemekhane binası. Okul döneminde hava dışarıda oturmaya elverişli olursa ne ala, değilse bitti gitti.


Vahşi Doğu'da bir hayalet çarşı - 2

“Sivas” bölümünde de bahsettiğim gibi, kampüse çalışan 2 otobüs hattı var; TOKİ ve İstasyon (Mecburiyet) Caddesi. Sırf üniversiteye değil, hastaneye de epey yolcu taşıyor bu otobüsler. Ağzına kadar dolu oluyor okul döneminde. İkinci öğretim de olduğu için, hem sabah hem akşam her iki yöne de kalabalık oluyor. Öğrenci biletine zam geldi ve 6 km’lik yol 1 TL oldu.

Kampüsün önemli eksiklerinden birisi, tıp fakültesinden ayrı olmaması. Her ne kadar zaman zaman üniversitenin dünyadan kopuk olmasını eleştirsem de, burada gerçekten dünyadan kopuk olmasının daha hayırlı olacağını düşünüyorum. Öğrencilerin kendini daha özgür hissedebileceği, tamamen öğrencilere ait bir alan yok çünkü, burası de şehrin başka herhangi bir yeri gibi. Aynı hissiyatı hep Hacettepe’nin merkez kampüsünde de yaşardım mesela. Bu tamamen benim kişisel görüşüm, düşüncem.


Vahşi Doğu'da bir hayalet çarşı - 3 (Aslında çok da eski olmadığı belli olan bir tükan)

Kampüste yer bol, oldukça büyük bir kampüs. İçinden de Kızılırmak geçiyor mesela, ama bunun hiçbir anlamı yok. Bir gölet var ayrıca seyirlik, ama şu an harabe halinde. Kampüsteki diğer pek çok şey gibi... Demin bahsettiğim çarşı ayarında bir yer zamanında varmış, şu an döküntü.


Ne bu? Aslında bir gölet ve göletin ortasındaki deniz kızı heykeli. Şimdinin bataklığı...

Benim kaldığım uygulama oteli, kampüsün merkezine yaklaşık 2 km mesafede. Bu esnada adı uygulama oteli, ama turizm bölümü olmadığı için uygulaması yok. Yarı yurt, yarı misafirhane olarak işletiliyor. Sene içinde her saat başı kampüs içi ring var. Ama yaz okulunda sadece sabah ve akşam birer servisin olduğu, kışın da domuz inen, izole bir tepe.



Öğrenciler ne diyor?

Burada geçirdiğim süre boyunca on kadar öğrenciyle de oturup sohbet etme fırsatı buldum. Hem üniversiteyi diğer bildikleri üniversitelerle, hem de şehri yaşadıkları yerlerle karşılaştırıyorlar doğal olarak. Ama ne yazık ki bu karşılaştırmalarda Sivas’ın bir adım önde olduğuna hiç denk gelmedim. Diyarbakır’la karşılaştıran “Diyarbakır buradan 4 gömlek üstün, hiç olmazsa içen içer, kimse kimseye karışmaz.” diyor, Konyalı bir genç “Selçuk Üniversitesi de burayla aynı yaşta, ama fersah fersah ileride.” diyor. Çorum’da yaşayan bir başka genç “Çorum bile buradan iyi abi, valla bak.” diyor. İç Anadolu’nun biraz daha dışına çıkıp daha az tutucu yerlerden gelenler için durum hepten üzücü. Öğrencilerin içinde bırakıp gitmeyi, yatay geçiş yapmayı, tekrar sınava girmeyi düşünenler çok fazla.

“Okulda hiçbir şey yok, şehirde hiçbir şey yok. Herkes sıkıntıdan patlıyor, kimse bir şey yapmıyor. Canlı müzik diye dandik müzik çalan bir yere gidip de iki halay çekince insanlar “off, acayip eğlendik!” diye kendilerini kandırıyor.”

“Eğlence mekânı” kavramı zaten yok. Kadınlı-erkekli oturulup muhabbet edip içilebilecek bir ya da iki mekân olduğunu söylüyorlar. Geldiğim ilk ay içinde içimi en burkan ayrıntılardan biriyle otelde karşılaşmıştım. Bahsettiğim izole tepede neyse ki birkaç sokak lambası var. Dışarıdan bir müzik sesi duydum böyle vızıltı gibi. Cep telefonundan gelen bir ses. Sonra kafamı camdan çıkarıp bakınca sokak lambasının altında dans eden 3 genç kız görmek çok acayipti. Bir süre dans ettiler, sonra yağmur başlayınca şanslarına küsüp içeri girdiler.

Havuz var kampüste. En ilginç şey bu. Ama onu da kullanan yok. Çok az insan gelip gidiyor. Her ne kadar ben havuz/deniz sevdalısı bir insan olmasam da çok enteresan geliyor bu bana! Bu esnada havuz saatleri üçe ayrılıyor: kadın-erkek-aile. Program: http://sks.cumhuriyet.edu.tr/webres/Havuz/havuz__programi.pdf

Yaz okulu, ben gitmediğim halde bana bile zulüm oldu, ki öğrencilerin halini varın siz düşünün. Mayıs civarı servis şoförü gençlere nasihat ediyordu “Ne yapın edin geçin derslerinizi, yaz okuluna kalmayın, pişman olursunuz.” diye. Kalanlar pişman oldu, evet. Zaten bir şey olmayan kampüste yazın insan da yok, yemek doğru düzgün yok, servis yok. Yok da yok...

KYK yurtlarına bir şekilde yerleşemezseniz, alternatif olarak ev tutarım derseniz, Zeus kolaylık versin. Öğrencilerin en çok şikayet ettiği şeylerden biri de yobazlığın paragözlükle harmanlandığı zihniyet. Özel yurtlarda, özellikle genç kadınlar için kurallar fazla katı. Erkekler için de büyük ölçüde öyle. Ev tutmaya kalkarsanız da yine öğrencilerin dediğine göre “Öğrenci olduğunuzu anladıkları anda düdüklemeye çalışıyorlar.”. Mesela bir evin kirası 400 TL mi? Siz paranız olmadığı için o evde 4 kişi kalmak istiyorsunuz. O zaman hemen kelle hesabı giriyor ve evin hesabı belki 600, belki 800 TL’ye fırlayıveriyor. Daha fazla insan demek daha fazla yük demek. Ev çok yakar öyle olunca, ev sahipleri de haklı tabii...

Bir başka alternatif de –ki alternatiflerin en acısı- tarikat evleri. Gani gani bulabileceğiniz bu evlerin de türlüleri var. Yurt gibi olup aylık kişi başı 200-250 TL verdiğiniz, bütün ihtiyaçlarınızın karşılandığı evler var mesela. Ufak bir hesap yapıp 4 kişi kaldığını düşünürseniz böyle bir evde, o 1000 TL’nin nereye gidip nasıl buhar olduğu düşündürücü. Sırf bu şekilde değilmiş ama öğrendiğimiz kadarıyla, ücretsiz olanları da varmış duruma göre.


Kaçışın fotoğrafı. "Gidiyorum bütün taşlar eteğimde..." Yok lan, döktüm rahatladım.

Bunların dışında söyleyecek fazla bir şeyim yok ne yazık ki. Olmasını çok isterdim, ama başka bir şey deneyimlemedim kaldığım sürede. Umuyorum üniversite tercih sonuçlarının sonucunda "Cumhuriyet Üniversitesi" sonucuyla karşılaşıp günlerdir bloga "Cumhuriyet Üniversitesi" aramalarıyla gelen gençler çok daha iyilerini yaşar, daha iyilerini yazarlar..

7 Ağustos 2011 Pazar

Atina-Oropos – İlk izlenimler

(5 Ağustos 2011)

Cennet vatan Yunanistan’dan selamlar sevgili İşkembeseverler! N’oldu? Böyle deyince beğenmeyenler için söylüyorum, gelin görün ondan sonra konuşun allasen.

Geçtiğimiz Çarşamba Sivas’tan Ankara’ya dönmüştüm, sonra dün itibariyle de Oropos’a ulaştım. Oropos, Atina’nın 50 km kadar kuzeyinde, otobüsle 4,80 € ve 1 saat karşılığında ulaşılabilen bir sahil kasabası. Buradaki 24 saatim henüz doldu, ama kanım kaynadı gayet. Ki düşünün, öyle deniz sevdalısı bir insan falan da değilim.

Oropos’un karşı tarafında boylu boyunca bir sahil şeridi görünüyor ve özellikle gece de tepeden bakıldığında manzara müthiş. Yunanistan’ın en büyük ikinci adası oluyormuş. Buradan oraya geçiş 2,5 €. Çadırım olmasa da, bir şekilde bulup, buradayken 1-2 günümü bisiklete atlayıp karşıya geçerek (deniz bisikleti : p) geçirmek gibi bir niyetim var.

Daha önce sanırsam Natura Horror Vacui Atina’yla ilgili bir yazı yazmıştı. Ben de bu yazıyı hem bir lokma Atina ve Oropos izlenimi, hem de yolculuk rehberi olarak yazayım istedim.

Yolculuk-Vize
Ankara’dan yola çıkıp Oropos’a varmam toplam 36 saatimi aldı. Hepsi yolda geçmedi tabii ki, ama 2 geceyi yolda geçirdim. Öncesinde vize mize...

“Yunanistan’dan Schengen Vizesi nasıl alınır? Vize için x gerekli mi?” gibi sorularınıza yanıt vermeye çalışalım biraz. Hz. Google’a en çok sorulan şeylerden olsa gerek.

Vize için 2 aylık davet mektubum geldi. Yunanistan’dan ekspres postayla 14 günde geldi sanırım. İki Akdeniz arasındaki benzerlik... Oradan postaya vereceksin, ama vermeden önce bir yemek. Sonra üstüne belki sigara, sonra kahve... Postacı kalkacak, o sıcakta dolaşıp yerine götürecek, bir soluklanacak, su ikram edilecek, iki muhabbet edip aile üyelerinin halini hatrını soracak, sonra oradan bizim tarafa gelecek, memur dayılar yerinden kıpırdayacak edecek, öğle paydosuydu bilmem neydi derken... Neyse, 14 gün, ekspres. Beklemedim haliyle ve faks çekmelerini istedim, onunla başvurdum, gayet de işimi gördü. “Hanimiş orijinali?” demediler.

Vizeye başvurmaya gittiğimde evraklarım tamamdı. Schengen formunun bir .doc dosyası var büyükelçiliğin sitesinde, yazım yivrenç olduğu için bilgisayarda doldurdum, sorun çıkmadı. Neden 2 ay istediğimi sordular, açıkladım. Banka hesabında 1.200 TL gösterdim. Çok girişli istemiştim, nedenini sordular, “tezim için bir gelmem gerekebilir” deyince 2 girişli vermişler. Ayrıca 2 Ağustos’ta başvurdum, 4 Ağustos-4 Ekim arasında istedim, aynen öyle verdiler, ertesi gün de aldım pasaportumu yola koyuldum. 1 günde çıktı yani, ama önceden de Schengen vizesi almıştım zaten, o da kolaylaştırmıştır mutlaka. Daha öncekinde Euro olarak götürmüştüm parayı, bu sefer de öyle yaptım. Dayı “144 TL lutfen” deyince kaynar sular dökülüverdi. “Efendim?” dedim, tekrarladı. “Yok, bozdurup gelsem olur mu?” dedim, tamam deyince “60 Euro karşılığı mı o?” dedim, “beyefendi benim ağzımdan Euro diye bir şey çıkmadı, 144 TL” diye fırçamı yedim, koştur koştur gittim bozdurmaya. Bu da böyle bir anım, aklınızda bulunsun.

Bu esnada sabah 8’de büyükelçilik önündeydim, birinci sırada girdim içeri. Ertesi sabah da gidip pasaportumu aldım vizemle birlikte. 9.30’da açılıyor, çok da erken gitmenize gerek yok yani.

Gelelim yol sorularına. “Türkiye-Yunanistan deniz yolu” araması yaptım epey bir. Alternatifler var. Ayvalık-Midilli (Mytilini)-Pire veya Çeşme-Sakız (Chios)-Pire en mantıklıları. Çeşme’yi kullandım ben. Ankara’dan Pamukkale’ye atlayıp, 9.30 saatlik yolun ardından Çeşme’ye vardım. Sakız Adası’na geçen feribotların epey bir kısmı –sanırım tek yön- 25 €. Bir de Ege Birlik var, ki hafta içi tek yön 7, gidiş dönüş 11 €. (Biletinizi internetten satın aldıktan sonra, feribotun kalkışından önce limandaki ofisine uğrayıp check-in damgası vurdurmanız gerekiyor). Fiyat farkının nedenini sordum, diğer şirketler Çeşme kökenliymiş zaten, Ege Birlik’in sahibi İzmirli bir iş adamı olduğu için promosyon babında böyle bir kıyak yapıyorlarmış. Ama tek neden o olmasa gerek, zira feribot da her an yolda kalıverecekmiş gibi geldi yol boyunca, yalanım yok. O kadarcık paraya yerime vardım mı, vardım. Sorun yok.


Çeşme Limanı’nda bisikletten korkan insanlar

Sakız Adası’na geçtiğimde saat sabah 10’u geçiyordu, feribota kadar yaklaşık 12 saatim vardı. Güneş hepten tepeye çıkmadan ben bisikletle tepeye tırmandım, güzel bir çardak bulup hem orada bir şeyler yedim, hem dinlendim, müziğimi dinleyip kestirdim (Bu vesileyle 3 gündür beni yollarda yalnız komayan Melis Danişmend’e çok teşekkür ederim! Hastasınım Melis! Anahtar Sözcük, Büyük Kaçış, Kettle, Ucuz... Hepsi mikkembel adeta. Akustik gitar, piyano ve güzel bir ses arzu edenlere çok fena tavsiye ederim.) . O civarda her nevi yaşamsal ihtiyacımı giderdikten sonra, tekrar aşağı doğru inmeye başladım. Yaklaşık 3 km bir yol tırmanmışım. Adanın biraz da öbür tarafına gittim. Ülkenin en büyük beşinci adası olduğu için, -Bozcaada’yı görmedim, karşılaştıramıyorum ama- bizim Büyükada, kendisinin yavrusu gibi kalıyor. Dolayısıyla alıp başımı gideyim diyemiyorsun fazla. Zaten güneş, 20 kilo kadar yük ve yol yorgunluğu izin vermezdi. Ben de orada limanda bir internet cafe ve bir başka cafenin keyfini çıkardım. Oh mis!


Sakız Adası’nın tepesinden bir görüntü. Karşı taraf Çeşme.

Sivas’tan Sakız Adası’na geçince kültür şokuna girdim bu esnada. Limana bir indim, etraf mobilet üstünde yarı çıplak kadın kaynıyor! Dedim “bre zındıklar, yanacaksınız!” ama hepimiz kompil yanıyorduk zaten cayır cayır gavur gibi. Beynim pişti. Saçımı da kazımıştım, kafam acıdı adeta yanmaktan. Kask bile fayda etmedi.


Batının ahlâksızlığı.

Sakız Adası’na sabah 9.30’da veya akşam 18.00’de geçilebilir. Oradan Pire’ye hareket eden seferler gece 22.00 ve 00.00’da sanıyorum. Ben 22.00’yi (Nel Lines) tercih ettim, zira 8.5 saat kadar sürüyor ve diğerinden (Hellenic Seaways) daha ucuz. Diğeri 6 saat kadar sürüyor ama kalkış zamanlarının farkından dolayı yaklaşık olarak aynı sürede varıyorlar. Nel Lines biletini Maskot Turizm satıyor. Bileti satın aldıktan sonra, Sakız Adası’nda check-in gerektirmiyor. İçerideki pulman koltuklar hizmet bedeli dahil 36 €, plastik güverte koltukları 33 €. Zaten mülteci gemisi gibi, herkes yerlerde yatıyor, dolayısıyla kamaralardan almadığınız sürece, bileti bu ikisinin hangisinden aldığınız çok fark etmez. Ben her ihtimale karşı pulman aldım, ama koltuğuma bir kere yerini görmek için gittim, onun dışında güvertede oturdum bir süre. Sonra da yere uyku tulumumu serip, sızdım. Açık havada uyumaya zaten bayılıyorum, püfür püfür mis gibi oldu.


Çeşme-Pire feribotunda iki ayrı katta çalıp söyleyen iki ayrı gruptan biri.

Güvenlik açısından kaygılananlar olabilir –benim gibi- ama herkes zaten deli gibi yüklü olduğu için kimse kimsenin çantasına ıvırına zıvırına bulaşacak halde değil gibi geldi bana. Değerli şeylerimi koyduğum çantamı kafamın altına yastık niyetine aldım, diğeri zaten üst baş kitap falan dolu. Cüzdan da uyku tulumunun içinde kaldığı için görece rahat uyudum. Ki, sabah bir uyandım, güvertede bir tek ben kalmışım, herkes kalkmış gitmiş. Birileri çantamı alsa gitse ruhum duymazdı. Bir dahakine saat kursam iyi olur. Bisikletimi de aşağıya bağlamıştım, onu da sağ salim aldım.

Pire (Piraeus) Limanı’na inince etrafıma baktım ve çok açık söylüyorum, bu kadar çirkin bir ilk görüntü beklemiyordum. Yalebbim ne kadar çirkin yaratmış orayı! Gerçi liman yani, ne bekliyorum... Ama gerçekten çirkin. Neyse, 8 kere çirkin dedikten sonra geçebilirim burayı. Ama bir saniye; Limandan Atina merkezine giderkenki yol da fazlasıyla çirkin. Ankarasal kavramlarla ifade edecek olursak, yol böyle Dışkapı-İskitler civarı gibi. Yarısı oto galeri, diğer yarısı tamirci mamirci ıvır zıvır. Pire-Atina arasındaki 10 km civarı olan esas yol bu şekilde yani. Alternatif rotaları bilmiyorum.

Limandan yola koyuldum, hedefim Oropos otobüslerinin olduğu nokta. Şehir merkezini gösteren Aθina tabelalarını takip etmeye çalıştım. Oysaki önceden dersimi de çalışmıştım Google Maps’ten, çıkarmıştım haritayı ama yardım gerekti.

Trafikta bol miktarda “iki teker” olduğu için hem sürücüler daha alışık, hem de her ne kadar “şöyle benzeriz Yunanlarla böyle de aynı sudan içmişiz biz” deseler de, gerçekten çok daha medeniler. Korna çalmıyorlar her saniye ve “bisiklete-motorsiklete” de araç muamelesi yapıyorlar. Dolayısıyla trafikta hiç zorlanmadım Oropos otobüsüne kadar. Genelde 15-20 km arası bir hızda gittim yüklü olduğum için, yoksa oldukça düz bir yol, rakım fazla değişmiyor. Hiç tahmin etmezken bir anda bir yerden fırlayan köpekle bir süre paralel koşu yaptık ve o koşunun sonunda itin oğlu pes ettiğinde kendimi üçüncü şeritte ve 34 km hızda buldum. Yokuş indiğim zaman dışında o yükle ilk defa 25 km’yi aşmıştım. Hala hayattım ama, itoğlu it!

3 kişiye yol sordum, İngilizce bildikleri kadarıyla yardımcı oldular sağ olsunlar. Haritaya da bakmış olduğum için gayet rahat buldum yolumu. Ama Hani bizim Eskişehir Yolu’nda veya ne bileyim Meşrutiyet’te öyle kabak gibi caddenin/bulvarın adı yazmıyor ya, burada da yaşadım o sıkıntıyı. Atina’ya gittiğini gösteren tabela göremiyorsun bazı belirsiz yol ayrımlarında ve inisiyatif kullanmak durumunda kalıyorsun. Neyse ki iyi kullanmışım o inisiyatifleri.

Yolun özeti:
Ankara-Çeşme: Pamukkale Turizm, 50 TL, 9.5 saat. Bisiklete gıklarını çıkarmayıp, inince çok da yardımcı oldular, Zeus razı olsun.

Çeşme-Sakız: Ege Birlik, 7 €, 1 saat. Bisiklet zaten ücretsiz, ofisteki hatun da pek yardımcı, çok sevimli. Promosyon süresinde bence kaçırmayın.

Sakız-Pire: Nel Lines, pulman 36 €, 8 saat. Sanırım 8 saat yani. Ben uyandığımda 8.30 olup her yer boşalmıştı, dolayısıyla bilmiyorum. Ama gayet rahat gittim.


Oropos’un yolları taştan


Oropos otobüsüne binerken çok kaygılandım. Travego işliyor Atina-Oropos arasında ve “ya muavin sorun çıkarırsa” hissiyle gittim otobüse. Ama zaten kimse sallamıyor, bagaj kapağı otomatik açılıyor, içeri dolduruyorsun varını yoğunu. Çoğunluğu Hintli/Pakistanlı olan bir kalabalık işporta tezgahlarını koyuyor. Epey mülteci varmış, ben şaşırmıştım. Çiftçi ve işportacı olarak çalışıyorlar.

Atina-Oropos arası 50-55 km olduğu için bisikletle gitmeyi düşünmüştüm, ama iyi ki beni buraya davet eden arkadaş “tavsiye etmem” demiş. Zira 55 km olan yolda hem 400 metreye tırmanmak gerekiyor, hem de yolun bir kısmı girişimizin yasak olduğu otoban. Eğer ki kısa olan yolu tercih edersem de 600 metreye tırmanmam gerekiyor ve dağ yolu. O çantalarla ve o yorgunlukla cesaret edemedim. İyi ki de etmemişim, 1 saatte vardım otobüsle Oropos’a. Otobüs Havaş gibi, biniyorsun Skala Oropou otobüsüne, birisi hareket ettikten epey sonra gelip bilet kesiyor.



Akdeniz Mutfağı


İşte böyle sevgili İşkembefilitzkiler. Yazımı leziz bir şekilde bitireyim dedim. Kokoreçleri de var, “kokoretzi” diyorlar ve bizimkinden daha mı sağlıksız bilemedim, anlatayım siz karar verin. Bildiğim kadarıyla bizimkinde yediğimiz şey, “rulo şeklinde sarılıp iç yağıyla birlikte pişirilmiş ince bağırsak”. Onlar ince bağırsağı ak/karaciğer ve başka sakatatın üstüne sararak rulo yapıyormuş. Tabii ki yiyeceğim, yediğimde ayrıca rapor ederim.

Mayıs sonunda beden kitle endeksimle ilgili hepten kaygılanıp, nefes alamaz hale de geldiğim için zayıflama niyetine girdim ve son 2.5 aydır toplam 7 kilo kadar verdim. Buraya gelirken de “Sivas’ta hamur ve etle beslendikten sonra Akdeniz mutfağına gidiyorum, oh mis, çok sağlıklı!” diyoridis. Ama arkadaşlar uyardı “bak, Yunanlar da senin benim gibi sefa pezevengi, gelsin mezeler gitsin uzolar şaraplar, aman dikkat” diye. Dün akşam demek istediklerini anladım. 4 Yunan arkadaş ve ben yemeğe gittik, masaya peynirli bir meze, ıspanakgillerden bir şey, kuzu ızgara, patates kızartması, salata ve tatlı niyetine karpuzi ile yoğurt üstü bal+fındık geldi. Bu saydıklarımdan hangi ikisinin masada kaldığını ve hatta hangi birine hiç dokunulmamış olduğunu tahmin etmek isteyen? Ispanakgilin yarısı yendi –ki onu da ben yedim zaten neredeyse-, salataya da hiç dokunulmadı! Onun üstüne etsiz yemek olmayacağına ilişkin muhabbet de gırla zaten. Çok yanlış tanımışım Yunanları çok...